Boğaziçi Yalıları

Par ClassicsTR

1.2K 70 7

İstanbul'u dinlemek ve duymak için mutlaka okunması gereken bu kitap, İstanbul üzerine yazılmış sayılı şahese... Plus

1
2
3
5
6
7
8
9
10

4

56 5 0
Par ClassicsTR

Yalılarda Günler ve Saatler

Boğaziçi yalılarında geçen bir devri, bir ömrü, bir mevsimi değil, bir tek günü bile, nasıl anlatmalı ki bu, bir gülü gösterip koklatmadan onu tarif etmeye benzer. Rikkatimize dokunan rengini nasıl söylemeli? Ve gönlümüzü bayıltan kokusunu nasıl duyurmalı?

Storları, tül ve kumaş perdeleri kapamış olduğum halde, güneş, sabahları bunların arasından sızarak suların cümbüşünü elektriklenmiş altın çubukları halinde, tavanda oynatırdı.

Hizmetçi gelir, sabah çayını ve sabah gazetesini getirir, ilk açılan pencereden giren munis rüzgârlarla, güneşli, neşeli, parlak ve genç, yeni bir gün odanın içine dolar, yeniden başlardı.

Denize atlarken nasıl bir an üşüyeceğimizi düşünerek tereddütle durur ve sonra, duyacağımız soğuğun hazzına daha büyük bir acele ile dalarsak, bu günün hazzı içine yatağımızdan öyle atılırdık.

Denize giriş, yalının sofalarında ve bahçenin yollarında koşuşmalar ve oyunlar, bir sal üstünde gibi, kolayca bizi öğlenin âsude ve işgüzar yemek saatlerine götürürdü.

Öğlenin bu olgun ve herkesi kendi ruhuna çeken sıcak ve ağır saatlerinden sonra, bir gül gibi açılan ikindinin asıl güzel, mavimtırak ve şairane saatleri gelirdi.

Bu zamanlarda neden şiir, resim ve musikî ile uğraşmadığıma acırdım. Zira dünya ve hayatın tadını duyduğumuz zamanlar bunu dile getirmek için şair, güzelliğini gördüğümüz zamanlar bunu tasvir için ressam ve ahengini dinlediğimiz zamanlar bunu duyurmak için musikişinas olmak ister ve bildiğimiz şairlerin, ressamların ve musikişinasların acizlerine ve sükûtlarına şaşarız.

Boğaziçi'nde, ifade edilmek için, şiirin, resmin ve musikînin yardımına ihtiyaç gösterir gibi bir türlü ele geçmez ve ruha her zaman bir daüssıla verir bir hal vardır.

İşsiz, yavaş, hesapsız gün, altın ışıklarını ikindinin mavimtırak saatlerinde usulca eriterek ve sonra ne çabuk bir çiçek gibi solarak, koyulaşarak, daha içli ve mor saatlere, akşamın tahassürlerine, vedalarına girer ve bir musikî dinletirdi.

Güneş, ikindi üstü, yalının arka tarafına çekilirdi. O zaman sular bir akşam şivesiyle çağıldamaya koyulurdu. Günün güzel gözlere benzeyen aydınlığı akşamın tadını duymaya başlayan bir gönlün hüznünde ezilince, ruha ve gözlere bu göklerden ve sulardan gelme serin bir mavilik serilirdi.

Bütün bu nazlı, mavi, mırıldama, akıcı sular gönlümde çağıldıyor, gönlümden geçiyor sanırdım.

Bazı akşamlar, Boğaz'ın her zaman canlı rüzgârları, daha ziyade serinleşir, bir meltem halinde eserdi. Bazı akşamların renkleri koyulaşır, bu renkler, bir nevi hafif mehtap gibi daha tesirli bir halavet alırdı. Bazı akşamlar, sular ve manzaralar yorgun bir içlilik alır ve Boğaziçi bir havuza dönerdi.

Hakikat bir hayale benzer, insanlar birer evliyaya benzer, saatler birer çalgıya benzer, günler gelip geçen nazlı, vefasız kadınlara benzer, mevsimler birer hatıraya benzerdi. Ruhumun içinde, mavi sularıyla Boğaziçi muttasıl geçer giderdi.

Ezani saat dokuz buçuk sularında, vapurla İstanbul'a mı ineceğimi, kayıkla Boğaz'a mı çıkacağımı düşünürdüm. Zira yazık ki her bir zevki intihap daima bir diğerini feda etmek bahasınadır!

Ezani saat on iki sularında karanlık artar, ortalığı kaplar, sular gittikçe lacivertleşir, her şey, kayık ve sandallar biraz yorgunlaşır, pencereler kapanır, evlerin ışıkları birer küçük kandil açar, faniliğini hatırlayan ve düşünmeye koyulan ruhlarda bir buhran olur, herkes kendi içine ve kendi odasına çekilir, ruh için bir inziva demi başlardı.

Ve sonra, bazen mehtap gelir, inanılmaz, tılsımlı bir füsunla, edebiyatımıza, resmimize ve musikîmize daha aksettirememiş olduğumuz parıltılarıyla şiirini ta yalının önündeki son sulara kadar serer, güya yalının içine, ruhuna girmek isterdi. Ve rıhtımın önünde sallanan küçük dalga üstündeki bu mehtap parçası, hafızasız suyun üstünde kendinden habersiz oynayan bu ışık parçası, gafil ve ilahi bir çocuk gibi rikkatime dokunurdu. Onu ne çok severdim!

Yalı, bence, ailemin mevcudiyeti, şefkati, muhabbeti, iklimi olan bir kucaktı. Ve bundan dolayı bir şiir kovanı, bir ruh gibiydi. Ruhumla öyle kaynaşmış bir mevcudiyetle yaşardı ki onun yalnız kendi yerinde ve benim hafızamda değil, kalbimde, asabımda ve kanımda mevcut olduğunu bilirdim.

Kayıkhane ile mutfak arasında bulunan ve odunla kömür konulan bir yerinden başka bütün yalıyı öyle bilirdim ki hasırlarının kopmuş, keçelerinin eskimiş olduğu yerlerine kadar, bir bilmediğim azası ve üzüntüsü yoktu. Bir kapısından girer girmez onun vücudum ve ruhumla kucaklaştığını ve beni tamamladığını duyardım. Hâlâ rüyalarımda çok kere ona karışır ve kendi hayatımı onun varlığından ayıramam.

Onun içinde geçen bu günler ömrümün belki en iyi, en tatlı günleriydi. Bu kadar çabuk geçen günler görmedim.

Cennet bile bir daüssıla içindedir. Biz de bu günleri yaşarken meğer hep bekliyormuşuz: İhtiyar akrabalarımız ahretin daha olgun, daha ciddi ve daha munis şefkatlerini, orta yaşlılar hayatın daha tutmamış olduğu vaitlerinin tahakkukunu ve biz gençler hürriyetin daha canlı, daha kahramanca tatlarını, meyvelerini, yeni bir devrin vereceği bir nur ve ziya hazzını bekliyormuşuz!

Ne de olsa, duyulan, inkıraz hisleri ve yaşanan bir inhitat zamanıydı. Bilmeden bir imparatorluğun son günlerini yaşıyor değil miydik? Eskiden bir medeniyet burada belki son afyonlu çiçeklerini açıyordu.

Ancak bunları sonradan duydum, öğrendim ve anladım, diyebilirim.

Fakat derin yaşanmış bir hayat ve bir zamanın öyle bir kuvveti var ki, onu yaşamış ruh için artık hiçbir zaman büsbütün mahvolmuyor. Böyle bir mazinin ziyan olduğuna bir türlü inanamıyorum. Ve gönlümün hatıralarını karıştırsam görüyorum ki o şefkatli, aşklı, şiirli günler içimde hâlâ güller gibi açılıp soluyor; bu sabah güneşlerinin, bu gece aylarının ışıkları yine tin hazla parıldıyor; Boğaz'ın mavi suları ve ikindilerin mavimtırak saatleri bin nazla kayıp, akıp geçiyor; arka dağlarda öten bülbüller mehtapta bilenmiş seslerini kalbimin en mahrem noktalarına eriştirerek içimde hâlâ romantik davetler tutuşturuyor; hâlâ inanılmaz ve imkânsız lezzetlere, mahrem hülyalara doğru yanık vaitlerini, bakışlarını, çağırışlarını duyuruyor. Ve tekmil hatıralarım birer birer öyle canlanıyor ki kendimi hâlâ o zamanlarda sanıyor, o zamanların içimde hâlâ yaşadığına inanıyorum!

Boğaziçi, emsalsiz İstanbul'un en güzel, fakat ince ve asil şeyler gibi, mahzun bir güzellikle güzel bir parçasıdır. Bizi en yetişmiş ve olgun bir güzelliğe vardırarak görmüş ve geçirmiş bir varlığın istiğnalarıyla adi güzellikler karşısında müstağni bırakır. Bu sabahlar, bu guruplar, bu mırıldanarak akan mavi ve günlerin sonlarına doğru koyulaşan, lacivertleşen sular, bu ince güzellikler kendilerini temaşa eden ruhlara ihtimal ki en yüksek şairlerin nüktelerini söyler ve bu uzletin günlerini yaşayanların belki artık filozofların tereddütlerini dinlemeye, şairlerin feryatlarını duymaya ihtiyaçları kalmaz. Ruhu inceltmek içinse bir Boğaziçi gününün güzel hüzünleri ve bir Boğaziçi gurubunun kanlı trajedileri kâfidir. Ümmi fakat öyle büyük çapta ruhlar gördüm ki sırf bu iklimin, bu güzelliğin mektebinde yetişmişlerdi. Ve Mösyö Jourdain'in bilmeden nesir yapması gibi, onlar da sözleri, sükûtları, duruşları, düşünüşleriyle bilmeden ve durmadan şiir yapıyorlardı.

Nasıl içki içilirse burada öyle mehtap içenler gördüm. Ailemin azası, diyebilirim ki, sigara ve mehtap içerlerdi.

Ve o zamanlar bana öyle gelirdi ki hayat onların daha bize söylemedikleri esrar ile doludur!

Şüphe yok, bu nazlı günleri bu kadar derin bir tiryaki keyfiyle tatmak için ırki ve irsi bir hazırlanış isterdi.

Eğer mezara girince, ruh en son hamlesi, en son kuvvetleriyle ömrümüzden dağınık ve müphem olsun bir tutam hatıra götürebilse, ben şüphesiz mavi güllere benzeyen ve kalp üstünde o kadar çabuk solan bu Boğaziçi günleri ve tılsımlı Boğaziçi gecelerinden mavi, mırıltılı, hülyalı ve mehtaplı birtakım hatıralar götürürdüm!

Boğaziçinde Akşam Gezintileri

Yazın, her gün ikindi sularında, kadınlar ayrı, erkekler ayrı kayıklarla gezintiye çıkarlardı. Biz çocuklar da kâh onlar, kâh bunlarla beraber olurduk. Gezintiye iki kayıkla çıkılacaksa, bir kayığı olanlar, bir tane de kira ile tutarlar, hiç kayığı olmayanlarsa kira kayık veya sandallarıyla iktifa ederlerdi.

Tiryakileri için ancak Beşiktaş'la Üsküdar'dan sonra başlayıp Rumeli kıyısında Kalender7e ve Anadolu kıyısında Paşabahçe'ye kadar devam eden, daha öteleri adeta taşra sayılan bu asıl mutena Boğaz'ın sandal gezintilerine mahsus yerleri de malumdu: Her gün, İstinye körfezinin önünden, içine girilmeden geçilerek Kalender'e kadar gidilir, oradan karşı sahile dönülerek Körfez'e varılır, Meşruta Yalı'nın önünden geçilip Dere'ye girilir, bir iki kere ta sonuna kadar gidilip tekrar dönülür, nihayet, Göksu Kasrı önünde, bir müddet murakabeye dalar gibi durulurdu.

O zamanlarda, vehham Sultan Hamid'in, bu vehminin yarattığı korkudan, şehzadeler, sultanlar, hatta büyük memurlar, halkla temas imkânları çok sayılan bütün bu Boğaziçi mahallelerinde pek görünemezlerdi. Bunlar, kısmen kapandıkları saraylarının ve konaklarının dışında, ancak bir mesire kalabalığını toplayamayan Çamlıca gibi tenha yerlerde dolaşabilirlerdi. Mısırlı ailelerse, nispeten daha geniş hürriyetlerinden istifade ederek her gezinti akşamına ve her saz gecesine katılırlardı.

Kayıklardaki hanımların çoğu, bu akşam gezintilerinde, bilhassa cuma günleri hâlâ ferace giyerler ve yaşmak takarlardı. Kaçgöç âdetleri şiddetle devam ededursun, erkekler, Boğaziçi'nde, bu kadınları incecik yaşmaklarıyla, bir nevi düğün esvapları içinde görmüş olurlardı. Fakat böyle giyinenler gittikçe azalıyor; birçok hanım da, bu gezintilere çarşafla çıkıp, peçelerini açmakla kalıyorlardı.

Büyükannelerimiz, bu eski akşam gezintilerinin daha da halavetli olduğu Sultan Aziz devrindekilerinden bahsederlerdi. Ve ben de sonraları, benden çok evvel, henüz küçük bir kızken annesiyle birlikte İstanbul'a gelerek, büyükbabası Musurus Paşa'nın Arnavutköyü'ndeki yalısında kaldığı zamanlarda, bu saatlerin mavi sularında bir portakal renkli kayıkla dolaşmış olan Comtesse de Noailles'm, bütün Fransızca mısralar içinde en çok hatırladıklarımdan "Et les soirs turcs avec un caique orange..." mısrasını dilimden düşürmez oldum.

Eler akşam, gezintiye çıkar çıkmaz, bu âlemin bizce de keşfedilmiş duygularına dalar, her akşam aynı şeyleri tekrar yerli yerinde bulmakla bir haz duyardık. Yalılar, kayıklar, kikler, sandallar, hanımlar, her şey, hepsi de yerli yerinde görünürlerdi. Flerkes kendi akrabasının, dostlarının gelmiş olduklarını görür, bazılarıyla görüşürdü. Gezinti yerleri, bu buluşmalar için birer has bahçe gibiydi.

Rumelihisarı'nda oturan şair Nigâr Hanım'ın, anneannemle birlikte çıkmadığı akşamlar, kayığında, feracesi, yaşmağı, renkli şemsiyesiyle yanımızdan geçişinde, bizden almak isteyeceği bir haberi, yahut bize söylenecek bir sözü, verilecek bir cevabı olur ve Dere'de karşılaşılınca, mutlaka, kayıkçıların elleriyle yan yana bitişik tuttukları kayıklardaki hanımlar arasında, her akşamın değişen tesadüflerine, rastlaşılan mevkilere göre, bazen kısa, bazen de uzun süren bir muhavere başlardı. Kanlıca'daki yengemiz, sandala her binişinde birçok korkular geçirir, fakat ne kadar garip olsa da ancak bu, gözleri artık iyi göremeyen ve elleri titreyen ihtiyar kayıkçısı Osman Ağa'nın ihtiyat ve tecrübesine emniyet ve kendini de emanet edebilirdi. Kandilli'deki muhabbetli dostlarımız Server Paşa'nınkiler bizi görür görmez muhabbetten gülüşürlerdi. Arnavutköyü'ndeki bir akrabamızın hantal sandalı, bir göçebe alayı halinde, kız erkek birçok çocuk taşırdı.

Bu gezintilere katılanların bazılarıyla da ancak selâmlaşır ve temennalaşırdık. Yeniköy'de oturan, renkli redingotunun yakasına bir orkide takılı, kısa boylu Sait Halim Paşa, kenarlarına som yaldızlı kakma dallar işlenmiş maun üç çifte kikinin dümenlerini öyle bir tarzda tutardı ki, çirkinliği göze çarpmaz, yalnız bu zarafeti görünürdü. Kanlıca'da oturan, ince kayıklarıyla, yarışlarda birinci gelen hamlacılarıyla, serlerindeki çiçekleriyle meşhur olan Suphi Paşazade Sami Bey, üç çifte kayığında, püskül bulunan tarafı kırılmış fesiyle, memnun görünürdü.

Bazı insanlardaki o başka türlü görünmek arzusuyla olacak, tanıdığımız bir Ermeni kadın, yanında ecnebi bir madam, bazı akşamlar, her ikisi de, Müslüman hanımlar gibi çarşafla çıkarlardı. Nasıl ki, bazı ecnebileri de fesli görürdük. Bir akşam, Pierre Loti, iki çifte bir kayıkta (Bilmem bu, Kıbrıslıların kayığı mıydı?) başında fesle görülmüştü.

Fakat, bu akşamların tamamlanması için daha, gizlice ve için için beklenen bir şey olacaktı ki hanımlar bazen aralarında görüşürlerken, "Valde Paşa bu akşam daha sökün etmedi!" derlerdi. Filhakika, o zamanlarda, kitapta yeri olmamasına rağmen her icapta bir kaide ihdas etmeyi ve herkese hususi bir paye vermeyi iyi bilen geniş teşrifatımız, bir kadın için böyle hatıra gelmez bir tâbir icat etmiş, kadınlara paşa denilmediği halde, önce bir hıdiv kızı, sonra bir hıdiv zevcesi ve şimdi de bir hıdiv valdesi olan ve prenseslerin yaşlısı, en itibarlısı, en şöhretlisi bulunan bu hanıma, kadınlar arasındaki yegâne "paşa"lığı vermiş ve böylece kendisine "Valde Paşa" denilmişti. Valde Paşa'nın her akşam, gezintiye çıkmak için, Bebek'teki yalısından bindiği üç çifte kayığı da, kayıkların en uzunu, en zarifi ve en çok göz kamaştıranı idi. Kenarlarına, iki sıra yaldız arasında deniz mavisi bir zırh çekilmişti. Uzun, mavi kadife ihramının kenarlarından, saçak yerine sarkan, gümüş ve altın yaldızlı küçük balık şekilleri sular üzerinde pırıl pırıl parıldar ve bazen de bir dalgayla sulara girer çıkardı. Her akşam, bütün Boğaziçililer ve hatta Boğaziçi balıkçıları, Valde Paşa'nın kayığını bu pırıltılı ihramıyla görmekten haz duyarlardı.

Bu saatlerde, Boğaziçi'nin, güzellikleriyle şöhret kazanmış kadınları da gezinti yerlerine yavaş yavaş gelmiş olurlardı. Buraları, tabii güzellikleri ve bu alışılmış, bellenmiş âdetler yüzünden, birer buluşma, görüşme, tahayyül, istiğrak, muaşaka yerleri oluyordu. Bütün bu maddi ve manevi muhit içinde,

Boğaz'ın ince rüzgârları, kayığın sulardaki hafif sallanışları, etrafın sessizliği ve halaveti, akşam gezinti saatlerinin hazlarını, bu suları, bu havayı aşkla duyanların gönüllerine, bir daha unutulmamak üzere sindirmiş olurdu.

Böyle bir akşamdan ayrılınacağı sırada, karanlığa yakın, ezani saat on ikiye doğru, gün bir gamlı çöküntünün işaretini verince, sular üstündeki bu iki üç saat sürmüş gezintilerden, biraz yorgun bir ruhla, artık yalılarına dönmeye niyetlenenlerin sonuncu kalmış kayık ve sandalları, bir Boğaziçi ananesini yerine getirmek üzere, Göksu Kasrı'nın önünde son bir defa daha toplanırlar ve tam bu noktada, artık kendi yerlerine revan olmak kararıyla, birden kopan bir tespih gibi dağılır, birbirlerinden taneler halinde ayrılarak, her biri bir semte doğru kayar, uzaklaşırlardı.

Continuer la Lecture

Vous Aimerez Aussi

8M 374K 65
"İkimizde biliyoruz ki, er ya da geç benimle evleneceksin. Ve bu zorunluluktan olmayacak!" "Başlangıç: 12 HAZİRAN 2016 Bitiş: 18 EKİM 2019" ...
903K 54K 70
"Hiç bir aile karesinde yerim yokmuş ki benim" Ben Buse. Buse Yalın olarak doğmuştum ve şimdi Buse Gamzeli olarak ölecektim. Bu ruhu ölmüş, bedeni ya...
18.4K 594 13
Taaşşuk-ı Talât ve Fitnat, Tanzimat Edebiyatı'nın birçok türünde eserler vermiş yazarlarından Şemsettin Sami tarafından kaleme alınmış bir romandır...
2.9M 151K 17
Maça Kızı 8 serisinin devam bölümlerini içermektedir.