Küçük Mucizeler Müzesi

By zihninardindakiler

4.9K 521 6.8K

Her ayın belirli bir günü bir olup rezil pijamalarla sokaklarda âdeta birer manken edasıyla yürüyen, gerçekli... More

1. Bölüm: Koltuk Altındaki Tüylü Kelepçe
2. Bölüm: Pijamalı ve Tehlikeli Bir Tarikat
3. Bölüm: Dantelli Ayşe ve Takımı
4. Bölüm: Ömeriye
5. Bölüm: Gizel Bakkal
6. Bölüm: Sıcak Karantina Günleri ve Sıcak Ayı Savaşları
7. Bölüm: Gidenler ve Kaybedenler
8. Bölüm: Seni Seviyorum
10. Bölüm: Yıllar ve Yollar
11. Bölüm: Behzat Amca ile Evleneceksen Ge
12. Bölüm: Geçmişe Rastlandıran Şehir
13. Bölüm: Aşk Bir Sefalet Midir?
14. Bölüm: Liman Bulma Hikâyesi
15. Bölüm: Eskişehir Pavyonlarına Son Mektup...
16. Bölüm: Yeni Masallar, Eski Kâbuslara

9. Bölüm: Küçük Mucizeler Pavyonu

237 31 269
By zihninardindakiler

Yazarken en çok zevk aldığım ve açıkçası şu an için en beğendiğim bölüm oldu... Her duyguyu yaşadım, umarım aynı şekilde size de yaşatır 💖

🥂

Model - Pandalar
Perdenin Ardındakiler - Ankara’yla Bozuşuruz
Mor ve Ötesi - Serseri
Michele Morrone - Next

9. Bölüm: Küçük Mucizeler Pavyonu

Hayat şaşırtıcıdır, değil mi? Hiç bitmeyeceğini sandığımız güzel günlerin içine ittiğinde bile bizi, kapı eşiğinde bekleyen mutsuzluklar oradadır. Mutluluk mesela, tanımını kendi kendime yapabilmem uzun zamanımı aldı çünkü ben hislerinin kötü taraflarını insanlara belli etmese bile iliklerine kadar mutsuz bir çocuktum, gerçek mutluluğu aramıyor, neye benzediğini bilmiyor ve sadece bekliyordum. Annemi. Onunla birlikte bir ailem varsa, ailemi. Bir kişinin içine sığdırarak metaforlaştırdığım güzel hisleri... Hayatımın bir anda değişmesini.

Tüm heveslerim kursağımda kaldığında, 17 yaşındayken öğrendim geleceği değil de şu ânı kovalamam gerektiğini. Zor oldu belki ama, oldu işte. Mutluluğun bir ândan ibaret olduğunu öğrenebildim. Sonrasında bir aile edindim. İçinde çapkın kızımız Sıla’nın, kraliyet şatolarına ait Tuğçe’nin, basketbol toplarına fısıldayan duygusal topumuz Ayaz’ın, esnaf olmak için doğan Gizel Bakkal’ın, kendisine sıkıcı yazarken klavyenin bile ’sikici’ olarak düzelttiği Murat’ın, yavşama sanatında önümüzdeki yüzyıllarda adından söz ettireceğine emin olduğum Ömer’in ve artık onun olmadığı bir ev dahi hayal edemediğim Nesil’in olduğu.

"Oğlum biz ne kalabalığız lan, kendi kafamda giriş cümlesi yaparken beynim yamuldu," diye homurdandım bizimkilerle birlikte, tüm yolu kapamış yürürken. Muhittin abi kafasını bana doğru çevirip kaşlarını çatarak yüzüme baktı, diğerleri bu hâllerime alışkın olsa da o şaşkın görünüyordu. Ah, onu eklemeyi unuttum! Benim güzel davul göbekli davulcum...

"Bu çocuk hep böyle midir, Murad?" diye sordu Muhittin abi hemen yanında yürüyen Murat’a doğru eğilerek.

"O hep böyle maldır abi."

"Çok açık sözlüsün, Murad. Sen de davarsın."

Muhittin abinin Murat’a etmiş olduğu bu itiraf sonrasında, Murat’ın adımları durdu ve şaşkınlıkla Muhittin abiye döndü. "DURUN!" diye bağırdım atışacaklarını anladığım an. "Bu atışmayı elimde çekirdeğim olmadan izlemem imkânsız. Bakkala gidiver’ce’m."

Herkes bana iflah olmaz bir geri zekâlı olduğumu haykıran gözlerle bakarken, "Bu da iyice Ege’li oldu, yiyiver’ce’m seni şimdi," dedi Nesil ve yanaklarımı sıkarak öptü. Ona şirin şirin bakarken gıdımı çıkardım.

"BANA AİT OLMAYAN BİR BAKKALDAN ALIŞVERİŞ YAPMAK MI?" diye cırıldayan Gizel’i duyduğumuzda, hepimizin ağzından senkronize bir oflama döküldü. Geliyordu atarların, giderlerin en esnaf işi olanı. "ULAN SEN BANA OLAN, NA BU KADAR KALINLAŞTIRDIĞIN VERESİYE DEFTERİNDEKİ BORÇLARINI ÖDE DE ÖYLE GİT BAŞKA BAGGALLARA!" Ağlamaklı bir ses çıkararak Ömer’in beline sarıldı. "Ömer ben kaldıramıyorum bu dost kazıklarını..."

Ömer ne diyeceğini bilemeden, çaresizce Gizel’e sarıldı. Öyle bir çifttiler ki onlara bakarken hangisine daha çok acısam bilemiyordum.

"Divanın başını ağrıtıyorsunuz, ben sizin gibi işsiz güçsüz bir baltaya sap olamayan, itibarsız bir kadın değilim. Ben DİVAYIM. Beni anladınız mı? BEN DİVAYIM!"

Hemen ardından bizi sevmediği alt komşusunun kafasına halı silkeleyen Behzat amca misali silkelemiş ve olduğu yerde ’Demet Akalın, Bittim’ söyleyerek dans etmeye başlamıştı. Bunu yaparken Ayaz’a zorla kamerasını açtırmış, oryantel danslarıyla onun galerisini şenlendiriyordu...

"Ben bu uşakların içine nasıl düştüğümü bilmiyorum," dedi Muhittin abi dertli bir sesle, ardından tokmağını sırtına atarak bizi umursamadan yürümeye başladı.

"NEREYE GİDİYORSUN, SEN BENİM FAVORİ OĞLU FAVORİMSİN ABİ!" diye bağırdı Nesil onun arkasından, olduğu yerde zıplayarak onun gidişini protesto ediyordu resmen... Bi’ pankart açmadığı kalmıştı ağzını yüzünü yedeğinin salağının.

Muhittin abinin adımları durdu, reddettiği kızı ona seslenen bir Türk Sinema kuşağı beyaz atletli baba figürüydü şu an. Derin bir nefes alarak bize doğru döndü ve yüzünü buruşturarak konuştu. "Kuru fasulye pilav satmaya gideyrum. Ciddi ciddi kuru fasulye pilav yedikten sonra gelen osurma hissiyatını bile size tercih ederim."

Yüzümü asarak ona yağmurda ıslanan bir yavru köpek gibi baktım. "Kalbim çok kırıldı şu an, oysa ben senden davul göbekli davulcum diye bahsediyordum..."

Bu dediğimi duyunca, eli bir tokmağına gider gibi oldu önce, sonra göbeğini içeri çekti, en sonunda nefesi kendine yetmeyince de dışarı saldı. Son kez yüzünü buruşturarak bize baktı ve resmen koşarak uzaklaştı. Bir yandan da sokaklarda, "KURU FASULYE PİLAV, KURU FASULYE PİLAV! MİDE AĞRISI ÇEKENLERE BİREBİR!" diye bağırıyordu.

Ömer olduğu yerde katıla katıla gülmeye başladı. "Adama bak, yemeğin yanında osurma onayı veriyor... Harika,"

Tuğçe, Muhittin abinin bu dediklerini duyduğu gibi yollara düşmüştü. "ABİ ONUN KAKA YAPTIRANI DA VAR MI?"

Deli danalar gibi kaka sevdasıyla sokaklarda Muhittin abiyi kovalayan Tuğçe’yi en sonunda zaptedebildik ve yürümeye devam ettik. Gözlerimi gökyüzüne çevirip parıldayan yıldızlara baktım, kış olmasına rağmen kör edici bir soğuk yoktu ve hava, etraf, her yer öyle güzeldi ki... Kolumun altına aldığım Nesil’in yanağını başparmağımla okşadım, dokunuşumu hissedince yumuşayarak kollarını belime sardı. Şu an Ayaz’ın yavru kedili videolar izlerkenki hâli kadar duygusal bir baby idim...

"Özay’ı yakalayamadık ya," diye mızmızlandı Ayaz, dudağını büzmüş telefon ekranına bakarken. "Kızlar bizi barda bekliyormuş ama Özay gitmiş otele. Gelmek istiyor mu, diye sormak için aradım, Aslan amca açtı telefonu, uyuyormuş."

Burnumu kırıştırarak güldüm. "Eminim sadece ’uyuyor’ dememiştir..."

Gülerek bana manidar bir bakış attı. "Bazı küfürlerin cümle sonuna eklenmiş olduğu doğru..."

"Özay şu sevgilisi intihar eden çocuk muydu?" diye sordu Tuğçe yanağını Ayaz’ın koluna bastırırken. Yanağının kolunun üst tarafına gelmesine hayret ediyordum, ben zorlasa zorlasa dirsek düşünmüştüm oysaki... Sesli düşünmemek için dudaklarımı sıktım aksi takdirde Tuğçe beni hep dövüyordu.

"Evet," dedi Ayaz derin bir nefes alarak ve sonra bu dediği onu çok korkutmuş gibi bir anda Tuğçe’ye sarıldı.

"Her gelen de bereketli geliyor sana, yaban Dantelli’si," dedim ona dilimi çıkararak gülerken.

Gevşek gevşek sırıttı. "Kanka valla ha..."

Biz onunla saçma sapan muhabbetler etmeye devam ederken ve Ayaz bize artık insanlıktan hiçbir umudu kalmamış gibi bakarken, Ömer bir anda ortamızda durdu, işaret parmağıyla bir bizi, bir de kendini gösterdi. "Vay beeeeee," dedi sahte bir hayal kırıklığıyla. Derin bir nefes alıp, dudaklarını büzerek burnunu çekti. "VAAAAYYY BEEEE!"

Murat şakaklarını ovdu. "Geliyor..."

Ömer durdu, bir anda elini arka cebine atıp, bir sihirbaz edasıyla oradan kırmızı bir eşarp çıkardı. Ucuzluk pazarında dizlerinden şikâyet ede ede gezinen babaannelerin vazgeçilmezi bir eşarptı bu. Aldı, ilk önce bir açarak silkeledi; çıkan tozdan öksürmeye başladı. Sonra bayağı bayağı öksürmeye devam etti. Gizel, yavrusunu kapmışlar gibi bir edayla, "YETTİM HERİFİM!" diye bağırdı ve gerilip gerilip onun sırtına resmen killshot attı.

Ömer yüzüstü yerdeydi şu an.

"Sen oldun iyice ha," dedi Murat sinsi bir gülüşle, elini Gizel’e uzatırken. Nesil de aynı şekilde Gizel’e tezahürat yapıyordu şu an.

"OOOOOOOOOOO, GLOBAL BAKKAL!"

Burnumu kırıştırıp, gülerek bizim gotüboklu bakkala baktım. "Ama böyle hareketler yaparsan insanlar sana tapmaya başlar..."

Tuğçe, hepimize teker teker tükürerek Ömer’in imdadına yetişen isim oldu. Ayaz ile birlikte onu kaldırdıklarında Ömer’in düşerken açık olan ağzına yerden bulaşan çekirdek kabuğunu gördük. "IYYYY!" diye cırladı Tuğçe ve bir böceğe vurur gibi silkeledi onun dudaklarındaki çekirdek kabuklarını.

"Beni niye hor görüyorsunuz lan?" dedi Ömer ağlamaklı bir sürat ifadesiyle ve tüm bunlara zemin hazırlayan eşarbı aldı, kafasına takıp boğazının orada düğümledi. "Ben kan ayaklı, kendi hâlinde, gevşek bir mahalle kızı- aman çocuğuyum..." Hepimiz gülmemek için kendimizle savaşadururken, bir anda sinirlenerek kafasındaki eşarbı çıkarıp attı. "OĞLUM BENİ İYİCE KARI ETTİNİZ SİZ DE HA!

Patlamalı kahkaha atarken, "Kendin yapıyo’n oğlum bunu, kim dedi sana al kafana yaşmak bağla diye, dingil?" diye sordum.

"Lan yürü git, ben mi almışım koymuşum göt cebime yaşmak? Almışsın cüzdanımı boşluk hissetmeyeyim diye koymuşsun bunu, bu ne lan tozlu tozlu kafam Einstein’ın kafasına döndü!"

Bir anda yükseldim. "Ne yapayım ben senin cüzdanını, hayır ben senin cüzdanını ne yapayım bana bir söyler misin? Çıkarken babanın cüzdanını yürütmüşsün, ondan aldım ben. Senin cüzdan tırt yani yoksa."

Bizimkiler hep bir ağızdan, şaşkınlık nidalarıyla Ömer’e döndüklerinde, gözlerimi kısıp sinsi sinsi güldüm ve fark ettirmeden Gizel’e uzattım cüzdanı. "İşlem tamam kanka, kırışırız," dedim göz kırparak.

Bana öpücük attı. "Sen bu iş için doğmuşsun!" dedi coşkuyla. Elimi göğsüme vurup İbrahim Tatlıses misali selamladım onu.

"Ohaaa," dedi Ömer bir anda canlanarak. "Ben fark etmeden babamın cüzdanını mı almışım? Allah’ım harika. HADİ BABAMI DOLANDIRALIM!"

Bu konu üzerinden biraz daha gırgır yaptıktan sonra gülerek ona babasının cüzdanını geri vermiştik. Gizel aslında Ömer’in babasını dolandırmak konusunda oldukça ciddiydi, bu konuda beni sürekli bir köşeye çekip konuşma yapıp duruyordu ve resmen nefsimle oynuyordu... Bu karı ciddi bir rahatsızdı.

Bara girdiğimizde Sıla ile Meryem bizi bir masada bekliyorlardı, ikisinin de elinde kokteylleri vardı ve içerek gülüşüyorlardı. Burası benim çaldığım mekân olduğundan, adım başı çalışanlara selam vermek zorunda kalıyordum ve içim şişmeye başlamıştı. En sonunda masaya oturduğumuzda derin bir nefes vererek gözlerimi devirdim.

"Senin grup az sonra sahne alacakmış kanka," dedi Sıla, biz barmene sipariş verirken; gözlerimi ona çevirdim. "Şu Pembe midir Turkuaz mıdır, yarrağım mıdır nedir o kızı gördüm az önce. Sana selam söyledi. Sen niye çıkmıyo’n?" Durup kıkırdadı. "Benimki de soru, zaten ne zaman çıktın ki..."

Ona güldüm. Pembe ile olan son konuşmamızdan sonra, zaten doğru düzgün katılmadığım gruptan ayrıldığımı ona söylemiştim; o da diğerlerine iletmiş olmalıydı ki zaten konuşmamızın üzerinden sadece bir gün geçmişti. Diğer insanlara oranla daha umursamaz biri olabilirdim ama bana açık açık aşk itirafında bulunan bir kadınla aynı grupta olamazdım, zaten ne zamandır burayı otel gibi kullandığım için bana da bahane olmuştu açıkçası.

"Ayrıldım ben," dedim omuz silkerek. Sıla şaşırdığını belirten birkaç şey dışında buna pek de bir tepki vermemişti, diğerleri ise benim çoktan ayrıldığımı düşündükleri için önemsemediler. Bazen sorumsuz bir insan olmam işe yarabiliyordu.

İçkilerimiz geldiğinde getiren barmeni tanıdığımı fark ettim ama bu defa hafifçe gülümsemekten başka bir tepki vermedim, ağzım ’selamun aleyküm’ makinesine dönüşmek üzere falandı çünkü... "Ne çok tanıdığın varmış," dedi Nesil yanağını omzuma yaslayarak, ardından shot bardağının yanındaki limona uzanırken güldü. "Bi’ kavgaya gitsen hepsi gelir mi acaba? Şu an oturmuş bunu sorguluyorum..."

Benim daha bir tepki vermeme kalmadan, Tuğçe öteki yanımdaki Murat’ı itekleyerek aramıza sıkıştı. "Öyledir o orospu çocuğu," dedi şen bir sesle, ardından saçlarımı karıştırarak beni şlaps diye bir tane öptü. "Lan tükürüklü öptü, tükürüklü öptü!" diye cırıldadım yanağımı bir bebek gibi silerken. "Etrafım lama karılar tarafından kuşatılmış durumda!"

Tuğçe kahkaha atarak bana boynumdan sarılırken, Nesil dudağını büzdü. "Tek ’lama karı’ benim sanıyordum..."

Tuğçe’nin ağzından kocaman bir HIIIIĞ nidası yükseliverdiğinde, Ömer’in konuşmaya hazırlandığını gören Murat misali burun kıvırdım. "Yiyesin benim götümün şu kenarından, sen yokken ben vardım, ben! Seda Ablası vardı! Ama ben diyorum ki Allah seni kızınla terbiye etmesin, Allah seni o karınla..."

Tuğçe bir anda deli gibi Seda Sayan’ın o nadide şovlarından kesitler paylaşmaya başladığında elimi onun ağzına kapattım bu işkence artık dursun diye. Onun ağzına kapattığım elimi dişleriyle kapınca, âdeta Ömer misali cırlayarak ondan uzaklaştım ve ona dehşet içinde baktım. "Seni korkunç Lamazilla!"

Tuğçe, sanki dişleri kan içinde bir kurtmuş gibi kafasını yukarı doğru kaldırıp uludu.

"Ben bu kadından cidden korkuyorum, bak şaka sanıyorsun ama cidden tırsıyorum bu kadından," dedi Nesil korku filmlerindeki küçük kızların oyuncak ayılarına sarıldığı gibi benim koluma sarılarak. Şu an bizim filmimizdeki cinin dantelleri vardı.

"Hoşt ulan, bir miyavingo olabilirim ama söz konusu yârimse çıtamingoya dönüşürüm haberin olsun!" diye cırladı Ömer ona doğru ve ikisi birlikte, ciddi ciddi bir kedi kavgasına tutuştular. Miyavlayarak bağırmalı, tırmalamalı ve KIHHHHlamalı.

"Siz ne beyin fakiri adamlarsınız oğlum ya," diye homurdandı Murat dehşet dolu gözlerle onları izlerken ama o da gülüyordu. Nasıl oldu anlamadım. Bir anda ilk önce Meryem, Sıla’ya savaş açtı; ardından ben Nesil’e ve Murat, Ayaz’a. Bizden görenler de yapmaya başladığında, hepimiz bir olmuş geri zekâlı gibi kedi kavgası yapıyorduk.

"O CADI GİBİ UZUN TIRNAKLARINI GÖZÜME ATMAK GİBİ BİR DÜŞÜNCEN YOKTUR UMARIM..." diye bağırdım dehşet içinde, ağır çekimle gözüme doğru yürüyen Nesil’in tırnaklarına bakarken. Kahkaha atarak tırnağıyla gözümün altını çizdi ama pek acıtmamıştı. Onun tarafından sol yanımdan kurşun yemiş gibi bir intikam arzusuyla ona doğru koşmaya başladığımda artık bir yandan deli gibi gülüyor, diğer yandan benden kaçıyordu.

"Acıdı mı?" diye bağırdı kıhlamalarla dolu barda bir sincap gibi oradan oraya koşmaya devam ederken.

Doğruyu söylememeyi tercih ettim. "Acıdı tabii manyak karı, tırnakların Keloğlan’daki çirkin cadının tırnaklarına benziyor!"

"Özür dilemeyeceğim, savaşta her şey mübahtır," dedi bilmiş bilmiş ve birkaç saliseliğine olduğumuz yerde durduk; ona doğru bir adım attığım gibi cırlayarak kaçmaya devam etti.

"Boşuna koşma, intikamımı alacağım!" diye bağırdım psikopat gibi onun arkasından koştururken. Hızlı koşuyor olduğum için onu hemen yakalayabileceğimi düşünmüştüm ama kız resmen fare gibiydi, minik olduğu için gözden kaybolabiliyordu.

"Bok yakalarsın!" diye bağırdı hınçla koşmaya devam ederken; resmen barı tavaf ediyorduk şu anda. Önüne çıkan ve yararak geçtiği insanlar onun arkasından düz düz bakınca ben de düz düz bakanlara aynen öyle bakıyordum ve bunu yaparken görme engelli sevgilisi yoldan geçebilsin diye resmen trafiği durduran Hırsız Yavuz gibi hissediyordum. Hikâyenin sonunda Hırsız Yavuz dayak yiyordu ama konumuz bu değildi.

Bir süre onunla saçma sapan kovalaştık, bu benim için oldukça zararlı geçmişti çünkü o minik bir şey olduğu için her yerden geçiyor olabilirdi ama ben milletin kedi kavgalarının arasında tırnaklanarak harcanan bir garibandım. En sonunda etrafımızdaki curcuna durmak yerine daha da hararetliyken kollarımı uzatıp onu belinden yakaladım ve havaya kaldırarak sıkıca sardım.

"Ne kaçıyorsun o kadar, peşinde köpek oldum minyatür karı," dedim o çığlık atmayı kestiğinde. Bana döndüğünde ellerini ağzına kapatıp gür bir kahkaha patlattı. Tanıştığımız günden beri onu ilk kez bu kadar neşeli görüyordum, gözlerinin resmen içi gülüyordu ve öyle mutlu gözüküyordu ki... Kalbimin hızlandığını hissettim. Hep böyle kalmalıydı.

"Kabul et ama," dedi işaret parmağına bana doğru uzatıp, burnumun dibinde sallarken, "Gerçekten hızlı koşuyorum. Bir gün yediğimiz boklar ortaya çıkarsa polisler beni hayatta yakalayamaz..."

Gülerek onu tek kolumla sabitledim ve boşta kalan elimi saçlarına götürüp karıştırdım. Yüzünü benden kaçırmaya çalıştıkça daha çok gülüyordu ve bu öyle güzel bir görüntüydü ki gülüşünün bana bulaşmasını engelleyemiyordum.

"Ben neden bu kadar kaçtığını anlayamadım ama," dedim diğer elimi de onun karnına bastırarak ve onu biraz daha yukarı kaldırmış oldum. Artık millete bayağı bir tepeden baktığından, bu onu uulattı ve ellerini kaldırıp millete kraliyet selamı çaktı. Önümüzdeki birkaç kişi gülerek onun selamına cevap verdiler. Keyiflendiğini gördüğümde, "Daha çabuk yakalansaydın bunu daha çabuk yapardım," deyip boynunu koklayarak öptüm. Bu onun omuzlarını kendine çekerek gülmesine neden olmuştu.

Bir anda ellerini omuzlarıma bastırıp, sırtı bana dönük olan bedenini bana doğru döndürdü ve bacaklarını belime dolayıp kollarını da boynuma sardı. Kollarımı sıkılaştırırken içinde olduğumuz gürültünün sustuğunu hissettim, tek duyduğum oydu ve diğerleri yalnızca bir uğultudan ibaretti. "Beni hep bebek sever gibi seviyorsun," dedi yumuşak bir sesle, gülümseyerek.

"Bizim oralarda böyle bir söz vardı kanka," dedi bir anda, nereden çıktığını asla anlayamadığım Sıla, elini omzuma bastırarak. "Bebek gibi seven düşman gibi si-"

Hemen onun arkasından, Tuğçe resmen ve resmen uçarak elini onun ağzına kapatmıştı. Gülmekle ağlamak arasında gidip gelirken, "Ben hayatımda böyle karı görmedim," dedi Tuğçe, Sıla’yı susturabilmek için resmen kızın sırtına çıkmış durumdaydı, öyle bir abanmıştı üstüne...

"NE VAR BE NE VAR, SANKİ KÖTÜ BİR ŞEY DEDİK DÜŞMAN GİBİ SİKERSİN DE-"

Ve Tuğçe tekrardan sonsuz hizmetleriyle onun ağzına abandı. "Yalnız bu defa yanlış yeri sansürledi, fark ettin mi?" dedi Nesil kollarını sıkılaştırıp resmen kafama sarılırken. Durup etrafıma baktım. Kafama sarılan Nesil, düşmanlarımla alakalı fanteziler üreten Sıla, onun ağzını kapamak adına resmen üstüne çıkmış, bir yandan da, "APTAL, AĞZINA SIÇAYIM BANA DİYECEKTİN BUNLARI ONLARA DEĞİL, AZ DEDİKODU DENİLEN ŞEYDEN HABERDAR OL!" diye bağıran Tuğçe, hâlâ kedi dövüşüne devam eden azınlık ve daha nice salaklıklar... Diğer salaklıklardan nasıl emin olduğumu merak ederseniz, şöyle açıklayayım: Bizimkiler hâlâ burada.

"Bu gece buradan bir Rönesans tablosu geçti hacı," dedi yanımıza varan Gizel, ellerini beline bastırıp bize iflah olmayacağımızı anlatan gözlerle bakarken. Gülerek Nesil’i kucağımdan indirdim ve birlikte diğerlerinin yanına doğru yürümeye başladık.

"Kanka, doğru değil mi? Niye bu kadar linç yiyorum ben doğruları diyo’m diye ya?" dedi Sıla koluma girip beni çekiştirirken. Ona bakıp gülmemek için kendimi sıkarken, "Ne doğru mu kızım?" diye homurdandım.

"Ya şu düşman topraklar olayları işte..."

Bu defa gülmemi durduramayıp, onu kolumun altına alarak, "Nereye vurdu kafasını bu salak?" diye sordum Tuğçe’ye.

Tuğçe olduğu yerde durdu, gerçekten bezmiş, hayata dair tüm umutları tükenmiş bir pavyon gacısı gibi görünmekle beraber Dantelli Ayşe sıfatını da çok güzel sırtlanıyordu şu an. Ağzını garip bir şekle sokup, Sıla’ya boka bakar gibi bakarken, "Salağana işte," dedi klasik Tuğçe sesiyle. "Bizim Sıla, bilmez misin? Mal. Hep mal bu böyle. Millet kedi dövüşü diye hırlayıp tıslarken bir baktık siz kedi dövüşü olmayan bir sebepten hırlayıp tıslıyorsunuz, hemen Sıla’yı kapmamlan beraber dedim kanka gel, love move her şey var. Sonra ahan geldi salak size dedi her şeyi. Senlen de bir daha konuşan ne olsun..." Elinin tersiyle bir tane çaktı Sıla’nın kafasına. "SALAK!"

Sıla kafasını kaldırıp bize pişkin pişkin sırıttı. "Oğlum dua edin böyle bir şey dedim de dikkatleri dağıldı durdular, yoksa sen görürdün love move mi, love movie mi..."

Öğürerek güldüm. "Yapacağın kelime oyununu sikeyim gerçekten,"

Bizimkilerin olduğu masaya geldiğimizde, Gizel koştur koştur Ömer’e sarıldı birilerinden korkuyormuş gibi. "AY ÖMEEEER," dedi onun koluna asılıp, ağlamaklı bir sesle. "Ah benim Stardoll oynadığım canım yârim. Sana sapık dediğim her an için özür dilerim..." Bir anda işaret parmağıyla bizi gösterdi. "Bu gece bu insanların içindeki senle tanıştım, senden beter!"

Nesil ile ben olanları şok içinde izlerken ve Sıla’nın zaten kendinden bile haberi yokken, Tuğçe koruyucumuz olup ona götünü döndü. "Gizel şöyle suratının ortasına doğru bir osurdum mu kendini yüksek hava basıncından güvenliklerin orada bulursun,"

Gizel ellerini şok içinde ağzına kapattı. "HİİĞ! HERİFİM GÖTÜR BENİ BURALARDAN!"

Ömer durdu, bize, Gizel’e falan baktı bir süre. Mal gibi bakışıyorduk şu an.

"Oğlum siz ne ara benden gevşek oldunuz la?" dedi Ömer şok içinde suratımıza bakarken; gözlerinde hayal kırıklığı vardı, gözlerinde saçlarını kestirmek zorunda kalan bir kadın, gözlerinde 17’sinde bir adam, gözlerinde bir Nilgün Bodur ilham perisi... Neyse bu kadar yeterli.

"Kanka yok ya," dedi Ayaz, ayaklarını masaya uzatmış Sprite’ını yudumlamaya devam ederken. "Şöyle bir zorlamıyor değiller ama en iyi hâlâ sensin yani. Öyle bir taht ki senden başkasının götüne hayır diyor."

Bir anda kendimi döve döve gülmeye başladım bu dediğine. Sonra hızımı alamayıp Ayaz’ı tebrik niyetine dövmeye başladım. "Ağzını Sprite pipetinden ayırır da cümle kurarmış, a benim sol tarafım..." diye diye onu döverken en son dayak yediğini fark edince Tuğçe’nin arkasına saklanmıştı.

Tuğçe bana kollarını Jackie Chan edasıyla uzatıp dövüş teklif etti. Ellerimi birbirine bastırıp onun önünde eğildim. Canımı hâlâ seviyordum.

"Yok yok, bunlar yakında ’Lan Murat’ şiirimi bile çalarlar ha benim," dedi Ömer ağlamaklı bir sesle. Sonra, birden Murat’ın koluna yapışıp ondan sevgi dilenircesine bağırdı yüzüne doğru. "LAN MURAT, CEVAP VER! YA ŞİMDİ CEVAP VER YA DA SONSUZA DEK SUS! İSMİN NE ANLAMI VAR Kİ, BU GÜLÜN ADI OSURUK BÖCEĞİ OLSA YİNE KOKMAZ MIYDI BÖYLE..." Duraksadı. "Bu böyle değildi lan."

Tam bir amına koyduğumun salağıydı.

"Aynen, kokardı ama osuruk kokardı adı osuruk böceği olduğu için." dedi Murat oldukça ciddi bir açıklamaya imza atarken.

Ömer bir anda, yaşlı teyzeler gibi kendini döve döve gülmeye başladı. "Murat düşünsene," dedi gülüşlerinin arasından, nefes nefese. "Bir gün kapıyı bir açıyo’n, ben, dişlerimin arasında bir osuruk böceğiyle seni tangoya davet ediyorum..."

Hepimiz aynı anda öğürürken, Ömer bundan inanılmaz bir zevk almış ve bir süre daha osuruk böcekleri hakkında konuşmaya devam etmişti. Murat onun bu dediklerine kayıtsız kalmak için uzun süre direndi, gerçek bir direnişti bu; işaret parmaklarını kulaklarına bastırıp, "LALALALALLALALALALALA!" diye bağırdığı bile olmuştu ama en son onun durmayacağını anladığında söylediği ’lalallalala’lar "ULAN AMINA KOYDUĞUMUN SALAĞI"na dönüşmüştü ve bir anda onları güreşirken bulmuştuk.

"Ömer bayılıyor he Murat’a," dedi Meryem sesli bir şekilde gülerken. Ona çaktırmamaya çalıştık ama diğerleriyle bu küçük cümleden onları evlenecek hâle getirmiştik bile.

"Kanka var yaaa öföföföf," dedi Tuğçe işaret parmaklarını yan yana getirip birbirlerine sürterek. "Çat çut, çat çut, çataşunga..."

Elimi o evreleri sanki çoktan geçmişler gibi sallayarak, "Ohooo," dedim gevşek bir sesle. "Evlenme teklifi edecek resmen çocuğa, âşık oldu âşık..."

Meryem en sonunda bir şeylerin ters gittiğini anlayınca, "Ne diyorlar gene?" diye sordu Sıla’ya. Yemin ederim kız resmen aramızda turist gibiydi.

Ayaz, Meryem’in duymayacağına emin olduğu bir an kafama bir tane vurdu. "Kızı utandırmasanıza, hiçbir şey anlamıyor zaten garibim..."

"Sana sol taşşağım dememi çok özlemişsin kanka, belli,"

Nesil yüzünü buruşturarak gülerken, ağzıma bir tane vurdu. "Geri zekâlı herif ya..."

Ona ve Ayaz’a dudaklarımı Yılmaz Morgül gibi yapıp öpücük attım ve bir süre daha Tuğçe ile ahlaksız sohbetlerde bulunduk; Ayaz bize tiksinen gözlerle bakıyor, Nesil gülüyor, Meryem ile Sıla dediklerimize arada katışıyor ve Ömer ile Murat hâlâ gülerek güreşiyorlardı. En son oradan kalktığımızda neredeyse sabah olmak üzereydi, Sıla dışında hiçbirimiz sarhoş değildik ama hafif bir çakırkeyiflik vardı üzerimizde. Nereye gideceğimizi bilmeden sarsak adımlarla yürümeye başladık.

"Şey diyeceğim," dedi Ayaz telefonunu kilitleyip arka cebine koyarken. Bize baktı, bir anda küçük bir çocuk gibi gözleri parladı ve olduğu yerde zıpladı. "Ne zaman başkalarını dolandırıyoruz? Pastutmaz Ahmet’i biraz özledim..."

O bunu der demez, Tuğçe ışıltılı kumral saçlarını geriye doğru atarak, "Ayy hiç sorma, benim de Dantelli burnumda tütüyor..." diye mırıldandı ve Ayaz’ın koluna girdi. Gülüşerek seke seke yürümeye başladılar.

Aslında bu konuyu açmalarının sebebi sırtlandığımız karakterleri özlememiz falan değildi, yeni bir kadını kurtarmaktı, bunu biliyordum ama Meryem buradaydı ve onu gücendirmek istemiyorduk. Meryem de bunu anlamış gibi gülümseyerek derin bir nefes aldı ve hepimize teker teker baktı.

"Acaba o geceden sonra değiştirmişler midir güvenlik görevlilerini?" dedi Murat yürümeye devam ederken. "Ben güvenlikleri döverek indirmiştim çünkü." Hepimiz ona öylece bakınca, savunmaya geçti: "Ne var oğlum? Başka şansım yoktu. Hem hiç de masum insanlar falan değillerdi dövdüklerim, diğerlerini nazik bir şekilde odunu kafalarına indirerek bayılttım."

Ömer onun omzuna elini koydu. "Bir Murat insanının maksimum naziklik seviyesi bu olmalıdır diyebilir miyiz..."

Murat yüzünü saçma bir hâle getirerek onu mezeledi. Bazen o bile çocuk gibi olabiliyordu. Güldüm.

"Şey..." dedi Meryem, elini ensesine atıp kaşırken, "Ben oradan arkadaşım olan bir kadınla konuşmuştum. Sıtkı’nın öldüğünden haberleri yok ama patron değişmiş. Hatta o soygundan sonra garsonlar dışında sanırım tüm çalışanları değiştirmişler, hele güvenlikleri anında şutlamışlar zaten."

Bu gerçekten çok iyi bir haberdi. Sıtkı’nın adamları tarafından yüzümüz artık biliniyordu, tamam, gördüğümüz adamları öldürmüştük ama sonuç olarak yüzümüzün herkes için büyük bir sır olduğunu pek sanmıyordum. İlla ki Ömer’i kurtardığımız gün bir şekilde oradan kaçan birisi olmalıydı ama artık o pavyonla alakalarının kalmadığını bilmek beni rahatlatmıştı.

"Bu harika," dedim cebimden telefonumu çıkararak ve takvime baktım. Gece yarısını geçtiği için 12 Ocak’ı gösteriyordu, bu Tuğçe’nin doğum günü demekti. Öteki gün de benim doğum günüm olduğundan hep 12 ocak gecesi kutlama yapardık. Sırıtarak onlara baktım. "Hadi kutlama yapalım."

🥂

Eve girip, kapıyı kapatarak terziden aldığım elbisenin içinde bulunduğu büyük kutuyu yatağımın üstüne koydum ve düzgünce katlanmış elbiseyi özenle yatağımın üstüne serip biraz baktım. Toz pembe, omuzları açıkta ve karına kadar daralan, gerisi ise bir bacaklarını istediğin kadar açabileceğin kadar bol bir elbiseydi. Üstünde birçok motif vardı, böyle elbiseler 1930’larda falan moda dünyasını terk ettiğinden, dikecek bir terzi bulana kadar canım çıkmıştı ama gerçekten de olmuştu. Tam bir prenses elbisesiydi ve benim güzel Tuğçe’me çok yakışacaktı.

(Yazarken bunu hayal etmiştim...)

Kutunun içindeki, dirseklerine kadar uzanan elbiseyle aynı renkte, kadifemsi eldivenlere de şöyle bir bakıp yan yana koydum. Hiçbir şeyden kolayına memnun olan biri olmamama rağmen gerçekten aşırı derecede uyumlu ve asil görünüyordular. "Bir de gözükmeseydin," diye mırıldandım bir anda yükselip, eldivenleri de elbisenin yanına bırakarak. "Bitirdin lan beni elbise kere, bitirdin. Banka hesabımda -2 lira falan var şu an."

Nesil içeri girdiğinde, elbiseyi görür görmez bir ıslık çaldı ve işaret ile baş parmaklarını birleştirip öptü. "Harika olmuş he," dedi samimi bir sesle. "Böyle şeyleri pek sevmem ama cidden aşırı iyi."

"Değil mi?" dedim heyecanlı heyecanlı elbiseye bakarken. Ardından aklıma fiyatı geldi ve bir anda kendimi yere serili hâlde buldum.

"Salak, kalksana," dedi Nesil kahkahalarla hâlime gülerken, bir yandan da çiğdem çitliyordu. Yüzüm biraz da buna buruştu. Çiğdem ne ya? Çekirdektir onun adı yani. Ne zaman "çiğdem ister misin?" diye sorsa kapıya bakıyordum o kim diye.

"Hediye diye terziyi de dolandıramadım ya," dedim dudaklarımı büzerek. "Yoksa o işi hallederdim ben..."

"Zırlaman guzum."

Onun yaptığı bu kahpeliklere verdiğim tek yanıt, ondan aşırarak çitlediğim çekirdeklerin kabuklarını suratına atmak oldu. "Boşuna demiyorum mandafon herif diye!" diye cırlayarak banyoya kaçtı. Onun arkasından ben de kalkıp üstüme penguenli pijamalarımı giydim. Odadan ayrılırken Bayan Bobby’nin yanağından bir makas almayı da unutmamıştım.

Banyoya girdim, Nesil suratına maske sürüyordu. Aynadan göz göze geldiğimizde öyle bir güldü ki, yanlışlıkla maskeyi ortasından sıktı ve yeşil sıvımsı şey aynaya sıçradı. Ona tip tip bakarak yanına gidip ellerimi yıkamaya başladım.

O ise hâlâ bana gülüyordu. Kahpe karı.

"Ne gülüyorsun?" dedim en sonunda ben de gülmeye başladığımda; bu onun gülüşünü daha da arttırdı ve banyoyu inletecek şekilde kahkaha atmaya başladık. Yanda dilimli olan salatalıkları yeşilleşen parmaklarıyla alarak, "Hadi sana da maske yapalım!" diye şakıdı.

"Maske lağım yeşili olmasaydı bu fırsatı hayatta kaçırmazdım..." dedim burnumu kırıştırarak.

"Ya öyle deme ya, kil maskesi diye öyle o," dedi ve elinde sanki testere tutuyormuş gibi tuttuğu maskeyle bana doğru yürümeye başladı. O bana ilerliyor, ben geri adımlar atıyordum. "Hadi bak sonra da gözlerine salatalık koyarız!"

Gülerek bu ucuz gerilim filmlerini anımsatan geri geri yürüme olayını bitirip elindeki maskeyi aldım. "Nasıl süreceğim?" dedim maskeye düz düz bakarken.

"Gel, ben sürerim. Ama önce sakallarını keselim de tüm yüzün yemyeşil olsun." Yüzünü yüzüme yanaştırıp Anabelle bebek gibi ürkütücü bir şekilde fısıldadı: "Lağım yeşili..."

Ellerim anında sakallarıma gitti. "Ne istiyorsun sakallarımdan, onları kötü fantezilerine alet ettiremem," diye homurdandım.

"Geçenki soygunda kesmiştin ama?" dedi kaşlarını kaldırarak; maske kurumaya başladığından bunu yapınca yeşile boyalı yüz derisi dalgalanmıştı. Shrek’in adını hatırlayamadığım sevgilisine benziyordu ve beni de Shrek’e benzetmeye çalışıyordu hain karı. "Çok yakışmamıştı ama bok gibi de değil gibiydi... İçini rahatlattıysam kesiyorum?"

Bu defa da jiletle üstüme üstüme gelmeye başladığında, doğum gününe sakalsız girmeyi şiddetle reddederek maskeyi yüzüme boca ettim. "Manyak, çok sıktın, salak seni!" diye gülerek bağırmaya başlayınca ona sakallarıma da bakım yapmak istediğimi söylemiştim. Canım sakallarım.

"Dur," dedi ben maskeyi yüzüme yedirmeye uğraşırken. "Şarkı açacağı- Oha!"

Tek gözündeki salatalığı dilimle alıp yemeye başlayınca, bana şok içinde baktı ama şarkı açma sevdasından da vazgeçmemişti. Artık banyoda Model’in Pandalar şarkısı yankılanıyordu ve ikimiz ve dans ederek gözlerimize konulacak salatalıkları yiyorduk.

"LARALARALARALALALALALLALAAA ÂŞIK OLDUM BEN, LARALARALARALALALALALLALAAA ÂŞIK OLDUM BEN!"

"Aferin, ye, yarasın kızıma," dedim diğer salatalığı da ağzına atarak. Çiğnerken bana öpücük attı.

Diş firçalarımızı mikrofon niyetine kullanıp bağıra bağıra şarkıyı söylemeye başladık:

"Pardon, ne dedin, duymadım
Dünyadan biraz uzaktayım 
Bulutlardan bir ev yaptım
Ararsanızoradayım
Bugün bütün savaşlar durmuş
Bütün barajlar dolmuş 
Bütün pandalar doğurmuş 
Bütün dünya tatil olmuuuuş!"

O şarkıyı şevkle söylemeye devam ederken, bir anda sinsice arkasından yaklaşarak kollarımı aralıklı kollarının içinden geçirdim ve musluğu açıp avuçlarıma dolan suyu yüzüne boca ettim. "KURUMADI, DAHA KURUMADI!" diye cırlayarak kurtulmaya çalışsa da onun yüzünü yıkamaya devam ediyordum ve bu beni deli eğlendiriyordu.

"AĞZINA SIÇAYIM HÜSEYİN YA!" diye gülerek cırlarken bir anda duşakabinin içindeki fıskiyeyi aldı ve musluğunu açarak bana doğru tutmaya başladı.

"PENGUENLİ PİJAMALARIM, PENGUENLİ PİJAMALARIM!"

"ZUAHAHAHAHAHHAHA!"

Penguenli pijamalarım sebebiyetiyle yas ilan etmeye yakındım ki, kapı çalmaya başlamıştı. Salon da dahil olmak üzere her yer sırılsıklamdı, yarısı yeşil yarısı kendi rengim olan yüzüm beni muhtemelen savaştan çıkmışım gibi gösteriyordu. Nesil ile birkaç saniye birbirimizin yüzüne baktıktan sonra bir anda kahkaha atmaya başladık.

Kapıyı açtığımda gelenin bizimkiler olduğunu görmüştüm. Onlara baygın bir bakış atarak, "Hoş geldiniz hurdacıya 5 liraya okutulacak tayfa," dedim ve elimdeki havluyu saçlarıma daldırdım.

"Kanka bu hâlin ne lan?" dedi Gizel siniri bozulmuş bir şekilde gülerken; diğerleri de suratıma bakakalmışlardı. Onun bu sorusuyla ben de gülmeye başladım. Ayaz elini ıslak pijamalarıma getirip dudak büzdü. "Kuru halleri var mı bu çıtırların?"

Ona el hareketi çektiğim sırada, Nesil kayarak görüş açımıza girdi. "SÜPRAYZ MADAFAKAAA!" diye bağırdı ve sonrasında kaymayı bırakamayıp oturma odasına doğru yuvarlanmaya başladı. En son bir gürültü ve onun çığlığını duyduk...

Kafamın üstünde yanan lambayla, Tuğçe’nin odama girip hediyemi görmesinden korkarak resmen uçarcasına üstümü değişmek bahanesiyle odama gittim. Elbise ve eldiveni kutunun içine yerleştirip, üzerime beyaz bir tişört ile siyah şort geçirdikten sonra bizimkilerin yanına geçtim. Tüm bunları yapmak yalnızca birkaç saniyemi almıştı, size demiştim, bu da benim tek yeteneğim işte...

Salona geçer geçmez Tuğçe’nin yanına atladım ve onu çekip yanaklarından muçuk muçuk diye öptüm. "İyi ki doğdun lan benim gönlümün Monako prensesi," dedim onu gıdısınsan öperken. Anında kıpır kıpır olup bana sokuldu ve sıkıca sarıldık.

Diğerleri bize tatlı tatlı bakarken ona biraz daha sıkı sarıldım. Güzel kokusu onu hiç terk etmemişti bu zamana dek, ruhu gibi. Bir ailemin olmasını her şeyden çok istediğim zamanlarda elimi tutan ilk kardeşimdi, asla bırakmamıştı. Belki zor biriydim, belki zor biriydi ama birbirimizin hayatını kolaylaştırıyorduk. O benim için her zaman 15. yaş gününde benden ilk hediyesini alan küçük kız olarak kalacaktı.

"Sen nasıl 21 olursun ya?" dedim ona biraz daha sıkı sarılıp, saçlarını öperken. "Daha geçen gün 15 yaşındaydın sen. Asla kabul etmiyorum bunu."

Tuğçe gülerek yüzünü omzuma yasladı ve yanaklarımı sıktı. "Sen de 23 oluyorsun," dedi derin bir nefes alarak. "Ve bu gece bunu adam dolandırarak kutlayacağız. Harika..."

Hepimiz kahkaha attığımızda, içimde bir yerde duygusallıktan ağlamak üzere olan yanımı susturmaya uğraşıyordum. Ona biraz daha sıkı sarılıp dolmak üzere olan gözlerimi kırpıştırdım.

"Bu duygusal ânı bozmayı gerçekten istemezdim ama Murat bu sabah eniştesinin götüne masa soktu kankalar."

O an, içinde olduğumuz an resmen durdu.

"Ne?" dedim şok içinde, bir Murat’a, bir ona bakarken. Murat hicbir tepki vermemiş, telefonuyla oynuyordu.

"Bunu söylemesem içimde kalırdı çünkü hayatımdaki en garip andı lan. Dağa taşa haykırasım var resmen. Travma etkisi yarattı bünyemde." dedi Ömer titreyerek ve bir anda ciddileşti. "Ama yine haklıydı. Murat benim hayatımda gördüğüm en haklı davar."

Nesil de duyduklarının şokuyla içeri girdiğinde, Murat’ın yanına oturmuştu. Tuğçe’ye sarılı kollarımı kendime çekip dirseklerimi dizlerime yasladım ve sehpadaki sigara paketinden bir dal çıkarıp dudaklarımın arasında dengeleyerek yaktım. O sırada Murat konuşmaya başlamıştı.

"Daha fazlasını yapardım," dedi omuz silkerek, "Keşke o masayı ayak bileğine bağlayıp göle atsaydım onu. Ki beni uzaklaştırmasan yapardım da."

"Olay ne lan?" dedi Ayaz kaşlarını çatarak. 

Olayı anlattığında ciddi anlamda ona hak vermiştik. Murat’ın yakın dönemde eğlenen ablası boşanmak üzereydi ve bunu zaten biliyorduk ama neden boşanacaklarını sormuştuk ama Murat da bilmediğini, galiba anlaşamadıklarını söylemişti. Oysaki kadın şiddet görüyormuş ve bunun sebebi evlenirken bakire olmamasıymış. Bu sabah adam, Murat’ın evine gelip ona hak vereceğini düşünerek olayları anlatınca Murat önünde konuştukları masanın bacağını kırıp ilk önce vurmuş, sonra da adama resmen sokmuş.

Yaptığı doğru değildi belki, bu diğer insanlara göre değişirdi ama buradaki asıl olaya odaklanınca o kadar dehşete düşmüştüm ki onun yaptığı şey bana hiçbir şey gibi gelmişti resmen. Bu ciddi bir sorundu, bir kadının bekaretini kovalamak gerçekten çok ciddi bir eziklik ve psikopatlıktı. Belki de böyle insanlara gerçekten Murat gibi davranmak gerekiyordu çünkü hiç laftan anladıklarına şahit olmamıştım.

Bu konu hakkında çok fazla konuşmamayı tercih ettik çünkü zaten herkesin görüşü birdi ve Murat resmen ateş topuydu. Ortalık biraz daha yatıştığında ve bizimkiler gülüşerek sohbet ederken içecek bir şeyler aldım ve kendi biramın kapağını açıp içmeye başladım. "Her şey hazır, değil mi? Kostümler falan halledildi?"

Tuğçe de birasından bir yudum alırken, "Aynen," dedi ve güldü. "Bizim yeni patron Sıtkı’ya oranla biraz daha mal bir tip. Kostümlü parti deyince ilk önce bir burun kıvırır oldu ama onu Kıbrıs’tan sırf burası için gelen bir popstar olduğuma inandırınca anında milleti seferber etti kostüm de kostüm diye... Fena para yatırmış hesabıma. Ben bu adamı nasıl dolandıracağım şimdi ya..."

Alayla söyledikleri hepimizin gülmesine neden olurken, "Nasıl yedi kanka?" diye sordum kaşlarımı kaldırarak. "Hiç mi gönder bir kuple falan demedi..."

Tuğçe horozlanarak bana bir tane vurduğunda, gülerek ondan kaçıştım. Dün gece planı hazırlarken ona "BEBEĞİM SEN ZATEN STARSIN, KOSTÜME NE GEREK VAR?" demiş ve kostüm almasına engel olmuştum ama bu gece ona diktirdiğim elbiseyle çıkacaktı sahneye. Hatta sırf bu yüzden Ayaz’ın da ona uygun bir kostüm almasını istemiştim. Genel hatlarıyla ne olurdu bilmiyordum ama Tuğçe’yi mutlu eden bir gece olacaktı ve benim için önemli olan buydu. 

"Özay da geliyor mu?" diye sordu Ayaz, o bunu sorar sormaz kafama onun burada olduğu gerçeği dank etti ve alt dudağımı ağzımın içine aldım.

"Biz konuştuk onunla, bugün kediyi bakkala getirdiğinde, işi çıkmış ama bir ara görüşelim diyor." dedi Sıla ve size yemin ederim ilk defa o an kucağındaki kızıl kediyi fark ettim. Yüzündeki ifade ateşe tutulan bir buz parçası gibi erirken, içimdeki Adanalı Fiko "LİLİLİLİLİLİ!" diye çığlık atıyordu şu an. Öylesine tatlı bir kediydi bu. Kızıldı, şişkoydu ama küçüktü; yeşil gözleri vardı ve bir patisi sargılıydı. Kendimi yere atıp Sıla’nın dediği şeylere kulak veremezken dizlerimin üstünde kediye doğru süründüm ve onu kucağıma aldım.

Kedi mırlayarak bana bakarken onu havaya kaldırıp kafasının üstünü öptüm. Bunu sevmiş gibi patisini bana doğru yaklaştırdı ve bir anda pençesini suratıma geçirdi.

"Hassiktir," dedim şokla kediyi yüzümden uzaklaştırırken. Bizimkiler hayvan gibi gülmeye başlamışlardı. Ben her sevdiğim insandan böyle yaralar almak zorunda mıydım be ey Tanrım...

"Aferin kız Bihter’im, gel bakayım koynuma," dedi Sıla adını Bihter koyduğu kedisini benim ellerimden alıp bağrına gömerken. Sanki beni pençelemesiyle gurur duyarmış gibi, "Aferin güzel kızım, aferin minik yavrum, aferin kızıl tosuncuğum..." deyip duruyordu.

Ömer olduğu yerde yayılarak bana öpücük attı. "Zamanında beni kabul edeydin de ben tırmalayaydım seni ey aşk adam, aşktan adam..."

Gizel artık tüm bunlara alışkın olduğundan, mimiğini bile oynatmadan onun suratının ortasına bir tane çaktı. 

🥂

Kafamdaki kovboy şapkasını sabitleyerek kendime aynadan baktım. Sırtımda da gerçek olmayan bir tüfek vardı, her an savaşa gidebilecek gibi duruyordum. Bu kostümü bana Tuğçe seçmiş, dün geceden beri Erron Black olmam için kafamın etini yiyip durmuştu. Bu işlerde gerçekten iyiydi, kostüm bana yakışmıştı ve sakalsız bunun içinde muhtemelen dalyarağa benzerdim, o yüzden iyi ki banyodayken Nesil’i dinlememiştim...

"Çıkıyor muyuz?"

Sesin geldiği yöne baktığımda beni bir Edward Scissorhands karşıladı. Bir an bu görüntüsü bana o kadar tatlı geldi ki makas ellerine aldırmadan yanaklarını sıkacağım sandım... Johnny Depp’in canlandırdığı bu karakterin kadın versiyonu ona cuk diye oturmuş ve solgun yüzüne yaptığı makyaj gerçekten yakışmıştı.

"Çıkalım," dedim Tuğçe’nin hediyesinin olduğu kutuyu büyük bir poşete koyup elime alırken. Elimi ona uzatır gibi olduğumda güldü, ilk önce bunun nedenini anlamadım ama gözlerimi ellerine indirdiğim anda jetonum düşmüştü.

"Sonsuza kadar bu ellerle kalmayı düşünüyorum," dedi Nesil kıkırdayarak, ardından gözlerini üzerimde gezdirip ıslık çaldı. "Ve bence sen de bu kostümle kalabilirsin, yakışmış,"

Ona teşekkür edip, kendisinin de harika ve el ele tutuşsak elimin içinden geçecek kadar gerçekçi gözüktüğünü söyledikten sonra çıktık evden. Üzerimizde çok fazla ağırlık vardı, bu şekilde motora binemeyeceğimizden daha birkaç saat önce Ömer’in ayarladığı araba bizi aşağıda bekliyordu. Güldüm. O ve Gizel kimbilir ne haldeydiler...

"Sence Meryem’in gelmesi ne kadar akıl kârı?" diye sordu Nesil, asansörün kapısı üzerimize kapandığı anda. Derin bir nefes aldım. Bunu hepimiz teker teker Meryem’e söylemiş olsak bile kabul etmemiş, ben de geleceğim, diye tutturmuştu.

"Hepimiz bunu düşündük ama pek de bir sıkıntı çıkacağını sanmıyorum aslında," dedim omuz silkerek. "Garsonlardan haberdar Tuğçe, bir tek onlar değişmemiş zaten çalışan olarak. Meryem’in suratında da bir maske olacak kostümünün yanı sıra, tanınacağını sanmıyorum."

Nesil başını anladığına dair salladı ve açılan asansör kapılarından dışarı attık adımımızı. Evin önündeki kırmızı arabaya bindik; bagajda dönüş yolunda değişecek olduğumuz plakalar olduğunu biliyordum. Kapıyı açıp büyük arabanın içine girdik ve oturduk.

Hemen karşımda Erdal Bakkal ve Nurten oturuyordu.

Evet, Gizel ve Ömer.

Ama Erdal Bakkal Gizel’ken, Ömer Nurten...

Onlara bakarken koca bir kahkaha patlatmadan duramadım. Gizel zaten hemen hemen her gün bu şekil gezdiğinden, önlüğünün önüne ’çay Erdal Bakkal’da içilir’ yazmak dışında pek de bir değişiklik yapmamıştı. Ama Ömer... Siyahlar içindeydi Allah’ın salak kulu. Kafasında uzun, simsiyah bir peruk vardı; yüzünü dünyanın en beyaz pudrasıyla pudraladığı belliydi, gözlerinin etrafına simsiyah far ve dudaklarına da siyah ruj sürmüştü. Beni görünce gözlerini kocaman açıp, "KIH!" diye bağırdı.

Kalbimin anlık olarak oynadığı hoptek durduğunda, gözlerimi Sıla’ya çevirdim. Omzunda kedisi Bihter vardı, kafasındaki turuncu peruk 70’lerdeki kadınların saçları gibi kapkabarıktı ve gözlerindeki siyah gözlükler o kadar büyüktü ki yüzünün yarısını kaplıyordu resmen. Üzerinde de iş görüşmesine gidilmelik bir takım vardı, kalem eteği ve ceketinin içinden giydiği dantelli büstiyeri gördüğümde onun eski zaman kadınlarını canlandırdığını anlamış ama kim olduğunu bulamamıştım. Baş parmağımı kaldırarak ona on numara beş yıldız olduğunu söyledim, o da bana "adamı öldürmek için sırtındaki tüfeğe ihtiyaç yok, öyle ki fişeksin, öyle ki ateşsin" gibisinden bir şeyler söylemişti.

Meryem ise Ariel’di, bayağı bayağı. Mavi ve yeşil renklerin harmanlandığı kuyruğu ayaklarını kullanmasını engellediğinden, bir an ne alaka, diye sorguladım ama sonra altındaki tekerlekli sandalyeyi fark ettim. "Vay be," dedim ıslıklı bir nefes vererek. "Oğlum biz bayağı bayağı dolandırıcı çetesi olduk lan."

Gizel olduğu yerde gerinip ayak bileğini diğer bacağının dizine attı. "He valla ya. Bayılıyo’m bize."

Araba pavyona bir sokak önceden durduğunda, Nesil ile birlikte indik; hep birlikte girmiş olarak gözükmemiz dikkat çekebilirdi. Pavyona ilk giden Tuğçe’ydi, ardından Ayaz yaklaşık bir saat kadar önce gitmişti; şimdi biz gidiyorduk ve birkaç dakika sonramızda da Sıla ile Meryem gelecekti. Muhittin abi ise şoför koltuğunda bizden bir ses gelene kadar bekleyecekti.

Yani umarım...

"Heyecanlı mısın?" diye sordu Nesil, biz birlikte pavyona doğru yürürken. Durdum, dudağımı büzerek omuz silktim. "Değilim sanırım," dedim yürümeye devam ederken. "Normal, herhangi bir şey yapıyor gibi hissediyorum."

Nesil kafasını arkaya atarak güldü. "Ben de! Bu profesyonel olduğumuz anlamına falan mı geliyor?"

Burnumu kırıştırarak güldüm. "Sanırım..."

Pavyondan içeri girer girmez, yaptığım ilk şey Ayaz’ı aramak oldu. Herkes saçma sikik kostümler içinde olduğundan onu bulamıyordum ve bu benim sinirimi bozmaya başlamıştı. "Lan şu ortamda 50 yaşının altında adam yok, hepiniz mi ayak uydurursunuz konsepte, amına koyduğumun morukları?" diye homurdana homurdana kalabalığın içinde yürümeye devam ettim. En sonunda onu sahneye yakın bir yerlerde, elinde sararmış bir kalem kâğıt ve üstünde eski zamanlardaki prensese âşık köylü kostümüyle bulmuştum. Durduğum yerde ona şöyle bir baktım. Bir Shakespeare kitabının içinden fırlamış gibi duruyordu.

"Oğlum neredesin sen, beş saat oldu seni arıyorum," dedim daha yalnızca üç-beş dakikadır arıyor olsam da. Ayaz kafasını kâğıdından kaldırıp bana düz düz baktı.

"Âşıkken bile rahat bırakmıyorsun beni," diye homurdandı memnuniyetsiz bir sürat ifadesiyle. "Ne var?"

"Beni acil kulise sokman ve ben bunu bırakırken Tuğçe’yi oyalaman lazım. Ben gider gitmez fark edebilir, sorun olmaz. Ama bıraktığımı görmesin."

Ayaz bana tip tip baktı. "Neden lan?"

"Utanırım,"

Gülerek benim yanağımı sıktı ve birlikte kulise geçtik. Yan yana duran birkaç tane kapı vardı, üzerlerinde sahneye çıkan kadınların isimlerinin yazdığı. Fırfır Fazilet, Titreten Tuba, Dantelli Ayşe... Heh! Dantelli Ayşe.

Tuğçe’nin kapısını tıklattığımızda, ilk önce bir ses gelmedi. Duraksayıp tekrar tıklattığımda ise yere düşen topuk seslerini duymuştum. "Ay geliyorum ayol," dedi Tuğçe yayvan bir sesle. Ayaz’la birbirimize bakıp gülmemek için kendimizi sıktık.

Ve Diva kapıyı açmış bulundu. Suratında henüz makyaj yoktu, sanırım kıyafet ve saçlarla uğraşıyorlardı şu an. Saçlarına bakıp aldığım elbiseye uyacağı için derin, rahatlama dolu bir nefes verdikten sonra tam onun yanağından bir makas alacaktım ki nerede olduğumuzu hatırladım. Kaldırdığım elimin avucunu açtım, anında havalara gelip elini elimin içine koydu. Eline küçük bir öpücük kondurup Ayaz ile konuşurlarken içeri sızdım.

Kutunun kapağını açıp elbise ve eldivenleri dışarı çıkarırken Ayaz, Tuğçe bu tarafa dönmesin diye öyle bir savaş veriyordu ki görmeniz lazımdı... En sonunda makyaj masasına elbiseyi astığımda, cebimdeki notu da elbisenin üstüne iliştirip oradan sızdım.

Bu sefer yapmamız gerekenler aslına bakılırsa pek de bu pavyonda geçmiyordu, en azından bir süre sonrası. Meryem burada olan ve yeni patronu tanıyan bir arkadaşından aldığı bilgilerle adamın evinde bir kasanın saklı olduğunu ve o kasanın içinde resmen bir servetin bulunduğunu öğrenmişti. Sıla adamı ayartıp kasanın şifresini öğrenecek, -yüzünün gözükmemesine karşı olan bu denli hassasiyetimizin nedeni buydu- Nesil pavyonun, bense adamın evinin etrafındaki kameraları halledecektim ve Murat da gelince buradaki işimiz tamamlanmış olacaktı. Bu defa indirmesi gereken güvenlikler adamın kendi evinin güvenlikleriydi çünkü. Sıla adamla birlikte eve geçtiğinde, Gizel ve Ömer de adama Leyla ile Mecnun’un Erdal Bakkal ile Nurten repliklerini candandıracaklardı. Evet, onların kostümünün nedeni de buydu: Adamın Leyla ile Mecnun’u çok sevdiğini öğrenmiştik. Neresiyle izlemişse artık yarrağımın kafası.

Sıla elinde bir adamınkine ilaç kattığı ve muhtemelen içtikten bir süre sonrasında etkisini gösterecek olan, bir de kendi için aldığı şampanya kadehleriyle adamın odasının olduğu yere doğru adımlamaya başladığında telefonumu açıp adamın odasına bağlandığım kamerayı açtım. Tabii ki de Sıla’yı riske atacak bir harekette bulunmamıştık. En ufak bir sıkıntılı hareket gördüğümde adamın odasına uçacaktım.

"Ben kameraları halletmeye gidiyorum," dedi Nesil kulağıma doğru, onu başımla onaylayınca makas ellerini hareket ettirerek yürümeye başladı.

Sıla’nın, adamın odasına girdiğini gördüğümde Tuğçe anons ediliyordu. "Böyle özel bir gecede..." diyordu anons eden yavşak adam. "Onu sahnemizde görmemek ayıp olurdu. Çok sevdiniz, çok istediniz, bugün de biraz kraliyetten kaçma gibi. Karşınızda, Dantelli Ayşe!"

Tuğçe sahneye çıktığında o kadar güzel görünüyordu ki, bir an etrafa saçtığı o inanılmaz ışıltının gözümü aldığını hissettim. Gözleri parıl parıl parlıyordu ve suratında masum bir gülümseme vardı. Göz göze geldiğimizde bakışlarından geçen binlerce duygu yakaladım; onları tuttum ve göğüs kafesime astım. Mikrofonu ağzından uzaklaştırarak, sadece dudaklarını oynatıp fısıldadı: "Ben her zaman senin küçük kız kardeşin olarak kalacağım."

Ardından, ben bir tepki vermeye kalmadan arkadan melodi girdi ve o da ellerini kaldırıp dans ederek ritmi selamladı. "Heyt be!" diye bağırdım kalabalığa ayak uydurarak. "Arabeskin kraliçesi, yürü be!"

Yanlara doğru omuz ata ata ayak uydurduğu müzik yavaşladığında, mikrofonu titrete titrete şarkıya girdi.

"Her gece rüyamda işin ne senin
Hep seni görmek zorunda mıyım?
Her gece rüyamda işin ne senin
Hep seni görmek zoruuunda mıyımmmm?"

Bir anda mikrofonu sabitlendiği uzantıyı aldığı gibi bir köşeye fırlattı. Sesi gırtlaktan, sözleri damardan, şovları heladan... Karşınızda Dantelli Ayşe, aynen öyle...

"KALBİMİN İÇİNDE SIZIN VAR SENİN
HEP BÖYLE YANMAK ZORUNDAAA MIYIMMM
KALBİMİN İÇİNDE SIZIN VAR SENİN
HEP BÖYLE YANMAAAK ZORUNDAAA MIYIMMM"

İşaret parmağını Ayaz’a doğru uzatıp, ona doğru bağırdı. Bir ona, bir ekrana bakıyordum ve resmen yalama olmuştum.

"CANIMDAN ÇOK SEVDİM, HATA MI YAPTIIIM
TANRIDAN SONRA BİR SANA TAPTIM
CANIMDAN ÇOK SEVDİM, HATA MI YAPTIM
TANRIDAN SONRA BİR SANA TAPTIIIIM!
GECELER BOYU RESMİNE BAKTIM
HEP BÖYLE YAŞAMAK ZORUNDAAA MIYIM..."

O şarkıyı bitirir bitirmez kopan alkış tufanı, onun Seda Sayan misali "ABLANIZ KURBAAAN OLSUN!" diye bağırarak derbeder derbeder etrafında sallanmaya devam etmesine yol açmıştı. Ayaz da sahneye çıkıp onun önünde bir anda eğildiğinde, Sıla da adamı kafalamaya başlamış görünüyordu. Kalbim saniyede milyon atarken gözlerimi kaldırıp onlara baktım.

Ayaz durdu, dudaklarını diliyle ıslatarak heyecanlı heyecanlı aldı eline mikrofonu. Ona şiir okuyacağını anladığımda yüzümdeki ifade dondu. Ayaz’ın bu konularda benden bile kötü olması dışında bir problem yoktu.

Durdu, elini kaldırıp Tuğçe’yi gösterdi. Tuğçe asil bir poz kesti sahnede ve Ayaz’ın açık elinin içine götürdü elini.

"Hayat damarımsın yeşil yeşil
Gözlerinle alakası yok, onlar kahve
Evinize gelsek babamla, yapsan bize bir kahve
Baban vermese de kaçırsam seni ey yâr..."

Uzun bir sessizlik yaşandı.

Tuğçe bozuntuya vermemeye çalışarak ona sarıldığında gülmemek için kendimi o kadar sıkıyordum ki akraba evinde osurası gelen misafir çocuğu gibiydim. Ardından bu ikili bir şarkı daha patlattılar, Ayaz bir şiir daha okumaya çalışınca Ömer yakalanmayı bile göze alarak resmen sahneye uçtu ve onun şiiri yazmış olduğu kâğıdı hepimizin gözleri önünde yedi.

Sıla, gruba adamla birlikte eve gideceklerini yazdığı anda Gizel ile Ömer sokağa çıkmışlardı. Adamın ilgisini çekeceğini ve yol boyu onlarla konuşa konuşa yürüyeceğini, ardından evin önüne geldiklerinde de Sıla’nın onları eve de çağıracağını hesap etmiştik. Adamın odasından çıkıp evindeki kameralara bağlandım -bunu bana öğreten, adını bilmediğim bir arkadaşım olduğu için götümü sallaya sallaya dans etmek üzereydim- ve Nesil ile birlikte pavyondan çıktık. Hemen arkamızdan da Ayaz ile Tuğçe çıkmışlardı; Meryem ise tuvalette üstünü değiştirip kostümsüz bir şekilde ayrılacaktı. Murat zaten ilk çıkan olmuştu güvenlikler için.

"Meryem çıktı şu an, görüyor musun?" dedim Nesil’e, işaret parmağımla mekândan ayrılan Meryem’i gösterirken. "Kırmızı ceketli olan. Onun yanına git, birlikte hareket edin. Ben eve geçiyorum."

Kaşlarını kaldırdı Nesil. "Neden benimle değil?"

"Tehlikeli olabilir," diye mırıldandım ensemi kaşıyarak ama vaktimiz çok kısıtlıydı, Murat’a yardım etmem ve kameraların olduğu odaya erişmem gerekiyordu. Bana baygın baygın bakınca ağzımdan derin bir nefes verdim. "Bir kez olsun beni dinlemen gerekiyor, Nesil, sizi tehlikeye atamam."

Ardından vereceği tepkiyi beklemeden üzerindeki ağırlıklardan kurtularak koşmaya başladım. Eskişehir küçüktü, adamın evi buraya gerçekten yakındı ve Gizel ile Ömer adamı öyle bir oyalıyorlardı ki dakikalar önce yola çıkmalarına rağmen onların yanından geçmiştim. Evine geldiğimde demir kapının parmaklıklarına asılıp kendimi yukarı ittim ve içeri girmiş oldum.

Olduğum yerde kimse yoktu, burası zaten arka giriş olmalıydı ama bir boğuşma sesi de duymuyordum. Hızlıca evin önüne doğru yürürken bir şeye takılıp düşer gibi oldum, ardından bunun bir insan olduğunu fark ettim. Yüzünden akan kan yeşil çimleri koyulaştırmıştı.

"Sayıları çok fazla değildi ya," diyen Murat’ı duyduğumda artık evin önündeydim ve hiç abartısız önünde yaklaşık on tane izbandut gibi adam yatıyordu. Ona şok içinde bakarken kollarını esneterek burnundan akan kanı sildi. "Gir içeri hallet hadi. Ben de adamları toplayacağım."

O, adamları kollarının altından tutarak evin arka tarafındaki kirişin altına çekmeye başladığında derin bir nefes vererek içeri girdim. Evin içinden mutfaktan çıktığı belli olan sesler geliyordu, bu da demek oluyordu ki adamın evindeki iki hizmetli hâlâ buradaydı. Ne kadar sessiz olursam olayım beni fark etmeleri çok olası olduğundan, yangın alarmının camını kırdım ve kırmızı düğmeye bastım. Bunu yaparken sehpanın üstündeki telefonlarını almayı unutmamıştım ki adama haber veremesinler.

Onlar çığlıklar eşliğinde mutfaktan çıkarlarken, ben tabana kuvvet üst katları dolaşıyor ve kameraların bağlı olduğu odayı arıyordum. En sonunda buldum, burası bilgisayarlarla kaplı bir odaydı ve büyük masanın üstündeki koca monitörde hem adamın evinin içindeki, hem de dışındaki kameraların çektiği görüntüler vardı. Olduğum yerde yayılıp büyük bir zevkle tüm kayıtları sildim.

"EE, İSTEMİYORUM DEDİK YA SANA!" diye bağıran gür, öfkeli bir ses duyduğumda kaşlarım çatıldı; olduğum odanın kapıyı gören penceresinden baktığımda içeri girmeye çalışan Gizel ile Ömer’i, onları almayı reddeden adamı ve girmelerini istediğine dair direten Sıla’yı gördüm. Ömer ve Gizel’in girmelerine artık gerek falan yoktu, biz buradaydık, Sıla bu ayrıntıyı nasıl unutabilirdi? Adamın dikkatini çekmeye başlamıştı. Olduğum yerde huzursuzca kıpırdandım.

"Onlar da girmeyecek, sen de girmeyeceksin!" dedi adam öfkeyle ve bir anda Sıla’yı kolundan tuttuğu gibi kapının dışına attı; bunu yaptığını görür görmez ayağa kalkmış ve odadan çıkıp, merdivenin başından onları izlemeye başlamıştım.

"Ama eğleniyordun Kenan..." diye mırıldandı Sıla ağzının içinde, korkuyor olduğunu öyle net hissedebiliyordum ki... Bir anda gözü olduğum tarafa kaydı, beni görünce ağzı şok içinde açıldı, ona Gizel ve Ömer’i göndermesi konusunda bir hareket yapıp anında gizlendim.

"Tamam..." dedi Sıla sesine cilve ekleyerek, "Sen nasıl istiyorsan, öyle yapalım aşkım."

Adam onun ellerini tuttu, bedeninin gevşediğini hissettim. O an gerçekten aşağıya inip onun ağzını yüzünü dağıtmamak için kendimi çok fazla sıkmam gerekiyordu. Adam âdeta kapıyı onların suratına çarparak içeri girdiğinde, artık evde üçümüz yalnızdık; adamın kanına şampanya yoluyla karışan ilacın acilen kendini göstermesi ve şu siktiğimin şifresini alabilmemiz gerekiyordu yoksa bayılacaktım.

Kenan, Sıla’ya yaklaşmaya çalıştığı anda Sıla seksi bir şekilde gülerek kendini geri çekti ve adamın içki şişesinin olduğu komodine doğru yöneldi. O görmeden, sutyenine sakladığı ilacı aldı ve Kenan’a doldurduğu bardağın içine bu defa resmen boşalttı. "İlk önce biraz keyif yapalım, değil mi Kenan?" diye şakıyarak ona uzattı kadehini ve kendine farklı bir kadeh doldurup büyük bir yudum aldı viskisinden.

Kenan’ın kadehi alırken elinin titrediğini gördüm, gözleri kararmış olmalıydı ki bu, yalnızca birkaç dakika içinde sadece uyumak için bize her bilgiyi verebileceği anlamına geliyordu. Ayılmak ister gibi kafasını iki yana sertçe sallayıp kadehini fondip yaptı ama bu defa elleri kadehi tutamamıştı.

Sıla gürültülü bir kahkaha koparıp onun yanına gittiğinde, adamın kapanmaya başlayan gözlerini gördüm ve ben de çıktım sakladığım yerden. "Kenan..." dedi Sıla, ellerini adamın omuzlarında gezdirirken, "Ben güzel bir kadın mıyım?"

Kenan yutkundu, gözleri odağını sağlayamıyordu ve kirpikleri kavuşmak için an kolluyordu. "Evet," dedi Sıla’ya tutunmaya çalışırken.

"Gelirken ne dediğini hatırlıyor musun? Beni çok mutlu edeceğini söylemiştin. Güzel bir kadın olduğum için."

Kenan belli belirsiz başını salladığında, bizimkiler de hep birlikte kapıdan içeri girmişlerdi.

"Emrinde mutsuzluğa çalışan çok fazla güzel kadın var, Kenan," dedi Sıla fısıltılı bir sesle. "Onları mutlu etmek ister misin?"

Kenan artık bir tepki vermiyor, sadece ona bakmaya çalışıyordu.

"Bunu evet olarak kabul ediyorum."

Kasanın şifresini adamdan alıp, onun yüzünü bıraktığı anda Kenan uzun süreli bir uykunun esiri oldu. Ömer’in yukarıdan taşıyarak getirdiği kasayı alıp, adamın söylediği şifreyi girdik ve kasa yavaşça açıldı.

Derin bir nefes alarak güldüm. "Başardık lan."

🥂

AKSIYONNN AKSIYONNNNN AŞIKIM BÖYLE SAHNELER YAZMAYA

Benim yazıp da cidden beğendiğim ilk bölüm oldu... Umarım siz de beğenmişsinizdir. Düşüncelerinizi belirtirseniz çok sevinirim, çok iyi geceler🖤 

Continue Reading

You'll Also Like

927K 64.7K 37
Peyda, bir Gerçek Aile/Kaçırılmış Çocuk klasiğidir. "Şimdi, on yedi yıl sonra annem ve babam karşımda dikiliyorlardı. Onları görüyor, onlarla aynı m...
517K 18.9K 49
"Oo küçük hanım iki gündür sizin peşinizdeyiz." "Siz de kimsiniz niye peşimdesiniz ne istiyorsunuz?" " sakin küçük kız" "Kimsiniz dedim" " babanın öd...
YUVA By _twclr

Teen Fiction

898K 43.6K 50
Amelya 20 yıl sonra aslında ailesinin gerçek olmadığını intikam için bebeklerin karıştırılmasına nasıl bir tepki verecek gelin hep birlikte okuyup öğ...
25.5M 908K 78
♌ İNTİKAMDAN DOĞAN TUTKULU BİR AŞK ♌ Küçük yaşta anne ve babasının ölümüne şahit olan acımasız genç bir adam... Edim Demiray. Daha on sekizinde uyuş...