Küçük Mucizeler Müzesi

By zihninardindakiler

4.9K 521 6.8K

Her ayın belirli bir günü bir olup rezil pijamalarla sokaklarda âdeta birer manken edasıyla yürüyen, gerçekli... More

1. Bölüm: Koltuk Altındaki Tüylü Kelepçe
2. Bölüm: Pijamalı ve Tehlikeli Bir Tarikat
3. Bölüm: Dantelli Ayşe ve Takımı
4. Bölüm: Ömeriye
5. Bölüm: Gizel Bakkal
6. Bölüm: Sıcak Karantina Günleri ve Sıcak Ayı Savaşları
7. Bölüm: Gidenler ve Kaybedenler
8. Bölüm: Seni Seviyorum
9. Bölüm: Küçük Mucizeler Pavyonu
10. Bölüm: Yıllar ve Yollar
11. Bölüm: Behzat Amca ile Evleneceksen Ge
12. Bölüm: Geçmişe Rastlandıran Şehir
13. Bölüm: Aşk Bir Sefalet Midir?
14. Bölüm: Liman Bulma Hikâyesi
15. Bölüm: Eskişehir Pavyonlarına Son Mektup...

16. Bölüm: Yeni Masallar, Eski Kâbuslara

124 11 212
By zihninardindakiler

Seelaaammm!!! Bir avuç okuyucularımdan n'aber?? Ben iyi olmaya çalışıyorum ve size bir bölümle geldim.

Oy verip yorum yapmayı ve bölüm sonunda yapacağım minik açıklamayı okumayı lütfen unutmayın, iyi okumalar 🤍


Bölüm Şarkıları

The Spencer Lee Band - The Wolf
Athena - Arsız Gönül
Ajda Pekkan - Baksana Talihe

🥂

16. Bölüm: Yeni Masallar, Eski Kâbuslara

Geçmişe dair olmaktan çok, geçmişe ait bir eve; en yalnız hissettiği ve en kalbini biricik anneannesinin sevgisiyle dopdolu hissettiren o eve minik bir adım atmıştı şu an Tuğçe. İçine derince çektiği nefesle beraber kilitte asılı duran anahtarını yavaşça geriye doğru çekti ve yanındaki adama gülümsedi. Ayaz'a.

Onu dünyanın gökyüzünü en güzel gördüğü eve getirmişti.

Zamanın üzerinde yalnızca birkaç saniye kaplayan ama onun için koskoca bir on sekiz yılın kuş bakışı olan, küçük bir duraklama yaşadı kapının eşiğinde. Buraya ilk geldiği günü anımsadı, ilk kimsesiz kaldığı günü. O gün, daha 5 yaşındayken hiçbir kitapta öğrenemeyeceği bir şeyi öğrenmişti: Bu dünyada erişilebilmesi en kolay rütbe kimsesizlikti. Sonsuz, ruhundan ve kollarından ibaret bir yalnızlık. Küçük bir kız çocuğu için bunu omuzlarında taşımak çok zordu, bu yükten arınmak ise imkânsız gibi görünüyordu. Anneannesinin elinden kaçıp eski evinin yoluna doğru ağlaya ağlaya koşturduğu günler, annesinin adını sayıklarken fark etmeden uykuya daldığı geceler... 5 yaşındaki, kumral kıvırcık saçları, çiçekli basma tokaları olan küçük Tuğçe onunla birlikte buradaydı yeniden sanki.

Bildiği en yegane şey o küçük kızın artık bu kapı eşiğinde değil, içeride olduğuydu. Yalnız ya da kimsesiz değil, anneannesinin kanatları altında olduğu; en az annesininkiler kadar güzel masallar dinlediği ve sürekli yenileri dikilen rengarenk elbiseleriyle evin bahçesinde koşturduğu.

Ayaz'ın, onun elini tuttuğunu hissettiğinde gözlerini hafifçe ona doğru değdirip gülümsedi ve eve tıpkı en sonki ziyareti gibi, büyük bir adım attı. "Sultan Sultan'ım!" diye şakıdı, bu sırada onun bu hâline gülerek bakan Ayaz da kapıyı arkalarından kapatıp onunla beraber salonda yürümeye başlamıştı.

"Oy benim ballı turtam!"

Anneannesi Sultan'ın, namı diğer Sultan Sultan'ın, sesini duyduğunda olduğu yerde zıpladı ve sesin geldiği yöne koşarak kadının üzerine zıpladı Tuğçe. Kadının yaşını belli eden elleri onun saçlarında şefkatle geziniyor, yüzüne öpücükler konduruyordu. Ayaz omuzunu duvara verip, derin bir nefes aldı güzellikleri karşısında. Sultan Sultan ve Ballı Turta, uzun zamandır gördüğü en güzel şeydiler ve hiç kuşkusuz bir masal kitabının ortasından fırlamış gibi görünüyorlardı. Aslında... Tuğçe'ye ait olan her şey bir masalı andırıyordu ona.

"Sultan'ım," dedi Tuğçe, sevgi ve heyecan dolu bir sesle, evin içinde hiç çocuk yoktu şu an ama Ayaz bir çocuk ruhunun bu evi etkisi altına aldığını hissediyordu. Bu yüzündeki gülümsemeyi genişletmesine neden oldu. "Seninle tanıştırmak istediğim biri var. Bak," İkisi de Ayaz'dan tarafa döndüklerinde, Tuğçe parmağıyla onu işaret etti. "Orada. Ayaz, gelsene buraya."

Ayaz'ın kalbi, dakikada üç çuval kan pompalayacak kadar hızlı atmaya başladığında terleyen avuçlarını dizlerine küçük bir çocuk gibi sürterek onlara doğru yürümeye başladı, suratında çekingen bir ifade vardı. Tuğçe anneannesinin omuzuna kafasını yaslamış, onu seyrediyordu. Bu adamın ruhu bedeninin aksine hiç büyümüyordu ve bu öyle güzeldi ki. Elini yüzüne yaslayıp yıllarca onu seyredebilirdi.

"Merhaba efendim, ben..." Anlık bir Tuğçe ile bakıştılar. "Ayaz galiba."

Anneannesi ve Tuğçe, birbirlerinin suratlarına doğru kahkaha atmaya başladıklarında her ne kadar sıçıp batırmış olsa da Ayaz da gülmeye başlamıştı. Kadın çok sempatik ve tatlıydı, Ayaz ise salaktı. Anlaşabilirlerdi.

Ayaz, Sultan Hanım'ın elini öpüp alnına koyduğunda, Sultan Hanım, "El öpenlerin çok olsun evladım," dedi şen bir sesle. Bu çocuğu hemen sevmişti. Onda güvenli, sevgi dolu bir enerji vardı ve rol yapamayacak kadar da şapşal bir çocuğa benziyordu... Aranan damat.

"Aslında keşke alnıma koymasaydım elinizi ya, o yaşlılara yapılıyordu değil mi? Siz çok genç gösteriyorsunuz." Kadına doğru yanaşıp, kulağına fısıldar gibi yaptı. "Tuğçe'nin sizden daha çok kırışığı var..."

Sultan Hanım kafasını arkaya atarak kocaman bir kahkaha attığında, Tuğçe de gülerek Ayaz'a omuzunu içeri göçertecek türden reaksiyonlar göstermeye başlamıştı. Ayaz, anneanneyi kafalamış olmanın rahatlığıyla arkasına yaslandı ve avucunun içiyle dudağının Sultan Hanım'dan tarafa olan tarafını kapatarak Tuğçe'ye öpücük attı. Sultan Hanım görmüştü ama yine de görmemiş gibi yaptı. Hevesi kırılmasın yavrucağın.

Sultan Hanım'ın evi, küçük, otantik ve huzurluydu. Tüplü televizyonu salonun ortasında duruyordu, televizyonda bir Hint dizisi oynuyordu, Ayaz'ın bu konudaki ilk çıkarımı Hint isimlerinin bok gibi oldukları yönündeydi. Gözlerini etrafta gezdirdi. Burada o kadar çok çerçeve vardı ki... Hepsi anılarla doluydu ve kadın her anını bir çerçeve içinde yaşatmıştı sanki. Ancak en büyük çerçevede kendisi olmadığına yemin edebileceği, siyah saçlı beyaz tenli ve dikkatli bakınca Tuğçe'ye epey benzeyen, yüzü ay gibi parlayan bir kadın vardı. Duraksadı. Bu onun annesi olmalıydı.

Gözlerini Tuğçe ile anneannesine çevirip onlara baktı; gülüşüyor, sarılıyor ve konuşuyorlardı. Öyle şenlerdi ki... Bu büyük çerçevedeki kadının ölümü bir anneye evlat acısı çektirmiş, küçük bir kız çocuğunu ise annesiz bırakmıştı ama hayatın çerçevesinde hareket eden bir fotoğraf gibi onlar, yaşamaya devam ediyorlardı. Gidenler birçok şey götürürdü ama sanırım kalanlar da el ele tutuşarak hayatın acımasız temposuna ayak uydurabiliyorlardı.

Zihninden geçirdiği düşüncelerin ve bu düşüncelerle eş zamanlı olarak Tuğçe'nin geçmişinde yaşadıklarını göz önüne alışının onun göğsüne kocaman bir acıyı çöreklendirdiğini hissettiğinde, gözlerini tekrardan ona çevirdi. Mutlu görünüyordu, ne de olsa hiçbir acı sonsuza dek sürmüyordu ama elinde sihirli bir değnek olsaydı; bunu kesinlikle onun önünde bir kalkan olarak kullanır, ormanda yürürken bacağını yakan kötü huylu otların bile önüne geçerdi. Yüzünün hep gülmesini sağlardı, anne babasından da masal dinleyebilmesini ve ağlayarak uyuyakalmak nedir hiç bilmemesini.

O, Tuğçe'nin güzelliğine dalıp gitmiş hâlde tüm bunları göğsünde buruk bir hisle düşünürken, "Ee, Ayaz oğlum," dedi Sultan Hanım; Ayaz, bu sayede bir transtan uyanır gibi gözlerini kırparak ona doğru dönmüştü. Bu durum Tuğçe'nin yanaklarının ısınmasına neden oldu. "Tuğçe daha önce o zibidi Hüseyin harici hiçbir erkeği getirmemişti yanıma. Hüseyin de, biliyorsun yani... Zibidi. Özledim kız sıpayı Tuğçe ya. Neyse." Tuğçe ile Ayaz kadının dediklerine gülerlerken, Sultan Hanım gülüşünün ardından derin bir nefes alarak devam etti. "Sende bir şeyler olmalı yani," dedi biraz muzip, biraz da esrarengiz bir sesle. "Farklı bir şeyler. Yoksa benim torunum o marul kafasına taktığı herkesi getirmez buraya."

Tuğçe, tam bu sohbetin Ayaz'ı gereceğini düşünüp anneannesini uyarmak için ağzını açmıştı ki, "Onu çok seviyorum," dedi Ayaz çat diye. Bu Tuğçe'nin şaşkınlıkla donakalmasına, Sultan Hanım'ın ise kaşlarını ilgiyle kaldırmasına neden olmuştu. "Bunun için beni o güzel kafasına takmasına gerek var mı bilmiyorum, çok farklı biri miyim onu da bilmiyorum. Sadece onu çok sevdiğimi, gerçekten sevdiğimi ve kokusunun değmediği havalarda nefes alırken boğulur gibi hissettiğimi biliyorum."

Sultan Hanım'ın suratına öyle bir gülümseme yerleşti ki, bu bir dudak kıvrımından çok gurur dolu bir cümle gibiydi. Onları birbirlerine emanet eder gibi.

Tuğçe yalnızca Ayaz'a bakıyordu ama Ayaz henüz onun bakışlarına cevap veremeyecek kadar utanıyordu. O da bunu bildiğinden, her ne kadar söylemek istediği birçok şey olsa bile gözlerini ellerine çevirdi ve sol göğsünde can çekişen kalbinin kulaklarına tırmanan sesini dinledi. Sultan Hanım onlara tekrardan baktı, yüzünde hâlâ aynı gurur dolu tebessüm vardı. Ardından bir anda ellerini yukarı kaldırıp kıkırdadı.

"E o zaman, onca zaman sonra evine gelmişken Tuğçe sana buranın güzel bahçesini gezdirsin! Az koşturmadı buralarda marul kafalı. Kalkın da beraber koşturun biraz, ben de o sırada size yiyecek bir şeyler yapayım."

Ayaz, kadına yemek yapmak için yardım etmek istese de kadın onu kulaklarından tuta tuta kaldırmış ve kaldırma işlemi bitince de boyuna bakakalmıştı. "Eskiden uzun boylu birini görünce, kapıdan altına, derdik," dedi şaşkın şaşkın. "Senin boyun kapıyı aşmıyor mu evladım? Maşallah, maşallah. Basketbola yazdırsaydılar seni."

Ayaz gülerek ensesini kaşıdı hafifçe. "Basketbolda milli takımdayım ben Sultan teyze..."

Sultan teyze ise bunu duyduğu an ona en tükürüklüsünden bir nazar duası armağan etmişti. Bir yandan da Tuğçe'nin kulağına eğilip eğilip BU DAMADI NEREDEN BULDUN? BU GÖKTEN Mİ İNDİ? diye sorup duruyordu... Tuğçe en sonunda Ayaz'ı sürükleye sürükleye bahçeye çıkarmıştı.

Eski olsa da her yanı çiçeklerle kaplı, rengarenk ve mis kokulu bahçelerine girdiklerinde; Tuğçe huzur ve özlemle, Ayaz ise meraklı ve büyülenmiş gözlerle bu sıcak bahçeyi izliyorlardı. Ankara'nın sokaklarına oranla çok daha kırık bir soğuğa sahipti, havası kış mevsiminde olmalarına rağmen çiçek kokularıyla doluydu ve her meltem bu kokuyu onlara taşıyordu. Sessizce yan yana, hamağın üstüne oturdular ve oturur oturmaz Tuğçe onun koluna sıkıca sarılarak yanağını omuzuna bastırdı. Bu, Ayaz'ın gülümseyerek yüzünü Tuğçe'nin kıvırcık saçlarının arasına gizlemesine neden olmuştu.

"Biliyor musun," diye mırıldandı Tuğçe fısıldar gibi, ona doladığı kollarını daha da sıkılaştırırken, "Hayatımda birini sevmek de, biri tarafından sevilmek de hiç bu kadar temiz, bu kadar tasasız, plansız ve sıcacık olmamıştı." Burnunu Ayaz'ın boynuna bastırıp derin bir nefes çekti o bayıldığı kokusundan. Bu koku, çırılçıplak ve kimsesizce ortasında kaldığı bir kar fırtınasında omuzlarına bırakılan kalın battaniye hissi veriyordu her zaman. "Seni çok seviyorum. Hep yanında olacağım, nefes alabilmen ve nefes alabilmem için.

Birbirlerine sarılı olan kolları sıkılaştığında, karlar atıştırmaya başlamıştı ve ikisi de o an hayatları boyunca hiç hissetmedikleri kadar buraya, birbirlerine ait hissediyorlardı. Tuğçe'nin hep kimlik karmaşaları vardı, gittiği her yerde onu anlayan birilerinden de öte, kendini arardı. Kim olduğunu, nereye ait olduğunu, nerede huzur bulduğunu... Kimlik karmaşası sona ermişti, nereye ait olduğunu eliyle koymuş gibi bulmuş ve yuvasına yerleşmişti. Ayaz ise daha önce birinin yuvası olmayı hiç bu kadar istememişti.

"Ben de seni çok seviyorum ve galiba ilk kez..." dedi, ardından bir anda ayağa kalktı ve lapa lapa yağan karın ortasına düşmüş oldular. Tuğçe'nin belini nazikçe kavradı, Tuğçe de yüzündeki ışıl ışıl tebessümle bir elini onun avucunun içine, diğer elini omuzuna yerleştirmişti. Ayaz geriye doğru bir adım atıp Tuğçe'yi kendi etrafında döndürdü; kıvırcık saçlarının arasında kalan kar taneleri yüzüne vurdu, bu daha da gülümsemesine neden olmuştu. "Bir masal prensesini dansa kaldırabilecek kadar cesurum."

'Gel bana,
Sor bana,
Sevgi bu mu, diye'

Tuğçe ona doğru, yüzünde mutluluğun dalgalandırdığı bir tebessümle döndüğünde; burnunu burnuna yasladı.

'Girsene kalbime, düşmüşken elime'

Bir adım sağa, bir adım sola ve bir bacağını iki bacağının arasından geçirip, diğerini beline bağladı Tuğçe. Ayaz, belindeki elini biraz daha sıkılaştırıp onunla birlikte aşağı doğru eğildiğinde, Tuğçe'nin saçları karın tutmaya başladığı yerlere hafifçe sürtünüyordu.

'Boş veren, boş gezen olsan da bana ne?
Ben sevemem kimseyi, senin yerine.'

Ayaz, onu kırılgan bir porselen bebekmiş gibi yukarı kaldırıp, kendisi de doğrulduğunda; artık nefesleri birbirine karışacak kadar yakınlardı. Doğrulduklarında aralarındaki mesafe açılmadı, Ayaz onun belindeki elini gövdesinde bir kuş tüyü gibi gezdirerek boynuna, oradan da yüzüne getirdi. Yüzünü elleriyle kavrayıp, hafifçe yukarı kaldırdığında; ay gibi parlayan yüzünün içini nasıl titrettiğini hissetti. Parmakları yüzünün kıvrımlarında yavaş yavaş gezindi, Tuğçe, Ayaz'ın dudaklarında gezinen gözlerini kapadı ve bir kar tanesi kirpiklerine ansızın kondu.

'Baksana talihe, mal verir kimine
Seni vermiş benim gibi birine'

Kar soğuğunun dokunamadığı sıcak dudakları birbirine kavuştuğunda, hiçbir kötü kalpli cadının, yoksulluğun, uzun boylu kulelerin ya da kırmızı elmaların yememeyeceği bir masal kitabının ilk sayfası açılmıştı.

Bu, onların masalıydı.

🥂

Ütüsü çoktan bozulmuş gömleği, çözülmüş kravatı ve elinde tuttuğu ceketiyle, bir de yanındaki olmazsa olmaz Dantelli Ayşe'siyle tabii, kalçasını tıpkı yandan yemiş bir dansöz gibi sağına doğru attı ve bağırdı Ayaz:

"PARAAA BİZDEEEEEEE!"

Çalsın davullar, patlasın zurnalar... Patlayan zurnaların içinden altın çıksın... Altın banyosu... Duş başlığından akan altın... Altın mı aksa acaba üzerime üzerime, vasiyet mi yazsam beni altınlarla yıkayın, diye... Bilemiyorum dostlarım... İnanın ki Hüseyinsu şu an bir nefis sınavı içerisinde...

Bir Roman sokağının tam ortasına inşa ettiğimiz ve gözümüzün her değdiği yerde, kalın kalın altınlarla kaplı kollar, boyunlar gördüğümüz bu düğünü, nasıl olur da bir Roman havası patlatmadan bitirebileceğimizi düşünürsünüz? Ellili yaşlarda, tombul ve resmen buram buram altın kokan bir kadın, ortamın samimiyetinden kaynaklı ellerini yukarı doğru kaldırıp tam omzuma doğru kıvırtmaya başladığında gözlerim altınlardan görünmeyen boynuna kaydı. Vay amına koyayım ya. Bir hırsız olarak, yaratıcı güçler tarafından dünya üzerindeki cennetime düşürülmüş gibiydim.

Ablayı kolundan tutup döndürdüğüm gibi, kıçımı kıvrak bir edayla sola doğru kıvırmam bir oldu. "ŞÖHRET BİZDEEEEE!"

Ömer, karısının üzerine doğru kıvıra kıvıra yıkılarak eko yaptı hemen. "E-EE-E-EEE..."

Murat, Transformers kimliğini bir köşeye bırakıp eline halay mendilini aldığı gibi kolunu kaldırdı ve dans etmeye başlarken o borazan sesinden bir an olsun utanmadan bağırdı: "DÜŞMANLARLA YARIŞIRIZ, PARA ÇOK PARA ÇOK!"

Gizel, gelinliğinin uçlarını çekiştire çekiştire ortaya doğru dans etmeye başladı, o dans ettikçe üzerine yıkılan Ömer de onunla birlikte sürükleniyordu... "MANKENLERLE YARIŞIRIZ, GÜZELİZ ÇOK ÇOK!"

Tuğçe, saçlarını diva edasını yüzümüze vura vura savurdu ve o da kalçasını kıvırarak Ayaz'ı bir köşeye fırlattı. "BÜTÜN GÖZLER ÜSTÜMÜZDE, ÇEKEMEYEN ÇOK ÇOK!"

Nesil, Sıla ve Meryem bir anda omuz omuza ortamıza atladılar. "FİYAKALI ARABAMIZ VAR, HAVAMIZ ÇOOOOK!"

Zurna kulağımızın ırzına, ben de ortamdaki altınlara göz koyarken, tam ortada buluşup deli divane bağırmaya başladık.

"PARAAAA BİZDEEEE
ŞÖHRET BİZDEEEE
SİZDE NE VAAAAR, SÖYLE SÖYLE!
HAYAT BİZDE
HER ŞEY BİZDE
SİZDE NE VAR
SÖYLE SÖYLEEEEE!"

Dırırırım çok sevgili bayan dostlarım ya. Bayağı bir dans ettik yani. Kobra Murat, İzmirli Necati, Cihan Serez... Hepimizin belinde ziller, oradan oraya deliler gibi dans ederken hayatın zamana dokunmadığı bir noktasında yaşam sürüyor gibiydik. Hiç tanımadığım ama tanıdığım çoğu insandan daha fazla kanımın ısındığı bir sürü insanla göbek atıyor, bağırarak şarkı söylüyor ve birbirimizin üzerine içki döküyorduk. Son saydığım eylemi yaparken içim o kadar acıyordu ki, en sonunda içkileri koruma altına alma görevi hissetmiş ve kendimi üzerlerine siper etmiştim. Bir malum partili kadar içkiden uzak olan Ayaz isimli arkadaşımız beni şişelerin üzerinden kaldırmaya çalışınca da onu, Sprite'ları etrafa dökmekle tehdit etmiştim. Gözü korktu hemen it oğlu itin. Kaçtı. Böyle olursun oğlum işte.

Saatler öncesinde kararan gün, tekrardan aydınlanmaya başladığında artık hepimizin canı çıkmıştı. Etraftaki insanlar dağılmış, düğünde görev alan müzisyenler Muhittin abinin öncülüğünde bizi terk etmişti ve biz koca mahallede mal gibi duruyorduk şu an. Gizel, üzerindeki gelinliği gram umursamadan yere yattığında Ömer de sanki bunu yapmasını bekliyormuş gibi yere doğru adeta yıkıldı. Kollarını iki yana açmış, ellerini serbest bırakmıştı ve uzaktan bakınca oğlunun mürüvvetini göremeden gitmiş bir Anadolu anasını andırıyordu.

"Bu halin ne lan, damat diye geldin gözün açık gittin oğlum," dedim ona gülerek bakarken.

Ömer yere serilmiş halde, nefes nefese biraz konuşmaya çalıştı, öyle bir haldeydi ki dünyaya geliş amacı olan yavşaklığını bile yapmıyordu şu an. Ona üzülüyordum... Kollarını iki yana açtı, yana doğru hafifçe döndü ve sanki ciddi ciddi yerde değil de yatakta yatıyorlarmış gibi sağ bacağını Gizel'in üstüne atıp derinden derinden horladı...

"Bu Gizo bununla ne buldu evlendi, bir ömür ne yapacak, hayır hiç mi korkmuyor ben bu adamın EVLADINA HAMİLEYİM YA BUNA BENZERSE, diye ya?" dedi Ayaz babasının filozof kişiliğinden nasiplenmiş bir ses ve uzaklara dalmış gözlerle. Hepimiz, canımız çıkmış olsa da onun oldukça ciddi bir sesle sorduğu bu siktiriboktan felsefik sorulara güldük. Onun omzuna bir yumruk atıp kolumu da omzuna attım ve tüm ağırlığımı üstüne verdim. Böyle olunca bir baktım Ayaz yere, ben de onun üstüne düşmüşüm amına koyayım. Birbirimize söve söve zar zor ayağa kalktık.

"Bana bak, yarrağım Ayaz," dedi Ömer horultularının arasından, homurtulu bir sesle, "Zaten tam şu an Birleşik Arap Emirlikleri beni aralarında dönmüş gibi hissediyorum, üstelik buna rağmen de gerekli altınlar takılmadı, vallahi Ayaziye yapar Sıtkı'nın pavyona sürerim seni, uğraşma benim evliliğimle! UĞRAŞMA!" Dudaklarını büzerek bana doğru döndü bir anda. "Hüseyin, ona haddini bildir benim bal topum..."

Ben daha bir tepki veremeden, bir köşede dakikalardır öylece duran Murat'ın sesi duyuldu. Transformers'tan ulu küfür yağmurları, tam şu an başlıyordu... "Bu ne rezalet lan?" dedi Allah'a can veriyormuş gibi bir sesle, "Hayır bu. Yani bu. Bu ne lan?"

Gevşek gevşek güldüm. "Oğlum en çok Murat'a üzülüyorum amına koyayım ya. Bir gün odalardan birine bir gireceğiz, Murat kendini asmış olacak, arkasındaki duvarda da koca koca harflerle 'BENİ MEZE VAR MI LA GRUBU DELİRTTİ' yazacak diye korkuyorum bazen..." Titredim. "En korkunç distopyam."

Ellerini histerikçe yukarı kaldırıp, mental sağlığından şüphe duymamıza sebebiyet verecek türden bir şekilde sırıttı Murat hayvanı. "Ya da daha iyi fikir, sizi asarım..."

Yattığı yerde hortladı Ömer. "Hoşt lan ciğerimi deliveren aşkım. Yeğenini yetim mi bırakacaksın?"

Aldatılmışlık hissi beni yerle bir ederken, avucumu göğsüme bastırıp kendimi kendimden kurtarmak istememe neden olacak türden bir cırıltı çıkardım bir anda. Uzun uzun ne kadar aptal bir insan olduğumla alakalı konuşmak istesem de, daha önemli bir konu vardı önümüzde: ÖMER PİÇİNİN BENİ ALDATMASI GİBİ...

"Ciğerimi deliveren aşk mı?" dedim kırık dökük bir sesle. "Bunu önceleri bana derdin... Hatta, hatta şiirler bile söylerdin... Murat tek koklamada sönüp gidecek bir çiçek, oysa ben..." Avucumu ona uzatıp götümü dönerek susmasını işaret ettim. "Sus... Ben bu kapı açılırsa da öleceğim."

"Ne diyor şu an?" diye sordu Nesil, bana götüyle gülen grubun bayan üyelerine, oldukça ciddi ve sakin bir sesle. Sanırım onu da bu hallerime alıştırmaya başlamıştım... Bu üzücü bir ayrıntıydı. Murat ona acıyan gözlerle baktı, ardından elini onun kafasına koydu sanki 'geçecek yavrum, sabret...' der gibi. "Hüseyin'e âşık olduğun için sana çok üzülüyorum be kızım..."

Nesil, sanki birinin bunu demesini bekliyormuş gibi sahte bir drama performansıyla Murat'a sarılıp ağlama sesleri çıkarmaya başladı. Murat ise büyük bir soğukkanlılıkla onun saçlarını okşuyor, "Geçecek, istersen onu öldürebilirim," diyordu.

"Mallar," dedim keyifle gülerken. Bu sırada asıl muhatabım olan Ömer kişisi gerekli edebi cümleleri bulmuş olmalı ki, bana dönmüştü.

"Valla Hüseyin hayat bir maç dedik, seni ilk 11'i bırak kalbimize koyduk, çıktık taraftarın olduk slogan yazdık, açtık pankartları holiganın olduk bağırdık, tek yürek olduk iki kelime yedi harfe, boğazlarımızı yırttık BAS BANA diye..." Hisli konuşmasına anlık bir ara verip, derin derin soluklandı. KENETLENMİŞSİN KALBİME adam gibiydi şu an. "Ama gel gör ki bunca etkiye hâlâ tepki mahiyetinde soyunmamış olman... Neyse..."

"Ömer Allah'ıma kitabıma tam şurada boşarım seni."

"Haklısın aşkım."

Ömer'e cevap vermek için ağzımı açtığım anda, ağzıma kapanan kemikli parmaklar kesinlikle sevgilime aitti. Sustuğumu fark edince parmaklarını dudaklarımdan yanaklarıma getirdi ve yanaklarımı çekiştire çekiştire beni kendisine doğru döndürdü. Ona baktım, ikimiz de boka benziyorduk ama birbirimize gülümsedik. Karşılıklı gülümserken bir anda tipine kahkahalar atmaya başladım, bu onu da gaza getirdi ve kendimizi birbirimizin tipine söve söve kahkahalar atarken buluverdik...

"Tek bir an daha şurada durursak ben kendimi tutamayıp bu orman kaçkını, beni istediği her an mahvedehilecek, yakışıklı, karizmatik ve Sprite diyetindeki bu tatlı zürafaya nikâhı basacağım gerçekten. YETEEEEER! Biz Ayaz'ım ilen aşkımızı kâğıt üstünde ispatlama gereksinimi duymuyor ve buradan bacaklarımızı popişlerimize vura vura ayrılıyoruz!"

O ana kadar hayattan sikilmişçesine yerde yatan Gizel, bu efsanevi konuşmanın ardından hafifçe doğrularak ona alayla baktı. "Benim herif evlilikten korkuyor diyemiyor da abidik gubidik laflar ediyor böyle. Hâllere ba hâllere. BANA BAK, KISKANMA! KOCAYI DA KAPTIM, ÇOCUĞU DA YAPTIM, SİZ DE HABİRE SPRITE İÇİN DURUN!"

Tuğçe'nin eli yüzü titredi. "SENİ PİS YELLOZ, KUDURUK OROSPİK!" Bir anda Ayaz'a döndü. "HEMEN BENİ KORU YOKSA HEMEN TAM ŞURAYA ÖZCAN DENİZ'İ FIRLATIRIM!"

Ayaz buna bir horultuyla cevap verdi. Omuzumda uyuyordu da şu an... Şapşal şey ya. Kalk yerine yat da diyemiyorum kendisine. Ne yapayım, ben de mecbur yere fırlattım.

Ayaz, tam betonu yatak yapanlar konvoyuna katılacaktı ki boyu çok uzun olduğundan mütevellit yarı yolda uyandı. Ohaa esprime bakın hemen. Tam bir komediyim amına koyayım. Bu kadar uykum olmasaydı bu üstün espriyi gruptakilerle de paylaşırdım. İşte, gönül dostları... Bazen insanlar bazı şeylerden mahrum kalmalıdırlar...

"Ben siktir olup gidiyorum." dedim kendimden emin bir sesle ve ortamı terk etmek için bir adım attım. Keşke bununla eş orantılı olarak sokak lambasına kafa atmış olmasaydım.

İşte, gönül dostları... Her şey birbiriyle peş peşe olur. Of çok havalı şeyler söylüyorum lan. Yazın oğlum günlüğünüze yazın. Yarın bir gün götün mü sıkıştı, durumun içinden mi çıkamadın? Hiç düşünme. Yenidoğanlı Hüseyin abi her şey birbiriyle peş peşe olur demişti, de. Ve ekle: Tren yapmaktan bahsetmiyorum.

"Kanka kafan iyi mi lan?" dedi Sıla kahkahalar içinde yanıma doğru gelirken, diğerleri de -bayılmayanları- beni birbirlerine göstere göstere gülmekle meşguldüler. Şu birlikte pezevenk avına çıktığım PEZEVENK SÜRÜSÜNE bakın ya. "Sikilmişe benziyo'n kanka."

"Beynim kafamın içinde roman havası oynadı lan," dedim kafamı tutarak, bir gözüm açık bir gözüm kapalı. "Amına koyduğumun direği geldi beynimi kafamın duvarlarına vura vura sikti attı. Garip bir deneyimdi..." Bir anda gözlerim ışıldadı. "Tekrar mı yapsam?"

Hemen ardından Nesil beni kolumdan tuttuğu gibi çekip evimize doğru sürüklemeye başlamıştı, ona bunun için minnettardım ve hatta ortamdaki herkes minnettardı çünkü yaklaşık olarak bir saattir ayrılmaya çalışıyor ama sürekli kendimizi bir başka geyiğin içinde buluveriyorduk. Düğün o kadar uzun sürmüştü ki, gelin ve damat hâlen daha gelinlik ve damatlıklar içindeyken hepimiz düğün psikolojisinden çıkmıştık. Ömer ile Gizel yürürken sürekli birbirlerine çarpıyor, Gizel, Ömer'e 'BENİ KUCAĞINA AL EVE KADAR TAŞI' diye baskı yapıyor; Ömer de 'BEN DAHA KENDİMİ TAŞIYAMIYORUM ŞU AN KARI' diyordu. Gizel bu mazereti son derece haklı bulmuştu.

Nesil ile evimize girer girmez üzerimi bile değişmeden kendimi yatağa attım, aklımda saatlerce ama saatlerce, tek bir saniye olsun uyanmadan uyumak vardı. Uykusuzluktan acıyan gözlerimi aralayıp kendimi pijamalarımı giymek için ikna etmeye çabalarken, uykumun kaçtığını fark ettim. İstediğim her an uyuyabilen bir insan olduğumdan, bu benim için bir anlam ifade etmiyordu. Ben de başımı sağa sola kıtlatarak olduğum yerde doğruldum ve üzerimdeki gömleğin düğmelerini açmaya başladım.

Nesil'i düşündüm; düğün öncesi gelin odasında yaptığımız konuşmayı, nefesime karışan nefesini, tenini, saçlarını ve ayrılmadan hemen öncesinde hafifçe okşadığım kıvrımlarını. Düşüncelerimin yönünün hiç iyi yerlere gitmediğini fark ettiğimde, bedenini değil, bendeki yerini düşündüm bu defa. Pekâlâ, bu konuda çok da düşünme fırsatım olmamıştı.

Enteresan bir hayatım vardı, onun da enteresan hayatlara zaafı ama yine de bazen, her ne kadar ona gül bahçesi vaadetmemiş olsam da düşünüyordum. Neden hâlâ benimle olduğunu, benden çok daha iyilerini, en azından "normallerini" bulabileceği hâlde hâlâ neden yanımda durduğunu, hayatımdaki koca boşluğu varlığıyla doldurduğunu merak ediyordum. Güven veren gözleriyle bana ne zaman baksa, hangi belaya bulaşmış olursam olayım neden güvende hissediyordum merak ediyordum. Bununla ilgili bana en ufak bir söz vermese bile neden onunlayken hiç terk edilmeyeceğimi düşündüğümü, hiçbir yere ait kalmayı başaramamama rağmen neden ona ait olmayı böylesine derinden istediğimi merak ediyordum.

Aslında belki de sorunun cevabı çok basitti. Sadece onu seviyordum. Nedenlere bağlı olmadan. Bende ne gördüğünü bilmeden, ona ne vermem gerektiğinden bihaber hâlde, sadece seviyordum. Belki de bu ona yetiyordu.

Tüm bu düşünceler kafamı bir tahtayı kemirir gibi kemirirken, ben daha gömleğimi çıkarmayı başaramadan Nesil'in kapısının aralandığını duymuştum, ardından da odamın önüne gölgesi düştü. Uykuya dalamamış olmalıydı, bu konuda ciddi sorunlar yaşıyordu; nedeni çoğu zaman o garip isimli sendrom olsa da, bunun için hiç yanıma gelme gereksinimi hissetmemişti. Kaşlarımı kaldırarak o daha kapıyı tıklatmadan açtım ve kapıya inmek üzere olan eli havada kalmış oldu.

Aralıklı dudaklarının arasından bir nefes kaçtı, gözleri üzerimde, çoğu düğmesi açılmış olan gömleğin ortaya koyduğu yerlerde geziniyordu. Bunun gururumu okşadığını inkâr edemezdim ama bunu belli edersem kibirli görüneceğimden emindim, bu yüzden yalnızca kaşlarımı kaldırmakla yetindim. "Bir şey mi söyleyecektin?"

Gözleri, dövmeli boynumdan yüzüme çıkarken ellerini henüz çıkarmadığı, ve kesinlikle benim çıkarmak için can attığım, elbisesinin eteğinde gezdirdi. "Şey," diye mırıldandı kısık bir sesle, elini gömleğimin yakasında gezdirirken. Gözlerindeki kıvılcımın aynısı bende de var mıydı ve bu onu görebiliyor muydu acaba? "Uyku tutmadı da... Sana geleyim dedim."

Bir mıtnatıs gibi bana çekiliyordu, bir demir parçası gibi ona itiliyordum ve vücudum artık vücudunu ısıtmak istiyordu. Ellerim onun yüzünü buldu, yanağını ağır ağır okşayarak yuvarlak çenesini kavradım ve gitgide daha da yoğunlaşan bakışlarına aynı şekilde karşılık verdim. "Neden?" diye sordum kaşlarımı kaldırarak. "Seni uyutmam için mi?"

Bir an için kalakaldı ama bu, onun beklediği adımdı. Göz bebeklerini büyütmüş, bakışlarındaki arzunun ön plana çıkmasına neden olmuştu. Bana doğru cesur bir adım atıp, aramızdaki mesafeyi sıfıra indirdiğinde, kalbim de göğsüme uzun zamandır atmadığı kadar sert bir tekme indirdi ve avucumun içindeki çenesini kaldırıp sırıttı. "Neden olmasın?"

Artık beklemeye gerek yoktu, bu anlamsızdı. Kolumu, belinin hemen yanından uzatıp kapıyı sertçe kapadım ve onu kaldırdığım gibi pek de nazik sayılamayacak bir hareketle kapıya yasladım. Bacaklarını belimde bağlandığında dudaklarımız diğerlerinden çok daha farklı, çok daha alevli ve sıcağı vücudumu uyuşturan bir çekimle buluşmuştu. Belime sardığı bacaklarıyla beni kendine kendine öyle bir çekti ki, kasıklarımız birbirine yaslanmış oldu ve ikimiz de aynı anda inledik.

Onu belinden kavradım, sıkıca tuttum ve dudaklarım dudaklarından ayrılarak boynuna, çenesine ve gerdanına inmeye başladı. Onu öpe öpe yatağa doğru, geri geri adımlarla ilerliyordum ve o da uzun tırnaklarıyla sırtımda yaralar açıyordu. Dudaklarım indikçe o da kucağımda geriye doğru eğildi, artık onu tutan tek şey bendim ve uzun, kızıl saçları yerleri süpürmeye başlamıştı. Bir anda yarısı açık gömleğimi sanki bu bez parçasına öfkeliymiş gibi bir hınçla yırtıp, çıkarıp atınca, elbisesinin straplez başlangıcına dişlerimi geçirdim ve elbiseyi teninden dişlerimle sökmeye başladım.

Yatağın önüne geldiğimizde bacaklarını belimden indirip yatağa sırtüstü atladı, parmaklarını pantolonumun kenarlarına geçirerek beni kendi üzerine çekti ve dudaklarımız yeniden buluşurken, kolumu uzatarak odanın perdesini çektim.

Sonrası... Bilmek istediğinizden pek emin değilim.

🥂

"Günaydın,"

Gözlerimi yavaşça aralandığımda, odağıma düşen ilk şey tavan olmuştu ama hemen ardından tavanın önüne geçen kızıl saçları gördüm. Nesil'i. Saçlarının uçları tenime değiyor ve ufak bir batma hissi uyandırıyordu, o ise yeni uyandığı belli olan çekik gözleriyle bana bakıyordu. Tavana bakmama rağmen onu gördüğüme göre üzerimde olmalıydı...

"Günaydın bebeğim," dedim uykulu sesimle, yatağın içindeki elimi çıkarıp yüzüne çıkardım ve saçlarını geriye doğru attım. "Ne zaman uyandın?"

Yüzünü elimin içine doğru ittikten hemen sonra, dikelen vücudunu yavaşça bıraktı ve çenesini iki göğsümün arasına bastırdı. Bakışlarım onun hareketlerini takip ederken, bir yandan da gözlerimi ovuşturarak ÇAPAK KONTROL yapıyordum. Şu an son isteyeceğim şey çapaklı görünmek olabilirdi... "Çok olmadı," dedi yanağını göğsüme bastırarak. Ardından bastırdığı yeri öptü. Bu gülümsememe neden oldu. "Bugün bir planımız var mı?"

"Ne istersen." dedim elimi saçlarının arasından geçirirken.

Omuzunu kendine çekerek güldü, tam kalkıyordu ki onu ani bir hareketle kendime çevirerek dudaklarına sert bir öpücük kondurdum ve kalkıp banyoya doğru yürüdüm. Arkamdan panduf attı. "SENDEN ÖNCE GİRMEYEYİM DİYE BENİ MANİPÜLE ETTİN!"

Banyonun kapısını kapatmadan önce ona sırıttım. "Eğer istersen hâlâ gelebilirsin,"

Gözlerini kocaman açarak, "Hain boğa!" dedi ihanete uğramış gibi bir sesle ama keyfinin yerinde olduğu belliydi. Onu sinir etmenin verdiği zevkle sırıttım.

Duş başlığının altına attığım bedenim ve zihnim, iyi hissediyordu. Bugün güzel bir gün diye mırıldandım ve bu sayede bir nevi kendi kendimi kötü günlerin geride kaldığına dair kandırmış bulundum. Ailemi düşündüm. Ayaz'ı, Murat'ı, Gizel ve Ömer'i, onların doğacak çocuklarını, Sıla'yı, Tuğçe'yi, Meryem'i... Bir de Nesil'i. Kötü günler geçirmiştim, çok da geride sayılmazlardı üstelik ama şu an şöyle bir bakınca hayat pek de vasat gelmiyordu.

Duştan çıktığımda yenilenmiş hissediyordum. Islık çalarak sakallarımı kısalttım, en sevdiğim losyonu sürdüm ve parfüm sıktım. Direkt olarak odama girdiğimde Nesil hâlâ duştaydı, bunu salondan gelen su şakırtılarından anlamıştım. Evet, az önce evde iki tane banyo olmasına rağmen gerçekten de banyo kavgası yapmıştık. Yanlış düşünmüyorsunuz yani.

Üzerime bir şeyler giymeden önce, en sevdiğim şey olan bornozla yatakta göt yayma sefasını yapmaya karar verdim. Kendimi yatağa attım, elime telefonumu aldım ve bizim gruba girdim.

Meze Var Mı La
(WhatsApp Grubu)

Hüseyin: Günaydın ama bilin ki başaklar güneşsiz ben rakısız rakı mezesiz olamaz

Hüseyin: Ne zaman rakı içiyoruz aq evlatları canım Murat'ın cinsel hayatıyla dalga geçmek çekti

Murat: Öncelikle ananı sikerim

Murat: İkinci olarak ilk mesajına katılıyorum

Hüseyin: MUUURAAATTTT

Hüseyin: 😅

Hüseyin: 🤭

Hüseyin: 😉

Murat: KISKANMA PİÇ KISKANMA

Ayaz: Uy nenem

Ayaz: Sprite satan meyhane varsa ben bu akşam boşum

Ömer: Ben evliyim sizinle görüşemem.

Hüseyin: YARDIR MURAT

Murat: Ömer ilk olarak babanı sikerim

Hüseyin: Bana böyle demedin lan yarrak

Murat: Kendimi tekrarlamayı sevmiyorum küfürlerim bireysel mesajlar içermeli

Hüseyin: Offf Murat da bozdu amk

Hüseyin: Ayaz bile senden daha iyi sövüyor

Hüseyin: Ayaz söv hadi

Ayaz: Benim bazı zamanlar Türkçe yetmiyor

Ömer: Offf Hüseyin bi soyunup direk dans yapacaksa gelirim

Ömer: Aksi takdirde beni aramayın

Hüseyin: Ömer kanka bak sana harika bir çözüm önerisiyle geliyorum

Hüseyin: Gözlerini kapat

Hüseyin: Beni soyunup direk dans yaparken hayal et ve HÜSOSEKSÜELLİKTEN KURTUL

Hüseyin: EVLENDİN AMINA KOYAYIM

Ömer: LAN SİLİN ŞUNU HAFIZAMDAN AMK

Ömer: BİR KERE DAHA OLURSA HÜSEYİN'E ASLA YAVŞAYAMAM AQ BU ÖLÜM GİBİ

Ömer: BASBANA BASBANA BASBANA

Murat: Oğlum var ya Gizel seni bir gün boşamak istese ve hakime bu mesajları gösterse aldatılma davasından götündeki donu bile sattırırlar sana aq İWOEJQOKDOWKDOKW

Ömer: Susar mısın tesbih çekiyorum inancıma geri dönebilmek için

Hüseyin: SUSUN VE AKŞAM NEREDE BULUŞTUĞUMUZU SÖYLEYİN

Bunun ardından, Ayazların balkonda yapmaya karar vermiştik çünkü o şanslı pis köpeklerin balkonları bizimkilerden daha büyüktü maalesef ki... Güldüm, saate baktım. Öğlen 12'ye geliyordu. Kollarımı esneterek giyinmeye başladım.

Siyah bir sweatshirt, altına da siyah bir eşofman giymiş ve üzerime de şişme mont geçirmiştim. Aynanın önünde son kez ağzımı yüzümü düzeltirken Nesil odaya girdi. Ona yandan bir bakış atıp gülümsedim ve aynaya geri çevirdim gözlerimi, bu sırada o da zıplayarak yanıma gelmiş ve arkadan kollarını bana sarmıştı. "Nereye gidelim? Çok fazla zamanım yok ama, söyleyeyim yani," dedi nispet yapar gibi. "Kızlarla buluşup sizin dedikodunuzu yapacağız da..."

Kaşlarımı kaldırarak ona doğru döndüm. "Vaaay," dedim ihanete uğramış gibi. "Ayıp değil mi lan sevgilim?"

Gülüp boynumu öptü, bu karı da beni ne çok öpüyordu lan, ve evden ayrıldık. Ona biraz Ankara'yı gezdirdim. En sevdiğim sokağa gittik, Yenidoğan'ın artık bir yıkıntıdan ibaret olan enkazını gördük, yakınlarda birkaç keko arkadaşıma rastlayınca hepsiyle güle oynaya konuştum ve onlara arkamızı döner dönmez Nesil'e dedikodularını anlatmaya başladım. "Bak bu herif var ya, bu giden," dediğimde gözlerini ilgiyle bana çevirdi ve elindeki simitten büyük bir ısırık aldı. "Mahallenin ağır abilerindendi. Herkes karnına bıçak yememek için konuşurdu bu yarrak kafasıyla. Ya bi' de çirkin, bi' de çirkin... Yüzüne bakana para ödülü verilir..."

Kahkaha atarak kolumun altına biraz daha sokuldu Nesil. "İğrenç bir çevren var ve kesinlikle ikiyüzlü herifin tekisin. Her saniye sana daha da âşık oluyorum..."

Bir kez daha kahkaha attık ve dolaşmaya devam ettik. Sokaklara dizilmiş yan yana pavyonların önünden geçerken, acaba esas işimize döndüğümüzde Tuğçe ve Ömer hangi pavyondan devam ederler diye konuştuk, bu oldukça kalitesi yüksek bir sohbetti... Geçtiğimiz her sokakta bir anım vardı ama hepsi güzel değildi, bugünü mahvetmek istemediğimden ben de yalnızca güzel olanlarını anlattım. Hayatıma özenmiş gibiydi, ilgiyle ve yüzünden asla ayrılmayan, kocaman bir gülümsemeyle dinliyordu. Ben de anılarımın ortasında, çoğunlukla onu çekip öpüyordum.

Hava karardığında Gizel Bakkal'ın oraya gittik çünkü dedikodumuzu yapmak amacıyla düzenlenmiş kongreleri buradaydı. Gizel dükkandan kafasındaki şef şapkasıyla çıktığında -ne alakaydı sorgulamayın, inanın buna hiç gerek yok...- ona sarıldım. Tam yumuşacık bir beybi kıvamına geldiğinde ise şapkasını çalıp kaçtım. "LAN AMINA KOYDUĞUMUN HÜSEYİNSUSU!" dedi kafasını tutarak, kahkaha attım. "LAN!"

"YAKALAYAMAZSIN Kİİİİ!"

Elini beline koyarak güldü bana. "Çocuksun yemin ediyorum ya..." Bir anda şefkatle gülümsedi. Galiba bu an, hamilelik hormonlarının tavan yaptığı andı. "Sakın bir gün büyüme."

Bu duygusal ânı bozmak bizzat görevim olduğundan, ona doğru bir tur daha koşup kafasına şapkasını koydum ve bir yandan açılan bağcıklarımı bağlamaya çalışırken koşmaya devam ettim. Arkamdan pek kıymetli popoma bir tekme sallamıştı hayvan karı. El kadar bir şeydi ama futbolcu bacağı vardı resmen, Allah'ımı sol tarafıma kaydırmıştı.

Ellerimi eşofmanımın ceplerine sokup, Ayazların evine doğru keyifle yürümeye devam ettim. Ankara bir zamanlar, 17 yaşındaki kimsesiz ben için kötü bir yerdi ama 23 yaşında, kandan bağımsız bir aileye sahip ve yaptığı iyilikler için bazı bazı kötülüklere bulaşmak zorunda kalmış Yusuf Hüseyin için güzeldi. Ağladığım kaldırımlara basıp geçmek o çocuğa ihanet etmekmiş gibi gelse de bazen, hayat devam ediyordu ve zaten o çocuğun da esas tutkusu buydu: Yaşamak. Bir düzen istemiyordu, 80'ine kadar nefes almak da. Sadece yaşamak istiyordu. Tanıdık bir alt sokağa indiğimde, onu hissettim. Gözlerimi etrafta gezdirdim, ruhu ruhuma bu kadar denkken, nasıl böylesine uzak olabiliyordu her şey?

"Zordu," diye mırıldandım bir taşla oynayarak yavaş yavaş yürürken, "Ama yine de olmak istediğin kişiyim."

Gülümsedim, gülümsediğini hissettim ve derin bir nefes aldım. Sonra... Bir şey oldu. Gülümsemesi yüzünden kayboldu, parlayan gözleri tıpkı o günkü, o kapıda bir kez daha reddedildiği günkü gibi soldu. Kaşlarımı çattım. Kalbime bir fırtına öncesi gökyüzü düştü, Ankara'ya ise, o günün ilk yağmur damlası.

Gözlerimi kaldırdığımda, karşımdaydı. Doğrudan bana bakıyordu.

Annem.

🥂

İşte yazmayı dört gözle beklediğim kısımlar geliyor...

Okuduğunuz için çok teşekkür ederim, umarım beğenmişsinizdir 🤍

Ve, ek olarak;
Üniversite sınavına hazırlanmaya başladım. Yakın zamanda bir bölüm daha atmayı düşünüyorum bu uzunluklarda ama sonrasında ne sıklıkla atabilirim hiç bilmiyorum. Ha diyeceksiniz ki BACIM SEN BÖLÜM ATMIYORDUN Kİ ZATEN, ona da eyvallah yalanlayamam dkwjdkwmkdm sadece şunu söyleyebilirim: Burası benim için yalnızca gelişmek ve eğlenmek adına kullandığım bir platform. Fazlası yok, gerek de yok. Buradan bir kariyer planlaması düşünmüyorum, kendime sorumluluk da edinmiyorum bölüm atmayı ama yine de hâlâ okuyanlarınız için çok teşekkür ederim. Umarım benimle ve kitabımla kalmaya devam edersiniz.

Continue Reading

You'll Also Like

5.6M 292K 98
Gökyüzünde özgürce uçan bir kuş ve o gökyüzüne ateş eden bir savaşçının hikayesi. Leyla özgür bir kuş, Ercüment vatanı için dağlara, taşlara gerekir...
2M 72.5K 59
DİKKAT: ÖĞRETMEN ÖĞRENCİ KURGUSUDUR +18 VARDIR RAHATSIZ OLACAK OKUMASIN. Lavinia: Sana vermem gereken bir ceza vardı. Defne: Tobe hasa Defne: Ben ned...
348K 22.4K 23
17 Yıl sonra gerçekleri öğrenen Bade, yıllardır onu arayan abilerine giderse. Azıcık dram. Bolca eğlence. Bolca aksiyon. Bir tutam da kaos. Daha...
828K 37.5K 20
Son yirmi yedi saniye. Zaman gelmişti, kulaklıktaki ses son kez konuşacaktı. "Sonuna geldik, küçük hanım," Alacağı canları düşündükce duyduğu memnuni...