Bölüm 7

2.7K 247 27
                                    

Klasik müzik severler burada mı?

Midilli kişneyeme başlayıp bodur bacaklarıyla şaha kalktığında ayağa fırladım. Kitap kucağımdan yere düşerken bir ses "Bu kadar uzakta ne yapıyorsun?" diye sordu.

Yerimden şıçrayıp arkamı döndüğümde William oradan öylesine geçiyormuş gibi arkamdaki ağaca yaslanmış ve kollarını birbirine kavuşturmuş, bana bakıyordu.

"Tanrım, beni korkuttun," dedim nefes nefese. "Asıl sen burada ne arıyorsun?"

Bugün masada olanlardan sonra onu gördüğüme sevinmek istemiyordum ama lanet olsun, sevinmiştim.

Soruma kulak asmayarak kolundaki saate baktı. "Güneş batmadan eve dönsen iyi olur."

Kafamı kaldırıp tam tepede dikilen kavurucu yaz güneşine baktım. Öğle vaktinde olduğumuz düşünülürse daha batmasına saatler vardı. Ayrıca burası benim dünyamdı. Bu topraklarda bir yabancının gözümü korkutmasına izin veremezdim.

"Ben başımın çaresine bakarım," dedim sesimin başına buyruk çıkmasına özen göstererek. Ağaç gövdesine yaslanmayı bırakıp bir adım öne çıktığında isteksizce bir adım geriledim. Ondan çekinmem onu gülümsetmeye yetmişti.

"Korkma, ısırmam," dedi iyice yanıma yaklaşarak. Başını kaldırıp gözlerini güneşe dikti ve anlık bir hüzün dalgası göz bebeklerinde belirip kayboldu. "En azından şimdilik."

Gözlerini tekrar üzerime diktiğinde yaptığım tek şey onu çözmeye çalışmaktı. Ruhunun siyaha mı yoksa beyaza mı ait olduğunu bulmaya çalışıyordum. O da tıpkı benim ona yaptığımın aynını bana yapıyordu. Gözlerimden ruhumu okumaya çalışıyordu.

"Nesin sen?" diye sordu şapkamdan öne çıkmış bir tutam saçı gözümün önünden iterek. Aynı soruyu ben de onun için sorsam da "Alice Taylor," dedim uzun kirpiklerinin altındaki gün ışığının bile aydınlatamadığı  koyu renk gözlerine bakarak.

Tekrar gülümseyip elini saçlarımdan çekti. Üzerime sinen at kokusunun burnuna gidip gitmediğini merak ettim. Onun farklı ve güzel kokusu benim burnuma geldiğine göre benimki de ona gidiyor olmalıydı. Tanrım, resmen umutsuz vakaydım

"Gezmek istediğini söyleseydin birlikte yürüyebilirdik. Burada henüz pek bir yer görmedim."

"Yemekte halinden memnun görünüyordun," dedim kıskandığımı iyice belli ederek. Ben ne söylüyordum böyle? Ben onun hiç bir şeyi değildim. Bana hesap vermek zorunda değildi. Üstelik birbirimizin var olduğundan daha yeni haberdar olmuşken. Yani daha yeni tanışmıştık.

"Ella," dedi ablamın ismini sertçe telafuz ederek. "O kadar basit ki. Onun için endişelenmene gerek yok."

Ne yani onun için endişelenme derken o ve benim için endişelenme aramızda bir şey yok mu demek istiyor, yoksa onun için endişelenme aramızda bir şey olursa benden ona bir zarar gelmez, onu üzmem mi demek istiyor?

Sanırım başıma güneş geçti.

"Endişelenmiyorum zaten," diyerek kestirip attım aklımda onca soru olmasına rağmen. Tabi ki endişeleniyordum.

Biraz önce oturduğum yere oturup sırtını ağaç gövdesine yasladı. Burada keşke bir ressam olsaydı diye düşündüm. Onun şu halini bir tabloya dökerek zengin olabilirdi.

"Ne okuyordun?" diye sordu yere düşürdüğüm kitabı eline alarak. "Felsefe. Ben de şiir gibi bir şeyler falan sanmıştım."

Kitabı açtığı gibi kapatıp kenara bıraktığında ben de geçip karşına oturdum. Yanına oturmak istemememin ilk sebebi kokumun ona gitmesini engellemekti, ikincisi ise yüzü o kadar güzeldi ki onu daha fazla görmek istiyordum. Ona bakınca hem ağlamak hem de gülmek istiyordunuz. Sanırım bir şeyi çok sevdiğinizde canınızı yakması kaçınılmaz oluyordu.

Cadı ve AvcıWhere stories live. Discover now