Üçüncü Bölüm,

3.8K 461 232
                                    


SEKSEN ÜÇ,


Durgundum bir ölü ruhu misali, istikamete yakınlaşıncaya dek hissiz ve cansız bakışlarla ardımızda kalan yolları süzmüş, tek kelime etmemiştim. Kuru dudaklarım incecik bir nefesi buyur etmek için ciğerlerime, ara sıra aralanıyor, göz kapaklarım gözlerime örtünüyordu. Uyusam dedim, içten içe. Sahi ya, uyusam ve dalsam derin bir uykuya, yıllar geçip gitse, rüzgârlar esip uyandırsa bir sabah vakti. Bambaşka bir hayatın orta yerinde, çok farklı bir vatanın sardunya çiçeği olsam, Tanrı kabul eder miydi anne? Göz kapaklarım daha bir sıkı örtündü gözlerime, utancını örtbas etmek için çabalayan bir kepaze gibi, acıttım canımı. Geçmedi. Ancak, ürkek vâr edilen fıtratıma inat, şimdi bu araçta uyuklayan, uzun soluklu sohbetler eden, ara ara sesleri yükselen cesur çocuklardan biri olmak istedim. Saatler geçmişti, bir gündüz geceyi takip etmiş, güneş doğalı bir, bilemedin iki saat olmuştu. Hareretli sohbeti işitiyordum, her ne kadar bakışlarım geride kalan ormanda, yanağım sırtımı yasladığım yüzeye yaslı, başım onlardan dönük olsa da.

Menfi, hoşnutsuz dudaklar Tanrı sözünü sakınmıyorlardı, aileleri ne öğütledi ise, sözünü etmekten çekince duymuyorlardı. "Kimse kimsenin hayatının bedelini ödeyemez, kimse Tanrı'ya fidye veremez." Demişti siyah saçlı, çelimsiz ve temiz yüzlü, tek dayanağı oymuşçasına, kıyısındaki yabancının kolunu sıkan er. Yaslanmaktan ziyade, ürküp de sığınır gibi bir hâli vardı. Mezmurlar'dan bir alıntıydı bu sözü, aşinalığım vardı. Sözleri üzerine, bir başka ses yükseldi araçtan, fazlasıyla alaycıldı. "Öldürmezsen ölmeye mahkûm edilirsin." Dedi karşılığında, yaşça iri ve yol boyu parmakları arasındaki çakıyı çevirip duran, özüne güven duyan gözlerle bizleri süzen bir er. Er diyordum, oysa göz ucuyla görülen o idi ki, üzerinde askeri üniforma dahi yoktu. Ot çiğniyormuşçasına hareketlenen dudakları bu defa zehir gibi kustu kelimelerini. "Savaş bu. Ya öldür ve yaşa, ya yaşat ve öl."

Bir taraf gerçekçi idi, diğer taraf insancı. İki tarafın da cümlelerinde hak payı vardı, öyle ya, araf dedikleri bundan öte neydi? Birkaç karış yakınımda oturmakta olan, sıska bedenime kıyasla yapılı bir asker, tıpkı benim gibi, yol boyunca söz etmemişti. Sahi yahut yanılsama, bakışlarını üzerimde hissettiğim olsa da, birden fazla bakmaya cesaret edememiştim. Aşağılar, hor görür diye telaş ediyordum lâkin işittiğim sıcakkanlı, yumuşak ses; ön görülerimin bir kısmını tuzla buz etti. "Sen neden konuşmuyorsun, rahibenin oğlu?" Yakınımdan geliyordu bu alçak ses, böylelikle omzumun üzerinden teyit ettiğimde muhatabını, bizzat gözlerime bakması karşılamıştı beni. Kasabadan, kuvvetle muhtemel ise Kilise'den aşina kaldığım lâkin çıkaramadığım bir yüzdü. Bir süre seyrettim yüzünü öylece. Beklentiyle, bir cevap uğruna, aralık bacaklarının orta yerinde bir ettiği ellerini sımsıkı ediyordu ben konuşmadıkça; ancak ne denli samimi durursa dursun, içimden konuşmak hiç mi hiç gelmiyordu, git gide yüzü düştü. Ardıma çevirdiğim gibi tekerrürle çevirdim başımı eski odağıma, ellerim bacaklarımın arasına sıkıştı, sonuncu baharın ayazı kemiklerimi sızlatıyordu. O da ısrar etmedi, sustu.

İstikrarla ilerleyen aracın önü bir türlü mekâna çıkmıyordu, etrafta ağaç ve topraktan başka hiçbir şey yoktu. Ara ara faytonlar yamacımızdan geçip gidiyordu lâkin ne ufukları, ne ayrıldıkları yapılar göz önündeydi, sakince yolu aşıyorduk. Aşıyorduk, ta ki askerî araç yumuşak bir frenle duraksayıp, biz öğrenci askerleri hafif bir sarsıntıya maruz bırakana kadar. Sırtım, yol boyu ayrılmak bilmediği çelik yüzeye yeniden sığınacaktı ki, önce bir kapının sertçe kapatılma sesi işitildi, sonra toprağı toprak olduğuna pişman kılan adım sesleri. Kaşlarım usulca çatıldı. Doğruldum, omurgam dik bir hâl aldı ve gelecek olanı beklemeye koyuldum. Araçtaki gürültü, yer yer yükselen sesli sohbet tamamiyle kesilmişti. Gözlerimiz ilk önce sırtı dönük bir bedenin bilincine vardı, bu beden seri adımlar ile geldiğimiz yolun tersi istikamete gidiyor iken, gerginliğin had safhaya vardığını hissediyordum. Kısık bir ses işitildi. "Abi, neler oluyor?" Ve anlamak basite indirgendi ki, az önce Tanrı sözü dillendiren sıska erin sığındığı, bizzat abisiydi. Bakışlarım, hızla yürüyen bedenden ayrılmıyordu.

cigaretteWhere stories live. Discover now