Bölüm 2

4.7K 365 28
                                    

Bacaklarımdan birini diğerinin üzerine atıp eteğimin ucundaki dantellerle oyalanırken, bu arada dantellerden nefret ederim ama annem zorla bu elbiseleri üzerime geçiriyor, bahçede olanlardan sonra yatağımın üzerinde kendimi güvende hissediyordum. Dışarıda güneş yavaş yavaş çökmeye başlarken günün ne aydınlık ne de karanlık kısmındaydık. Bu en sevdiğim kısımdır. Yerimden kalkmaya niyetim yoktu ancak aşağı kattaki oğlanların çığlıkları ortalığı sallamaya başladığında mecburen ayağa fırladım.

"Babam geliyor, babam geliyor."

Oğlanların çığlıklarının arasına annemin "Sakin olun, sakin olun," diyen sesi sıkışsa da kimsenin sakin olmaya niyeti yoktu. Çünkü babam tam dört gündür şehir merkezinde kalmıştı ve bu da gelirken hediye getirmesi için yeterli süre uzak kaldık demek oluyordu.

Duyduğum heyecanla odanın kapısı fiziksel güç kullanmadan kendiliğinden açılsa da, cadılık saçmalıkları, bunun üzerinde durmadan hızla ahşap ve gıcırtılı merdivenlerden inmeye başladım. Aşırı heyecan duyduğum anlarda tabiat, kendi odam da tabiata dahil, heyecanıma ortak olup bana bazı kolaylıklar sağlıyordu. Bu kolaylıkların merdivenleri ovalarken, perdeleri asarken ya da bulaşıkları yıkarken ortaya neden çıkmadığını hiç anlamam. Yeterince heyecan duymadığım için olmalı.

Yani merdivenlerin kendi kendine ovulması için basamaklarda dikilip şöyle demem gerekir.

"Aman tanrım bugün bu harika merdivenleri ovduğum için o kadar heyecanlıyım ki her an şuraya düşüp..."

Tamam, daha fazla delirmeden kapıdan dışarı çıkıp babamın her yeri dökülen hurda arabasını park etmesini bekledim ve altı oğlan ve birkaç yardımcının çocuğundan hızlı davranıp kollarına atıldım.

Çiftliğimiz, atlarımız, atlarımıza bakan yaşlı Sam ve birkaç yardımcımız olduğu halde neden merdivenleri ovduğumu ve babamın neden bir ferrarisi değil de yıkık dökük bir arabası olduğunu sormayın. Birincisi ferrari çok ama çok pahalı bir araba. İkincisi her ay sonu giderler çıkarıldığında elimizde ben doğmadan önce ölen büyükbabamın bize bıraktığı çiftlikten başka bir şey kalmaz. Her neyse.

Babama sarılmayı bırakıp sıramı Zeus ordusu gibi dizilen çocuklara bıraktım ve arabanın bagajını açtım.

Bir yığın poşetin içinden Shakespeare'leri ararken (Evet babamdan Shakespeare istedim ve evet biliyorum çok klasik ama tanrı aşkına kim Shakespeare sevmez ki?) birkaç oyuncak araba ve şekerlemeyi bagaja fırlattım. Kulağımın dibinde bir ses "Yardım lazım mı?" diye sordu.

Sonunda bulduğum kitap elimden tekrar savaş verdiğim poşetin içine düşerken kafamı kaldırıp dağılmış saçlarımı gözümün önünden çektim.

Onu ilk defa o an gördüm. Sesini ilk defa o zaman duydum.

"Yardım lazım mı?" demesi sanki Macbet'ten bir satır okur gibi çıktı. Güneşin batmasını her zaman severdim ancak şimdi yüzünü yeterince göremediğim için çekip giden gün ışığına içerledim.

Yanımda dikilen ve kim olduğu hakkında en ufak bir bilgim olmayan yabancı benden bir cevap beklerken ona havalı bir iki çift laf etmek sonra da etkileyici bir bakış atmak isterdim ama yeterince kaldırmadığım bagaj kapağı yerine oturmadığı için elimi çekmemle kafama düştü.

"Ah..."

"İyi misin?"

"Kendini tutmana gerek yok. Alınmam, gülebilirsin." Okulda arkadaşlarım düştüğünde onlara acımasızca güldüğüm tüm o yılları düşünüp vicdan azabı çektim.

"İnan komik bulmadım. Sadece canın acımış olabilir diye endişeliyim."

Yakışıklı olduğun gibi düşüncelisin de.

"Hayır, hayır. İyiyim," diye mırıldanıp elime birkaç poşet aldım. Bahçeye baktığımda bir arabanın daha çoktan park edilmiş olduğunu gördüm. Ablamın nişanlısı ve onun ailesi ne ara gelmişti? Etrafta bizden başka kimse görünmüyordu. Ben bu yabancıya kaç dakika far görmüş geyik gibi baktım?

Hızlı hızlı yürümeye başlayıp mutfağa girdiğimde onun da poşetlerin kalanını alıp bagajı kapattığını duydumsa da tekrar dönüp arkama bakmadım.

Yemek masasına oturduğumuzda ablamın rengi mordan yeşile sonra tekrar mora döndü. Babam elindeki kadehe vurup ayağa kalktı. Önemli bir şey söyleyeceğinde böyle yapar.

"Sevgili karım Maria, kızlarım, oğullarım ve yakında çocuklarımızı birleştireceğimiz Bay ve Bayan Claflin..."

Evet, annemin adı Maria ve ablamın nişanlısı ve onun annesiyle babasının ve ablamın da evlendiğinde alacağı soyadı Claflin.

"Dün akşam hayatımın en ilginç tesadüflerinden birini yaşadım. Güzel kızım Alice için benden almamı istediği kitabı ararken, kitapçıda bu genç adamla tanıştım. William. Üniversitede okuduğum yıllarda kaybettiğim en yakın arkadaşım Adrian Black'in oğlu."

Aynı anda birçok şey oldu. Hepsini birden fark ettiğim için kendime kızdım. Babam üniversitedeki en yakın arkadaşından çokça bahseder ve onu kaybetmek babamı en az büyükbabamın ölümü kadar üzmüştür. Bu yüzden yaşadığı mutluluk yüzüne yansırken şimdiden bu yabancının, William'ın ailemizin bir parçası olacağı belliydi. William, babasının kaybından bahsedilince yere baktı. Babamın bana olan iltifatıyla ablamın yüzü karardı. Ablam, William'ın gecenin yıldızı olma şansını nişanlısından çalmış olmasına da ayrıca sinirlenmişti. Babamın şuan yıllar önce ölen arkadaşının oğluyla değil ablamın nişanlısıyla ilgilenmesi gerekiyordu. Ve Claflin ailesinin de yüzü asılmıştı. Son olarak annem iki genç kız yetiştirdiği çiftliğine tanımadığı genç bir adamın ayak basmasından ötürü gergindi.

Bu gerginliği hissetmek için cadı olmaya gerek yoktu. On yedi yaşında olmak ve bir anneye sahip olmak yeterliydi.

Babam yerine yerleşirken William onu ağırladığımız için teşekkür etti. Ailemiz hem eski geleneklere bağlı hem de yeniliklere açık olduğu için, yaşadığımız kasabanın aksine, o da yemek masası konuşmasına ayak uydurmaya çalışıyor görünüyordu.

Annemin servis ettiği tabaklardan kendiminkini alıp yemeye koyuldum. Herkes kendi içinde konuşmalara dalsa da kimseyi dinleyecek halde değildim. Sadece artık adı olan bu yabancıda beni hem ürkütüp hem de içine çeken bir şeyler vardı. Kapalı bir kutu gibiydi. Ne kadar yoğunlaşsam da içindekileri çözemiyor, etrafına ördüğü duvarlarla karşılaşıyordum. Ruh hali odanın geri kalanı gibi, kendini ele vermiyordu. Bakışlarımı gizlemeye çalışsam da onu incelemekten kendimi alıkoyamadım. Aynı anda hem canlı ve güçlü görünmeyi hem de bir cesede benzemeyi nasıl becerdiğini bilmiyordum ama vücudu zarif olmasına rağmen siyah takım elbisesinin altında patlayacak gibi duruyordu. Sanki her kası gerilmişti. Gece karası saçları dağılmış, buğulu gözleri yabani bir hayvanınki kadar koyulaşmıştı. Teni bir kireç kadar beyaz olsa da kalp atışlarını ve damarlarında gezen kan dolaşımını buradan duyabiliyordum.

Onu incelemiş oldugumu sonunda fark ederek bana döndü. Mahçup bir ifadeyle önüme dönüp masadaki boş bardağa su doldurdum.

Utanmıştım, gerçekten utanmıştım. Yanaklarımın kızardığını hissettiğim için kendimden nefret ediyordum.

Sonunda yemek bittiğinde anneme midemin bulandığını fısıldayıp ortadan kayboldum. Merdivenleri tırmanıp bir hayalet gibi odama süzülüp çoktan çıkmış olan ay ışığının aydınlattığı kadar görebildiğim odayı arşınlamaya başladım.

Bu yabancıya karşı neden böyle hissedip durmuştum ki? Var olduğunu bile bilmediğim duygular içime dolarken bunun hoşlanma olmadığını biliyordum. Daha önce kimseden hoşlanmamış olsam da hoşlanmanın nasıl olduğunu bilecek kadar akıllıydım ya da bununla ilgili yeterince kitap okumuştum. Sıfatlar, tamlamalar. Hayır, bu farklı bir şeydi. Hoşlandığınız kişiden korkmazsınız. Ben ondan gerçek anlamda ne kadar aptalca olsa da  korkmuştum. Çünkü onu tanıdığım diğer insanlar gibi hissedememiştim. Onda başka bir şeyler vardı.

Hareket etmeyi bırakıp yatağımın içine sıkıştırdığım geceliği çıkardım. Tek hareketle üzerimi çıkarıp yıkanmaktan rengi solmuş geceliği giydiğimde pencerenin önündeki masada duran şey dikkatimi çekti.

Masanın başına gidip üzerine baktığımda bugün yapıp bir kenara attığım daire biçimindeki gül tacı öylece bana bakıyordu.

Cadı ve AvcıWhere stories live. Discover now