war of hearts | sope

By ivabuse

1.6K 299 95

Bir veya iki kadeh kaldıralım; senin üzerinden kaybettiğim her şeye. More

378 62 10
By ivabuse

-

Kalpler nefrete, acıya ve yenilgiye; yaşadıkları ölüm gibi gelen duygulara, bazıları ise en basitinden onları kıracak minik davranışlara karşı dayanamayıp sert bir taşa dönüşürken, bazıları ise toprağa dönüşür ve sıcacık, her bir yaprağı saf sevgi dolu çiçekler çıkarır. Bu demek değildir ki taşa dönüşen o kalplerin altında nefretin arkasına sığınmış sevgi yok. Gözükmeyen o kederli ve insanoğluna küsen sevgi sadece herkesin olmasa da, bir kişinin onu bulmasını ümit edip, yeniden doğmayı bekler; duvarlarını kıracak bir nedene kadar...

Jung Hoseok batmış haldeydi. Hayat onu her zamanki gibi savunmasız bırakmıştı. Bir zamanlar güneş kadar parlak ruhu şimdi ise okyanusun en derinine gömülmüştü. Gülemiyor, derdini kimseye anlatamıyordu. Kocaman dünyada bir başınaydı, yalnız ve çaresizdi, bildiği her şeyi unutmuştu. Korku ilk defa bu kadar belirgindi; betondan yapılmış zemine işlenecek kadar ağırdı. Tarif edilemez bu his yorucuydu, her şeyin sonuna varmış gibiydi.

Kulağına ilişen halkın boğuk sesi rahatsız edici boyutlara yükselirken Hoseok elleriyle yüzünü ovuşturdu. Derin nefesler alıyor ve gözlerindeki yaşları geri göndermeye calışıyordu. Heyecanlılardı, kandırıldıklarının farkında olmadan kendilerini habersizce ölüme sürüklüyorlardı. Çirkin ölüm onlara ellerini açmış bekliyordu, masum ruhlar en sevdiğiydi.

Çocuklar uzun aradan sonra sevinçli yüzlerini saklamayarak birbirlerine heyecanla hayallerini anlatıyorlardı; uçurtma uçurmak, balık avlamak ve saklambaç, daha fazlası. Yeni bir hayata attıkları adımlar yoktu, ecele gidiyorlardı. Mutlu gözleri henüz üzüntüden bihaber, ruhları bir o kadar nefretten yoksun. Saf ve masum bedenler cani liderler tarafından bir hiç uğruna yok edilecekti. Havada süzülen kuşlar kadar bile özgürlükleri yoktu. Hak ettikleri kadarını alamıyorlardı. Onlar bu kara döneme kurban gidecek olan şanssız kimselerdi.

Kaderin cilvesiydi. Kader insanları düşünmezdi. İnsanlar ona göre kötüydü, bencildi. Çok da haksız sayılmazdı. İnsanoğlu günahkâr Adem ve Havva'dan aldıkları kanla birdi. Doğuştan günahlarla dolu doğuyorlardı. Yine de onların bir şansı vardı, dünyalarında iyi bir insan olarak yaşarlarsa affedilirlerdi. Ancak kader bu çocuklara, büyüklere ikinci şansı vermemişti.

Genç doktor titreyen ellerini sertçe birbirine bastırıp, kafasını hafiften etrafı görecek şekilde kaldırdı. Nefes almakta zorlanıyor, kuru boğazı ile yutkunmaya çalışıyordu. Havada boğucu sıcaklık ve insanı mayıştıran bir meltem vardı. Askerlerin çamurlu botlarının yere değerken çıkardığı sesler Hoseok'un kulağında tekrar tekrar yankılanıyor, korkunun bütün vücudunu sarmasına neden oluyordu. Elleri ile yüzünü avuçluyor ve tekrardan dizleriyle buluşturuyordu. Olduğu kirli duvara yaslandı ve dizlerini daha da kendine doğru çekti.

Ne yapacaktı? Ona akıl verecek biri bile yoktu. Yapayalnızdı, korkaktı. Gözü ölümden o kadar korkuyordu ki, her şeyi yapabilirdi. Sonradan pişman olacağını bilse bile yapardı.

Bir grup asker tek tek evleri dolaşıp soykırımda katledecekleri insanları topluyorlardı. Bu haberi bir hafta önce iki askerin konuşmasından duymuştu ve kimseye bahsetmemişti. Aileler hiçbir şeyden habersiz götürülüyorlardı. Topladıkları kişiler; Yahudiler, Slavlar, Romanlar, eşcinseller, engelli siviller, esirler ve siyasi muhaliflerdi. Bunu ilk duyunca korkudan ne yapacağını bilemez hale gelmişti. Sadece evine kapanıp kendini yavaşça yiyip biritmişti. Onca insan ölecekti, erkekler, kadınlar, azınlıkta kalanlar; daha hayatlarını yaşayamamış, umutları yok edilecek çocuklar. Bunları düşündükçe hepsinin bir rüya olmasını istiyordu. Ne yazık ki kimse onu bu kabustan uyandıramazdı. Dünya savaş ilanlarını vermişti, şimdiden binlerce insanın öldüğü haberleri minik şehrinde gazetelerin en başında yer almıştı. El üstünde tuttuğu çocuklarını savaşmaları için gönderip ölü bir şekilde geri alan annelerin acı yakarış ve yasları kasabaya gölge düşürmüş, hüzün ile sarmıştı. Bazı kadınlar çocuklarının, kocalarının ölülerini bile geri alamıyordu, herkes mahvolmuştu. İnsanların bu kadar sorunları varken bu sefer sırf normalin dışı olarak görüldükleri için öleceklerdi. Yaşadıkları topraktan kan kokusu geliyor, hiçbir zaman bu savaşların durmayacağını keskin bir dille belli ediyordu. Tanrı tekrardan öcünü güçsüzlerden alıyor olmalıydı, her seferinde aynıydı. Yukarıdakilere zarar gelmezdi.

Hoseok da soykırıma kurban gideceklerdendi. Babası Yahudi'ydi, burada saklanması bir işe yaramayacaktı. Askerler onu evinde ve sağlık ocağında bulamayınca mutlaka başka yerlere bakacaklardı. Bir Yahudi kökenlinin kaçmasına bu kadar kolay izin veremezlerdi. Aklından geçirdiği düşünceler ve korku çok zayıf olduğunu gösteriyordu. Ancak Hoseok'u anlayamazlardı. Eğer şu an olduğu durumda olsaydılar, o zaman anlarlardı; ölüme bu kadar yakın olduğunu görselerdi anlarlardı. Doktor olmasına rağmen cesaretsizdi. Gördüğü kan ve parçalanmış bedenler korkutmuyordu, kendisini korkutan tek şey ölümdü; gaz odalarına götürülmek ve cayır cayır yanmak. Bunların hepsinden habersiz olsaydı belki de daha da acısız olurdu her şey. Ancak kimsenin bilmediği şeyleri yanlışlıkla duymuştu ve bir haftadır paranoyakça düşünüp kafayı yeme raddesine gelmişti. Hak etmediğini düşünüyordu, bunları yaşayacak nasıl bir kötülük yapmış olabilirdi ki? Gözlerinden tekrar yaşlar süzülmeye başlamışken toprakla kirlenmiş eli ile aceleyle ağzını kapattı. Eğer sesini çıkarırsa işler daha da tehlikeli bir hale gelebilirdi. Sakin kalmaya çalışarak aklına güzel düşünceler getirmeye çalıştı ancak işe yaramıyordu. Tek düşündüğü katliamdı, savaşlar ve ölüm. Beyaz önlüğünün uçları çamura bulanmış, yanakları ise göz yaşlarıyla ıslanmıştı. Titrek bir nefes verip duvarın ötesinde göz gezdirdi. Taşlı yolun görünüründe hiçbir asker yoktu. Cadde bomboştu, nereye gitmişlerdi?

Belirsizlik genç doktoru daha da gererken arkadan sert bir kolla tutulmasıyla yerinden sıçradı. Kalbi çıkacak kadar hızlı atıyordu, nefesi düzensizleşmişti. Ensesine çarpan sıcak nefes olduğu yerde ölmek istemesini kolaylaştırıyordu. Gerginlikle arkasına dönünce kendisi gibi genç bir askerin olduğunu gördü. Askerin kömür karası kısa saçları yeşil ve keçe bir bereyle gizlenmişti. Esmer teni güneşin öğle ışığı ile birleşiyor, şakaklarından süzülen ter ise sıcak bir görüntü yaratıyordu. Bakışlarından ne kadar sert ve emrivaki bir insan olduğu anlaşılıyordu. Hoseok'un yakalanmanın etkisiyle dili tutulmuş, bir kelime bile çıkmaz olmuştu ağzından. Karşısındaki asker kaşlarını çatarak doktoru sertçe ayağı kaldırdı ve kalın dudaklarını araladı. "Saklandığına göre aradığım kişi sensin."

Hoseok hızla kafasını hayır dercesine salladı ve uzun süre konuşmamaktan dolayı pürüzlü çıkan sesiyle cevap verdi. Yaklaşık iki gündür kimseyle konuşmamıştı, duyduğu şeyler kolay sindirilebilecek gibi değildi. Herkese kendisi soyutlamıştı bile, sadece ağlıyordu. Kendini odasına kapatıyor ve sabahlara kadar ağlıyordu. Hiçbir şey istediği gibi değildi, ne yapacağını bilmiyordu. Titreyen kolunu sıkı tutuştan çekmeye çalıştı ve tekrardan konuştu. "Hayır... Kimden bahsettiğini bilmiyorum."

Asker daha da sinirlendiğini belli edercesine dişlerini sıkarak konuştu. "Jung Hoseok, benden bir şey saklayabileceğini mi sanıyorsun?" Bir sırıtma verip yanağındaki derin gamzeleri gösterdi. "Ya da Doktor Bey mi demeliyim?" Hoseok duyduğu kelimelere karşılık vermemiş, teslim olurcasına kafasını aşağı eğmişti. Asker, karşısındaki doktorun daha fazla direnmeyeceğini anladığında tuttuğu kolla ilerlemeye başladı. Karşısına çıkan aracı ve diğer asker arkadaşlarını görünce kalın sesiyle yüksek, bir tonda bağırdı. "Son olarak buydu değil mi?" Arkasındaki bedeni gösterip devam etti. "Listede eksik olan başka var mı?" Suyunu yudumlayan askerden, "Hayır Namjoon," cevabı çıkarken kafasını olumlu bir şekilde salladı. Açık kahverengi saçlı asker cümlesini bitirmediğini belli eden bir homurdanma verdi. "ama başka kişi olmadığını düşünüp bütün arabayı toplama kampına gönderdi."

Namjoon sorarcasına, gevşekçe bir şeyler söyleyen askere baktı. "Kim gönderdi şu lanet aracı?" Asker sorulan soruyla direkt yanındaki kilolu adamı gösterdi. "Tabii ki James gönderdi, böyle bir aptallığı yapacak başka biri tanıyor musun?" Omuzlarını silkeledi ve sırıttı. "Ben şahsen tanımıyorum." Bunu demesiyle James ile tartışmaya düşmeleri bir oldu. Birbirlerini omuzlarından itekliyor, aralarında küfürleşiyorlardı. Namjoon daha fazla sese ve kavgaya dayanamayarak tüfeğini sertçe yere vurdu. İki asker de sert tepkiye karşı çenelerini kapatmışlardı. Namjoon sessizliği sağladığında tüfeğini geri koluna aldı. "Siz bu araçla gideceksiniz ve ben de yanımdaki doktorla gitmek için araç getirteceğim."

James inkâr ederek bağırdı. "Sen neden kendine özel araç getirtiyorsun?" Namjoon sabır dilercesine nefesini verdi. Cidden bazen arkadaşlarıyla uğraşmaktansa ölmeyi yeğliyordu. "Çünkü ben sizin gibi düşük bir rütbede değilim. Bu yeterli bir sebep değil mi? Şimdi kapayın o çenenizi ve giderken bir zahmet aracı çabuk göndermelerini söyleyin." Askerler sert cevapla seslerini çıkarmayıp hızla araca bindiler ve ayrıldılar. Arkalarında koca bir toz bulutu oluşmuş, Hoseok'un gürültülü bir şekilde öksürmesini sağlamıştı. Eliyle tozu itmek istercesine salladı ve gözlerini kırpıştırdı. Yüksek öksürüğü duyan Namjoon merakla arkasına dönmüş ve gülmüştü. Hoseok, "Bu adam neden durmadan gülüyor?" diye düşünmekten kendini alamıyordu. Korkmasına rağmen karşısındaki neşeli asker sayesinde öleceğini bir nebze olsun unutuyordu.

Namjoon fazla süren sessizliğin ardından ellerini sertçe birbirine vurarak gamzelerini çıkardı. "Hoseok, doktorsun sen değil mi?" Hoseok kendisine tekrardan sorulan soruya karşı gözlerini kıstı. "Doktor olduğumu anlaman için kaç kere daha teyit etmen gerekli ve şu an tek sorun bu mu? Birçok insanı öldüreceksiniz, içinizde ufak da olsa bir vicdan azabı yok mu? Duygusuzsunuz, hepinizin tozlanmış kalpleri var." Namjoon aracın yaklaştığını görünce az önceki dertsiz havasından çıktı ve ciddileşti. Araç tam önünde durduktan sonra elini kapı koluna attı ve açmadan önce Hoseok'a baktı. "Biz duyguyu değil, savaşmayı öğreniyoruz. Birden çok ceset görsen emin ol senin de kalbin tozlanır doktor."

Hoseok ensesinden tutularak karşısındaki çok bilmiş asker tarafından koltuğa oturtuldu. Namjoon da onunla birlikte arkaya oturdu ve kapıyı kapadı. Öndeki şoföre sürmesini söyledi ve atlar ilerlemeye başladı. Hoseok ise kolunun daha da sıkı tutulmasıyla yüzünü buruşturup ufak bir inilti bıraktı. "Kolumu bırakabilirsin artık, kaçacağım yok." Namjoon bunu mantıklı bulup kolunu serbest bıraktıktan sonra konuşmaya devam etti. "Hem unuttuğun bir şey var, ben doktorum asker. Senin gördüğün kaç cansız beden varsa benim de o kadar var. İnan ki kalbim hâlâ taşlaşmadı."

Namjoon kendine söylenen iğneleyici cümleyi duymazlıktan gelmişti. Hoseok ise gözlerini dışarıya çevirmiş ve en ufak yaşam kırıntısı vermeyen yıkılmış evlere dikmişti. Belki bir ay öncesine kadar her evde bir aile vardı, şu an ise her şey bitmişti. Dünya bundan sonra barış ilan eder miydi, bilmiyordu. Son aylarıydı belki de, nasıl öleceği de cevapsızdı. Düşünebildiği tek şeyin kendisi olması onu tam şu an bencil yapabilir miydi? Hoseok ölmek istemiyordu. Yaşamak ve daha fazla insanın hayatını kurtarmak istiyordu. Çocuklarla biraz daha zaman geçirmek ve oyunlar oynamak istiyordu. İstediği şeyler büyük istekler de değildi.

Gözlerinin yavaşça kapanmasıyla derin bir uykuya dalacağını anladı. Belki de son uykusu olacaktı. Artık her anını sonmuşçasına yaşıyordu. Uyumak son vakitlerine göre değerli miydi, kimine göre değişirdi ama bu Hoseok'un oldukça hoşuna gitmişti. Rahat olabildiği tek yerin rüyalar olması ne kadar acınası olduğunu gösterse de o bunu seviyordu. Bir süreliğine gerçekleri yok sayabildiği bir yer elbette onu mutlu ederdi. Dertsiz ve tasasız, normal bir şekilde hayatını sürdürme düşüncesi neden çok absürt gelsin ki?

Ölüm bilinmezdi, sonrasında nereye gideceğin ve ne olacağı. İnsanlar sadece inanırdı, kötülerin cezalandırılacağı ve iyilerin ödüllendirileceği bir yerin olması düşüncesi çoğunu rahatlatırdı. Hoseok iyiliğe inanıyordu, kötülüğün elbet bir gün biteceğine de. Yine de her şey inanmakla olmuyordu. Genç doktor sadece yaşıyordu, anlamsızca. Tek hedefi herkesi iyileştirmekti. Buna rağmen o bile şu an bencildi, sadece kendini düşünüyor ve bir an önce kurtulmak istiyordu. Ölüm bilinmez olduğu kadar da berbattı. Kim ölüm denilen veda ile karşılaşsa bencilleşirdi. Hayatın acı sürprizlerinden biriydi.

-

Genç doktorun sarsılarak uyandırılması üzerinden bir dakika geçmişti. Daha ne olduğunu anlayamadan Namjoon tarafından sürüklenerek kampın olduğu alana doğru ilerledi. Etraf ıssızdı ve kurumuş otlardan oluşuyordu. Güneş batmak üzere olduğundan havada kırmızımsı bir renk hakimdi. Toprak susuzluktan kurumuş, her ayak basıldığında minik ve topaklanmış parçalarını etrafa saçıyordu. Hoseok ifadesiz bakışlarla etrafında göz gezdiriyor, uykusunu alamadığı için uykulu bir şekilde sendeliyordu. Uykusunu almasını da beklemiyordu ki zaten, bu fazla olurdu.

Namjoon James'i görünce başkomutanın gelip gelmediğini sormak için duraksadı. Elini beline atmış ve doktora durması için bir işaret vermişti. Hoseok da komuta karşı durmuş, bekliyordu. Aklından kaçma düşüncesi bile geçmemişti. Çünkü her türlü yakalanacağının farkındaydı, artık ne olacak gerçekten umurunda değildi. İçeriden gelen bulanık seslere odaklanmaya çalışırken Namjoon'un hiddetli sesi etrafa yayılınca merakla arkasını döndü. Namjoon koşarak kendisinden ayrılmıştı. Karşıdan sedyenin üzerinde bir beden getiriliyordu. Kapıya doğru yaklaşınca Namjoon panikle etrafta dönmeye başladı. Sedyeyi taşıyan askerlere bağırarak başkomutanı kendi yerine götürmeleri söylendiğinde Hoseok kim olduğunu sonunda anladı. Askerler aceleyle götürürken James, Namjoon'a döndü. İkisi de ne yapacağını bilemez bir şekilde birbirlerine bakıyordu. "Doktor lazım, nereden bulacağız?"

Namjoon sorulan soruyla düşünmeden Hoseok'a döndü ve James'e işaret etti. "O zaten doktor." James kaşlarını çattı ve sessizce konuştu. "Namjoon o toplama kampına gidecek, yapmayı düşündüğün şey delilik!"

Namjoon duyduğu şeyle James'i kolundan çekti. "Başka şansımız mı var? Doktor eksikliğimiz var zaten, ayrıca başkomutanın artık özel bir doktoru olması lazım." Gözlerini Hoseok'ta gezdirip devam etti. "Kimliğini gizleriz, olur biter."

James Namjoon'un söylediği şeye sonunda hak vermiş ve Hoseok'u götürmesini söylemişti. Namjoon aldığı onayla Hoseok'u tekrardan kolundan tuttu ve sedye ile taşınan bedenin arkasından ilerlemeye başladı. Hoseok olanlardan hiçbir şey anlamadığını belli ederek yüzünü buruşturdu. "Ne oluyor?" Namjoon ilerlerken cevap verdi. "Duaların kabul oldu, ölmüyorsun doktor." daha da açıklamak amacıyla biraz daha da geriden ilerledi. Diğer askerlerin duymaması gerekiyordu. "Başkomutanın şu an özel bir doktoru yok, aynı zamanda bu bölgede bir doktorumuz da yok. Sen aslında bizim için şanssın." Hoseok duyduğu şeyleri algılayamıyordu. İşkenceden, ölümden kurtulmuştu, bu hayatının dönüm noktasıydı. Bir süreliğine korkudan uzaklaşacak ve kendi mesleğini yapmaya devam edecekti. İçindeki sevinci anlık şokundan dolayı yansıtamıyordu ve yansıtmaması iyiydi.

Bundan sonra ne olacağını bilemezdi ama bu an için de Tanrı'ya sonsuz teşekkürlerini iletirdi.

Continue Reading

You'll Also Like

1.1M 112K 35
Oyunculuk kariyerinin dibe çöktüğü sırada bir gay dizisinden teklif alan Kim Taehyung ve ilk kez başrol olacak olan Jeon Jeongguk'un ortak projesi. |...
49.2K 10.4K 11
oğlum sadece en sevdiği oyuncakları kırıyor. ben onun yok ettiği kumdan kalelerin kralıyım omegaverse, etl texting
11.6M 572K 87
18 yaşında genç bir kızın yolu çıkmaz bir sokakta hiç kesişmemesi gereken bir adamla kesişti. Adam hayata ve mavi renge küskündü. Genç kızla beraber...
295K 21.7K 20
+82... -gercekten g noktan el bileklerin mi? -hassiktir texting / semetae [düzenlendi] ୨୧ #1-taekook {200823} #1-jungkook {230823} {311223} #1-jeongg...