god plucked the flower ❧ rosé...

By astercea

148K 12.3K 27K

Şeytanla değişti, Cennetini katlayıp bir mendil gibi. Kederli şarkılar gibi kederlidir şimdi. Hüzünlü ölümle... More

﴾0.1﴿ 'Good Morning, Jeongguk!'
﴾0.2﴿
﴾0.3﴿
﴾0.4﴿
﴾0.5﴿
﴾0.6﴿
﴾0.7﴿
﴾0.8﴿
﴾0.9﴿
﴾1.0﴿
﴾1.1﴿
﴾1.2﴿
﴾1.3﴿
﴾1.4﴿
﴾1.5﴿
﴾1.6﴿
﴾1.7﴿
﴾1.8﴿
﴾2.0﴿
﴾2.1﴿
﴾2.2﴿
﴾2.3﴿
﴾2.4﴿
﴾2.5﴿
﴾2.6﴿
﴾2.7﴿
﴾2.8﴿
﴾2.9﴿
﴾3.0﴿ 'Good night, Jeongguk.'
Céanna
!İKİNCİ KİTAP DUYURUSU!
partners in crime

﴾1.9﴿

4.7K 471 874
By astercea

Şshht!
Sakın ses çıkartma!
Çıkartırsan yaşarsın.
Hemde can çekişe çekişe.

Sena Şener| Parya için hep gün öte

﴾ 19. BÖLÜM ﴿

Yanağımı ıslatan rahatsızlığa karnıma saplanan sancılar eşlik etmeye başladığında uzandığım yatakta doğrularak yorgun bakışlarımı odada gezdirdim. Jeongguk'un odasında tek başıma uyuyordum.

Gün henüz ağarmamamıştı, perdelerin arkasından gökyüzünü kuşatan karanlığı görebiliyordum.

Odaya loş bir ışık saçan gece lambasının ışığını arttırarak yataktan kalktım.

Jeongguk'un nerede olduğunu bilmiyordum, neden burada uyuduğumu da. Hatırladığım son şey ona sarılarak ağladığımdı.

Yanağımdaki ıslaklığı silerek odada ağır adımlarla yürümeye başladım. Her adımda karnımda hissettiğim sancı kendini belli ederek bana eşlik ediyordu.

Jeongguk'un odasından çıkarak kendi odama girdiğimde odanın boş olduğunu farketmiştim. Onu burada bulma umudum da kırılıp bir duvarın altına çökerken banyoya girerek regl döngümün ilk gününe merhaba dedim.

Bazı aylar regl sancılarım o kadar katlanılamaz oluyordu ki gözlerimi açtığımda kendimi bir hastane odasında buluyordum.

Banyodaki işim bittiğinde odamdam dışarıya çıkarak koridorda yürümeye başladım.

Dün gece ne kadar çok ağladığını, ne kadar çok parçalandığını hatırlıyordum. Gün ağarmadan kırık kalbini de alıp nereye gittiğini merak ediyordum.

Merdiven basamaklarını usulca indikten sonra gözlerimi etrafta gezindirerek onu aramaya başlamıştım.

Şafak daha sökmemiş olsa da belki kendine bir kahve yapıp camın önünde dikiliyordur diye düşünmüştüm fakat Jeongguk ne mutfaktaydı ne de gün doğumunu izlediği camın önünde.

Oturma gruplarına doğru ilerleyerek camın önünde konumlandırılmış olan üçlü koltuğa oturarak bacaklarımı hafifçe kendime doğru çektim ve yüzümü camdan dışarıya çevirdim.

Perdelerin aralığından dışarıyı görebiliyordum. Karanlık gökyüzünden yağmur damlaları akıyordu.

Evde olmadığından neredeyse emindim, fakat bu havada dışarıya çıkmış olması kulağa çılgınca geliyordu. En azından henüz gün doğmamışken.

Yanağımı koltuğa yaslayarak kirpiklerimin ardından yağmuru seyretmeye başladım.

Yağmur korkularımı gün yüzüne çıkartırken bana sormuyordu. İçimdeki hüznü saklayan perdeleri yırtıyor ve ardında saklanan acıyı meydana çıkartıyordu. Yine de yağmuru seviyordum. Beni acılarımla yüzleştiriyordu.

Gün doğana kadar orada oturup eve dönmesini beklemiştim. Jeongguk dönmediği gibi, güneş de bulutların ardına saklanmıştı bugün. İkisi de mutsuzdu, ikisi de gizleniyordu bugün.

Seok Jin, kahvaltıyı hazırlamak için mutfağa girerken varlığımı farkederek şaşkınlığının bulaştığı sesiyle bana seslendi.

Saatlerdir aynı pozisyonda oturmanın vücuduma bahşettiği karıncalanma hissini yok etmek için oturduğum yerde kıpırdadım. Ayaklarım uyuştuğu gibi acıyordu da.

"Neden buradasın?" Diye sordu Seok Jin, merakla gözlerime bakarken. Omuzlarımı hafifçe silkerek gülümsemeye çalıştım.

"Uyku tutmadı." Diye yalan söylediğimde kuşkulanmayarak mutfağa girdi ve kahvaltıyı hazırlamaya başladı.

Karnımdaki sızı yeniden kendini belli ettiğinde bacaklarımı tekrardan kendime doğru çekerek hüzünlü bakışlarımı ağlayan şehre çevirdim. Yağmur dinmemiş, aksine şiddetlenmişti.

Seok Jin, kahvaltıyı hazırladıktan sonra herkesi uyandırarak sofraya çağırmaya başladığında oturduğum yerden kalkarak usul adımlarla her zaman oturduğum sandalyeye oturdum.

Jeongguk hariç herkes dakikalar içinde masadaki yerini aldığında dalgın gözlerim su dolu sürahideydi. Öylece boş bir ifadeyle sürahiyi seyrederken Yoongi'nin homurtusunu duyabiliyordum.

"Kalkmadı mı hâlâ, neden gecikti?"

"Gidip bir daha sesleneyim." Diye mırıldandı Seok Jin, adımlarını merdivenlere çevirerek.

Evde olmadığını söylemek istemiştim ama nerden bildiğini soracaklardı ve onlara verebileceğim bir cevap yoktu.

Bu yüzden susmayı tercih ederek diğer herkes gibi, Seok Jin'in gelmesini beklemeye başladım.

"İyi misin?"

Taehyung başını bana çevirerek endişeyle sorduğunda kendimi gülümsemek için zorlayarak başımı onaylarcasına salladım.

"İyi bir yalancı değilsin." Diye mırıldandı Taehyung. "Sorun ne?"

"Karnım ağrıyor ama endişelenme, birazdan geçer." Diye mırıldandığımda şüpheyle yüzümü incelemeye başladı ve iknâ olduktan sonra başını salladı.

"Odasında değil."

Seok Jin, merdivenleri hızlıca inerek konuştuğunda herkesin yüzüne karamsarlığın gölgesi düşmüştü, anlayabiliyordum.

"Siktir ya." Diye söylendi Yoongi eliyle saçlarını karıştırarak.

"Hepimiz aynı şeyi mi düşünüyoruz?" Diye mırıldandı Namjoon, gözlerini üyelerde dolaştırırken.

"Sanırım düşündüğümüz şey, aksi olsaydı gitmeden önce haber verirdi."

"Ne düşünüyorsunuz?" Diye sordum meraklı gözlerimi az önce konuşan Jimin'e çevirerek.

"Bazen kafasına estikçe haber vermeden gider. " diye mırıldandı Jimin.

"Nereye?" Diye sordum hızlıca. "Nereye gider?"

"Bilmiyoruz." Diye cevapladı beni Hoseok. "Birkaç gün döneceğini sanmıyorum."

Gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldım ve endişelerimi zihnimin içinde boğmaya çalıştım. Başaramadım.

"İyi midir peki?" Diye sordum endişeli gözlerimi hepsinin yüzünde gezindirerek. Yoongi dilini şaklatarak beni onaylamadığında endişenin kol gezdiği damarlarımın sıkıştığını hissettim.

"Peki ne yapacağız şimdi?"

Taehyung gergin bakışlarını yüzüme çevirirken fısıldadı.

"Dönmesini bekleyeceğiz."

Göğsümü iyice saran kasavet zaman geçtikçe katlanarak artıyordu. İçimde kopan her sayha dışarıya sessizlik olarak yansıyordu. Suskunluğum beni dilsiz bir kız çocuğundan farklı kılmıyordu.

Zilin çalmasıyla birlikte yüzümü hızla camdan çekerek kapıya çevirdiğimde Taehyung, "Ben açarım." diye mırıldanarak karşımdaki koltuktan ayaklandı.

Yumruk yaptığım ellerimi iyice sıkarak gelenin Jeongguk olması için Tanrı'ya yalvarıyordum.

Telefonunu evde bırakmıştı. Belli ki yalnız kalmaya ihtiyacı vardı, nereye gittiğini ve ne durumda olduğunu bilsem sesimi çıkartmazdım ancak bu bilinmezlik içimdeki yangına körükle gidiyordu.

Taehyung kapıyı açınca içeriye Jimin ve Namjoon ikilisi girdi. Bir de beraberlerinde getirdikleri bavullar.

"Hallettik." Diye konuşarak rahatça nefes alan Namjoon'dan gözlerimi çekerek yüzümü yeniden cama çevirdim.

Ne zaman geleceksin Jeongguk?

Gelecek misin?

"Hepsini getirdiniz mi?" Diye sordu Taehyung şaşkınca.

"Bağışlanacak para şu bavulda. Diğerlerini paylaşabiliriz."

Gözlerimi usulca içeriye taşıdıkları bavullara çevirerek kollarımı göğsümde birleştirdim.

Namjoon ve Jimin erkenden mücevheri satma işine koyulmuşlardı. Ve şimdi geri döndülerinde ellerinde bavullarca para vardı. Amacımıza ulaşmıştık öyle değil mi? Ama mutlu hissetmiyordum kendimi. Jeongguk için endişelenmeye o kadar kaptırmıştım ki kendimi, başka hiçbir şey düşünemiyordum.

Fakülteye de gitmemiştim zaten. Jisoo'ya basitçe iyi olmadığımı ve gelmeyeceğimi anlatan bir mesaj göndermiştim.

"Roséanne,"

Taehyung yanıma gelerek elini omzuma koydu ve usulca okşamaya başladı.

"Yorgun görünüyorsun, odana çıkıp biraz dinlen istersen."

Başımı hafifçe sallayarak dudaklarımı birbirine bastırdım.

"Jeongguk'tan bir haber alırsanız bana da söyle olur mu?"

Gülümseyerek beni onayladığında oturduğum yerden kalkarak ağır adımlarla yanlarından uzaklaşmaya başladım.

Merdiven basamaklarına vardığımda karnımdaki sancı katlanabileceğimden fazlaydı. Dişlerimi birbirine bastırarak merdivenleri çıkabilmek için kendimi zorlamaya başladım.

Ağrıya rağmen merdiven basamaklarını çıkmayı başardıktan sonra boş koridorda birkaç adım atmıştım fakat çok geçmeden karnımdaki artan sancıyla sırtımı duvara yaslayarak soluklanmaya başladım.

Saniyeler birbirini kovalarken Yoongi'nin odasının kapısı açıldı. Yüzümü odasından çıkan Yoongi'ye çevirerek derin bir nefes aldığım sırada kaşlarını çatarak tuhaf bir ifadeyle yüzüme baktı.

"Ne yapıyorsun?"

"Galiba," diye fısıldadım dişlerimin arasından. "Ölüyorum."

Yoongi kollarını göğsünde birleştirerek tam karşımda durdu.

"Git odanda falan can çekiş, bir de senin cesedinle uğraşamam."

Alayla güldüm.

"Kaç tanesiyle uğraştın ki?"

Yoongi sorumu tınlamayarak boş gözleriyle yüzümü süzmeye başladı.

"Ambulans çağırmamı ister misin? Dur, bizim zaten vardı bir tane."

"Çok kabasın." Diye homurdandığımda omuzlarını silkti.

"Yakışıklıyım."

"Kaba bir yakışıklı."

Ellerimi karnıma bastırarak hafifçe öne doğru eğildiğimde bana doğru biraz daha yaklaşarak konuşmaya başladı.

"Neyin var?"

"Karnım ağrıyor." Diye fısıldadım zorlukla.

"Kızsal şeyler mi?" Diye sordu düşünmek için beklemeye gerek duymayarak.

Dudaklarımı birbirine bastırarak derin bir nefes aldım. Taehyung, kadınlar hakkında pek bir şey bilmediği için bu soru aklına bile gelmemişti muhtemelen. Ama Yoongi'de işler tam tersiydi.

Ona cevap vermediğimde yeniden konuşmaya başlamıştı.

"Utanılacak bir şey yok." Diye mırıldandı güven vermek istercesine.

"Utanmıyorum aptal, canım yanıyor şurada." Diye çıkıştım neye sinirlendiğimi kendim de anlamayarak.

"Odana gidip biraz dinlensen iyi olur." Diye mırıldandı bu kez.

"Gidemiyorum ki." Diye fısıldadım dişlerimi yeniden birbirine kenetleyerek. Yüzümü kaldırarak yüzüne baktığımda göğsündeki kollarını çözerek bana doğru uzattı.

"Başımın belası." Diye söylendi kollarıyla vücudumu sararak beni kucağına alırken. Ama öyle duvardan duvara vurarak söylemişti bunu. Sesi naif ve yumuşacıktı.

Kollarımı boynuna doladığım sırada yerden havalanan bedenimi nazikçe taşımaya başladı. Odama doğru ilerlerken sessizce beklemeye koyulmuştum.

Kapının önüne geldiğimizde kapı kupuna uzanarak kapının açılmasını sağlamıştım. Beklemeden odadan içeriye girdi.

Beni yatağıma bırakarak eliyle saçını kaşıdı ve yüzüme sorgulayarak baktı.

"Çorapların nerede?"

Sırtımı yatak başlığına yaslayarak işaret parmağımla gardırobumu işaret ettim.

"Dolaptaki ikinci çekmecedeler."

Yoongi dolaptan çorap çıkartarak yatağın kenarına oturdu ve ayaklarımı kucağına çekerek homurdanmaya başladı.

"Çift çorap giy. Her şeyi ben söylemeyeyim sana. Bir de tıp fakültesi okuyacaksın."

Başımı yatak başlığına yaslayarak yüzünü incelemeye başladım. Kucağındaki pembe çoraplı ayaklarıma elindeki siyah çorapları giydirirken oldukça ciddi görünüyordu. Ne yaptığını bilmesem onu ameliyat yapıyor zannederdim.

"Kadınlar hakkındaki her şeyi bilmen sinirimi bozuyor." Diye itiraf ettim elimi yeniden karnıma bastırırken. Çoraplarımı giydirmeye devam ederken yüzüme kısa bir bakış attı.

"Kadınlar hakkındaki her şeyi bilmiyorum," diye mırıldandı. "Bir kadın hakkında çok şey biliyorum." Dudağına alaycıl bir gülümseme yerleştirdi. "Yani biliyordum, artık unuttum."

Çoraplarımı giydirdikten sonra ayaklarımı yatağa geri bırakarak kaşlarıyla battaniyemi işaret etti.

"İçine gir çabuk."

Söylediğini yaparak usulca battaniyemi yataktan sıyırdım ve vücudumu kaydırarak ince battaniyeyi üzerime çektim.

Yoongi yeniden dolabımı açarak mor kazağımı çıkarttı ve yanıma gelerek kazağı üzerime doğru fırlattı. Kocaman olmuş gözlerle yüzüne şaşkınca baktım.

"Yazın ortasındayız."

"Mızmızlanma." Diye söylendi. "Giymeni söyledim."

Dudağını ısırarak biraz düşünmeye başladığında oflayarak mor kazağımı giymeye başladım.

"Hah, sıcak su torbası." Elini şıklatarak aklına gelen şeyi söylediğinde yüzüne ifadesizce bakmaya başladım.

"İstiyorsan Taehyung'a söyleyeceğim, getirir sana."

Aynı sakin bakışlarımı sessizce sürdürdüğümde başını hafifçe yana yatırarak yüzüme baktı.

"Konuşmayacak mısın?"

"Halim yok." Diye mırıldandım, elimi karnıma bastırmaya devam ederken. Sahi ağrıyı azalttığı falan yoktu bu hareketimin ama yine de yapma gereği hissediyordum.

"Başka bir şeye ihtiyacın olursa beni ara." Diye mırıldandı, ardından başını iki yana sallayarak bu fikirden hemen vazgeçti.

"Ya da beni arama. Üşenirim ben. Taehyung'u falan ara sen en iyisi."

Başımı sallayarak onu onayladığımda dudaklarını birbirine bastırdı.

"Aklıma başka bir şey gelmiyor."

"Ağrı kesici var mıdır?" Diye sordum dişlerimi karnımdaki sancıya tepki olarak sıkarken.

"Vardır herhalde," diye mırıldandı. "Bir bakayım."

Yoongi odadan çıkıp kapıyı arkasından kapattıktan sonra gözlerimi kapatarak beklemeye başladım.

En son ablam ayağıma çoraplarımı giydirmişti. Benimle ne kadar ilgilendiğini hatırlıyordum, ilk reglimdi.

Dakikalar birbirini kovalarken koridorda Taehyung'un bağırışını duydum.

"Roséanneeeeğ!"

Gözlerimi açarak sese kulak verdim. Biraz sonra içimden bir kahkaha yükselerek dudaklarımı boyadı.

Odamın kapısı sertçe açıldıktan hemen sonra Taehyung içeriye dalmıştı.

"Agucuk bugucuk, sen hasta mı olmuşsun?"

"Taehyung ne yapıyorsun?" Diye sordum saçma sapan hareketlerine gülmeye başlayarak.

"Neden o eteği giydin?"

Taehyung kabarık pembe eteği, kalçasını sallayarak hareket ettirmeye başladı ve elindeki sıcak su torbasıyla, pet şişeyi bana uzattı.

"Nasıl? Yakışmış mı?"

Kaşlarını bi kaldırıp bi indirmeye başladığında yeniden gülmeye başladım.

"Ne yapıyorsun sen?" Diye sordum kahkahalarımın arasından. Elimi uzatıp kaşlarını oynatmasın diye yüzünü tuttuğumda ağrı kesici olduğunu tahmin ettiğim ilaç tabletini de kucağıma bıraktı.

"Ne? Yakışmamış mı?"

Elimi yüzünden çekerek ilaç tabletinden bir tane ilaç çıkartıp pet şişenin kapağını açtım. Suyu içerek kapağını geri kapatmamın ardından hızlıca sıcak su torbasına uzanmıştım.

Sıcak su torbası avuçlarımı ısıtırken Taehyung'un aptalca dansına bakarak yeniden gülmeye başladım.

"Delisin sen."

Akşam yemeği için Seok Jin'in ısrarlarıyla odamdan çıkarak alt kata inmiş asık suratımla birkaç lokma yemek yiyerek sofradan kalkmıştım. Namjoon ayırdıkları paraları bavullara böldüklerini ve istediğim bir tanesini alabileceğimi söyleyince yorgun gözlerimi koltukların yanındaki bavullara çevirdim. Hepsi tıpatıp birbirinin aynısıydı. Yalnızca bir tanesi, pembe rengiyle diğerlerin siyahından ayrılıyordu.

Muhtemelen pembe bavul benim için düşünülmüştü ama ona hiç alıcı gözüyle bakmayarak siyah bavullardan bir tanesini kaparak merdiven basamaklarının ucuna kadar sürükledim.

"Jimin sen kaslıydın, bir el atarsın artık?"

Jimin ağzındaki lokmayı çiğnerken başını onaylayarak salladı. Bavulu orada bırakarak koltuklara doğru ilerledim ve Yoongi'nin laptopunu ve diğer araç gereçlerini umursamayarak camın önündeki koltuğa uzandım. Ayağıma değen laptopu parmak uçlarımla ileriye iterken Yoongi'ye doğru kısa bir bakış atmıştım.

Normalde kıyameti kopartacağını biliyordum ama bu kez beni görmesine rağmen sesini çıkartmamıştı. Bıyık altından gülerek yüzümü camdan dışarıya doğru çevirdim. Demek ki bu evde hasta olduğunda dokunulmazlığın oluyordu. Bu bilgiyi zihnimin bir köşesine not ederek başımı koltuğa yasladım.

Hasta olmadığım günler bu bilgiyle sinsi planlar yapabilirdim artık.

"Hiç haber yok mu?" Diye sordum, dışarıdaki yağan yağmuru seyrederken.

"Endişelenme artık, bu sıradan bir durum."

Yemek sofrasından kalkan Hoseok ve Namjoon karşıdaki koltuklara otururken yüzümü onlara doğru çevirdim.

"Nasıl endişelenmeyeyim?" Diye sordum şaşkınca. "Onunla tanıştığımda kanlar içindeydi."

"Bu öyle bir durum değil." Diye mırıldandı Namjoon. "Yakında eve döner."

Derin bir nefes alarak dudaklarımı birbirine bastırdım. Çok geçmeden Yoongi de sofradan kalkarak yanıma geldi ve ayaklarımın ucundaki laptopunu alarak sahte bir kızgınlıkla söylenmeye başladı.

"Tanrı seni benim başımın belası ol diye mi yarattı, sincap?"

Ayaklarımı oynatarak masumca başımı eğdiğimde yere oturarak laptopunu kucağına aldı ve homurdanmaya devam etti.

"Bir sonraki hayatımda yalnızca bir kaya olmak istiyorum. Yerinden kıpırdayamayan, konuşamayan bir kaya."

"Kayalar zaten konuşamaz." Diye mızmızlanarak çok bilmişliğimi konuşturduğumda Yoongi, yüzünü kaldırarak sahte bir şaşkınlıkla yüzüme baktı.

"Hadi ordan, ciddi misin sen?"

"Tabii," diye mırıldandım. "Tıp fakültesi okumak işte bunu gerektirir."

Yoongi bana gözlerini devirerek kendi kendine mırıldandı. "Bir şey demiyorum artık."

Ona gülerek gözlerimi merakla laptobunun ekranına çevirdiğimde ekranda, bir kızın fotoğrafının açık olduğunu farkederek kaşlarımı çattım.

"Kim bu?" Diye sordum merakla. "Gözüm bir yerden ısırıyor sanki ama,"

Yoongi aniden yüzünü bana çevirdikten sonra laptopunun ekranını iyice bana döndürdü.

"Bu kızı tanıyor musun?"

Kendimi biraz düşünmek için zorlasamda kim olduğunu çıkartamamıştım.

"Tanımıyorum ama bir yerde gördüm sanki ben bu kızı. Adı ne?"

"Kim Jennie," diye mırıldandı Yoongi, gözlerini kararlı bir ifadeyle fotoğrafla buluştururken. "Onu bulmamız gerek, kız bizim anahtarımız. Nerde gördüğünü hatırlarsan söyle bana."

"Tamam," diye mırıldandım gözlerimi Yoongi'ninkilerle buluşturarak. "Neyin anahtarı bu kız?"

"Banka soygununu yapabilmemiz için bu kıza ihtiyacımız var."

Gülmeye başlayarak başımı geriye attım.

"Banka? Soymak?"

Gözlerimi Namjoon ve Hoseok ikilisine çevirdiğimde Namjoon omuzlarını silkerken Hoseok gülümseyerek başını salladı.

"Yok artık." Diye homurdandım. Bavul bavul paraları vardı ama yine de yetmiyordu adamlara.

"Sizin iş yaş." Diye dalga geçtiğimde Yoongi kararlı gözlerini fotoğrafta sabitledi.

"Bulacağım seni Kim Jennie."

Gece herkes odalara dağıldığında koltukta tek başıma kalmıştım.

Saatlerce Jeongguk'u tek başıma burada oturup beklerken bir anda kendimi o kadar yalnız hissetmiştim ki, aniden korkuya kapılmıştım.

İçimden yüz sekize kadar saydım, yalnızlığım geçmedi.

Telefonuma uzanarak gece gece kimi arayabileceğimi düşünmeye başladım. Kimsenin beni gece gece çekmek isteyeceği yoktu, kimsenin beni avutacağı da yoktu. Ama belki ben birilerini avutarak yalnız olmadığımızı ikimize de kanıtlardım.

Ablamla iletişim kurabilmem için Jeongguk'un bana mesaj olarak gönderdiği numarayı arayarak telefonu kulağıma koydum.

Telefon birkaç çalışın ardından açıldı. Görevli kadınla yaptığım kısa bir konuşmanın ardından telefonun ucundaki ses değişmişti.

"Efendim?"

Bir an umutlandım, birkaç gün içinde değişmesinin imkansız olacağını bilmeme rağmen umutlandım.

"Nasılsın abla?"

"Acı çekiyorum ama ilaç veriyorlar." Diye mırıldandı telefondaki ses. "Sen neden kötüsün?"

İlaçların etkisinde, diye düşündüm. Sesi o kadar uysal geliyordu ki kulağıma, gözlerimin dolmasına engel olamamıştım. Eskisi gibi konuşuyordu benimle.

"Kötü olduğumu da nerden çıkarttın?" Dudaklarımı birbirine bastırarak derin derin nefesler almaya başladım.

"Yüz sekize kadar saydın ama geçmedi değil mi? Baksana Rosé, burada pek işe yaramıyor."

Dudaklarım iki yana burukça kıvrıldığında yanağımdan kayan bir gözyaşı dudağımı boyadı.

"İşe yaramıyor, haklısın." Diyerek onu onayladığımda telefonun ucundaki ses yeniden konuştu.

"Neden kötüsün?"

"Yalnızım."

"Ben de." diye yanıtladı beni. "Roséanne, canını çok mu yaktım ben senin?"

"Evet." Diye onayladım dürüst davranarak.

Ablam derin bir nefes alarak yeniden konuşmaya başladı.

"Burada beni ziyarete gelen yok, dört duvar arasından çıkmama da izin vermiyorlar. Canını çok yakmış olmama rağmen arada beni hemşireden arar mısın? Benim burada telefonum da yok."

"Ararım tabii." Diye mırıldandığımda gülümsediğini görür gibiydim.

"Ne zaman çıkartacaksın peki beni buradan?"

"Ben," diye mırıldandım ne diyeceğimi bilemeyerek. "Benim elimde olan bir şey değil. Doktorlar seni vakti gelince çıkartacaklar."

"İyileşiyorum ben," diye mırıldandı. "Sana göstereceğim."

Burnumu çekerek gülümsedim.

"Seni özledim, abla. Belki bu söylediklerimi kendine gelince hatırlamazsın ama seni çok özledim."

"Hemşireyi görmelisin," diyerek gülmeye başladı. "Uyudu uyuyacak."

"Abla," diye fısıldadım. "Seni sonra yine arayacağım. Hemşireyi üzme tamam mı?"

Telefonu yüzüme kapattığında dudaklarımı birbirine bastırarak yanağımdaki gözyaşlarını temizledim.

Jeongguk'u beklerken birkaç kez daha yüz sekize kadar saymaya başladım. Fakat çok geçmeden uykum bastırmıştı. Gözlerim artık kapanmak üzereyken pes ederek koltuktan kalktım ve ayaklarımı yere sürüye sürüye Taehyung'un odasına doğru ilerlemeye başladım.

Kapının önüne geldiğimde başta tereddüt etmeme rağmen kapıyı tıklatarak beklemeye başladım. Taehyung'un uyku dolu sesini duyduğumda gülümsemiştim.

"Roséanne, sen misin?"

"Evet, gelebilir miyim?"

"Soruyor musun?" Diye homurdandı içerideki ses. Kapıyı açarak içeriye girmemin ardından yatağında doğrulan Taehyung'a çevirdim gözlerimi. Elleriyle gözlerini ovuşturarak esnediğinde kapıyı kapatarak paytak adımlarla yanına gittim.

"Burada birazcık uyuyabilir miyim?" Diye sordum Taehyung'un yanındaki boş alanı işaret ederken.

"Tabii," diye mırıldandı Taehyung, kucağındaki sarıldığı yastığı kullanmam için bana uzatırken. "Ama sana sarılmam gerekecek, bir şeye sarılmadan uyuyamıyorum."

"Sorun değil." Diye mırıldandım. Uzattığı yastığı onunkinin yanına koyarak yatağa uzandığımda Taehyung üzerimizi örterek kolunu belimin üzerine attı. Bana sarılabilmesi için ona birazcık yaklaştığımda kollarını çoktan belime sararak gözlerini kapattı.

"İyi geceler." Diye fısıldadığımda, "Hı hım." diye mırıldanarak karşılık verdi. Ne söylediğimi idrak ettiğini zannetmiyordum, saniyeler içinde uykuya dalmıştı bile.

Gözlerimi kapatmadan önce gördüğüm son şey, burnunun ucundaki küçük ben olmuştu. Saniyeler içinde uykuya daldım.

Uyandığımda Taehyung'un kolları bir ahtapot misali her yanımı sardığından kıpırdayamıyordum. Sağ bacağı bacaklarımın üzerindeydi ve çoktan bacağım uyuşmuş hatta sızlıyordu.

"Seninle uyunmuyormuş Taetae." Diye mırıldandım kollarını teker teker üzerimden çekip yataktan kalkarken.

Gün henüz doğmamıştı. Fakat uykumu yeterince aldığım için daha fazla uyumak istemeyerek kalkmıştım.

Taehyung'un odasından çıkarak koridorda sessizce ilerlemeye başladım. Camın önündeki koltukta oturup Jeongguk'u beklemeyi planlıyordum ama görüyordum ki Jeongguk planlarımı bozmuştu.

"Jeongguk?" Diye fısıldadım şaşkınca gözlerimi kırpıştırarak sırtı bana dönük olan silüete bakarak. Sessizliğini koruyarak koltuktaki hareketsizliğine devam etti.

Adımlarımı hızlandırarak koltuğun yanına vardığımda hem içime su serpilmişti hem de endişelerim artmıştı.

"Jeongguk iyi misin?" Diye sordum telaşla yüzüne bakarak. Boş bakışlarını bir noktaya dikmişti. Sırılsıklam oluşu onu rahatsız etmiyor gibi görünüyordu. Perişan haldeydi.

Yanındaki boş yere oturarak dikkatle ona bakmaya başladım.

"Jeongguk, beni duyuyor musun?"

Boş bakışlarını ağır ağır bana çevirdiğinde endişeyle yüzünü inceliyordum. Ellerimi uzatarak somsoğuk yüzünü nazikçe avuçlarımın arasına aldığımda tepki vermemişti.

"Çok içki mi içtin? İlaç mı kullandın?"

Aklıma gelen senoryaları zihnimden uzak tutmaya çalışsam da sorulara engel olamıyordum. Bir yerlerde bir cevap vardı fakat ona ulaşamıyordum.

Burnumu dudaklarına yaklaştırarak dudaklarını kokladığımda içki içmediğine kanaat getirerek geri çekildim.

"Jeongguk neden böyle giyindin, neden ıslandın?"

Üzerinde lacivert bir takım elbise vardı ve baştan aşağıya sırılsıklamdı. Soğuktu da. Beni duymuyor gibiydi.

O ölüm ve yaşam arasındaki ince ipi boynuna dolamış dalgın bakışlı bir ölüm meleğiydi.

"Neredeydin?" Diye sordum sakince. Parmaklarımı yanağında hareket ettirerek usulca fısıldadım. "Seni bekledim, senin için endişelendim. Nereye gitmiştin?"

"Ona veda edecektim." Diye fısıldadığında sakinliğimi korumaya çalışarak gülümsedim. Beni duyuyordu, beni görüyordu.

"Yapmadın mı peki?"

"Roséanne," diye fısıldadığında devam etmesi için başımı sallayarak gözlerine baktım. "Sen onun odasında kalmaya başladığında ona veda edebilme düşüncesine kapıldım. Ve sen onun tarağını kullandığında, kendimi bu gücü elimde tuttuğuma inandırdım. Sen onun elbisesini giydiğinde, işte o zaman, bana onun artık olmadığını kanıtladığın zaman, ona veda etmeye hazır olduğumu düşündüm. Bana onun günlüğünü verdiğinde ise geç kaldığımı anladım."

Dalgın bakışlarını gözlerime çevirdiğinde kalbimdeki burukluğu saklamaya çalışarak gülümsedim.

"O sen değilsin, sen de o değildi. Belki de hâlâ veda etmek için bir şansım vardır zannettim."

Sessizliğimi koruyarak onu dinlemeye devam ettiğimde derin bir nefes aldı.

"Yapamadım," diye fısıldadı gözlerinde yaşlar birikirken. "Yaparım sandım ama yapamadım."

"Jeongguk," diye fısıldadım sakince. "O nerede? Nereye gittin sen?"

Elindeki kağıdı havaya kaldırdığında ellerimi yanaklarından çekerek gösterdiği kağıda çevirdim gözlerimi.

Güneş'in Kızı'yla çekilmiş olduğu bir fotoğraftı elinde tuttuğu.

Fotoğrafa baktı ve burukça gülümsedi.

"Sevmek her zaman acıtır Roséanne. Ve bilirsin, işler hep zorlaşır. Ama bildiğim bir şey var, o da insanı canlı tutan tek şeyin bu olduğu."

Derin bir soluk alarak dudağına bulaşan gözyaşını parmağıyla dağıttı ve konuşmaya devam etti.

"Gözlerimizin kapanmadığı, kalplerimizin kırılmadığı ve zamanın sonsuza dek donduğu bir yerde o."

Derin bir nefes alarak gözlerimi yeniden onunkilerle buluşturdum. Fakat onun gözlerine düşen karanlık gölge, beni görmesini engelledi. Bir süre öylece düşünmeye başladığında sesimi çıkartmadan yanında oturdum. Ben bir şeyler daha anlatmasını beklerken beklemediğim bir anda dudaklarını aralayarak konuştu.

"Git." diye fısıldadı. "Ben yapmadan önce."

Ansızın hüzün çöken gözlerimi kırpıştırarak başımı olumsuz anlamda salladım.

"Gidemem."

Aradan birkaç kalp atışı kadar zaman geçtiğinde Jeongguk ayağa kalktı. Gitmesinden korkarak hızlıca ellerimle soğuk elini tuttum.

"Kal."

Gözlerini gözlerimle buluşturarak sessizce yutkundu.

"Ya acırsa senin de canın?"

Dudaklarımı aralayarak derin bir nefesi içime çektim.

Ben alışkındım.

"Seninki çok mu acıyor?" Diye sordum alacağım cevaptan her ne kadar deli gibi korksamda.

"Çok acıyor." Diye fısıldayarak beni onayladığında göz pınarımdan bir damla yaş intihar ederek kendini aşağıya bıraktı.

"Otur lütfen, Jeongguk."diye yalvarırcasına konuştuğumda bir şey söylemedi. Biraz düşündükten sonra gitmek yerine yanıma tekrar oturdu.

"Gidersin sanmıştım," diye fısıldadı dudaklarını hafifçe oynatarak. "Ama acıya rağmen kalıyorsun."

Dilimi dudaklarımda gezdirerek sakince soluklandım.

"Roséanne,"diye mırıldandı. "Benimle gelsene."

Şaşkın bakışlarımı kaldırarak yüzüne baktım.

"Nereye geleyim, Jeongguk?"

"Ona veda ederken yanımda olur musun? Tek başıma cesaret edemiyorum."

Dudaklarım beklemediğim bu teklif karşısında hafifçe aralandı.

"Gelirim." Diye mırıldandığımda hafifçe tebessüm etti.

"Yarın çok geç, şimdi gelir misin?"

Başımı sallayarak yeniden onaylamadan önce elimi ıslak saçlarına uzatarak alnına düşen tutamları geriye ittirdim.

"Gelirim tabii, ama önce duş alıp temiz kıyafetler giymelisin."

Başını hafifçe sallayarak beni onayladı. Yüzündeki buruk gülümseme kederli bir rüzgâra dönüşerek zihnimdeki domino taşlarımı teker teker yıkmaya başladı.

Sarmaşıklar, kalbimde yerini unuttuğum kuyunun üzerini örtmüş, onu toprağa katmıştı. O kuyuda atmıştım en derin çığlıklarımı. İçimden kopan, ama dışarı yansımayan çığlıklarım o kuyuda boğulmuştu.

Şimdi Jeongguk'un peşi sıra çamurlu yolda ilerlerken sarmaşıklarıma birisi alev vermişti. Ve unuttuğumu sandığım kuyu, hiç kaybolmamış gibi meydana çıkmıştı. Sanki çığlık atmamı bekler gibiydi.

"Elimden tut," diye fısıldadım, güneş doğmak için hazırlığını tamamlarken. "Korkuyorum."

Jeongguk adımlarını durdurarak yüzünü usulca bana çevirdi. Dudaklarına kırık bir gülümseme yerleşirken elini bana uzattı. Hiç beklemeden elini sıkıca tuttum.

"İyi misin?" Diye fısıldadı aralanan dudakları.

Cevap vermek için acele etmedim. Biraz soluklanmak için bekledikten sonra çok da önemli olmayan sorusuna bir tekme savurarak kuyudan aşağıya yuvarladım.

"Bizi neden buraya getirdin?"

Güven vermek istercesine gülümsemeye çalıştı ama beceremedi. Gözlerinden küçük bir an korktuğunu okumuştum.

"Gel benimle." Diye mırıldandı ve yeniden önüne dönerek çamurlu yolda yürümeye kaldığı yerden devam etti.

Yağmur dineli çok olmuyordu. Yerler ıslak ve çamurluydu.

Jeongguk sonunda istediği yere vararak mermerden yapılmış yapının yanındaki oturağa doğru ilerlemeye başladı. Bense mermer yapının üzerindeki cümleyi içimden defalarca okuyarak olduğum yerde kalakaldım.

'Seninle şafaktan şafağa koşacağım, benimle güneşe gülümse."

Kirpik uçlarım ıslandı. Zihnimde şimşekler çaktıran gerçek, göz bebeklerimi siyaha boyadı.

Gözlerimizin kapanmadığı, kalplerimizin kırılmadığı ve zamanın sonsuza dek donduğu bir yerde o...

Anlatmaya başladı Jeongguk, başta anlamadım konuştuğunu. Kulağım uğulduyordu. Birilerin yakasına yapışıp hesap sormak istiyordum.

"Güneş'in Kızı'ydı." Jeongguk gülümsedi. "Güneş gibi saçları vardı, Roséanne. Görmeliydin, çok güzel gülümserdi."

Gözlerimi yazıda dolaştırmayı sürdürüyordum. Her harfi kazındığı mermerden söküp kalbime yapıştırmak istiyordum.

"Ailesi yoktu." diye mırıldandı. "Lisedenin en başarılı öğrencisiydi, kalbi temizdi, herkesin kıskandığı türden bir insandı."

Jeongguk'un oturduğu yerin birkaç adım ötesinde öylece ayakta dikiliyordum. Parmak uçlarım üşüyordu, kalbimde bir ağırlık vardı. Bir şey nefes almamı engelliyordu.

"Serserinin tekiydim o zamanlar." Kendi kendine güldü. "Onunla uğraşıp durmama rağmen bana bir kez bile bağırmayı aklının ucundan geçirmemişti. Farketmeden birbirimize alışmaya başladık. Büyüdükçe birbirimizin farkına vardık."

Sonra alayla güldü.

"Büyüdüdükçe dediğim, çok da büyüyemedik. Ama lise boyunca anılar biriktirdik. Bana çok şey öğretti. Biliyor musun? Öfkelendiğim zaman öfkemden öperdi, susardım sonra; canım acırdı."

İleriye doğru birkaç adım atarak beyaz mermerden yapılmış yapının yanına geldim. Usulca mermerin kenarına oturarak elimi mermer yapının etrafını sardığı toprağa değdirdim. Toprak yaktı parmak uçlarımı.

"Mezun olduktan sonra artık benimle görüşmek istemediğini söyledi."

Hâlâ aynı şaşkınlığı yaşıyormuş gibi kaşlarını hayretle havaya kaldırdı. Göz ucuyla ona baktığımda yanağındaki ıslaklığı farketmiştim.

"Sebebi yoktu, öylece benimle artık görüşmeyeceğini söyledi. O kaçtıkça ben üzerine düştüm sebebinin. Üzülmeyeyim diye bana söylemedi. Bir gün benden sakladığı kanlı peçeteleri gördüğümde beynimden vurulmuşa döndüm."

Titreyen dudaklarımı sinir bozucu bir sakinlikle birbirine bastırdım. Avucumun altındaki nemli toprağı sıkarken sanki toprak parmaklarımın arasında ağırlaşıyor gibiydi.

"Sonra testler, tahliller derken öğrendik ki geç kalmışız biz. Hâlâ önceden farkedemediğim için kendimden nefret ediyorum, içimde büyüyor bu yük. Kaldıramıyorum."

Gözlerimi Jeongguk'a çevirdim. Tpkı burnunun ucu gibi kızarmıştı gözleri.

"Hiç kimse akciğer kanseri olmamalı Roséanne, Tanrı neden bunu yapıyor?" Yalvarırcasına konuştuğunda yutkunamadığımı hissetmiştim. Nefes alamadığımı. Her soluğum kan kokuyordu sanki.

"Hiç ağlamadı. O kadar acıya nasıl katlandığına hâlâ akıl erdiremiyorum. Bana kara şövalye derdi ama gerçek savaşçı aslında kendisiydi. Savaştı, pes etmeden, yılmadan, isyan etmeden... birçok şey öğrendim o hastane koridorlarında. Mesela bir çiçek, yoğun bakım odasında solabiliyordu gün geçtikçe."

Bir çiçek, Güneş'in Kızı..

Gözlerimi derin bir sancı eşliğinde kaldırarak beyaz mezar taşının üzerine kazınmış isme çevirdim.

Lalisa Manoban.

Birkaç damla gözyaşı firar etti göz pınarlarımdan.

Parmak uçlarımı isminin üzerinde gezindirdim.

Güneş ışığı yavaş yavaş mezar taşını aydınlatmaya başlamıştı.

Gün doğuyordu.

Uyan Güneş'in Kızı, buradayız biz, yanında.

"Yedi ay on iki gün... hiç ağlamadı. Kolları delik teşik olmuştu iğnelerden, önceleri iğneden korkardı. Hep gülümsedi bana. Hiç acı çekmiyormuş gibi davrandı. Ve bir gün ona bir defter almamı istedi. Başka bir gün ise bir tarak. Roséanne, o gün çok ağladım. Çünkü Lalisa'nın tarayabileceği kadar saçı bile kalmamıştı."

Dudaklarımdan bir hıçkırık kaçtığında elimi hızlıca dudaklarımın üzerine örttüm.

İsmini böyle mi öğrenecektim, Güneş'in Kızı?

"Ona istediği tarağı özel olarak yaptırsamda vermeye cesaret edemedim." diye devam etti Jeongguk.

"Sonra bir gün bana öyle bir baktı ki Roséanne... farklı baktı o gün, özür diledi defalarca ve sonra ilk kez ağlamaya başladı."

Jeongguk'un bir fısıltıya indirgenen sesi titriyordu.

"Beni eve götür," diye fısıldadı titreyen dudaklarının arasından. "Beni eve götür, diye yalvardı."

Burnunu çekerek bir süre sessiz kaldı. Ardından yeniden anlatmaya başladı.

"Onu eve götürdüm." diyerek başını salladı hafifçe. "Hastalığından sonra hastanede kalmaya başlayana kadar bizimle kalmaya iknâ etmiştik onu. Çocuklarla ona bir oda hazırlamıştık. Ama fazla kullanamadı.

"Taehyung ona kıyafetler tasarlamıştı, Lalisa sevdiği için, birlikte çilekli süt içerlerdi."

Gözlerini yerden kaldırarak ilk kez yüzüme baktı. Eliyle dudaklarını örtmüş, ses çıkartmamak için çırpınan bana.

"Taehyung'un çileğe alerjisi var." Diye fısıldadım avucumun altından. Jeongguk başını hafifçe sallayarak beni onayladı.

"Farkettin demek?"

"Ensesinde ve kollarında kızarıklıklar vardı." diye fısıldadım. Farkedeli çok uzun zaman olmuştu. Lalisa veda mektubunda da yazmıştı ayrıca, o da farketmişti.

"Hastaneden çıktıktan sonra dokuz gün bizde kaldı. O zamanlar yaşamaktan vazgeçtiği için içten içe kızıyordum ona. Öylece ölümü bekliyordu. Vazgeçmişti benden, bizden, herkesten, her şeyden... Yokluğunda bencilce düşündüğümü anlamıştım ama o zamanlar gözümün önünde ölümü beklemesine katlanamıyordum. Gözlerimin önünde eriyip gidiyordu.. Tanrı ona yardım etmeliydi, Roséanne. Ama yapmadı."

Elimi dudaklarımın üzerinden çekerek yeniden toprağın üzerinde gezdirmeye başladım.

"Aslında o sadece acı çekmekten vazgeçmişti." Burukça tebessüm etti. "Lalisa ölmek istemenin nasıl bir şey olduğunu bilmiyordu ama artık ölümün nasıl bir şey olduğunu biliyor, Roséanne."

Sus, diye bağırmak istedim. O ölmedi ki. Bak yaşıyor hâlâ zihninde. Yaşamak için illa nefes almak mı gerekli?

"Bir şafak vakti piyanonun sesini duyarak uyandım... O son şafak... odasına gittiğimde onu neşeyle gülümserken bulmuştum. Gülüyordu ama korktuğunu söyledi. Uykusu yokmuş ama yatağına girdi."

Mermerin üzerinden kalkarak Jeongguk'un yanına oturdum. İkimiz de sessizce ağlıyorduk. Elimi omzuna koyarak usulca okşamaya başladım.

"Seninle şafaktan şafağa koşacağım. Benimle güneşe gülümse, aynen bunu söyledi. Ve bir şafak vakti terk etti bedenini."

Jeongguk konuştukça o kör kuyuya adım adım yaklaştığımı hissediyordum. Jeongguk konuştukça biri beni kuyuya itecekmiş gibi hissediyordum.

"Beş sene sonra veda ediyorum ona." Diye fısıldadı. "Özgür bırakacağım ruhunu, onu güneşin içine hapsettim."

Kuyunun ucuna gelerek aşağıdaki karanlık boşluğa doğru merakla başımı uzattım.

Burnumu çekerek yanaklarımdaki gözyaşlarımı sildim. Sonra başımı Jeongguk'un omzuna yasladım.

"Jeongguk," diye fısıldadım kulağına doğru. "Seni arabada bekleyeyim mi? İster misin?"

Biraz daha kalırsam kuyuya düşecektim.

Derin bir nefes alarak başını hafifçe salladığında ona gülümseyerek destek olmak istemiştim ama başaramamıştım. Bunun yerine kıyafetinin ucundan omzuna küçük bir öpücük bıraktım.

Jeongguk'u vedasını rahatça yapabilmesi için yalnız bırakarak arabaya giderken ayakta kalacak gücü kendimde zor bulmuştum. Ayrıca karın ağrım yeniden başlamıştı ve sınırlarımı zorluyordu.

Saatlerce. Saatlerce Onu arabada beklerken sakince düşünmüştüm. Bundan sonra nasıl devam edeceğimizi bilmiyordum. Veda ettikten sonra Jeongguk ya rahatlayacaktı ya da daha kötü olacaktı.

Telefonumun melodisi arabanın içini doldurmaya başladığında telefonuma uzanarak arayan Yoongi'yi yanıtladım.

Muhtemelen kahvaltı sofrasındaki yokluğum onu arattırmıştı.

"Neredesin?" diye sordu, sesinde biraz endişe vardı.

"Sanki bilmiyorsun." diye homurdandığımda telefonun ucundaki ses, derin bir nefes aldı.

"Konumuna ulaştım," diye mırıldandı. "Tek başına oraya nasıl gittin?"

"Jeongguk götürdü."

"Beş senedir oraya hiç uğramamıştı." Diye mırıldandı. "O iyi mi?"

"Bilmiyorum, onu bekliyorum ben de." diye yanıtladım sorusunu. Ardından hafif bir kızgınlıkla, hayal kırıklığıyla konuşmaya başladım.

"Neden bana anlatmadınız?"

Yoongi birkaç saniyeliğine sustu.

"Sen olsaydın anlatabilir miydin?"

Dudaklarımı birbirine bastırarak yanağımı kaşıdım. Kurumuş gözyaşları kaşındırıyordu.

"Ne oldu da oraya gitti anlayamıyorum." Diye mırıldandığında hafifçe gülümsedim.

"Anılarına yakalandı."

Jeongguk anılarını yakıyordu, Güneş'in Kızı'na veda ederekten.

Tam o esnada arabanın kapısı açıldı ve Jeongguk koltuğa otururken kızaran gözlerini gözlerimle buluşturdu.

"Çocuklarla mı konuşuyorsun?"diye sordu neşeyle gülümseyerek. Şaşkınca yüzüne bakarak başımı salladım.

"Söylesene hazırlansınlar, kahvaltıyı hep birlikte dışarıda yapalım. Çok güzel bir yer biliyorum."

Jeongguk kemerini hızlıca takıp arabayı çalıştırdığında gözlerimi hayretle kırpıştırarak yüzüne bakmayı sürdürüyordum.

"Jeongguk muydu o?" diye sordu Yoongi telefonun ucundan. "Aha da çıldırdı."

"Sensin çıldırdı." diye fısıldadım, çok kısık bir sesle. Gözlerim inanamazcasına Jeongguk'un yan profilindeydi hâlâ.

Bir şafak vakti yaktı anılarını, dalgın bakışlı ölüm meleği. Ve sonra anılarından geride kalan küllerle kendini yeniden yarattı. Ölüm meleğinin dalgın bakışları canlandı.

Daha sonra beni geri çekerek kuyuyu sakladı.

Sonra eğildi sevgilinin yüzüne,

Sürdü bulutlanmış gözlerini.
O güzellikler ülkesine
Baktı baktı, ve dedi:
"Hayatında güzeldin,
Ölümünde güzelsin.
Öldün,
Bir daha ölmeyeceksin."

-Erdem Bayazıt

Oy sınırı:+230

Continue Reading

You'll Also Like

164K 17.2K 53
Jungkook, erzağının bitmesiyle kendine yiyecek birşeyler ararken, Taehyung'un liderlik yaptığı bir küçük bir şehirle karşılaşır. Jungkook, açlığını d...
2.3K 321 20
Huysuz bir dedektif ve onun tecrübelerine ihtiyacı olan bir çaylak. Not: 2020 yılında yayınlanan kitap. Yeni kurgu değildir. Bir takım sebeplerden d...
206K 17.3K 41
Sonunu düşünmeden söylenilen bir yalan insanın hayatını nasıl etkiler? "Iyi mi ? kötü mü ?"
3.7K 463 10
Aşıklar ve kadınlar, tarihin karanlık ve tozlu sayfalarında kaybolup gittiler. "Başka bir yüzyıla denk gelmeliydik, Madam Roseanne." ©rowena | nisan...