Dancing With Devil.

By hagnetsu

37.5K 4.3K 4.9K

Onun zihni kirli ve elleri üzerimde, Oh, evet sen şeytansın ve beni de yakacaksın. Geceyi tutuştur, bu bizim... More

1.Bölüm
2.Bölüm
3.Bölüm
4.Bölüm
5.Bölüm
6.Bölüm
7.Bölüm
8.Bölüm
9.Bölüm
10.Bölüm
11.Bölüm
Şeytanın Kirpiklerinden Dökülen Küller.
Şeytanın Parmak Uçlarından Dökülen Küller
12.Bölüm
13.Bölüm (NSFW)
14.Bölüm
15.Bölüm
17.Bölüm
18.Bölüm
19.Bölüm
20.Bölüm|FİNAL.
Yıldızın dileği, gecenin ta kendisi|ÖZEL BÖLÜM
Şeytanın gölgesi değil, Sadece Xiao Zhan|ÖB.

16.Bölüm

1.1K 151 204
By hagnetsu

Ailenizi seçemezdiniz.

Kötü bir aileye sahip olmak çocukların elinde olan bir şey değildi. Kötü bir annenin karanlık gölgesini, çocuklarının aydınlık yollarına düşürüp karartmasını engelleyemezdi kimse. O yolu gözlerini açtığı an karanlık bilmiş bir çocuğa aydınlığı anlatamazdınız. Kötü bir babanın gökyüzünü aydınlatan güneşi çökertip, zifiri karanlığı çocuklarının göğünde sonsuz yalnızlıkla beraber doğurmasına karşı çıkamazdınız.

Dün hissettiğim yorgunluk, kendisini bugünüme de taşıyabilmişti. Hayır, fiziksel olarak hiçbir sorunum yoktu fakat zihnim, dün gecenin kelimelerini taşımanın huzursuzluğunu hala hissediyordu. Boğazımda hala hayalet bir el vardı, saçlarımın köklerine zehrini bırakan yılan benimleydi.

Güneş, sadece gece gökyüzünü yarana kadar aydınlığını koruyabiliyordu. Güneş çoktan doğmuştu ama gökyüzümde hala annemin doğurduğu gece hakimdi. Yıldızlarım sönmek üzere gibiydi, gece çok yoğundu.

Ayaklarımı sürüyerek sınıfa girdiğim an üzerimde tanıdık bakışları hissettim. Gözlerim gözlerini bulmadan önce gökyüzümde şafak sökmeye başladı, yıldızlarım şafağın ışığında kaybolmadan gecenin yoğunluğuna kafa tutar gibi ışıldadı.

Gözlerim gözlerini bulunca boğazımdaki eller küle döndü. Hissettiğim yorgunluk, gözlerindeki sıcak ışıltıları gördüğü an yerini ağır bir huzura bıraktı.

Ailenizi seçemezdiniz. Ama bazı insanlardan kendinize gerçek bir aile kurabilirdiniz. Ona doğru attığım her adımda sağ cebimde benimle olan küçük anahtar bacağıma batıyordu. Kötü bir ailem vardı, kendimi hiçbir yere ait hissetmez, evsiz tanımlardım. Şimdiyse cebimde evimin anahtarı vardı, ailem kendi yeri yerine Jiyang'ın olması gereken yerde beni izliyordu.

Gülümsedi, gülümsedim ve hüznümün nefretini taşıyan çiçeklerim onun sevgisinin baskısıyla boyunlarını büktü.

Neden daha önce böylesine güzel gülümsediğini görmemiştim?

"Selam." dedi yanına geldiğimde.

"Burada ne işin var? Jiyang'ın yeri burası."

Gözlerindeki ışıltılar muzip bir hal alırken yarım ağız gülümsedi. "Artık değil."

Çantamı kalorifer tarafına atıp, geçmem için bıraktığı küçük boşluktan bacaklarına sürtünerek geçtim. "Sen delisin."

Ufak bir kıkırdama dudaklarından kaçarken onunla beraber gülümsedim."Evet, bunu daha önce de söylemiştin."

Xiao Zhan avucunu çenesine yaslayarak, parıltılarını söndürdüğü gözleri ile bir süre hareketlerimi inceledi. Bense başımı sıraya yaslamış, bakışlarının ağırlığında ona karşı tüm kırıklarımı açmak isteyen tarafımı baskılamaya çalışıyordum. Ne olduğunu anlaması için gözlerime bakması yeterdi, bunu biliyordum. Bu yüzden bakışlarımı ondan kaçırarak kesik bir nefesi ciğerlerime doldurdum.

O her bana baktığında varımı yoğumu önüne saçmak isteyen bir tarafım vardı, durdurulamazdı. Tırnaklarımı keserken yanlışlıkla etime dokundursam bile, gidip ona bunun acısı için sızlanmak ve teselli etmesini bekleyen o tarafım her şeyden daha güçlüydü. Sadece şeytanın gölgesinin varlığını bile hissetmek, tüm hislerimin alt üst olmasına yetiyordu.

"Anlat." dedi ben konuşmadan önce. Sınıf yavaş yavaş doluyordu ama ikimizin de umurunda değildi. O dışında hiç kimsenin varlığını hissetmiyordum.

"Bana, babamın hayal kırıklığı olduğumu önceden bildiği için kendisiyle beraber terk ettiğini söyledi." diye mırıldandım. "O an saçlarım acıdı, ama sonra geçmesi lazımdı."

Gözlerimi ona çevirirken sertçe yutkundum. "Ama Zhan, saçlarım acıyor. Saçlarım çok fazla acıyor."

Gözlerindeki dumanlar tüm irislerini sararken parmaklarını yavaşça saçlarıma attı. Derimde dolaşan parmakları saçlarımdaki yılanı kovuyordu sanki. Parmak uçları her bir tutamında gezerken, kırık turuncu arabamın tekerinin tamir edildiğini hissettim. Bom boş olan turuncu duvar onun resimleri ile doluyordu, turuncu bavulun tekerleri kırılıyordu ve ilerleyemiyordu, yarım kalan yapboz parçaları tamamlanıyordu. Turuncu'nun dilini koparıyordu, kalbini söküp atıyordu sanki.

Yanık parmak uçları saçlarımda geziyor, yetim kalan çocukluğumun kimsesiz bırakılmış yaralarını okşuyordu. Saçlarımda parmak uçlarından dökülen küllerden bir sokak kuruyordu, hissediyordum. Kül kokan sokakta caddeler sessizdi, gece hakimdi ama yıldızların ışığı güneşi aratmayacak şekildeydi. Kül kokan sokakta Turuncu'nun sesi yoktu. Kül kokan sokağın caddeleri her rengi barındırıyordu. Attığım her bir adımda başka bir renge bulanıyor, tüm renklerden bir parça taşıyordum. Kül kokan sokakta caddenin sonunda onun silüeti vardı, renklere bulanmış bir şekilde ona varmamı bekliyordu.

"Sen hayal kırıklığı değilsin," dedi elleri hala saçlarımdayken. "Hayallerinin peşinden kırıklarıyla koşan bir deli yüreksin."

"Artık sen varsın," dudaklarımın kenarlarının kıvrılmasına izin verdim. "Her zaman kırıklarımı okşarsın, değil mi?"

Dudakları bir şey söylemek için aralansa da sınıfa giren öğretmen yüzünden susmak zorunda kaldı. Saçlarımda hissettiğim parmakları, arkasında ince bir sızı bırakarak ayrılırken yutkundum ve önüme döndüm. Saçlarımda hissettiğim ince sızı kalbime sürünmeye başlamıştı. Elinin her zaman tutmam için benimle olacağından emindim. Ben onu görmüyorken bile pes etmeyip, sabırla görmem için elini hiçbir zaman çekmemişti. Yine de, cevap veremediği o saniye içerisinde zihnimde göğsümün sıkışmasına neden olan bir ihtimal belirmişti.

Ya bir gün elimi uzattığımda varlığını hissetmeseydim ve boşluğa düşseydim?

Göğsümde hissettiğim yangın bu ihtimalle ateşini cenneti kül edebilecek kadar harlamıştı. Bakışlarımı onun düşünceli suratından çekmeden titrek bir nefes aldım. Yanımdaydı, elleri benimleydi, gölgesi ve gözleri tüm sokaklarımın başında nöbetteydi. Ruhu da, kalbi de benimdi.

Buradaydı ve düşüncelerin hiçbir önemi yoktu.

Bulutların bulanıklaştırdığı zihnimi her ne kadar derse vermeye çalışsam da, burnuma dolan kül kokusu ve sadece bir gecede ona karşı hissettiğim muhtaçlık hissi yüzünden hiçbir şeye odaklanamıyordum. Benim aksime dikkatli bir şekilde not tutan şeytanın gölgesinin gözleri arada bana kaymaktan başka hiçbir şey yapmıyordu. Benimse gözlerim sürekli onu izliyor, kulaklarım onun nefes seslerinden başka hiçbir sesi duymak istemiyordu.

Omuzlarını sıkıca sarmış olan beyaz gömleği teninin rengini hafifte olsa belli ediyordu. Havalandırıp sağa doğru yatırdığı saçlarından birkaç asi tutam alnına düşmüştü. Dudağının köşesinde duran yara izi hala oradaydı, dudaklarımın izini taşıyordu. Kemikli elleri parmaklarındaki kalemi sıkıca kavramış, dağınık el yazısıyla not tutuyordu.Elindeki kalem benimdi. Hafifçe kısılmış olan gözlerine eşlik eden titreyen kirpikleri ve öne doğru büzdüğü dudakları anlamak için büyük bir uğraş verdiğini kanıtlamak istiyor gibiydi.

Onun dersle verdiği savaşa gülümseyip, alt dudağımı dişlerimin arasına aldım.

"Zhan," dedim fısıldayarak. Pantolonumun üzerinde duran ellerim, parmaklarını içe doğru kıvırmıştı. "Oyun oynamaya ne dersin?"

Kaşları hafifçe çatılırken bana kaçamak bir bakış attı. "Aklından ne geçiyor Tilki?"

Yutkunup pantolonumun üzerinde duran elimi, sıranın altından küçük hareketlerde bacağına doğru kaydırmaya başladım. Gözleri elimin her hareketini takip ediyor, irislerinde yanan ateşler rengini koyulaştırıyordu. Soğuk parmaklarım pantolonunun üzerinden bacağının üst tarafını kavradığında, Zhan bakışlarını suratını inceleyen gözlerime dikti.

"Yibo," dedi uyarırcasına. "Ateşle oynuyorsun, yapma."

Bacaklarını kavrayan avucumu baldırlarına doğru çıkarıp mırıldandım. "Belki de o ateşte yanmak istiyorumdur."

Zhan'ın tedirgin gözleri sınıfı yoklarken, gözlerimi üzerinden çekmedim. Elimin altındaki bedenin ne kadar kasıldığını hissedebiliyordum, az önceye kadar düzenli olan nefesleri hızlanmaya başlamıştı. Dudaklarımın bir köşesini kıvırıp parmaklarımı iç bacağında dolaştırmaya başladım. Ellerimin altındaki eti sıkıca kavrıyor, her hareketimde hızlanan nefesini gülümseyerek izliyordum.

"Sinsi Tilki," dedi tekrar. Dişlerinin arasından çıkan sesi boğuktu. "Benden soyunma odasının intikamını mı alıyorsun?"

"Bilmem, öyle mi yapıyorum?"

Parmaklarımın daha fazla hareket etmesine izin vermemek için aralıklı duran bacaklarını kapatmaya çalışsa bile, ayağımla ayağını sararak bu hareketini engelledim. Ona dokunmak istiyordum. Ona dokunmak, belirsizleşmeye başlayan sızının bir daha asla belirmemesini sağlamak istiyordum. Sıcaklığını hissedince, dokunuşunu tadınca bitiyordu her şey. Hep öyleydi, hep öyle olmuştu.

"Yibo," dedi tekrar. Bacağında duran elimi uzaklaştırıp muziplikle parlayan gözlerini gözlerime değdirdi. "Şimdi olmaz, burada değil."

"Öyleyse nerede?" sabırsız sesimin biraz yüksek çıkmasını engelleyememiştim. "Ne zaman?"

"Wang Yibo! Xiao Zhan!"

Matematik öğretmeninin sesi aramıza bir makas gibi girerken, göz temasını kesip suçluklukla önüme döndüm. Oldukça mükemmeliyetçi olan matematik öğretmeni ise aynı siniri taşıyordu. Uzun tırnakları olan parmaklarıyla kapıyı işaret edip devam etti."Konuşmanızı dışarıda tamamlayın lütfen, dersimde değil."

Dersten çıkacağım için gözlerim parlasa bile, anneme mesaj gideceği gerçeğini görmezden geldim. Benim aksime Xiao Zhan omuzlarını düşürmüş, dersin başından beri düzgünce not almaya çalıştığı defterine suçlulukla bakıp ayaklanmıştı. Uzun bacakları ile hızlıca sınıftan ayrılırken, peşinden onu takip ettim.

Arkasında olduğumu biliyordu. Başını geriye çevirmeden bom boş olan koridorda yürümeye devam ediyor, adımları kütüphaneye giden yolu sert adımlarla dövüyordu. Adımları düzenli olsa bile dağınıktı. Elleri ceplerindeydi, sırtı derin nefesleri yüzünden havaya kalkıyor ve beyaz gömleğin daha da daralmasını sağlıyordu. Saçlarının arkası düzenliydi, dağıtmak isteyeceğim kadar çok düzenli hemde.

Dim dikti, yere basan ayakları güçlüydü, sırtı herşeye ve herkese karşı zafer bayrakları taşıdığını kanıtlamak ister gibi havaya kalkıyordu. Yenilmezmiş gibi görünüyordu ama gözlerine bakınca aslında çoktan bana yenildiğini görebiliyordum.

Tıpkı benim de ona karşı yenildiğim gibi. Tıpkı her zaferimde bayrağımı taşırken yanımda olduğu gibi, kalan son zafer bayrağımı elime onun vereceğine inandığım gibi.

Hiç kimsenin olmadığı kütüphaneye girince, onu takip ettim ama içeri girer girmez ardımdan kapıyı elindeki anahlatla kilitleyip tehlikeli bir şekilde gülümsedi.

"Anahtar neden hala sende?" dedim ona yaklaşırken.

"Geri vermeye fırsatım olmadı, iyi ki de olmamış."

Yüzündeki gülümsemeyi silmeden bana doğru yaklaştı, kemikli elleri ile belimi sarıp suratlarımız arasındaki mesafeyi kısalttı. Ellerim anında düzenli olan saçlarını bulurken onun gibi gülümsedim. "Nerede ve ne zaman olduğunu sormuştun değil mi?" dedi günahkar bir sesle. Gözlerindeki parıltıların rengi koyu kırmızı bir hal almıştı, gözlerinde yatan şehvet iliklerimi titretecek kadar fazlaydı. Dudakları dudaklarımın üzerindeylen fısıldadı. "Şimdi, burada."

Ateşinden yaşam akan dudakları, dudaklarımı esir aldığında saçlarında duran elimi bastırıp kendime daha fazla çektim. Dudaklarımı emen dudakları şifa gibiydi. Cehenneminde yanan ateşlerin sürekli beni yakmak istediğini düşünürdüm. Ateşinin yatağı olan dudaklarına dokunmanın bile beni eriteceğini, o ateşin sürekli nefretimle canlı kaldığını sanardım. Oysa şimdi, dudakları dudaklarımdayken, dili dilimdeyken ve ben o yatağın içinde kavruluyorken aslında o ateşin barındırdığı şeyin şifa olduğunu anlıyordum. Çaresiz bir sevgiyle harlanan ateşin, sadece onu yaktığını anlıyordum.

Saçlarındaki ellerimi yüzüne indirip öpüşümü daha da sertleştirdim. Belimdeki elleri usulca bacaklarımı kavrayıp bedenimi havaya kaldırmış, dudaklarımızı ayırmadan birkaç adım yürüyüp vücudumu uzun bir masanın üzerine bırakmıştı. Belinde duran bacaklarımı geri çekmek yerine daha da sıkılaştırdım ve neredeyse tek beden olacak şekilde onu kendime yaklaştırdım. Aramıza giren milimlik mesafeye dahi tahammülüm yoktu. Tenin sıcaklığı tenimdeydi, nefesi nefesimde, dudakları dudaklarımda ve kalbi kalbimin üzerindeydi.

Dudakları dudaklarıma hükmederken her şeyi unutmuştum. İsmimi, vatanımı, dünümü, yarınımı, kırgınlıklarımın hepsini unutmuştum. Sorsaydınız ismimi, Xiao Zhan'ın Tilki'si derdim. Sorsaydınız yurdumu, Xiao Zhan'ın kalbi derdim. Dünümü sorsaydınız Xiao Zhan'ın geçmişi derdim, yarınım Xiao Zhan'ın gülüşleri, bugünüm Xiao Zhan'ın dudakları derdim. Kırgınlıklarım Xiao Zhan'ın mutluluk çiçekleri ektiği topraklarım derdim.

Dudakları dudaklarımdan ayrılırken, kararmış gözlerine bir süre bakıp başımı omzuna yasladım. Parmakları anında turuncu saçlarımı bulmuş, diğer eli sırtımda naif bir şekilde dolaşmaya başlamıştı.

"Omzun nasıl bir yer biliyor musun?" diye mırıldandım. "Omzun zamanın durduğu ve benim kokunla sonsuz olduğum bir yer."

"Omzumda başını hissetmek nasıl bir şey biliyor musun?" dedi aynı şekilde. Saçlarımdan çektiği parmakları çenemi kavramış, yüzünü yüzüme yaklaştırmıştı. "Kilit vurulmuş yalnız bir evin yıllar sonra kapısının açılıp, ocağında aş pişmesi gibi."

Dudaklarını tekrar dudaklarımın üstüne kapattı, dişleriyle alt dudağımı çekiştirdi. Çenemdeki eli omzumu kavrayıp bedenimi masaya doğru yatırıyorken, bacaklarımı belinden çektim. Dudakları hala dudaklarımdaydı, elleri bedenimde geziniyordu. Uçlarından küller dökülen parmakları göğsümü, karnımı okşuyor, baldırlarımda dolaşan eli ereksiyonuma yaklaşıyordu.

Önce dudakları ayrıldı dudağımdan, öpüşü yönünü çeneme çevirdi ve kısık bir sesle inlememi sağladı. Çenemden ıslak bir yol oluşturarak boynuma inmeye başlayan dudakları, geçmeye başlayan izlerin üzerinde duruyor ve her birini yenilediğinden emin oluyordu.

"Zhan," dedim inlemelerimin arasından. Ereksiyonumu sıvazlayan eli yüzünden nefesim kesikleşmişti. Gözlerimin önünde tüm yıldızlar kayıyordu. "Dur, burada olmaz. Birisi göre-ah!"

Dokunuşlarından dolayı başım geriye düşmüş, zihnimde havai fişekler patlamıştı. Şeytanın gölgesi uyarımdan sonra yavaşça bedenini uzaklaştırdı benden. Hissettiğim adrenalin ve zevk yüzünden yerimden dahi doğrulamazken, yoğun bakışlarını üzerimde hissediyordum. Dudaklarımı yalayıp zorlukla doğruldum, üstünü düzelten uzun bedene kısa bir bakış attım.

"Okuldan sonra seni bir yere götürmek istiyorum," dedi saçlarını düzeltmeye çalışırken. Onun aksine dağılmış hiçbir tarafımı düzeltmek istemiyordum. Dokunuşlarının izleri benimle kalsın istiyordum. "Gelebilir misin?"

Oturduğum masadan sakince aşağı atladım. "Eve gitmem lazım. Ondan sonra sana mesaj atarım."

Gözlerindeki ışıltılara ayna olacak şekilde bir gülümseme dudaklarını usulca kapladı. Sıcacık oldum. Kendime şaşırıyordum. Nasıl böylesine kör olabilmiştim? Nasıl böylesine uzak kalabilmişti?

"Kalan derslerde yanında oturmayacağım," dedi kütüphaneden çıkmadan önce. Sesi sitem ediyordu ama kızgın değildi. "Yoksa diğer derslerden de atılırız gibi geliyor."

Ufak bir kıkırtı dudaklarımdan kaçarken sesimi çıkarmadım, haklıydı. Yanımda olduğu an dünyam duruyordu, dünyam o oluyordu ve her şeyi unutuyordum. Onun da benden akıllı olduğu söylenemezdi, bu yüzden uzak kalmamız daha iyi olacaktı.

Zilin sesi ile önce o kütüphaneden ayrıldı, ardından da ben. Sonraki derslerde ayrı ayrı oturmuş olsakta kalemimi benden almış, kendi arkası kırık kalemini bana vermişti. Kalemimde bıraktığım ellerimin izi ellerindeydi, ellerinin izi ellerimdeydi ve bu aptal düşünce kalbime kanatlar takan tek şeydi.

Merhametsiz bakışlarda yanan ateş yüzünden teni tenimde değildi belki ama, elinin izi elimdeydi, eli elimdeydi. Bu küçük sır sadece onunla ve benimleydi. Çocukçaydı ama güzeldi.

Öyle güzeldi ki, dersler bitene kadar kalbimde açan kanatlar cennete yükselmeyi bırakmamıştı. O kanatlar şeytanın gölgesi saçlarımı karıştırıp bana veda ederkende benimleydi, eve giden yolu yürürken de.

Ama evin içine girdiğimde gördüğüm yüz, kalbime açan kanatların duraksamasını sağlamıştı. Uçmuyordum, düşmüyordum da. Annemin bir ok kadar keskin olan bakışları üzerimdeyken sessizce yutkundum ve varlığını tamamen görmezden gelerek odama doğru yürümeye başladım.

"Tıpkı bir çocuk gibisin," dedi ben holden geçerken. "Bana karşı çıktığını göstermek için dersi asan bir çocuk. Bu mu senin mutluluk anlayışın? Serseri olmak mı?"

Omuzlarımın aşağı düşmesine izin vermedim. Derin bir nefes alıp bedenimi yavaşça ona döndürdüm. "Anne, yorgunum."

Hızlı birkaç adımda bana ulaşan annem söylediklerimi duymuyor gibiydi. Açık renk gözleri gece gibi kararmış, boynundaki damarlar kabarmıştı. Bakımlı elleri çenemi avuçlarının arasına alıp sıkarken dişlerinin arasından tısladı.

"Kiminle ne yapıyorsun sen?"

Bir eli hala çenemi tırnakları etime gelecek şekilde tutarken, boştaki eli ile gömleğimin yakasından tutup çekiştirdi ve tüm düğmelerin etrafa saçılmasını sağladı. Gözleri vücudumdaki izlerde iğrenç bir şeymiş gibi geziniyor, tırnakları baskısını daha da arttırıyordu.

"Hangi kızla ne haltlar yiyorsun Yibo?!"

O an, kalbimde açan kanatlara gereğinden fazla güvendim belki de. O an annem yıkılsın istedim, o an zincirlerimi kırmak istedim. O an annemin karşısında kendim olmak istedim. Cebimde duran anahtar mıydı bana bu cesareti veren, yoksa dudaklarımda hala baskısını hissettiğim dudaklar mı bilmiyorum ama kalbimde açan kanatlara güvendim ve gözlerim annemin gözlerindeyken sesimi sabit tuttum.

"Kız değil."

"Ne?" Çenemde duran eli şaşkınlıkla aşağı düşmüş, ne dediğimi anlamak ister gibi ince kaşlarını çatmıştı. Dudağımın bir kenarı yukarı doğru kıvrılırken içimin burkulmasına engel olamadım. Yaptığım şey belki de annemle aramdaki zayıf, bir örümcek ağı kadar ince olan bağı tamamen koparmaktı fakat o ağın hiçbir zaman sevgiyle örülmediğinin farkındalığıydı daha çok canımı acıtan.

"Kız değil, erkek. Bir adamı seviyorum."

Yangınlar çıkaran bir adamı seviyorum, yangınında şifa bulduğum bir adamı, yanık parmak uçlarından küller dökülen adamı seviyorum. Yanımda olan adamı, gölgemi, kalbini ve ruhunu bana vermiş olan bir adamı seviyorum dedim. Yetim bırakılmış kimsesiz yaralarıma ev olan bir adamı seviyorum dedim.

"Bir erkeği mi seviyorsun?"

Ama annem sadece kendi cinsimden birini seviyorum dedim sandı.

Önce göz bebekleri titredi, sonra öfkeyle parladı ve havaya kaldırdığı manikürlü ellerini, avuçlarında bir ateş topu barındırıyormuş gibi yanağıma hızlıca indirdi.

İşte o anda, kalbimde açan kanatlar kırıldı ve bem beyaz kanatlara kan sıçradı. Annemle aramızdaki bağ koptu, beklediği tepkiyi alan zihnim hayal kırıklığına uğramadığı için hayal kırıklığına uğradı ve kırılan her bir parçam ruhumda yeni kesikler açtı.

İşte o anda, gözlerim annemin gözlerini bulduğu anda, annem benim için öldü. Ben annem için öldüm. Cennetin kapıları suratıma kapandı, tanrı tüm günahlarımı gördü. Tanrı'nın günahkarlara karşı yapmak istediği tek şey, onları cehenneminde yakmaktı.

Tanrı siyahtı, renkleri sevmezdi.

Tanrı'nın karşısında duran ben ise renklere bulanmıştım.

"Daha ne kadar midemi bulandırabilirsin?" dedi tanrı. İkinci darbesi sol yanağımda patlarken gülümsemeye devam ettim. Gözlerim yaşla doluydu ama gülümsedim. "Daha ne kadar saçmalayabilirsin?"

"Def ol git odana, gözüm görmesin seni. Sakın ben çık diyene kadar çıkma, rezil herif. Sesini bile çıkarma, duydun mu? Öldürürüm seni sesini dahi çıkarma!"

Parmaklarım cebimde duran anahtarı kavrarken arkamı döndüm, sakin bir şekilde merdivenleri çıktım ve aşağıdan gelen bağırma seslerini umursamadan odama girdim.

Acıydı, döndüğüm yer tekrar soğuk odamdı.

Parmaklarım avucumdaki anahtarı daha da sıkıştırıp diğer cebimden telefonumu çıkardı. Ezberlediğim numarayı tuşlarken sesini duyacak olmam, tekrar ona karşı varını yoğunu dökmek isteyen tarafımı tetiklemişti. Gözlerimdeki yaşlar ekrana düşüyordu ama umursamadım, çok geçmeden de ilahi gibi olan sesi kulaklarımı doldurmuştu zaten.

"Tilki?"

"Zhan.." dedim boğuk sesimle. Sessiz bir hıçkırık dudaklarımdan kaçarken alt dudağımı dişledim.

"Yibo? Sorun ne, ağlıyor musun sen?"

Endişeli sesi telefonun ucundan net bir şekilde duyuluyordu. Elimdeki anahtara daha çok tutundum. "Gelip beni alabilir misin?" dedim güçsüz bir şekilde. "Beni evime götürebilir misin Zhan?"

"Geliyorum." dedi aceleyle.

Geliyordu, gelirdi, hep gelmişti. Onu istemesem bile sürekli gelmişti. Yine geliyordu. Ve ben çağırdığım an gelmeye devam edecekti. Tutunduğum şey belki de buydu. Xiao Zhan, şeytanın gölgesi, yollarını yollarıma katar yine de bana gelirdi.

Y.N: Yüce yaratan bana yakınlaşma sahnesi yazma skillini vermemiş, deli gibi çığırmaktan başka bir şey yapmıyorum :/ Olsun. Geçiş bölümleri aşırı sıkıcı farkındayım ama napalım, boş yapmadan kaçıyorum ben

bb.

Continue Reading

You'll Also Like

3.2K 234 20
༄ Başkomiser Park Jimin'in kapatamadığı tek dosya vardı. Tıpkı kapatamadığı yaraları gibi... ༄ 17.07.2023-19.11.2023 ♾
15.6K 2K 42
Tehlikeli bir yakışıklılığa sahip Seul başmeleği Jongin, vampir avcısı Kyungsoo'ya bir iş teklifi etmişti.
187K 18.3K 21
Jeon Jungkook, 20 yaşına gelen herkesin dolunay gecesi kurt cinsiyetini ôğrenmesi şerefine düzenlenen baloda, kardeşinin kurt cinsiyetini kutlamaya g...
167K 5.9K 75
Ailesinden kalma küçük ve güzel pastanesiyle ilgilendiği sırada rastgele bir mafyadan gelen mesaj ile dalga geçip uğraşan bir kızın hikayesi