– Neden?

– Bir buçuk sise, altı. Bir portakal iki.

– Portakal benim.

Azıcık gülümseyerek;

– Hayır efendim, ben getirdim.

– Aa! Ben getirdim. Şu karşıdaki manavdan aldım. İşte bir tanesi de cebimde.

– Evet efendim. Ben de iki tane getirmiştim.

Derhal anladım, herif beni soyacak. Ne yapayım? Kavga çıkarmaktansa parayı verip adamı def etmek daha akıllıcadır diyerek, on ikiyi suladım.

Hazır Beyoğlu'ndayız. Biraz da Bonmarşe'ye girelim. Sakın birinci veznedarın önüne gitmeyin. Bu topal, adamı derhal dışarıya gönderiyor. Efendiden hatta büyük adamlardan biri geçen gün bunun huzuruna gitmiş, üç kuruşluk bir şey almış. Fakat olacak ya, bir para bozukluk bulamamış. Demiş ki; "Bozuk param yok. Liram var. Bir Fransız parasıyla iki çeyrek, yahut yarım İngiliz parasıyla kırk beş kuruş verirseniz anlaşırız." Şimdi bunu veznedar dinler mi! Derhal:

– Olmaz, aman mösyö olmaz, olmaz!

– Benim gösterdiğim yol sizin akçe farkından dolayı hayırlıdır.

Herif yine olmazda ısrar ediyor.

– Efendi, öyleyse siz ticaret adamı değilsiniz.

Vay efendim vay! O iki tarafına seke seke giden herifi görmeli. O efendiyi Bonmarşe'den dışarıya attıracak. Ancak öyle yağma var mı? Onun hiddetini kim dinler? O bu haliyle hiç kimseye yetişemez. Bu meselede bir iş varsa, o da Bonmarşe gibi bir ticarî yerde görülen terbiye eksikliğidir. İnsan oraya gitmekten nefret ediyor. Bazar Alman'da görülen nezakete ise hayran oluyorum. Her şey yerli yerinde...

İkinci Mektup

Sabah uykuları tatlılaşıyor... İftarı eder etmez kapağı Hacı Reşid'e attıktan, Baba Yaver'le biraz sohbet ettikten, tiyatro kapıları önünde biraz gezindikten, bilinen fonograflardan birine uğradıktan sonra kıraathane kıraathane gezerek sahura ermek insanı epeyce yoruyor. Fakat nereye gidilse bir gazete yazarı veya muhabiri görmemek mümkün değil.

Şaka değil ya, uykular tatlılaşıyor yahut bana öyle geliyor. Sahurda eve gelip de bu söğüş, bu yaprak dolması, bu makarna, bu üzüm hoşafı diye birkaç kaşık yedim mi ciğerlerim birbirinden ayrılmaya başlıyor. Esne bre esne! Geril bre geril! Uyku hali başkadır vesselâm! İyice bastırırsa insan giysisini bile çıkarmak istemez. Hele o tatlı uyuşukluk; o gözkapaklarının kendiliğinden düşü düşüvermesi; başın hafif hafif dönerken, "Ay! Hay!" diye çatlak, gürültülü bir sesle esneme; ufacıcık üşümenin ardından "Bu...v" sesiyle titreye titreye mangal kapağı konulmuş sıcacık yatağa seriliverme; üzeri fanilâlı çift yorgan dudaklara kadar çekilerek, arka üstü gerilme suretiyle dizkapaklarını çıtlatma; ondan sonra yavaş yavaş kendinden geçerek son bir esnemeyle sağa dönerek kendini boş bırakma; bir iki defa, sol ayağı sağ ayağı üzerine koyup çekerek baldırlara tesadüf eden bir yerdeki kaşıntıyı geçiştirme yok mu, milyon değer. Artık hiç durma, ver kendini uykuya. Mışıl mışıldan fosur fosura, fosur fosurdan horul horula kadar çek dur, anam uyku!

Heyhat, ben ve bizim evin hizasındaki iki üç evle bütün sokak halkı bu nimetten mahrumuz. İmsak topu var kuvvetiyle Beyazıt Meydanı'nda bir kere 'Bum!' dedi mi sağdaki komşunun -Allah cümleninkini bağışlasın- dört aylık ufaklığı feryada başlıyor. Başlar başlamaz evlerin bitişik olması sebebiyle uykudan uyanan anasının ince, titrek, uyku sersemliğiyle ağırdan başlayıp tize kadar yükselen:

"Dandini dandini das dana

Danalar girmiş bostana"

sesi rüyalarımın içine karışıyor. Bu fena değil! Fakat soldaki komşunun beş altı yaşındaki oğlunun sesi kötü! Çocukcağız her seher kıçına birkaç şamar yiyor.

Şehir MektuplarıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin