Portrait of a Lord on Fire |...

By Awaepioon

2K 280 664

[BİR SÜRE REST] 18. yüzyıl sonları, Fransa. Merhum babasından devraldığı mesleğinde en az onun kadar iyi oldu... More

Giriş
3. İlk Bakış
4. Dana Güveç
5. Doğu Cephesi
6. Kılıç Talimi

2. Île-Molène

429 56 139
By Awaepioon

 5 yıl önce

Yolculuğum, kime sorsanız -hangi tabakadan olursa olsun- çekilecek çile değildi. Nereden bakarsanız 5 saattir Kelt Denizi sularında, içinde bulunduğum pupa yelken açmış gemiden farksız bitmek bilmeyen bir ilerleyişteydim.

Önce Le Mans'tan atlı arabayla Bretagne'ye varmış, oradan beni Île-Molène'ne götürecek geminin hazırlanmasını beklemek için baba tarafından uzak bir akrabamın yanında birkaç gün misafir edilmiştim. Kuzenim -ona uygun bir akrabalık sıfatı bulmak güçtü- Fransız geleneklerine usulüyle uymayı kendine vazife edinmiş bir beyefendiydi ve ailesi bu kısa ziyaretimden duydukları memnuniyeti çokça göstermişlerdi. En nihayetinde Cuma günü şafakla beraber geminin denizlere açılacağı haberi gelmişti. Ertesi gün içten dileklerimi sunup sonu gelmez yolculuğum başladığında acaba bu görevi hiç kabul etmese miydim, diye düşünmekten kendimi alamamıştım.

Gemim ilerlerken, Büyük Britanya'yla savaşmış bir donanma kumandanı ile eskiden yaptığım kısa sohbeti hatırladım. Portresi yapılırken bana bazı zamanlar hala kendini dalgalı suların içinde olduğunu sandığını, karanın denizden daha beklenmedik gizemleri olduğunu söylemişti. Gözlerim sert rüzgardan sulanırken bu sarsıntılara alışmak için kaç yılını feda ettiğini düşünmüştüm.

Düşünecek pek çok şeyim vardı. Gemi bir yolcu gemisi değil, Lagos Limanı'na ticaret için giden bir yük gemisiydi. Tüccarlar ekonominin, mürettebat geminin işleriyle meşguldü. Bense tek başımaydım. Kendimle dost olmaktan başka seçeneğim yoktu ve durumuma bakılırsa kendi seviyemde olan tek şahıs da bendim. Ticaretten anlamazdım, gemiler hakkında bir bilgim yoktu ve onlarla aynı yöne dahi gitmiyordum.

Saatlerimi kah uyuyarak kah kitap okuyarak kah düşünerek geçirdikten sonra gemi açıklıkta demirledi. Sağ taraftaki kayıklardan biri hazırlanırken ben de güverteye çıktım. Kimse bana veda etmedi, ya da arkamdan bakmadı. Dört kişi küreklerin başına geçti ve biri de dümen palasını devraldı. Arkaya, yüklerin arasına oturdum. Önümde boyalarım, tuvallerim, araçlarımın olduğu çivilenmiş sandığımı güvenceye aldığımda çoktan kürekler çekilmeye başlamıştı.

İki ay önce babam vefat etmişti. Ünlü bir ressamdı. Lordlara, Vezirlere hatta Hanedan halkına portreler çizmiş, şanı yakında tüm Fransa'ya yayılacak bir adamdı. Lakin ecel onu uykusunda yakalamıştı. Onun gidişinin ardından mesleğini devralmıştım. Savaştan sonra beni yaveri olarak işe alması ile hali hazırda pek çok önemli ismin beni tanımasını, hatta birkaçının portrelerini yapmamda onay vermesini sağladığı için bu karar kimseye sürpriz olmamıştı. Yine de herkesin beni Ressam Kim'in oğlu olarak anmasını değil, Ressam Kim Namjoon olarak anmasını sağlamam uzun sürecekti. Tam da bu esnada, güzel bir başlangıç adına imdadıma önemli bir görev yetişmişti.

Île-Molène Lordu Yarbay Kim, oğlu Kim Seokjin'i evlendiriyordu. Evlenmeden önce oğlunun portresi yapılmalı ve yeni şatosuna gönderilmeliydi. Böyle önemli bir görevin neden bana verildiğini anlamasam da, verilecek ücret ile ün gözümü boyamıştı. Birkaç gün sürecek portre için ondan uzun sürecek yolculuğumun buna değeceğini umuyordum.

Umutlarımın bir kibrit alevi misali söneceğini tecrülemem gecikmedi. Şatoya varana kadar fazlaca eziyet çekmiştim. Dalgalar kayıktan -veyahut benden- öylesine nefret ediyordu ki, gittikçe hırçınlaşan deniz sandığımı alıvermişti. Denize atlayıp çıkardığımda kimse kılını dahi kıpırdatmamıştı. Sonra karaya ayak bastığımda beni karşılayacak kimseyi de bulamamıştım. Yol bilmez, iz bilmez biçare olarak kalmıştım. Ücret karşılığında dümen palasını yöneten denizciyi ayarlamış olsam da, beni yarı yolda bırakmış gitmişti. Paçalarımdan su akıyor, cübbem ıslaklığından ağırlaşmış ve taşımam gereken eşyalarımla kayalıklardan tırmana tırmana şatoya ulaşmıştım. Kendimi telkin ediyordum. Her şey adımı oluşturmak içindi. Evet, zorluklar başarı getirecekti. Unvan kazanacaktım. Tüm bu cefa titrim içindi. Titrim, benim ismim...

Lord Kim'in şatosu Île-Molène adasının yükseklerine inşa edilmişti. Akşam çökmüş olsa da bütünü seçilebiliyordu. Sağ tarafından başlayan sarmaşıklar duvarları çevreliyor, yeşiliyle evi işgal ediyor, terk edilmiş bir mülk gibi görünmesine neden oluyordu. Ağır, karanlık bir havası vardı. Önümdeki eski beyaz giriş kapısı dev gibi gözüktü gözüme. Açılmayacak kadar ağır, onlarca kilitle tutulmuş sır dolu bir kapıydı sanki. Ayaklarımın dibine eşyalarımı bırakıp kapıyı çaldım.

Alışıldığı üzere bir hizmetçi açtı kapıyı. Elinde bir kandil tutuyordu. Kıyafetleri basit, sade renkliydi ve yüzü yuvarlaktı. Boş gözlerle bakıyordu.

"Ben Kim Namjoon."

Hizmetçi kız konuşmadan kafasını sallayıp selam verdi ve içeri buyur etti beni. Erkek bir yaver ortalarda gözükmediği için peşinden giderken eşyalarımı mecburen sırtlandım. Girişte hiçbir kandil yanmıyordu. Ana holde kapısız iki oda hariç kapılar kapalıydı ve karanlıktı. Şatoyu gördüğümde hissettiğim neyse kesinlikle haklıydım. Önümde hizmetçi, merdivenlerden çıkmaya devam ettikçe hava daha da soğuyordu.

Koridorun sağ tarafında, en sondaki odada durdu hizmetçi. Arkasına dahi dönmeden şömineyi yakmaya koyuldu. Ateşin başına yanaşıp yüklerimi bıraktım ben de.

"Burası misafir odası. Kullanıldığını hiç görmemiştim." dedi hizmetçi ilk defa konuşarak. Genç bir ses tonu vardı.

"Uzun zamandır mı buradasın?" diye sordum.

"Üç yıl, efendim."

Islak cübbemi çıkardım.

"Seviyor musun burayı?"

"Evet, efendim." Sadık cümlesi, şatonun gördüğüm kadarını düşünürsek ironikti. Kafa salladım yalnızca. Saçlarımdan birkaç damla yere dökülünce hizmetçi kız ayağa kalkıp selam verdi. "Bırakayım da kurulanın."

Lord Kim'in ya da oğlunun ya da yaverinin beni karşılayacağını düşünmüştüm. Saygısızlık addedilecek derecede geç bir saatte gelmemiştim. Bilakis bana vasıta göndermeyerek, karşılamayarak, onlar nezaketsiz davranmıştı. Onlar yüzünden sudan çıkmış balığa dönmüştüm ben. Ciddi anlamda!

Tüm kıyafetlerimi ve iç çamaşırlarımı çıkarıp kurumaları için serdim. Beni endişelendiren sandığımdı. Küçük bir manivela çıkarıp çivilerden kurtuldum ve korktuğum başıma geldi. Sandığım Kelt Denizi'nin minyatürüydü artık. Islanmış tuvallerimi özenle çıkardım ve şöminenin iki yanına dayadım. Hayal kırıklığıyla iç geçirmem işten değildi. Gemide ben ve resim düşüncelerim yalnızlığı paylaşıyorduk, burada ise tablolarımla ıslaklığı.

Bavulumdan pipoyla tütünümü çıkardım. Gelebilmenin başarısı, ön göremediğim günlerin endişesi ve yalnız olmanın verdiği gizli keder adına yakıyordum tütünü. Karanlığa alışmıştım ve gariptir ki odayı benimsemiştim. Tütünden nefes çektikten sonra çıplak bacaklarımdan birini kırıp ona dayandım. Gittikçe ısınıyordum.

Uzunca saatler bekledim. Şafaktan beri yemek yememiş olduğum için uyku tutmuyor, mide gurultularımın hane halkını rahatsız edecek raddeye gelmesi beni utandırıyordu. Hizmetçi kızı çağıracak mekanizma odamda yoktu. Robdöşambrımı giyip bulduğum bir kandille aşağıya indim. Adımlarım başlayan yağışın yeri dövme seslerine karıştığı için minnettardım. Her şatoda olduğu gibi mutfağın da zeminde veya altlarda olabileceği fikri bu şato için de geçerliydi.

Mutfakta şömine yanmaya devam ediyordu. Hazırda yiyecek bir ocak yemeği bulamayacaağım için sola dönüp kiler dolabını buldum hemen. Biraz ekmek ve Comte peynir ile açlığımı pekala bastırabilirdim. Şöminenin öndeki masaya kurulup peynirimi keserken, çıkardığım sesleri duymuş olacak ki hizmetçi kız içeri geldi.

"Afedersin, kendim hallettim. Açıkmıştım."

Mutfak onun kendi alanıydı. Yüzünde belirti olmasa da duruşunun dikliğinden kızgınlığını anlayabiliyordum. Konuşmadı ve yüzüme bakmayı sürdürdü. Hizmet veremediği için tedirgindi, bir komut bekliyor gibiydi. Le Mans'daki konutumda babamla bana yardımcı olan bir dadım vardı elbet ama aramızda ast üst ilişkisi akrabalık bağı misali bir dengedeydi. Bu kız ise ona emir verilmesine alışmıştı.

"Şarap var mı?" dedim ona iş vermek için.

"Elbette efendim."

Yüzüne can geldi ve hemen bir kadeh ve şişe getirdi. Ekmek ve peynirim, kırmızı üzüm şarabıyla leziz bir akşam yemeğine dönüşmüştü. Hizmetçi kız tam karşımda ellerini kucağında kavuşturmuş bekliyordu. Ben bitirene kadar bekleyecekti başımda.

"Bir şey sorabilir miyim?" dedim onu oturmaya davet ederek. Hizmetimi görmesi için pervane olmasına gerek yoktu. Burada kısıtlı bir müddet kalacaktım. Eteklerini toplayıp sessizce karşıma oturdu.

"Genç efendin nasıl biridir?"

"Pek iyi tanımıyorum, efendim." cevabını verdi.

"Üç yıldır buradayım demiştin."

Hizmetçi gayet de sakin cevapladı.

"Birkaç hafta önce geldi."

Kaşlarım çatıldı. Savaştan sonra evine dönmesi gerekirdi.

"Nereden?"

"Benediktin'den." diye cevapladı kız tekrar.

Benediktin, İtalya'da bulunan Katolik bir manastırdı. Bu adadan ta Roma'ya gitmesi inanılmazdı. Neden gitmişti?

"Rahipliği mi bırakmış?" diye sordum şaka yollu. Hizmetçi geldiğim andan beri ilk defa gözlerini kaçırdı. Söylemekle söylememek arasında mekik dokuyordu.

"Eve getirdiler efendim." dedi ve durdu bir süre. "Erkek kardeşi öldü."

Taşlar yerine oturuyordu. Manastırdan kimse bu şekilde getirilemezdi. Kendini dine adamış, dünyevi zevklerden arınmış bir rahip, evlenmek için Benediktin'den ayrılmazdı.

"Evlenecek olan kişi o muydu?" Hizmetçi kız, sessizliği ile onay verdi. "Hastalıktan mı öldü?"

Her şey aklıma üşüştü. 18. yüzyıl Fransa'sı ülkeler kadar hastalıklarla da savaşıyordu. Çağımızın hastalığı kızamık olabilirdi, çiçek hastalığına da yakalanma ihtimali yüksekti ve en kötü ihtimalse vebaydı.

Hizmetçi kafasını iki yana salladı. Cevabını verebilecek pozisyonda olmadığı düşünüyordu.

"Resmini siz mi yapacaksınız?" Sorusu beni neredeyse güldürecekti. Lord Kim'in ziyaretimi evvelden hane halkına haber vermesi gerekirdi.

"Neden soruyorsun?" diye sordum lokmamı yuttuktan sonra

"Başka bir ressam daha gelmişti. Fakat yapamadı." Hizmetçi gözlerini kaçırmaya devam ediyor, sesi kısılıyordu. Görevi kabul ederken başlayan midemdeki rahatsızlık yeniden kendini gösterdi: başarısızlık ihtimali.

"Ne oldu?" diye sordum ciddi bir yüz ifadesiyle.

"Bilmiyorum."

Dudaklarımın kuruduğunu hissettim. Ters olan, konuşulmaması gereken bir durum vardı ortada. Hizmetçi konuşmamız ilerledikçe kaçma eğilimi gösteriyordu. Yerinde kıpırdanıp odun çatırdamalarından bile daha kısık konuşmaya başlamıştı. Oysa ki alelade bir merak değildi bu. Resmini çizeceğim insanı tanıma çabasıydı. Ev sahiplerini görememem ve aldığım saygısızlığa karşı bunları sormaya hakkım vardı.

Gece yarısına gelirken, odama çıktım ve düşünmeden uyumaya çalıştım. Odada neyin nerede olduğunu incelemek içimden gelmiyordu. Tek arzum, güneş doğduğunda biraz resim yapmaktı.

*******

Önceki gecenin rahatsız edici havasının aksine Île-Molène şatosunun sabahı sıradan sayılabilecek tarzdaydı. Odanın aydınlanmasıyla kuş cıvıltıları duyulur hale gelmiş, uyanmıştım. Dün giydiğim takımlarım kurumuş, şömine sönmüştü. Bavulum bıraktığım gibi açık duruyordu. Kaslarımı esnetip üzerimdeki beyaz geceliği çıkardım. Lord Kim ve oğlu ile tanışacak olmak beni heyecanlandırıyordu. Beraber bir kahvaltı edebilir, fon ve birkaç duruş üzerine genç efendi ile sohbet edebilirdim. Resmi ilk karşılaşmamız şerefine iyi giyinmeliydim. Pek kalmayacağımı hesaba katarak yanıma yalnızca üç takım almıştım. Koyu gri olan takımı çıkardım dikkatle. Pantolon paçalarım dar, şifon gömleğim yeleğimin altında sabit, ceketim omuzlarımı kavrıyor ve öz güvenimi arttırıyordu.

Yemek odasının yerini hizmetçi kıza sormaya dışarı çıkarken şatonun yine sessizlik içinde olduğunu fark ettim. Ya herkes uyuyordu, ya sessizlik Kimlere mahsus bir huydu ya da hizmetçiden başka kimse yaşamıyordu. Bir kat aşağı inip açık kapılarda gezindim. Toplantı, misafir, yemek odalarında mobilyalar beyaz çarşaflarla örtünmüştü. Şatoda yaşanmayı bırakalı bir hayli olmuştu kanımca.

Hizmetçi kız sabah dilekleri sunup beni kapısı kapalı odalardan birine götürdü. Hemen ardından soldaki bağlantılı kirişte gözden kayboldu. Geri geldiğinde elinde bir asker üniforması tutuyordu.

Üsteğmen üniformasıydı. Frak ve pantolonu lacivert, kadife kumaştandı. Omuzları geniş olan frakın kırmızı apoletlerindeki iki yıldızı temizlenmiş, püsküller taze taranmıştı. İpek beyaz kuşağı sağ omzundan iniyor, birkaç savaş madalyasını parlatıyordu. Bir düzine kalaylı düğme sağ tarafta nizami sıralanmıştı. Yeleği düğmeli, keten gömleği ütülüydü. Askının üzerine bırakılan deri, boş mühimmat kayışına dokundum biraz. El tabancası, barut ve kılıç için ayrılmış bölmeler bulunuyordu. Pantolon kemeri de yanına iliştirilmişti. Tozluklar ise şimdilik yelek cebine sokulmuştu.

"Genç efendinin üniforması." dedi hizmetçi. "Siz gelmeden birkaç gün önce temizledim."

"Saçları siyah mı?" diye sordum keteni incelerken.

"Evet efendim."

"Bu yeterli olur."

Ters giden bir şeyler vardı. Dünden beri şatoda hissettiğim gizemli sır çözemeyeceğim bir yumağa dönüyordu. Üniformasını evvelden, hem de bir askıda görmem yanlıştı. Genç efendinin üzerinde incelemem daha münasipti. O neredeydi? Lord Kim neredeydi ve niçin kimse teşrif etmiyordu?

Hizmetçi bana basit bir kahvaltı hazırladı. İştahım kapanmış olsa da hızla bitirdim. Böylece işlere tez elden başlayabilirdim. O sırada o da porselen çay takımlarıyla uğraşıp gidip geldi ve beni Lord Kim'in beklediğini söyledi. Nihayet Lord Kim ve genç efendi ile tanışma şerefine nail olacaktım! Esrar dolu evin sahipleri umuyordum ki beni aydınlatacaktı.

Kabul odalarından birine buyur edildim. Şömine yanıyor, önündeki masada çay servisleri bekliyordu. Lord tek başınaydı. Genç efendi daha teşrif etmemişti.

"Hoş geldiniz, bay Kim." dedi Lord Kim.

Île-Molène Lord'unu daha önce hiç görmemiştim. Fakat yine her lord gibi onunda sert mizaçlı, dik duruşlu, resmi ve soğuk nezaketi olan biri olmasını bekliyordum. Yarbay üniforması içindeydi. Gözleri donuk, sinek kaydı traşlı yüzü keskindi. Yaşını hiç göstermiyordu. Yetişkin bir oğla sahip baba olduğunu bilmek ilginçti. Şişkin göğsündeki hizmet madalyaları sallanırken bir baş selamı verdi. Tam bir eğilme ile karşılık verdim.

"Sizi iyi ağırlamışızdır umarım. Şatoyu başıboş bulmanızın kefaretini iyi bir yatak ve yemek olarak vermiş olduğumu ummak isterim. Paris'te kurmaylarla birkaç toplantım vardı, tahminimden uzun sürdü. Bretagne'ye geçip adaya ancak sabaha dönmek mecburiyetindeydim."

Aramıza bir metre fark bırakacak şekilde yanına ilerlemeden önce nezaketimi sunup teşekkür ettim. Gülümsemedi bile. Her aristokrat gibi yüzündeki porselen ifadeyi çizecek hiçbir davranışta bulunmuyordu. Ayaklarını şömineye çevirip bedenini döndürdü. Ben de peşinden.

"Bu tablo size tanıdık geldik mi bay Kim?"

Lord Kim'in otuz beş yaş daha genç hali bana bakıyordu. Üst teğmen üniformasıyla siyah saçları parlıyordu. Altında babamın imzası mevcuttu.

"Babam çizmiş Lordum."

"İlk resimlerinden biri." dedi resme gururla bakarak. "Milano'da, ben daha evlenmeden önce." Şaşkınlıkla ona döndüm. "Veraset Savaşı'ndan üsteğmen olarak döndüğümde resmimi yapmıştı. İkimiz de sizin yaşlarınızdaydık."

Babamın Le Mans'a taşınmadan evvel, bazı şehirlerde bulunduğunu söylediğini anımsıyordum. Yine de bana sürpriz olmuştu. Merhum babamın genç hali o zamanların özgür ruhuyla tanışmış biriyle yan yanaydım. Bu bilgi ayrıca beni neden görevlendirdiklerini de açığa çıkarmıştı. Babam onun resmini yapmıştı, oğlununkini de ben yapacaktım. Bir gelenek oluşturuyordu lord. Aklıma genç lord ve babamın çizim yaptığı kurmaca görüntüler düşerken tebessüm ettim. Lord Kim ise koyu yeşil koltuklardan birine oturdu ve basit bir reveransla benim de oturmama izin verdi.

"Oğlum Seokjin'in taliplisi olduğu genç lady Milanolu. Portresinin tamamlanıp oradaki yeni şatolarına gönderilmesi gerekiyor." Hizmetçi servisi yapıp çıktıktan sonra konuşmuştu. "Lafı dolandırıp değerli vakitlerimizi harcamayacağım. Size söylemem gereken bir husus var." dedi beni huzursuz edecek bir tonda.

"Nedir lordum?"

"Senden önceki ressamları canından bezdirmişti. Çok basit bir tabirle, poz vermeyi reddediyor. Yüzünü göstermiyor. Hiçbirine. Hatta öyle ki geçende gelen ressamı neredeyse öldürüyordu." Ani irkilmem yüzünden açıklamasına devam etti. "Merak etmeyin, durumu iyi. Hekimler altı aya kadar resim yapmaya devam edebileceğini söyledi."

Ne diyeceğimi bilemiyordum. Dudaklarımı aralayıp gövdemde alevlenen korkudan bir nidanın yükselmesini bekledim. Dehşete kapılmıştım. Gözlerimin önüne, o ressamın yerine kendimi koyduğum görüntüler doluyordu. Kılıcını kınından çıkarıyor, sağ bileğimi koparıyor, kanlar tabloya sıçrıyordu. Nasıl bir aristokrat soyu böyle bir hiddetle dolabilirdi? Gözünü kara bürüyecek derecede nefreti kimse besliyordu? Karşı çıkmasındaki amaç neydi? Başka birini mi seviyordu?

"Neden... neden resmini yaptırmadığını sorabilir miyim?"

"Bu evliliği reddediyor." diye yanıtladı çayından bir yudum alırken. Üzerinde durmayacağı bir nüanstı onun için. "Resmini onun haberi olmadan tamamlamalısınız."

"Anlayamadım?"

"Sizin ona yarenlik yapacak bir arkadaş olarak geldiğinizi sanıyor. Yürüyüşe çıkabilir ya da kılıç, tüfek talimi yapabileceğinizi düşünüyor. Bu ahbaplıktan memnun olduğuna şüphe yok." Az önce girdiğim kapıyı kafasıyla işaret etti "Geldiğinden beri dışarı çıkmasına izin vermedim."

Bir oğuldan çok emrindeki bir asker gibi davranması yüreğimi burktu. Tanımasam da genç efendiye acıdım hemen.

"Niçin?"

Lord Kim ilk defa insani bir duygu gösterdi geldiğimden beri. Gözlerinden buğu geçti. Dudakları açılıp kapandı ve yutkundu. Hüzün kursağından geçmişti.

"Erkek kardeşine karşı yeterince ihtiyatlı davranmadığım için."

Karşılık veremeyeceğim bir cevaptı. Küçük oğlunun ölümünü bilmediğimi sanıyordu. Belki de bu yüzden başka bir oğlu olduğunu şimdi söylemesi şaşırtmıştı beni. Dünyada hiç var olmamış gibi, bu evlilik aslında merhumun olmayacakmış gibi konuşması bu kez de merhum için acıma duygusu yeşertti içimde. Ondan bahsetmeden önceki buğu insanlığını gösterse de fark ettiğim gerçek bunu alıp götürmüştü. Gerçekte, Lord Kim için soyunun devamını getirecek sağ olan kişi onun çocuğuydu.

"Genç efendiye göz kulak olacağımı düşünüyorsunuz."

"Sen, onu gözlemleyeceksin. Onu ancak böyle resmedebilirsin. Seokjin'in portresi tamamlanacak, sen ise genç ressam, üstün hizmet madalyalarıyla tarihimizin en cevval askerinden birinin portresini adına yazdıracaksın." fincanını porselen tabağa koydu ve dik pozisyonuna geri döndü. "Onu bu şekilde resmetmek uygun mudur?"

Bir ucunda neredeyse ölüm, diğer ucunda unvan temini olan bir anlaşma içindeydim. Genç efendi kaba, acımasız, sert bir insandı belli ki. Yakalandığım an bana da diğer ressamdan farklı davranmayacaktı. Öte yandan ileride lord olacak bir üsteğmenin Milano'daki şatosunda adımın bulunması atabileceğim en başarılı adımdı.

"Yürüyüş arkadaşı olmaktan daha uygun lordum." diye onayladım.

Çayım tıpkı umutlarım gibi sıcaklığını kaybetmişti.

*******

Çayımız bittikten sonra hizmetçi kız beni odadan dışarı çıkardı.

"Efendim, genç efendi çıkmayı bekliyor."

Bedenimi bir heyecan dalgası sardı. Ancak isminin varlığını bildiğim genç efendi Kim Seokjin ile sonunda tanışma şerefine erişecektim. Bir gün geçmemiş olmasına rağmen şatodaki birkaç sıra vakıf olmuş, o hariç herkesle görmüştüm. Üsteğmenin namı kendinden önce kulaklara çalınıyordu. Nihayet onunla bizzat tanışacaktım şimdi! Ne yapacaktım peki? Yalan söyleyebilecek miydim? Nasıl tanıtacaktım kendimi? Savaşta istihbaratta görev almıştım. Kılıç ve tüfek becerilerim ortalamaydı. Ya önce talim yapmak isterse? O zaman ne yapacaktım? Gözlerimin önüne hayali, korkunç bir siluet, dev bir adam beliriyor ve beni korkutuyordu.

Ceketimin üzerine bir panço geçirip merdivenlerden indim. Genç efendi giriş kapısındaydı. Işık almayan girişte siyah, kapüşonlu, yerleri süpüren bir pelerin giyiyordu. Ben son basamaklara geldiğimde hareketlendi ve kapıyı açtı. Girişin gölgesi, kapının açılmasıyla dağılmış ve güneş gözlerimi kamaştırmıştı. Genç efendi Seokjin yürümeye başlayınca pelerininin mavi damalı olduğunu anladım. Adımları asker olmasından mütevellit sert ve emin, uzun zamandır açık havaya özlem duyan bir insan gibi hızlıydı.

Kapüşonu bu hıza pek dayanamadı ve siyah gür saçlarının üzerinden sırtına düştü. Gün ışığını topluyordu saçları. Yumuşacıktı. Dökülmüş yaprakları ezen her adımında tutam tutam havalanıyordu. Onlara odaklanmış yürüyor, ne zaman duracağını, ona ne zaman selam vereceğimi merak ediyordum.

O an yapmasından korktuğun bir şeyi yaptı. Uçuruma doğru koştu.

Yüreğim ağzıma gelmişti. Peşinden koşmaya başladım. Benden çok daha çevikti, kondisyonu epeydir evde olan birine göre hala yerindeydi. Pelerini solda uçuşuyor, bacakları hızla hareket ediyor, deri eldivenli elleri havayı kılıç gibi yarıyordu. Kelt Denizi'nin azgın suları ölümcül kahkahalarını atıyordu. Rüzgar kulaklarımı tıkarken duyabildiğim tek şey atan yüreğimdi. Erkek kardeşinin makus talihini yaşayamazdı. Daha ilk dakikada onu öldürecek olan ben olamazdım! Ona seslenmek istiyordum. Sesim belki bizi kaosa çeken deniz ile sert rüzgarı deler, genç efendinin kulağına giderdi. Dur demek istiyordum, Dur, sakın atlama! Kim Seokjin dur yapma!

Uçurumun tam ucunda durdu genç efendi.

Dengesini anında sağlayıp sırtını dikleştirirken ben de koşmayı bıraktım. Göğüs kafesim yeleğimi parçalayacak kadar inip kalkıyordu. Kalbim ağrıyla atıyor, midem endişe, korku ve heyecanla dolmuş kasılıyordu. Kahverengi saçlarım çoktan önüme düşmüştü. Rüzgar gözlerimi sulandırmıştı. Dudaklarım ciğerlerim havayla dolsun diye aralıktı. Dizlerimin bağı çözülmüş, titriyor, çizmelerimin topukları tabanlarıma batıyordu. Tüm vücudum patlayacak gibi hissediyordum.

Ancak hiçbir koşu, gördüğüm manzaradan sonra bir daha beni bu denli dağıtamayacaktı.

Çünkü genç efendiyi görmüştüm.

Kim Seokjin arkasını dönmüş, bana bakıyordu.




(Île-Molène şatosu)


(Böyle bir üniforma düşünüyoruz)

_______
Slm ;)

Seokjin'i bilerek yazmadım çünkü:

1- Piçliğine jhdfghdj
2- Uzun ve sanki ağır oldu ondan sıkılırsınız diye :(

Nasıl bu yazım tarzı? Önceki hikayelerim daha sade yazımlıydı bu biraz farklı geliyor, yağdırın görüşleri :*

Gelecek bölüm görüşürüz~ 💝
_______

Continue Reading

You'll Also Like

224K 22.1K 32
Ülkesine dönen delta ve kendi halinde takılan sessiz bir omega bir gece birlikte olur.
25.3K 1.5K 14
Oynanılan her oyun er ya da geç bitmeye mahkumdur..
395K 36.2K 32
Kore'nin nesillerdir düşman olan iki sürüsü; Kim'ler ve Jeon'lar aynı davete katılır. Beklemedikleri şey ise attığı yumruk ile ruh eşi oldukları orta...
29.8K 1.2K 43
Bu kitap Yabani dizisinin 28. bölümünden sonra ASLAZ cephesinde yaşanan olayları konu aldığım bir kitaptır. Görmek istediğimiz fakat tüm beklentileri...