Küçük Mucizeler Müzesi

بواسطة zihninardindakiler

4.9K 521 6.8K

Her ayın belirli bir günü bir olup rezil pijamalarla sokaklarda âdeta birer manken edasıyla yürüyen, gerçekli... المزيد

1. Bölüm: Koltuk Altındaki Tüylü Kelepçe
2. Bölüm: Pijamalı ve Tehlikeli Bir Tarikat
3. Bölüm: Dantelli Ayşe ve Takımı
4. Bölüm: Ömeriye
5. Bölüm: Gizel Bakkal
6. Bölüm: Sıcak Karantina Günleri ve Sıcak Ayı Savaşları
8. Bölüm: Seni Seviyorum
9. Bölüm: Küçük Mucizeler Pavyonu
10. Bölüm: Yıllar ve Yollar
11. Bölüm: Behzat Amca ile Evleneceksen Ge
12. Bölüm: Geçmişe Rastlandıran Şehir
13. Bölüm: Aşk Bir Sefalet Midir?
14. Bölüm: Liman Bulma Hikâyesi
15. Bölüm: Eskişehir Pavyonlarına Son Mektup...
16. Bölüm: Yeni Masallar, Eski Kâbuslara

7. Bölüm: Gidenler ve Kaybedenler

270 32 422
بواسطة zihninardindakiler

Bölüme başlamadan önce şunu da belirtmem gerek: Bu kitap sadece bir kişinin ön planda olduğu bir kitap değil, ben bir aileyi yazıyorum ve tayfadaki diğer kişiler de arka planda kalmayacak. Bu bölüm oldukça derinlemesine, o yüzden söyleyeyim dedim

İyi okumalar görüşlerinizi belirtmeyi unutmayın kafanızı kırarım🖤🖤🖤

🥂

Soner Avcu - Neye Yarar
Seksendört - Anlayamazsın

7. Bölüm: Gidenler ve Kaybedenler

Her insan için biri vardır, ne kadar sırtını dönerse dönsün, ne kadar giderse gitsin, o limanda, uçurtma uçurulan o tepede ne kadar bekletirse bekletsin hep hayaliyle yaşadığı. Doğamız böyle, kafamızda birinin hayaliyle yaşayıp, hayalini kurduğumuz kişiyi kafatasımızın içindeki dört duvarlı koca dünyada yaşatmaya meraklıyız. Oysa gitmiştir mesela, ya da belki de hiç gelmemiştir bile, ayakları bize çıkan yolları şehrin haritasından silmiştir ama bir gün kalbin atmayı bitirip zihninde onu yaşattığın delik kapanana kadar orada kalacaktır ve sen onu beklemek zorundasındır. Bu, benliğinin omuzlarına bıraktığı bir yük paltosudur. 

Tanrı inancı. Evet, bana insanlardaki Tanrı inancının bendeki nedenini sorsalardı kesinlikle bunu anlatırdım çünkü küçük bir çocukken onlara anlatılan buydu: Duâ et, Tanrı senin açtığın küçük avuçlarını görecek ve ne yaparsan yap seni her zaman bağışlayacak. Kırdığı vazo yüzünden Tanrı’dan özür dileyen küçük çocuklara kırdıkları kalpler yüzünden insanlardan özür dilemeyi öğretmek hayli zor olsa gerek.

Tanrım, annemdi. Küçük bir çocukken onu hiç görmemiştim, tıpkı Tanrılar gibi görünmezdi ama her nedense attığım her adımın sonunda onu bulacağıma dair umudu hiç kaybetmezdim. Hatta ona yazdığım mektupları topladığım bir defterim bile vardı, arasında bulduğum tek fotoğrafı saklıydı falan. Ama bir gün onu bulup parmak boğumlarımı onun kapısında çürüttüğümde beni kabul etmeyeceğini hiç düşünmemiştim. Tanrılara olan inancım, anneme olan inancımla birlikte, o kapıda bitti. Ama eğer bitmeseydi ve ben bir Tanrıyı kafamda yaşatmaya devam etseydim bile beni seveceğini pek sanmıyorum.

Elimdeki yüzeyi yıpranan defterin içi, bir zamanlar onun hayaliyle mutlu olan çocuğun kelimeleriyle doluydu ve fotoğrafı hâlâ orada duruyordu. Çok garipti, yalnızca birkaç dakika öncesine kadar bu defterin varlığını bile unuttuğumu zannediyordum ama yok olmamış bir şeyin varlığını unutmak sanırım imkânsızdı. Ah, sanırım unuttum... Olayları en başından anlatmayı.

Ayının Sıtkı’yı yediği gece ilk olarak yaptığımız ilk şey cırıltılar eşliğinde tüm kapıları pencereleri kapatıp mal gibi birbirimizin suratını izlemek oldu. Sonrasında hâlâ ıslak olan koltuklara oturamadığımızdan -Murat orospusunun kulakları çınlasın- yerde bir daire oluşturarak oturmuş ve şimdi ne yapacağımızı düşünmeye başlamıştık. Sıtkı ölmüştü, o öldüyse kimse bizi siklemezdi bile çünkü karşılığında alacakları bir para yoktu ve kimsenin onu kara kaşına kara gözüne kurtaracağını sanmıyordum. Biz de o gecenin sabahı Eskişehir’e geri dönmüştük işte.

Şimdi elimde olan bu defteri bulmamı sağlayan kişi de Nesil’di. Telefonla konuşuyordu ve karşı tarafın söylediği bir şeyi not alması gerekiyordu, çekmeceleri karıştırırken bu defteri bulmuş ve bana getirmişti. Onun için sadece dolu olduğunu fark ettiği için hiç açmadığı herhangi bir defterken, benim için çocukluğumdu ve kapağına bakmak bile inanılmaz bir acı veriyordu.

"Belki de artık bu yükten kurtulmam gerekiyordur," diye mırıldandım dilimi dudaklarımın üzerinde gezdirerek ve defteri daha sıkı kavrayıp içki mataramı kaptığım gibi kendimi dışarı attım.

Nesil’in arkamdan baktığını göz ucuyla görmüştüm ama arkamı dönüp ona bakmamıştım. Kapıdan bir hayalet gibi çıktım, merdivenleri inip dış kapıyı açarken, temiz havada yürümeye başladığımda aklımdan geçen tek şey artık bu yükün taşınmaya değer olmadığıydı. Bunu çok daha önceden yapmalı, bu defteri onun yüzüme kapadığı kapısının önünde yakmalıydım ama sanırım tam da şu an olması gerekiyordu. Belki de zaman beni beklemişti.

Saat yalnızca bir-iki saate günün açacağı kadar geç olduğundan, bir öğrenci şehrinde yaşıyor olmamıza rağmen sokakta hiç kimse yoktu. Arka cebimdeki sigara paketimden bir dal sigara alıp dudaklarım arasında dengeledim ve paketin içindeki çakmakla ucunu tutuşturdum. Bir süre yürüdüm, Eskişehir’in soğuk havasının tenimin içine sızıp düşüncelerime dalmasını bekledim ama soğuğa yoğunlaşamayacağım kadar yanıyordu zihnimin içi. Bazen bazı şeyleri söndürebilmek için, bazı şeyleri yakmak gerekti ve bu hikâyede yanması gereken şey çok açıktı.

Yürüyüş bandının kenarlarında duran banklardan birine oturup bitirdiğim sigarayı bankın üstünde söndürdüm ve yeni bir sigara yaktım, bir yandan da içki matarasının kapağını açmış anılarımı ıslatıyordum. O iki kapağın arasında umut dolu bir çocuk yanmayı bekliyordu şimdi ve omzumun üzerinden geçmişe baktığımda fark ediyordum da, ben hayatımın hiçbir dönemi kendime acımamıştım.

Yine öyle oldu.

Yanan sigarayı alkolle ıslattığım deftere bıraktığımda, defter cayır cayır yanmaya başladı. O çocuğu düşündüm, zihnimde artık yaşamasa da, bir zamanlar herkesten çaresiz olmasına rağmen umudunu asla kaybetmeyen o çocuğu... "Aptal," diye tısladım tükürür gibi. "Sen hayatımda gördüğüm en aptal çocuksun."

Cayır cayır yanan defterin sıcaklığı yüzümü yalarken, o iki kapağın arasında yanan çocuğun anıları zihnimde tekrardan alev aldı. Okuldan ilk nefret ettiğim günü dün gibi hatırlıyordum mesela. Diğer çocukların aksine dersler değildi bunun nedeni, ya da annemden ayrılmama arzusu falan. Ayrılamayacağım bir annem de yoktu zaten, sanırım sorunun kaynağı buydu. Okula yeni başlamıştık ve ben o zamanlar şu ankinin aksine ağlak bir tiptim, gözyaşı akıtmak için yedi yaşındaki bir çocuğa göre fazla nedenim vardı. Oyun oynuyorduk ve Samet ile birbirimize çarpıp düşmüştük. Onun aksine ben dizimi gerçekten sert vurmuştum, yarıldığını hatırlıyorum ama yaşlı gözlerimi kaldırıp okul kapısına baktığımda benim için kollarını açıp, küçük dizlerimi kendi elleriyle sarabilecek bir annem yoktu. O gün, Samet’in annesi onu kucaklayıp onunla birlikte ağlayarak giderken iki seçeneğim vardı: Ya ağlayarak habire kendime ne kadar kimsesiz olduğumu hatırlatacaktım ya da gülerek bir şeyleri bastırmaya çalışacaktım. Gülmeyi seçtim.

"Değişen hiçbir şey yok." dedim güçlü tutmaya çalıştığım sesimle ama kaslarımı özgür bıraktığım an ağlamaya başlayacağımdan titreyişini engelleyemiyordum. Gözlerimi gökyüzüne kaydırdım, yıldızsız göğe bakarken sertçe yutkundum. "Ha hiç gelmemek üzere gitmiş, ha ölmüş... Değil mi? Bu defter o kapı yüzüme çarpıldığı gün hiç dönmemek üzere gitmemiş miydi?" Gözlerimi kaydırarak yanan deftere baktığımda dilime değen tuzu hissettim. "Şimdi ölmesi neden bu kadar acı verici?"

Sizi hiç özlemeyen ve asla özlemeyeceğini bildiğiniz birini özlemek dünyanın en kalp parçalayıcı hissi olabilirdi ama... Kendime her ne kadar itiraf edemesem de, tam da bu gece, bu soğukta, bu yalnız başıma oturduğum sokakta onu çok özlüyordum.

Zaman defteri içine aldı, saatler onu yuttu ve gece içindeki hatıraları kovdu; sabah olduğunda artık yalnızca külleri vardı ve ben hâlâ o bankta sessizce oturuyordum. Ağlamıştım, ardından susmuş ve sonra sanırım biraz daha ağlamıştım; bi’ ara neredeyse uyuyakalacaktım ama uyumadım, bilincim beni ve bedenim o sokağı terk etmedi. Bir nedeni yoktu, artık ortada bir defter bile yoktu. Bu yalnızca aptallıktı.

Yanıma birinin oturduğunu hissettiğimde günün ilk ışıkları etrafı aydınlatmaya başlamıştı bile. Bacağıma değen yumuşak ve kalın kumaşı hissettim, kaşlarımı çatarak ağladığım için acıyan gözlerimi yan tarafıma çevirdiğimde elinde battaniyeyle yanımda öylece oturmuş beni izleyen Nesil’i gördüm. Üzerine aldığı monta rağmen öyle çok üşüyor gibi görünüyordu ki, bu kaşlarımı çatıp elindeki battaniyeyi ondan almama neden oldu. Ardından onu kendime hafifçe çekip bir kundak hâline gelene kadar battaniyeyle sıkıca sardım.

"Ne yapıyorsun?" dedi titreyen çenesiyle, itiraz dolu gözlerle suratıma bakıyordu. "Onu senin için getirmiştim..."

Gözlerimi devirdim. "Titriyorsun, Nesil."

Kaşlarını çatarak battaniyenin içinden çıkmaya çalıştı ama onu kelimenin tam anlamıyla kundakladığım için bunu yapamamıştı. Tam dudaklarını aralamış, bana saydırmaya başlayacaktı ki, anlık olarak göz göze geldik ve onun yüzüne yayılmaya başlayan saf şaşkınlığı gördüm.

"Sana ne olmuş böyle?" diye sordu dehşetle. Gözlerimi gözlerinden çekip burnumu çekince bakışları biraz daha şaşkınlık kazandı. "Sen... Sen ağladın mı?"

Güldüm. "Neden bu kadar imkânsız bir şeyden bahseder gibi söyledin?"

Yutkundu, bedenindeki soğuk çözündüğü için ki muhtemelen, sıcak olan ellerini battaniyenin içinden zor bela çıkarıp ellerimi tuttu. Artık göz göze değildik ama bakışları yüzümün her yerindeydi ve bu inanılmaz rahatsız ediciydi şu anda. Bana acıyor gibi görünüyordu.

"Şöyle bakıp durma," diye hırladım ellerimi ellerinden sertçe çekerek. Nesil duraksadı, normalde olsa buna sinirleneceğinden emindim ama sanırım bana o kadar çok acıyordu ki buna bir tepki verememişti.

"Her şeyi üstlenip sonra kaçmak zorunda değilsin," dedi ellerini yumruk yapıp dizlerinin üzerine koyarken; artık ikimiz de önümüze serili koruluğa bakıyorduk.

"Hiçbir şeyden kaçtığım yok," dedim düz bir sesle. "Beni rahat bırak. Bu saatler daha soğuk oluyor zaten, eve gir, hasta olacaksın."

Nesil derin bir nefes aldı. "Bunu yapmak zorunda değilsin."

"Neyi yapmak zorunda değilim?"

Yeniden soğumaya başlayan elini, ikimizin arasında olan elimin üzerine koydu çekine çekine. "Bunu... Bunu işte. Hepsini. Daha ağlayalı birkaç dakika olmuşken ve ruhunda seni terk etmeyen bir veba varken benim hasta olup olmamamı düşünmek zorunda değilsin, hep gülmek zorunda değilsin, ağlarken yalnız olmak zorunda değilsin... Tüm bunlara zorunda değilsin ki sen. Neden yapıyorsun? Kendi kendini görmezden gelmek hoşuna mı gidiyor?"

"İntihar eden baş karaktere daha fazla umut etse kurtulabileceğini söyleyip duran seyirci gibisin biliyor musun," dedim bir anda gülmeye başlarken; güneş artık tam anlamıyla doğmuştu ve ilk ışıkların keskinliği gözlerimi ağrıtıyordu. Ona döndüğümde gözlerimde beni anlamadığına dair bir ifade olsa da yine de elimi elinin içinden çekmemiştim. "Oysa bilmiyorsun, nereden bilebilirsin ki? Senarist benim sonumu yazarken sen bu filmin seyircisi bile değildin."

Dişlerini sıktı, uzun tırnakları elime gömülmeye başladığında artık gerçekten üzgünlüğünün ya da bana karşı duyduğu bu acıma duygusunun(?) sinire dönüşmeye başladığını görebiliyordum. "Şöyle konuşmayı kes," dedi sert bir sesle. "Bir saç telinin bile insanı nasıl un ufak ettiğini, eski zamanlara götürüp canını yaktığını ben de biliyorum ama yapmaya çalıştığım şey seni o anıların kucağına atıp yanmana izin vermek değil, çekip kurtarmak. Keşke şunu bir anlasan."

Dilimi alt dudağımın üzerinde yavaşça gezdirdim. "Ama bunu senden isteyen ben değildim," dedim yüzümü buruşturarak. Şu anda belki de ona kabalık ediyordum ama umurumda değildi. "Ben hep bu şekilde ayakta kaldım, Nesil, ne kadar sağlıklı olduğu ya da sonucunda nasıl bir insana dönüşmüş olduğum pek de umurumda değil. İlgi için size sıçamasa anlatan insanlara alışmışsınız. Ulan biri de çıkıp demiyor ki, sikerim senin empatini bazı şeyleri yaşamadan anlayamazsın, bazı insanların yanında ağlarken kalamazsın, bazı anlar vardır olmaz işte. Bu seninle alakalı değil, bu benim iyileşmek için sadece ertesi ânın gelişini beklememle alakalı ve merak ediyorsan söyleyeyim, insanların zorunda hissettirdiği hiçbir şeyi de yapmadım."

Yutkundu, o kadar sertçe bir yutkunuştu ki sesi kulaklarımda çınlamıştı. Uzun süre bana baktı; öyle bir baktı ki, yanan bir evi elinde satamadığı peçeteleriyle izleyen bir evsiz gibiydi.

Dudaklarını araladığında, konuşacağını fark ederek kelimeleri ağzına geri tıktım çünkü benim ertesi ânım gelmek için çok da beklemez.

"Sana bir şey diyeceğim Nesollika," dedim yumuşak bir sesle, avuçlarımı kollarıma sürterek. "Ben acayip üşüyo’m lan. Nasıl yapalım?"

Yüzündeki soğuk ifade bir kar topu gibi dağılırken, sıcacık gülümsedi ve ayağa kalkıp zor bela battaniyenin içinden kurtuldu. Battaniyeyi omuzlarıma atacakken, "Hop, hişt, hoşt," diye bir at misali hönkürdüm ve defterin yerini battaniye aldı.

"YA SEN MAL MISIN, NİYE YAKIYORSUN BATTANİYEYİ?!" diye cırladı Nesil alkolle ıslatıyor olduğum battaniyenin başında tepinirken, sesi ağlamaklıydı ve tir tir titriyordu; az öncenin havasını omuzlarından böylesine hızlı atabilmesi beni gülümsetti. Bana benzemeye başlamıştı.

"Daha az konuş, pışpırık," dedim arka cebimdeki çakmağı elime alırken ve ıslanan battaniyenin üzerine attım.

"Senin ağzına sıçayım ya!" diye bağırdı Nesil yanan battaniyeden uzağa kaçışarak ama bu maksimum 3 saniye falan sürmüş olmalıydı; Nesil hemen sonrasında titremekten bükülen bacaklarla yanan battaniyeye koşmuştu.

"Yaa, böyle gelirsin yaban pışpırığı seni," dedim onun saçlarını karıştırarak.

"Yalnız çok ciddi bir şey diyeceğim, beş saattir şu battaniyeye sarılıyım bu kadar ısınacağımızı bilsem en başından yakardım," dedi Nesil, utanmasa ateşin içine girecekti resmen... Onun bu ateşi ilk keşfeden mağara insanları gibi ısınışına bakarken hayatımda aklı başında tek insanın dahi olmadığını bir kez daha fark etmiştim.

"Sakın evdeki tüm battaniyeleri böyle yakmaya kalkma, yemin ediyorum dolabın içine kitler camdan aşağı salarım seni," dedim çünkü gerçekten onda bunu yapacak potansiyel görmeye başlamıştım şu an.

Gözlerini irileştirerek kaşlarını kaldırdı. "Yakalandım..."

Sabahın ilk saatlerini o bankın üstünde, yanan battaniyemizin ateşiyle ısınıp salak saçma konulardan konuşarak geçirdik. Bana Ayvalık’ı anlattı; hayatının en güzel zamanları orada geçmiş ve tekrardan gitmek için fırsat kolluyormuş falan. O an kafamda yatağımda yuvarlanıyor olmanın hayallerini kurduğumdan bu anlattıklarına pek bi’ tepki verebildim sayılmaz ama onu Ayvalık’a tekrardan götürme fikrini kafamın bir köşesine yazmıştım.

"Saat kaç?" diye sordum; gözlerim uykusuzluktan ve mayışmaktan her an kapanabilirdi. O da pek farklı sayılmayan gözlerini ağır ağır telefonuna indirdi ve, "7 buçuk olmuş," diye mırıldandı.

Başımı sallayarak onu onayladım ama öyle kötü bir hâldeydim ki başımı sallarken yeni doğmuş bir bebek gibi taşıyamayıp boynumu kıracağımdan korkmuştum. Kendimi her fırsatta bebeğe benzettiğimin farkında mısınız bu arada... Ne yapayım, çok ortak yönümüz varsa demek ki.

"Hadi, gel," dedi bir anda Nesil elini dizlerine vurarak. Durup ona bön bön baktığımı görünce de, anında çirkefleşip, "Lan gelsene!" diye cırladı.

"Dizlerine mi?" dedim anlam veremeyen gözlerle ona bakıp saçlarımı kaşıyarak.

Bana tiksintiyle baktı. "Sevgilin olan her kadın çok şanssız,"

"En azından sevgilim oldu, sana bakan olmamıştır bu arada..."

Yumruklarını sıkıp, "GEL LAN ŞU DİZLERİME!" diye bağırmasıyla yerimde âdeta Adile Naşit misali sıçrayarak kafamı dizlerine koydum. O ise bu sırada homurdanıyordu. "Hayır diyorum ki ilk defa güzel bir şey söyleyeyim, az insan olduğunu hatırlasın... Hayvan. HAYVAN." Yanağıma vurdu hafifçe. "Algısızsın, salaksın yemin ediyorum ya."

"Sus az ya," dedim uykulu bir sesle. "Hay o dizlerin karlara dağlara bayırlara çarpaydı da sıyrılaydı senin nereden geldim de yattım dizlerine. Olduğun yerde huzur yok..."

"VIZILDAMA LAN ORADAN, YAYGARACI HERİF,"

"Uyuyorum ben, haberin olsun," dedim dizlerine sarılarak. "Yılan..."

Saçlarımın arasında dolanan ellerini hissettim, bu bana hayatımda hiç hissetmediğim kadar şefkatli bir ânın içinde olduğumu hissettirdi ve burnumu bacağına sürterek gözlerimi biraz daha sıkı kapadım. Onun elleri hep saçlarımda olsa her şey çok güzel olabilirmiş, hep böyle küçük bir çocuk gibi hissedebilirmişim gibi gelmişti bir an.

"Saçların yumuşacık," dedi ben tam uykuya dalarken. "Sakinleştirici bir kokusu var. Şampuanın ne?"

Gözlerimi açmadan, "Dalin." dedim ağzımın içinde.

"Ne?"

"Dalin."

"Nasıl?"

En son gözlerimi sinirle açıp dik dik yukarı baktım. "Dalin reklamındaki saçları ipek gibi olan o kız benim, Nesil."

Kaşlarını kaldırıp muzip bir tavırla yüzüme baktı. "Hadi ya... Bebek bezi reklamında da oynamış mıydın peki? Meraktan soruyorum..."

"Hakaret algılarım," dedim oldukça ciddi bir sesle. "Hâlâ oynuyorum. Göt mankeniyim."

Nesil bu defa kendini tutamayıp delice bir gülme krizine kapılırken, ben de fırsattan istifade uykuya daldım.

🥂

"Oğlum biz hep beraberiz ha," dedim saçlarımı küçük bir çocuk edâsıyla kaşırken, bir yandan da bizimkilerin suratlarına düz düz bakıyordum. "İki-üç gün ara falan mı versek ben sizi özlediğimi hiç hissedemiyorum çünkü artık."

Nesil ile o bankta uyuyakaldıktan birkaç saat sonra iki yaşlı amca tarafından uyandırılmıştık; uyandırılma sebebimiz ise ’evladım bacaklarımız ağrıyor’lu bir şeydi ve ayağa kalktığımızda kar yağıyordu, ateş sönmüştü. Kısacası, kısa bir an gerçekten olduğum yerde buz tutacağımı falan zannetmiştim ve Nesil ile birlikte resmen götümüze roketatar takarak eve uçmuştuk. Eve geldiğimizde ise yaptığımız şey kesinlikle hayvan gibi uyumak olmuştu, muhtemelen ertesi güne kadar uyanmamayı falan düşünürken Murat aramıştı. Bazen ondan nefret ettiğimi iliklerime kadar hissediyordum...

Ömer, yandan yemiş bir prenses gibi parmaklarını birleştirip, gözlerini art arda kırpıştırmaya başladı. "Önceden özlüyordun yani," dedi cilveli bir sesle. "İnsan özlediğine basarmış..."

"Başladı yine bu," dedim isyankâr bir sesle. Ardından, oturduğum sandalyenin tepesine çıkıp bir devrimci misali bağırmaya başladım: "EFENDİLER! FARK ETMİYOR OLABİLİRSİNİZ AMA SON ZAMANLARDA HER GÜN AYNI GÜNÜ YAŞIYORUZ. ÖMER SÜREKLİ BAS BANA DİYOR, AHA BAK ŞİMDİ MURAT KÜFÜR EDECEK, MERYEM ÜRKECEK, SILA GARSONLARLA IRIŞ KIRIŞ, TUĞÇE SPRITE’I PİYASADAN SİLMEK İÇİN PATRONLARLA İSTİŞAREDE, GİZEL ÖMER’İN KAFASINA VURUYOR, NESİL DESEN ALLAH’INA KAVUŞMAK ÜZERE..." Bir an durup, ağzımın yorulduğunu fark edince onlara şok içinde baktım. "Oğlum biz bu kadar kalabalık mıydık la?"

"Kanka sayamadığın biri bile çıkabilir her an, bando takımı gibi geziyoruz," dedi Ayaz içeceğinin pipetiyle oynarken.

Tuğçe onun yanaklarını mengene altına aldı. "Oy benim haklı, tespitkâr adamım..."

Ömer tripcan sevgililer misali kollarını göğsünde toparlayıp dudak büzdü bana. "Sen benden sıkıldın... Doğru söyle, başka biri mi var?" Bir anda onu yakalarıma yapışmış, gözlerini kocaman açmış hâlde suratıma suratıma Hayko Cepkin misali bağırırken buldum. "ÜZERİME DEVRİLEN GÖLGENİN SAHİBİ, ÜÇÜNCÜ KİŞİ BAYAN ŞAHISI KİM?"

Ona tiksintiyle bakarken, usulca mırıldandım: "Sen gerçekten malsın."

Biz tam rutin goygoylara başlamıştık ki, bir anda Murat büyük ellerini masaya sertçe vurdu ve dikkatimizi üzerine zorla çekti. "Nezaketten bihaber yaşıyorsun hayvan oğlu hayvan," diye homurdandı Ayaz gözlerini ona çevirirken. Onu alnının çatından öpmek istedim, böyle haklı olurdu bir insan.

Murat ona bakarken gözlerini devirdi. "At gibi tepiniyorsunuz gözümün önünde koca koca adamlar, pardon bir bakar mısınız falan mı deseydim? Lan siz var ya beni yemin ediyorum sınıf öğretmenine çevirdiniz, Allah kahretsin sizi."

Tuğçe ofladı. "Samimi söylüyorum emekli dayılara döndün Götüm Başım Murat. Zırlayıp durma da konuya gir."

Murat ona doğru döndüğünde, yine tartışacaklarını anlayıp ayağımı kaldırdığım gibi ikisinin arasına soktum ve kafalarını başka yönlere doğru döndürdüm. Bu oldukça tehlikeli bir hareketti çünkü Murat sinirlenip Allah korusun ayağıma bir şey yapabilirdi. Herif için bilinçaltımdan geçen düşünceleri kes ya. Hayvan.

"Şimdi," dedi Murat elleriyle yüzünü ovarken. "Sıtkı öldü ama adamları bunu bilmiyor, ayriyeten o pavyonun tek pezevenginin o olduğunu da sanmıyorum. Yani düşündüğünüzün aksine tehlike bitmedi, aksine çok daha fazlalaştı." Ellerini masaya bastırıp, masanın ortasına doğru eğildi; o bunu yapınca biz de otomatikman ona doğru meyletmiştik. Şirin bir şekilde gülümsedi ve sakin bir sesle fısıldadı: "Kısaca, siki tuttuk."

Bir süre bön bön bakıştık.

"E onları da öldürelim o zaman?" dedi Nesil masum masum. "Masum masum mu?" diye bir ses duydum kafamın içinden, bu Rıfkı’ydı, bir an şaşkınlıkla ağzım aralandı; uzun zamandır onu duymamıştım. Duymadığım zamanlarda da oldukça huzurluydum oysa... Gelmişti yine orospunun evladı. "Masum masum dediğin cümleye bak. Sizi ayılarla kurtlar yemek diye sofraya yatırsa onları yer kalkarsınız yemin ediyo’m korkmaya başladım sizden."

Gözlerimi Mecnun Çınar edasıyla kısarak, "Öyle haklısın ki..." diye mırıldandım.

"Bak, o da onaylıyor!" dedi Nesil, Rıfkı’ya söylediğim şeyi üzerine alınarak. Ona yüzümü buruşturarak, SEN KİMSİN BE KARI İÇ SESİMLE KONUŞUYORUM ŞURADA bakışımı attım ama sanırım bakışımı okuyamamıştı. Pekâlâ, haklı sayılabilirdi.

"Ben de Nesil’e katılıyo’m valla," dedi Sıla saçlarını omuzlarından geriye doğru savurarak. "En başında planımız bu değil miydi ki zaten? Murat bir-iki taramalı getir, gerisi bizde babuş."

Ömer Sıla’ya düz düz baktı. "Kanka Murat taramalı getirse n’olur, taramalıyı kullanabilecek tek kişi yine Murat? Sen bizi Maraz Ali falan sanmaya başladın..." Birden bana dönüp, işaret parmağını Müjde Ar edasıyla boynumda gezdirdi. "Gerçi bu yakışıklı bizi cazibesini kullanarak kurtarabilir," Yüzümdeki ifadeyi görünce güldü. "Ay tamam kız, sadece bana yâr ol sen, sadece bana..."

"Bu herifi bu gruba alan şahıs kim kendisi gelsin bi’ yüz yüze konuşalım artık ya." dedi Nesil, yumruklarını sıkmış Ömer’e bakıyordu. Ömer olmayan saçlarını savurarak yerine Güldür Güldür Show’daki sosyete kadınları gibi kuruldu.

"Bunu diyeceğimi düşünmezdim ama Nesil’e katılıyor olabilirim galiba..." dedi Tuğçe burun kıvırarak. Sonra, birden silkelendi ve omuzlarını oynatarak kahkaha attı. "Ulan siz Dantelli’yi hiç mi tanımamışsınız, benim o adamların hayatında gördüğü insan sayısı kadar leşim var be... Sakin olun siz, o iş bende."

Ayaz derin bir nefes alarak ona baktı. "Bazen gerçekten bu dediklerine öyle çok inanmak istiyorum ki..."

Evet... Bu yalnızca Ayaz’ın değil, hepimizin sesiydi.

Tuğçe bir anda onun yakalarına yapıştı. Gözlerini kocaman açmış, ağzını garip bir hâle sokmuş alttan alttan Ayaz’a bakıyordu ve Ayaz çok şoklar içinde görünüyordu... Bu grupta en çok ona acıyordum. "İnanmıyor musun yani?!"

"Estağfurullah majesteleri..." dedi Ayaz titreyen bir sesle.

Ona bakarken yüzümü buruşturarak güldüm. "Sen bu hikâyenin garibanısın Ayaz Yaman..."

"Sen bu garibanın götünü ye de bu arada."

Yapmacık bir şekilde güldüm. "Komik çocuk seni, siktir git,"

Biz yine birbirimize girmiş hâlde, üst düzey küfürlerle -açık kalan musluk, filmin son 5 dakikasında kesilen internet, gazı biten çakmak- birbirimize saydırırken en son bizi ve tezavurat yapan diğerlerini susturan kişi Meryem oldu bu defa. Tam, "SEN NE ANLARSIN AŞKTAN SEVDADAN, YAZIN BAŞINDA FOX TV’YE KONULAN ’AY BİLEĞİMİ BIRAK ACIYOR’LU DİZİ SENİ!" diye bağırmıştım ki, Meryem dehşet içinde mırıldandı:

"Siz gerçekten hiç korkmuyor musunuz ya?"

Bu söylediği, bir an için neşe içinde olan masaya molotof etkisi yarattı ve hepimiz durup bunu düşünmeye başladık. Üst dudağımı ağzımın içine yuvarlarken, kendime sordum: Gerçekten hiç korkmuyor muydum? Henüz 22 yaşındayken, daha hiç âşık olmamış ve bir kitabın afilli bir cümlesinde sevdiğim kişiyi düşünmemişken, daha hiç elimde bir uçurtmayla uçurumdan atlayamadan mesela ya da daha hiç bir gemi kullanamadan ölmekten, sahiden hiç korkmuyor muydum? Dudağımı yavaşça serbest bıraktım. Değecekse eğer ölümüme, hiç de korkuyor sayılmazdım.

"Yoo," dedim omuz silkerek, "Bundan ancak yaşamak için zamanı erteleyip duran aptallar korkar. Biz gerçekten yaşadık ve ölüm nedenimiz yaşayamayan insanları yaşatmak olacaksa bu pek de ürkütücür bir fikir gibi görünmüyor."

Meryem bana baktı, baktı, uzun uzun baktı; ardından ürkek gözlerini benden aldı ve hepimizde teker teker gezdirdi. Yüzünde mahçup bir ifade vardı, kırılgan ama ilk kez cesur. Sıla elini kaldırıp onun masanın üzerinde duran elini kavradı ve sıkıca tuttu. "Değersin, Meryem," dedi gülümseyerek. "Değersiniz."

Anlık duygusallık bombasıyla dudaklarımı büzüp hemen yanımdaki Tuğçe’ye sarıldım bir çocuk gibi. Kollarını kaldırıp bana sıkıca doladı ve gözlerimi kaldırdığımda diğerlerinin de birbirine sarıldığını gördüm. Murat ve Nesil’in sarıldığını fark edince, Murat’a kaş goz yaparak Meryem’i işaret ettim ama o dudaklarını büzmekten başka bir tepki vermedi.

"Bu hayvan oğlu hayvanın adım atacağı falan yok," diye homurdandım cebimden telefonumu çıkarırken, bir yandan da Sıla’ya telefonunu işaret ediyordum. Çaktırmadan telefonunu çıkardığında parmaklarım klavyenin üzerinde gezmeye başlamıştı.

Hüseyin: Kankeyto Meryem’i alıp bir 10 dakika falan gidebilir misin

Sıla: Niye aşko

Hüseyin: Murat’ı evermek için plan yapmamız gerekiyor sen uzaklaştır biraz kızı

Hüseyin: Ne bileyim sigara içmeye falan çıkar

Sıla: HEEEEEE

Sıla: AYY ÇOK HEYECANLI

Sıla: BEN GÖTÜRÜYO’M O ZAMAN ŞİMDİ KINALI KUZUMU

Hüseyin: He kanka aynen öyle siktirin gidin biraz

Sıla kafasını telefondan kaldırıp, dilini çıkardı ve baş parmaklarını kaldırdı. Ben de baş parmağımı kaldırıp beden dilimle onu kovma hareketleri yaparken Meryem’in kulağına bir şeyler demiş, birkaç saniyeye de ayaklanmışlardı.

"Ya yemin ediyo’m herkesi birbirine yapıyorum, bu işin sonunda sap kalırsam türkülerle kendimi camdan aşağı atarım ha," diye mırıldanıp canı çıkmak üzere olan masaya bu kez de ben ellerimi sertçe vurdum.

"Ne iş?" dedi Murat göz kırparak, meraklı bir sesle. Diğerleri de aynı şekilde bana bakıyorken, Murat’a focuslandım.

"Oğlum bana bak," dedim Murat’a yanaşarak. "Senin bu kıza bir adım atacağın var gibi değil, kusura bakma. Az biraz bakışma arıyorum, bi’ gülüşme arıyorum, ulan tık yok senden Murat bak yemin ediyo’m geçireceğim şu masayı kafanın nalına ha. Ömer, yaklaş kanka." Murat bana ne olduğunu anlayamaz şekilde bakarken, yaklaşan Ömer’e döndüm. "Meryem gelince sahneye atlıyorsun, sözleri acayip anlamlı, tercihen birbirlerini bulacakları bir şarkı söylüyorsun, tamam mı? Murat sen de öyle at nalı gibi işlevsiz işlevsiz bakma, melül herif. Kıza bak. Bana bakma. KIZA BAK. AHAN KIZ GELİYOR! MURAT KIZ GELİ..." Bir anda hepimizin eli ayağı birbirine dolaşırken, Gizel Ömer’i alnının çatından şak diye öptü ve ona hangi şarkıyı söylemesi gerektiğini söyledi. Ömer sahneye çıkarken, Gizel masadan, "AŞKIM VOKALLİK YAPABİLİRİM BAK, KAÇIRIYORSUN BU FIRSATI..." diye bağırsa da gerçekten hisli bir ortam istediğimiz için Tuğçe Gizel’in ağzına bir tane çaktığı gibi onu susturmuştu.

"Ağzım..." diye homurdandı Gizel perişan hâlde.

"Kes sesini, caz yabma sikerim belanı ha-" Gizel’in ona çatal çektiğini görünce, gözlerini irileştirerek yanıma kaçıştı Tuğçe. "Klavye yanlış yazmış aşkım ben sana ölüyorum..."

Onları susturan şey, Ömer’in mikrofona sonunda eğilmesi olmuştu. "Pek romantik bir adam olduğumu söyleyemem," dedi gülerek, o sırada hepimiz, hatta tüm bistro durmuş onu izliyorduk. "Ama bu şarkının sözleri ve hikâyesi bana iki kişiden başka kimseyi hatırlatmıyor..." Gitarını kucağına çekerek onlara doğru baktı. "En çok siz dinleyin."

"Yürüyorum elim cebimde
Ve evim teninde
Bedenim yerinde
Seni görmeye geldim."

Ömer’in güzel sesi kulaklarımıza dolduğunda, şarkının sözlerini hatırlayıp göz ucuyla onlara doğru baktım; bu gerçekten hikâyesiyle de sözleriyle de onların şarkıları olmalıydı. Meryem hiçbir şey anlamamış gibi öylece etrafa bakıyordu, Murat ise yalnızca izliyordu onu. Gerçi artık başka yerleri izlese bile onu gördüğüne inanmaya başlamıştım.

"Senin beni öpüşlerin gibi yalan dolan
Para falan filan, tamam
Seni sevmeye geldim."

Meryem de ona bakmaya cesaret bulduğu an, göz göze geldikleri andı. Murat, gözleri Meryem’in su yeşili gözlerine takılı hâldeyken Ömer’le birlikte ağır ağır fısıldadı: "Seni sevmek ne büyük suç."

Ömer bunu defalarca kez tekrar ederken, Murat yalnızca bir defa söylemiş ve susmuştu. Bir an, nedenini bilmediğim bir şekilde gözlerim Nesil’e kaydı. Öylece, gözlerini kapamış şarkıyı dinlerken gerçekten çok güzeldi.

"Bir şarkıyı dinlerken gözlerin birine dalıyor," dedi Ayaz, hemen ardından güldü. "Bir an bu hiç olmayacak sanmıştım."

Kaşlarımı çatarak gözlerimi ona çevirdim. "Ne?"

Bir cevap vermedi, ben de söylediklerinin kafamı meşgul etmesi için kendime zaman vermedim ve kafamı Ömer’e çevirdim. Gizel eli kalbinde hayranlık dolu gözlerle onu izlerken çok huzurlu görünüyordu, aslında bu, şu an için hepimizde geçerliydi.

"Herkesten duyuyorum hakkında
Ne kadar ağır şeyler
Ama sen duyma
Birden çok yüreği öpen kalbin
Bana tükürürmüş 
Ben yağmur sandım ya..."

Meryem’in eli yanağındaydı, artık birbirlerine bakmaktan çekinmiyorlardı ve fark etmeseler de öyle güzel görünüyorlardı ki tam şu an kafalarını birbirine çarpıp LAN SIPALARIM, diye diye sevmemek için zor tutuyordum kendimi.

"Ben yangına vurgun suyum, aman kuzum
Beyaz skandalım
Bi’ gün konuşuruz uzun uzun
Ben yangına vurgun suyum, aman kuzum
Beyaz skandalım
Bi’ gün konuşuruz uzun uzun..."

Ardından, nakaratı son bir kez daha tekrar etmiş ve alkışlar eşliğinde sahneden inmeye yeltenmişti. ’Yeltendi’nin altını özellikle çizmek istiyorum çünkü Gizel onu sahnenin önünde tuttu ve ayağını yere vurarak "BANA DA ŞARKI SÖYLEMEDEN BENDİMİ ÇİĞNEMEDEN İNEMEZSİN SAHNEDEN!" diye bağırdı.

"Ben bu kızın gerçekten insan olmadığı fikrinin sonuna kadar arkasındayım ya," dedim şoklar içinde onlara bakarken. Onca insanı asla umursamadan sahnede bana nah çekip Ömer’i yanağından öptü.

Ömer ile birlikte söyledikleri şarkı, Yanayım Yanayım’dı. Tüm bistroyu kelimenin tam anlamıyla ayağa kaldırmış ve resmen pavyona dönüşmüşlerdi, kendimizi dans etmekten kaybettiğimiz bir zaman diliminde nasıl olduğunu asla anlayamadığım bir şekilde sağ tarafıma döndüm ve Muhittin abiyle burun buruna geldim. Tokmağı davula vurup tavuk pilavcısının reklamını falan yaptı. Bu adam nasıl oluyordu da her yerden çıkabiliyordu asla beynim basmıyordu... 

Sonuç olarak, yine aynıydı. Saçma ve yinelenen esprilerimizle, birbirimize savurduğumuz altı boş tehditlerimizle, saçmalıklarımız ve belki biraz da kahramanlıklarımızla geçti gün yine. Murat Meryem’e doğru bir adım atmadıkça ben onun kafasını sikiyordum, Ömer en son, ’madem bir işe yaramayacaktı niye çıktım söyledim, ağzınıza bok suyu dökerim sizin’ deyip Meryem’e patlamıştı ve Meryem şok içinde ona bakıp ciddi ciddi bir süre onunla konuşmamıştı... Aralarını yapan da yine bendim bu arada. Böyle Esra Erol ruhun ağzına sıçayım. 

🥂

"Abi, abi, abiliko!"

Ayaz, ruhunu Allah’a teslim edercesine yıkadığı halıdan kafasını kan ter içinde kaldırıp banyonun önünde dikilen kardeşine baktı. Dolunay’a. Gülerek, artık 16 yaşında kocaman bir genç kız olsa da onun gözünde asla büyümeyen kız kardeşine bakarken elindeki soğan çuvalını halıya bir kez daha sürttü. Yüzünü buruşturmuş, dudaklarını aşağıya doğru kıvırmıştı. "Abilikon Allah ile tanışma evresinde şu an..."

Dolunay ile mutfakta bulaşıkları yıkayan Behzat amca gürültülü birer kahkaha patlatırken, Ayaz onlara düz düz bakıp kırmızı soğan çuvalını halının kenarlarına kaydırdı bu defa. Behzat amca içeriden bağırdı: "AYAZ! AYAZ BENİ DUYUYOR MUSUN, SESİMİN FRENKANSI ORAYA GELİYOR MU? AYAZ????"

"Sesinin frekansı mı?" dedi Ayaz karşısında babası varmış gibi mal mal duvara bakarken.

"He, duyuyormuşsun. Neyse bak ne diyeceğim, halılar kurusun, yerlere serip bir yalayacağım, ağzıma pislik, bok, püsürük gelirse senden bilir ve o halıları sana tekrardan yıkatırım benim güzeller güzeli oğlum..."

Ayaz kafasını arkaya atıp inledi. "Keşke bunu yapacağından emin olmasam..."

"HAHAHAHHAHAHAHAHHAHAHA!"

"Özellikle gülme şöyle ya, ne biçim gülüyorsun çok çirkin gülüyorsun," diye bağırdı Ayaz içeride Mustafa Sandal dinleyip kıvırtan babasına. Bu dediğine cevap vermeyeceğini anlayınca, "Baba, Aya Benzer aç, Tesir Altında’da dans edilmiyor!"

Babası MÜZİK ZEVKİN BİLE KÖTÜ, EVLEN DE KARIN DİNLESİN ÇİRKİN MÜZİKLERİNİ başlıklı bir konuşmaya başladığında, Ayaz gülerek Dolunay’ı içeri çekti ve banyonun kapısını gürültüyle kapayıp kız kardeşine de bir soğan çuvalı uzattı. Dolunay soğan çuvalını yandaki kovaya sokup ıslatırken, "Bunu neden biz yapıyoruz anlamıyorum, adam resmen halı yıkamandan zevk alıyor!" dedi kıkırdayarak.

Abisine hep hayranlıkla bakardı ve bunun başlıca sebebi kesinlikle Ayaz’ın ona olan sevgisi, ilgisi, şefkatiydi.

Ayaz da güldü. "Bir ara sana yıkatmış, ben şehir dışındaydım o sıra... Bende aldığı zevki alamamış. Benim perişanlığım zevk veriyor bu adama."

Dolunay genişçe sırıtarak abisinin yanaklarını sıktı köpüklü elleriyle. "Söz, ondan habersiz gizlice halı yıkamacıya vereceğim salondaki büyük halıyı. O insanın canını çıkarır he."

Ayaz ona saf saf baktı. "Bu o zaten..."

Dolunay ağlamakla gülmek arasında kalan bir surat ifadesiyle Ayaz’a baktığında, aniden ikisi de birbirlerinin suratına doğru gülmeye başlamışlardı. Ayaz bir anda kardeşini üzerinin ıslanmasını umursamadan halının üzerine yatırdı ve ellerindeki köpükleri yüzüne bulaştırıp gıdıklamaya başladı. "Tüm işleri bana kitliyorsun, fark etmiyorum sanma hep gıdıklarım seni böyle görürsün!" diye sahte bir kızgınlıkla onu gıdıklarken Dolunay gülmekten ölmek üzereydi, tüm damarları dışarı fırlamıştı ve banyonun içinde kahkahaları yankı yapıyordu.

"Ulan babanız olmadan eğlenmeye de utanmıyorsunuz!" diyen Behzat amca bir anda avuçlarını denize atlar gibi alta doğru tutup, köpüklü halının üstüne bir dalgıç misali atladı ve yandaki su dolu kovadan bir meşrebe suyu Ayaz’ın kafasından aşağı boca etti.

"Baba... O kadar... Büyük bir... İyilik... Yaptın ki... Şu an..." Kollarını iki yana açarak kafasını sallayarak suyun etrafa sıçramasına neden oldu Ayaz. "Bir daha vur..."

"Hoşt ulan, zevk alıyor bu!" diye bağırıp bir anda koca cüssesine aldırmadan Ayaz’ın sırtına atladı Behzat amca ve hep birlikte halının üzerinde yuvarlanmaya başladılar. "Bundan da zevk al da görelim huh hah dev adam!"

Ayaz kafasını kaldırmaya çalışırken, "Ne?" diye bağırdı ama onu asla göremiyordu... Behzat amca ve Dolunay’ın içindeki holigan dışarı çoktan çıkmış, hep birlikte Dev Adam marşını söylüyorlardı şu an.

O halıyla olan işlerinin bitmesi olması gerektiğinden çok daha uzun sürmüştü çünkü hep birlikte soğan çuvalıyla basketbol oynamaya çalışmaktan tutun, Survivor parodisi yapmaya kadar her boku yemişlerdi. Dolunay her bulduğu fırsatta kendini kaygan halıya atıp orada resmen uyukluyor, Ayaz onu kaldırmaya çalışırken Behzat amca da ona yardım etmek yerine Dolunay’ın yanına yatıyordu. Garip bir ailelerdi.

Sonunda Ayaz onları banyodan kovup, halıyı bitirdikten sonra bol serenatlı bir duş almıştı. Salonda oturup Survivor izleyen ailesinin yanına, koltuğa bıraktı kendini. "Baba bu ne ya? Eskiden Amerikan dublajı falan izlerdin, hangi ara Survivor izler oldun sen?"

Behzat amca kumandayı kaldırıp, onun kafasına fırlatmakla tehdit edince Ayaz ve Dolunay oldukları yere sindiler. Behzat amca sayıya giden Ardahan’a çeşitli tezavuratlar yağdırırken, Ayaz kardeşine döndü.

"Ee?" dedi kolunu Dolunay’ın omzuna atarak, "Neler yapıyorsun rastalı ayıcık?"

Dolunay yüzünü buruşurarak gülerken, rastalarını onlarla gurur duyar gibi savurdu. Bu Ayaz’ı da güldürmüştü. Birden Dolunay yüzünü elinin içine aldı, iri gözlerini belerterek alttan alttan abisine bakmaya başladı. Bunu sadece önemli bir şey söylemek istediği ama söylemeye çekindiği zamanlarda yapardı.

"Hıı," dedi Ayaz bedenini tam anlamıyla kardeşine döndürüp sırıtırken. Bu onun dilinde ’uzatma da anlat’ demekti.

Dolunay saçını ince parmağının etrafına dolarken, "Sanırım birinden hoşlanıyorum," dedi ve der demez abisinin yüzündeki ifadeye baktı, gayet sabitti, devamını bekliyor gibi bakıyordu. Dolunay bundan cesaret alarak derin bir nefes aldı. "Ama beklediğin gibi değil."

Ayaz kaşlarını çattı. "Nasıl yani?"

"Yani... Bazı özellikleri beklediğin gibi değil."

"Baban yaşında birine falan mı âşık oldun?" dedi Ayaz, kaşları iyice çatılmış ve yüzündeki ifade gerilmeye başlamıştı. Dolunay ağzını kocaman açarak kafasını iki yana salladı. "Hayır, hayır! Sadece o bir kız. Benim gibi."

Ayaz, gözlerini kapatıp ağzından derin bir nefes verdi, tüm bedeni gevşemişti şu an resmen. "Öyle desene," diye homurdandı, ardından güldü. "Hem neden bunun için bu kadar çekindin ki? Yanlış ya da beklenmedik bir şey değil, bir erkeğe ilgi duyman kadar normal ve doğal."

"Gerçekten mi?" dedi Dolunay gözlerini irice açarak. Bu durumdan en yakın arkadaşına bahsettiğinde ona çok yanlış ve çirkin bir şey yapıyormuş gibi davrandığından, abisinin bu konularda destekçi olduğunu bilse bile çekinmekten alıkoyamamıştı kendini.

Ayaz onun siyah saçlarını okşadı. "Gerçekten," dedi sevgi dolu bir sesle. "Bir daha böyle bir şeyden bahsederken utanıp sıkılma sakın. Sevginle hep gurur duy, hislerin cinsiyeti ya da sınıfları olmaz."

Dolunay, dolmaya başlayan gözlerini kırpıştırarak abisinin omuzlarına doladı kollarını. "Seni seviyorum, abi."

"Abiliko demediğine göre gerçekten duygulandın..." Gülerek kardeşinin saçlarını öptü. "Ben de seni seviyorum benim güzel prensesim."

Dolunay çok şanslı bir kız çocuğuydu, bu su katılamaz bir gerçekti. Behzat Bey her zaman babaydı, onun hep yanında olan, oyuncak tabak çanaklarıyla düzenlediği çay partilerine katılan, harika bir baba... Ama bunları yaparken yalnız değildi, Ayaz varlığını bilmediği masalları Dolunay’a uyuması için okurken öğrenmişti. Onun hissettiği anne yokluğunu kardeşinin de hissetmemesi içindi belki de bunca çaba ve kalbini patlatacak kadar yoğun olan şefkat. Dolunay saçları ıslakken hâlâ sadece abisine tarattırırdı çünkü artık kocaman olsa da hâlâ saçlarını tararken acıtırdı, oysa tarak abisinin elindeyken o gerçek bir prensesti ve saçları ipek gibiydi. Hâlâ şaşırırdı, bu kadar kuvvetli ellere sahip olmasına rağmen nasıl saçlarını en acıtmadan onun taradığına.

Âniden çalan kapı onların konuşmasını bölerken, Behzat amca televizyonun sesini kısarak ayağa, kapıyı açmaya kalktı. Onların evine kim gelse Behzat amca eğlenceli bir şekilde karşıladığı ve bunu yüksek sesle yaptığından, kapı açıldıktan sonra oluşan sessizlik onların dikkatini çekmişti.

"Zili çalıp kaçtılar bence," dedi Dolunay kıkırdayarak ama Ayaz’ın içinde bir his vardı, herhangi bir adı yoktu, sadece oradaydı ve tırnaklarını onun kalbine geçiriyordu. Gerginliğini saçma bulup gözlerini kardeşine geri döndürecekken, evin içinde ilerleyen topukluların sesini duydular.

His büyüdü, kendi etrafında dönerek deri değiştirdi ve bir gerçeğe dönüştü.

Kadının adımları salon kapısının önünde durduğunda, Dolunay’ın gördüğü surat onun için hiçbir anlam ifade etmiyordu.

Oysa Ayaz için bu evdeki tüm anılar alev almaya başlamıştı. 

🥂

"Birini terk etmek sence affedilebilir mi?" 

Nesil, elindeki kahve dolu iki kupadan birini benim önüme bırakıp karşımdaki tekli koltuğa oturdu. Sorduğum sorunun nedenini bilmediğinden surat ifadesi dediğime anlam veremiyormuş gibiydi. "Anlamadım?" dedi kaşlarını çatarak.

"Birini terk etmek, diyorum," dedim bir kez daha, kahveden bir yudum alıp boğazımı ıslattıktan sonra tekrardan devam ettim. "Yani biri seni terk etse affeder misin ya da birini terk etsen geri döndüğünde affedilmeyi bekler misin?"

Nesil durdu, kahve bardağını bacaklarının üzerine koyup gözlerini kıstı. Sorduğum soruyu düşündüğünü biliyordum, ben de bana bu soruyu sordurtan şeyi düşünüyordum. Daha birkaç dakika önce Ayaz bana annesinin tam 16 yıl sonra geri geldiğini ve Dolunay onu tanımadığı için doğru düzgün konuşamadıklarını, uzaktan bir akraba olarak tanıttıklarını anlatan bir mesaj atmıştı. Kadın geldikten sadece birkaç dakika sonrasında evden bir şey çaktırmamaya çalışarak çıkıp gitmiş ama Dolunay’a bunu nasıl açıklayabileceğıni bilmiyormuş, bu yüzden kardeşiyle benim konuşmamı istedi. Ben ne alaka, deyip olayın içinden sıyrılabilirdim çünkü gerçekten ben ne alakaydım ama Ayaz benim kardeşimdi ve onun kadar duygusal bir insanın ne o evde kalmaya devam edebileceğini ne de Dolunay’a açıklama yapabileceğini sanmıyordum. Bu durumda oldukça haklıydı da.

"Bazıları bekler," diyen Nesil beni düşüncelerimin içinden çekip çıkaran el olmuştu, irkilip gözlerimi kaldırarak ona baktım; elini yüzüne koymuş beni izliyorken düşünceli görünüyordu.

"Affedilmeyi mi?"

Gülümsedi. "Hayır, affetmeyi," Ellerini bana doğru uzattı, ilk başta bunu bana tutunma arzusundan çok herhangi bir hareket sanmıştım ama asıl amacını anladığımda ben de ellerimi ellerine uzattım ve parmaklarımız kenetlendi. Bu kız, varlığı ve beraberinde getirdiği yoğun hisler sorgulanmaya çok müsaitti ama sadece ânı yaşamayı tercih ediyorduk ikimiz de. "Bazı insanlar ne kadar terk edilen olsa bile geri gelmesini bekler affetmek için, geri gelen kişinin ne beklediğinin pek bir önemi yok aslında."

Bir an ona bakarken gözlerimin içinin gülmesine engel olamadım. Elini biraz daha sıkı kavrayıp, "Terk edilmiş gibi konuştun," diye mırıldandım kısık bir sesle.

"Belki de edilmişimdir."

Derin bir nefes aldım, onun geçmişinden gelen yanık kokusu zaten fark edilmeyecek cinsten değildi ama sanırım konu o olduğunda hep sorgulamayan taraftım. Hislerimi sorgulamıyordum, hislerini sorgulamıyordum; geçmişini, şimdisini ya da gelecekte benimle olup olmayacağını da sorgulamıyordum. Gözlerim duvardaki saate kaydığında artık Dolunay ile buluşmam gerektiğine kanaat getirip ayaklandım. Böyle bir durumda tabii ki Ayaz’ın yalnız kalmasına izin vermemiştim, Tuğçe’yi arayıp olanlardan bahsetmiş ve gidebileceği tek yerin kalabalık olmayan çocuk parkları olduğunu söylemiştim. Ayaz mutsuzken hep parka gider ve dışlanan küçük bir çocuk gibi bankta öylece otururdu.

Dolunay ile buluşacağımız yere vardığımda o da daha yeni yerine oturuyordu, burası evlerinin yakınındaki bir çay bahçesinin hemen yanındaki parktı. O salıncakta sallanan küçük çocukları gülümseyerek izlerken yanına oturdum ve yanaklarını çekiştirdim.

"Ya Yusuf abi ya..." diye gülüp homurdandı, bana ilk adımla seslenirdi hep. "Özlendin kız cimcime," dedim onun rastalı saçlarını karıştırırken.

Dolunay kıkırdayarak gözlerini irice açtı. "Sen deeee! Eskisi kadar gelmiyorsun bize, sen ben babam bir olup abimle uğraştığımız günleri özledim..."

Kahkaha attım. "Gelmeyeli maksimum iki hafta olmuştur bu arada..."

"Ama biz seni özlüyoruz... Ve Ömer abileri de," Bir anda Ömer’i hatırlamış olacak ki, kahkaha attı. "Ömer abi inanılmaz komik biri lan. Ama Murat abiyle olunca daha da komik oluyorlar. Biliyor musun, bazen okulda kavga ederken sen ve Murat abinin birbirinize söylediğiniz küfürlerden ediyorum, bu sayede çok hayran topladım..."

Yüzümü buruşturarak güldüm. "Sevgiline Ömer’in bana davrandığı gibi davranmadığın sürece istediğin kadar bizi taklit edebilirsin..."

"ÖMER ABİNİN SEVGİLİSİ OLMAK- AY YANİ ÖMER ABİYE BASMAK İSTEDİĞİNİ KABUL EDİYORSUN YANİ?"

Gözlerim yerinden çıkarcasına pörtlerken, hızlıca yerimde doğruldum. Dolunay deli gibi bana gülüyordu. "Ulan Ömer..." dedim içinde olduğumuz ciddi mevzuyu bir kenara atarak, "Ulan amına da koyduğumun evladı, beni düşürdüğün hallere bak. Herif yokken bile rahat yok bana artık ya."

Dolunay’la kısa bir süre daha saçmalayıp gülüştük, artık konuya girmemiz gerektiğini fark ettiğimde boğazımı temizleyip ona döndüm. "Dolunay," dedim derin bir nefes alarak, "Seninle önemli bir şey konuşmam gerekiyor."

Dolunay yerinde doğruldu, gözleri irileşmişti. "Abimle mi alakalı? Zaten bu akşam bir kadın geldi, uzaktan akrabamızmış, görür görmez gitti. Çaktırmamaya çalıştı ama anladım, kavgalı falan mıymış ki kadınla?"

Tırnaklarını kemirerek art arda söylediği cümleleri, "Sakin ol," diyerek böldüm. Ona baktım. Bir annesi yoktu belki ama o kadar harika bir ailesi vardı ki, umarım anlatacaklarımdan sonra annesini ailesine tercih etmek gibi bir aptallık yapmazdı.

"Geçen yılki doğum gününü hatırlıyor musun?" diye sordum gözlerimi parktaki ağaçlarda gezdirirken. Dolunay kaşlarını çattı, hatırlamaya çalıştığını fark edince ben anlatmaya karar verdim. "25 Mayıs. Ayaz’ın inanılmaz büyük bir maçı vardı, Türkiye şu an adını hatırlayamadığım bir ülkeyle maç yapıyordu ve abin milli takımda, biliyorsun. Ayaz hiç inanılmaz çalışkan bir adam olmadı, doğuştan bir yeteneği vardır ve üzerine bir şeyler katarak ilerlediğinden diğer sporcular kadar gecesini gündüzüne katmaz ama bu maç için inanılmaz çalıştığını, onu günlerce göremediğimi hatırlıyorum." Dolunay anlam veremeyen gözlerle bana bakıyordu, bunun nereye varacağını ve olayın neresinde olduğunu merak ediyordu muhtemelen. "Maç günü hepimiz gittik işte, tribünlerde bekliyoruz, ortalık yıkılıyor ama harika bir şey. Neyse takım sahaya çıktı, gözüm abini arıyor, yok. Zaten kaptan olduğunu göz önünde bulundurursak hemen ortada olması gerekiyordu ve çok heyecanlıydı, son anda tır ezmediyse o adam oraya gelirdi."

Dolunay’ın gözleri irileşti, bir şeyleri yerine oturttuğunu fark ettiğimde gülümsedim. "Daha sessiz bir yere gidip abini aradığımda bana ne dedi biliyor musun? Doğum gününmüş bugün ve yeni okulunda arkadaş edinememişsin pek, ağlayarak onu aradığında sana maçın ertelendiğine dair birkaç şey zırvalamış ve pastasını kapıp senin yanına gelmiş. Bizi de çağırmıştı, hatta gelmiştik zaten, hatırlarsın. Ömer yaşıtın biri olsun da kötü hissetme diye gecenin o saati Gizel’in kuzenini getirtmişti, maçı televizyonda veriyor diye asla televizyon açtırmamıştık sana ve sen birkaç gün sonra abine o büyük maç ne zaman, diye sorunca Ayaz sana kadro dışı kaldığını söylemişti. Oysa öyle değildi, hiç olmadı. O maça çıksaydı şu anda yurtdışında bir takımda oynuyor olabilirdi, bu kariyerinin şimdiye kadarki en iyi adımı olurdu ama senin için yapmadı. Sadece senin için."

Dolunay’ın gözleri artık dolu doluydu, zihninin ve göğsünün içinde binbir tane hisle baş ediyor olmalıydı, onu anlıyordum. Onu benden iyi kimse anlayamazdı. Bazı şeyler için empati yetmiyordu, bazı şeyleri gerçekten yaşamadan asla anlayamıyordunuz.

"Bu akşam evinize gelen kadın annendi, Dolunay," dedim, bunu daha alıştıra alıştıra söylemek isterdim ama sanırım daha fazla dolandıramazdım lafı. Dolunay’ın gözünün kenarında akmayı bekleyen iki tombul gözyaşı yanaklarına doğru intihar ettiğinde bana inanamaz gözlerle bakmıyordu, gözleri bomboştu. Sanırım en acısı da buydu. Ayaz’ın annesiyle onu tekrardan gördüğünde göğsüne batan anıları varken bu kız tanımamıştı bile.

"Ama neden?" dedi cılız bir sesle, bir an gelen onu tutup göğsüme bastırma isteğine karşı koyamadım ve ona sıkıca sarıldım. "Neden?" diye sayıkladı derin bir iç çekerek, "Bunca zaman sonra neden gelirsin ki? Yokluğunun yarattığı deprem dindi diye mi yaptı bunu?" Bir anda öfkeyle bağırıp kar tutan yerlere tekmeler savurmaya başladı. "Bu nasıl bir yüzsüzlük böyle? Ben onu tanıyamadım bile, bu nasıl bir kalpsizlik!"

Herhangi bir insanı dinlemek ve acısını acına benzettiğin bir insanı dinlemek asla aynı şey değildi. Senin de dilinin arkasında birikmiş kelimelerin vardı, senin de eklemen gerekenler bu acıya, senin de bir tekme savurman ve senin de ağlaman gerekiyordu sanki. Sadece susmamalıydın, durmamalıydın çünkü bazı insanlar tam da kendini toparladığın an bunu yapmazlardı. Kalbinin biraz olsun kaynaması için sessizliğe ihtiyacın olsa gürültülerle tedavi edilmeye çalışılır, biraz olsun durup dinlenmek istesen yeni koşulara hazırlanılırdın insanlar tarafından. Zordu, acımasızcaydı ama su katılamaz bir gerçekti ki bunu hepimiz yapıyorduk.

"Az önce anlattıklarım bazı şeyleri fark edebilmen içindi yalnızca," dedim şefkatli bir sesle, saçlarını okşarken. "Belki bir annen yok, hiç olmadı ama senin muhteşem bir ailen var Dolunay. Ne ifade eder bilmiyorum ama biz de varız. Kaç yıl geçerse geçsin aradan, yine bir gün yalnız kalsan en baba maça çıkmayacak bir abin, yaşın 16 değil 56 olsa bile senin plastik çay partilerine katılıp oyuncaklarınla kavga çıkararak yüzünü güldürebilecek bir baban var. Henüz tanışmasan da Tuğçe var, lüleleri öyle yuvarlak ki parmağını oraya sokmadan duramıyorsun mesela. İstediğin her türlü pop ve arabesk türdeki şarkıları söyleyebilir ve üstün şovlar sergileyebilir. Biz varız işte, arkadaşların var, bazı insanlar böyle zamanlarda yapayalnızdır ama senin etrafında kocaman bir kalabalık var. Hâlâ anne özlemi çektiğini biliyorum, kaç yaşındayım, iki kere terk edildim annem tarafından ama biliyor musun, çıksa karşıma şimdi yine affeder onu içimdeki çocuk. O yüzden içeride bir yerler onu affederse sakın suçlama kendini. Sadece, tam da şimdi, vaktin varken, sevdiklerin hâlâ hayattayken kime sarılmak istiyorsan ona kollarının açıldığı kadar sarıl."

Benden yavaşça ayrıldı, gözlerini sildi ve minnettar gözlerle baktı. Bana son kez sarılıp arkasını dönerek karlarda bata çıka yürümeye başladığında, kar yeniden yağmaya başlamıştı. Kafamı gökyüzüne doğru kaldırıp gülümsedim.

"Sen gerçekten o adamsın."

Gözlerimi Nesil’in sesiyle araladığımda, tersten baktığım için görüşüme giren tek şey dudaklarıydı. Beni takip ettiğini fark ettiğimde bu beni sinirlendirecek sandım ama yalnızca gülümsetmişti. Bir kar tanesi onun burnunun ucuna kondu, konan kar tanesine dokunup onu dudaklarına kadar iteledim ve dolgun dudaklarına yavaşca yaydım. "Belki de artık sorgulamam gerekiyordur,"

Sadece birkaç saniyeliğine göz göze geldik, ardından boynuma dökülen saçlarını hissettim ve görebildiğim tek şey yeniden dudakları oldu. Bedenim hissetti, kalbim düşündü, beynim sustu. O soğuk ocak gecesinde, kar taneleri onun saçlarına tutunurken ve o ilk defa üşümezken, sözleşmiş gibi aynı anda birbirimizin dudaklarına kapandık.

🥂

Bölüm hakkındaki düşünceleriniz neleeer? Umarım beğenmişsinizdir 🖤

BAKIN BİZİM TAYFA DA ÜZÜLEBİLİYO başlıklı bir bölüm oldu ksoakwoqkoqkqlwn her şey böyle güllük gülistanlık ilerlemez sonuçta :d

İyi geceler öptüm çok 🖤

Instagram: ogemiyibeklerken

واصل القراءة

ستعجبك أيضاً

Peyda بواسطة Herkes Yalan

قصص المراهقين

930K 64.7K 37
Peyda, bir Gerçek Aile/Kaçırılmış Çocuk klasiğidir. "Şimdi, on yedi yıl sonra annem ve babam karşımda dikiliyorlardı. Onları görüyor, onlarla aynı m...
2M 73.4K 60
DİKKAT: ÖĞRETMEN ÖĞRENCİ KURGUSUDUR +18 VARDIR RAHATSIZ OLACAK OKUMASIN. Lavinia: Sana vermem gereken bir ceza vardı. Defne: Tobe hasa Defne: Ben ned...
2M 120K 64
Ulaş: Ev alma, komşu al demişler. Işık: Öyle mi demişler. Ulaş: Öyle demişler. Alacağım seni kendime. Mecburuz.
25.5M 908K 78
♌ İNTİKAMDAN DOĞAN TUTKULU BİR AŞK ♌ Küçük yaşta anne ve babasının ölümüne şahit olan acımasız genç bir adam... Edim Demiray. Daha on sekizinde uyuş...