Kaşağı

By ClassicsTR

13.1K 305 145

11 Mart 1884'te doğan Ömer Seyfettin Türk edebiyatının önde gelen hikâye yazarlarındandır. Türkiye kısa hikây... More

KAŞAĞI
İLK NAMAZ
İLK CİNAYET
ANT
PRİMO TÜRK ÇOCUĞU NASIL DOĞDU?

PRİMO TÜRK ÇOCUĞU NASIL ÖLDÜ?

1.1K 19 10
By ClassicsTR

Annesi Türk ve İslam dininden olmayı istemeyerek babasından boşandı. İtalya'ya gitti. Primo, evde yalnız kalmıştı. Bu yalnızlık hoşuna gidiyordu. Zaten o yabancı kadının, o düşmanın aralarında ne gereği vardı? Şimdi Fransız okulundan da çıkmış, bulvarın sonundaki büyük okula, bu Türk ocağına girmişti. Bir ay içinde Türkçeyi öğrendi. Bu ne güzel dildi. Bir gün babası:

"Primo, sana bir Türk ismi koyalım!" demişti.

Hemen sevinerek razı oldu:

"Koyalım, Enver, mesela..."

"Bu Türkçe değil."

"Öyleyse Niyazi..."

"O da değil."

"Tuhaf, şaka yapıyorsun baba... Türkler'in kullandıkları bu adlar nasıl Türkçe olmaz?" diye güldü.

Ve babası kendisi ile eğleniyor sanıp, ciddileşti. Kaşlarını çattı. Kollarını göğsünün üzerinde çaprazladı. Dik dik baktı. Babası onun sertliğini bozmak istiyor gibi kucağına çekti:

"Şaka yapmıyorum, yavrum, bu adlar Türkçe değil."

"Ya nece?"

"Arapça."

"Türkçeler başka mıdır?"

"Başkadır."

"Ne gibi?"

"Mesela Oğuz, Turhan, Orhan, Cengiz, Turgut, Alp..."

"Oh Oğuz, Oğuz... Oğuz koyalım." diye ellerini çırptı ve babasını boynuna sarılarak sordu:

"Bu, büyük bir adamın adı mıdır?"

"En büyük Türk'ün adı."

"Bu bir paşa mı?"

"Hayır, Türkler'in ilk hakanı... İlk Türk hakanı... Her milletin olduğu gibi Türkler'in de mitolojisi vardır. Oğuz Han gökten inmiş ve sülalesi Türkler'e hükmetmiş."

"Oğuz... Oğuz... Beni bir kere çağırınız bakayım."

"Oğuz..."

"Buradayım..."

Mini mini vücudu dimdik oldu. Göğsünü ileri çıkardı ve bir kahraman vaziyeti aldı. Babası tekrar onu kucakladı. Öptü:

"Sen bir aslansın yavrum, aslan bir Türk. Adın tarihe geçecek." dedi.

Primo bir dakika düşündü. Adını tarihe geçirmek, bu nasıl olurdu?

"Bir adamın adı tarihe nasıl geçer?"

Babası onun kumral ve kıvırcık saçlarını okşayarak cevap verdi:

"Gayet büyük ve yüce bir şey yapmakla. Herkesi hayretten şaşırtacak bir kahramanlık göstermekle..."

"Pek güzel, pek güzel." dedi.

Ve o andan itibaren büyük şeyler düşünmeye, takındığı Oğuz adına layık hayallerle uğraşmaya başladı. Fransızcayı anadil olarak biliyordu. Babası, ona sarı kaplı ve "Mavi Bayrak" adlı kitap getirdi. Küçük Oğuz, hep onu okuyor, rüyaları Cebe'nin orduları ve Cengiz'in sarayları ile doluyordu. Derslerini bitirdikten sonra "Mavi Bayrak"a dalar, saatlerce okurdu. Sabahleyin ilk işi gazeteleri gözden geçirmekti. Trablus'ta alçak İtalyanlara öyle darbe vuruluyordu ki!..

Bir gün babasına sordu:

"Biz Türk müyüz?"

"Şüphesiz yavrum."

"O halde evdeki uşak, aşçı, hizmetçi niye Rum?"

Babası düşündü. Oğlunun bu milliyetçiliği hoşuna gitti. Öyle ya, insan Türk olduktan sonra, hiç olmazsa kendi yurdunu olsun Türkleştiremez miydi?

"Doğru söylüyorsun Oğuz." dedi

.Ve ertesi gün bir Türk uşak buldurdu. Aşçı ile hizmetçi de arıyordu. Zorluk çekmedi. Emine Hanım isminde bir dul bulundu. Güzel yemek yapmasını da biliyordu. Alaturka yemeklere hasret kalmıştı.Hele Oğuz ömründe yememişti. Bu kadın bir göçmendi. Bir de oğlu vardı. Askerdi. Komşu bir subayın evinde emir erliği yapıyordu. Bir hafta içinde artık evde Türk'ten başka kimse yoktu. Artık Oğuz, bol bol Türkçe konuşuyordu. Babasının getirdiği Türkoloji'ye dair kitapları iyice anlamadan okuduklarını herkese anlatırdı. Bonmarşeden aldığı bir talim tabancası ile hep nişan atmaya çalışırdı.İtalya kralının resmini hedef yapmıştı. Her gün bu Türk düşmanının bazen başına, bazen göğsüne bir iki atım yerleştirirdi. İtalya Savaşı uzadıkça uzuyor, hala Trablus alınamıyordu. Neredeyse bir sene olacaktı. Ajanslar ve gazeteler iyi yazıyordu. Fakat babası çok ümitsiz ve üzgün görünüyordu. Acaba kederi nedendi? Sordu. Babası başını salladı:

"Oğuz'cuğum," dedi "artık son günlerimizi yaşıyoruz. Biz de Acemistan gibi olacağız. Hem bu çok sürmeyecek."

Primo şaşırdı:

"Nasıl, fakat nasıl? Babacığım, Trablus'ta pek güzel savaşıyoruz. Ordularımız hazır."

Babası tekrar bir ah çekti:

"Dinle beni yavrum" diye başladı, "sana Türkiye'yi Batı Türkler'inin halini anlatayım. Bizim hükümetimizi kuran Ertuğrul ve Osmanoğulları, Turan'dan, Horasan'dan, Altındağı'ndan kalkarak Anadolu'ya gitmişler. Anadolu'da ne kadar Türk varsa, Selçuki ve başkaları... Hepsini kılıç kuvvetiyle birleştirmişler. Sonra Anadolu'ya geçmişler. Orada Rum, Arnavut, Bulgar, Sırp gibi milletleri esir etmişler. Memleketlerini almışlar. Daha sonra çok kuvvetlenince Suriye ve Arabistan'ı alarak oralarda düzensizlik felaketlerine son vermişler. Fakat aldıkları yerlerin halkını Türkleştiremediklerinden, bu büyüklük onların zayıf düşmelerine sebep olmuş, hani bir bardak limonatanın içine fazla su koyup çoğalttıkça, nasıl şekerin kuvveti azalırsa ve tadı kaçarsa öyle...Eskiden bu milletleri ayrı ayrı, oldukça iyi idare etmişler. Sonra Tanzimat işi bozmuş. Ah bu Tanzimat... Bu işte asıl felaketimizin başlangıcıdır."

Primo:

"Acayip, bu Tanzimat ne?" diye sordu.

Babası daha uzunca anlatmaya başladı:

"Türklüğümüzü bütün unuttuğumuz tarih... Bu Tanzimat, Avrupavari kanunların bizim memleketimize uygulamaya başlanmasıdır. Bu yabancı ve muzır kanunlar -eski esirlerimiz olan halkların çok işine yaramış. Çünkü bu kanunlar Avrupa medeniyetinden, yani Hıristiyanlık ruhundan doğuyordu. Esirlerimizin çoğu da Hıristiyan olduklarından hayatlarına biçilmiş kaftan gibi uyuyor,onları daha ileri götürüyordu. Biz Türkler'e gelince, dinimiz Müslümanlık olduğundan Hıristiyanlıktan çıkan bir kurum bize göre değildi, ortaya ters etkiler çıkarıyordu. Yıllar geçti.Esirlerimiz fikirce, ruhça, medeniyetçe bizi fersah fersah geride bıraktı. Bizim büyüklerimiz, hâlâ gafil ve budalaca ''Musavat'' ilan ediyorlardı. Esirlerimizin elinde yeni ve mükemmel bir silah vardı. Bizde ise kırık bir ok... Memleketimizde bütün zenginlik, az zaman içinde esirlerimizin, yani o eski ve barışmaz düşmanlarımızın eline geçti. Biz adeta bir bekçi, bir uşak gibi kaldık. Askerlik ve memurluktan başka kaynağımız yoktu. Ve sırf devlete ait siyasi bir tabirden başka bir şey olmayan''Osmanlı'' adı altında bütün düşmanlarımızı kardeş sayıyor, en büyük Türkler'i, mesela Cengiz ve Hülagü gibi en değerli savaş dahilerini çocuklarımıza en kötü adamlar olarak gösteriyorduk. Ne yeni Müslümanlığa muhalif bir Türk medeniyeti meydana getirilebiliyor ne de Avrupa'dan gelen Hıristiyan medeniyetini kabul edebiliyorduk. Felaket gecikmedi. Rumlar donanmamızı Navarin'edindaşları olan Avrupalılara yaktırdıktan sonra bağımsızlıklarını ilan ettiler. Romanya, Sırp,Karadağ, Bulgaristan'da rahat durmuyorlardı. Ayaklandılar. Asırlarca karış karış kan dökerek aldığımız yerleri bir hamlede kapıştılar. Nihayet elimizde bu günkü Rumeli ile Anadolu kaldı. Rumeli gitmek üzereydi. Şarkın uyanılmaz uykusundan Genç Türkler uyanmışlardı. Meşrutiyet ilan ettiler. İşte dört senedir hükümeti, Osmanlı hakimiyetini tutuyorlar. Yalnız bu ''Genç Türk'' öyle bir kuvvetti ki,en gizli yollardan devletimizin temeline hücum eden, devletimizi yıkmaya çalışan Rumlara,Bulgarlara, Sırplara, Arnavutlara karşı geliyor, onlarla uğraşıyorlardı. Bugün bu kuvvet yıkıldı. Yere serildi. Artık Türklüğün düşmanları serbest kaldı. Rahat rahat çalışacaklar. Mezarımızı bir an içinde kazacaklar..."

Primo'nun gözleri bulanmış, düşüncesi kaybolmuştu. Babasının yavaş yavaş anlattığı şeyleri dinliyor ve küçük kalbinin rahatsız olduğunu duyuyordu. Demek kendisinin milleti o kadar talihsizdi.Ama yine ümidini kesmiyordu:

"Ya ordumuz, babacığım, ya ordumuz?" diye haykırdı. Babası başını salladı:

"Heyhat yavrum, heyhat... Artık o bir efsane... Topla, tüfekle savaş olmaz. Ruh ister, maneviyat ister. Artık orduda ortak bir ruh olmadığı, maneviyatın iflas ettiği anlaşıldı. Türk subayları kendi milliyetlerini inkar ediyor. Devletimizin en korkunç, en bıktırıcı, en yorulmaz düşmanları olan Arnavutlarla birleşerek Türk kuvvetini, yani kendi varlıklarını öldürüyorlar."

Primo anlamadı:

"Aman babacığım, Arnavutlar, Türkler'in kardeşi değil mi?"

"Hayır yavrum, eski esirlerimiz içinde bizi asla affetmeyen Arnavutlardır. Hatta Yunan hükümetinin bağımsızlığına onlar sebep olmuşlardır. Rumların bir hükümet kurmaları için, kanlarıyla çalışarak Türkler'le çarpıştılar. Geçmişi bırakalım. Meşrutiyet'in ilanından bu yana dört sene geçti. Devletin en sıkıntılı zamanını gözeterek fırsat buldular. Dört defa isyan ettiler... İşte şimdi birtakım Türk subayları çingene gibi asıllarını inkar ve reddederek Türk düşmanları ile çalışıyorlar. Türk düşmalarının yani Rumlar'ın, Bulgarlar'ın, Sırplar'ın, Arnavutlar'ın oluşturduğu kuvvete yardımcı oluyorlar."

Primo hala anlayamıyordu:

"Tuhaf şey! Babacığım, bu Türk subayları Türk olduklarını bilmiyorlar ha?"

"Bilmiyorlar. Düşmanları kardeş sanıyorlar. Türk'ten başka olan düşman milletlerin, Türk'ü mahvetmeye çalıştığını onların kör gözleri görmüyor."

"Peki subaylar öyle... Ya askerlerimiz? Anadolulu Türk askerlerimiz."

"Onlar bir vücuttur... Kafa olmayınca ne yaparlar? Subayları Türklüklerine düşman olduktan sonra,kendilerini mahvetmeye çalıştıktan sonra onlar ne yapacaklar?..."

Primo daldı. Talihsiz milletini, kendi varlığına düşman, kendi Türk kuvvetini, Türk hükümeti içinde öldürüp düşman kuvvetine dayalı olan zavallı, anlayışsız subayların ne kadar budala ve sersem olduklarını düşünmeye başladı. Bahçede kiraz ağacının içindeki serçeler bile diğer kuşlara karışmıyor, bir cins, bir millet olarak geçinmiyorlar mıydı? Bir serçe var mıydı ki kendi sürüsünü bıraksın da, gitsin kargalara, güvercinlere karışsın? Demek kendi milletinden, kendi sürülerinden ayrılan, yabancı ve düşman milletlerin kuvvetlerime karışan Türk subaylarında şu serçecikler kadar anlayış, gerçeği görme ve asalet yoktu... Ağlamak istiyordu. Türk kuvvetine, Türkler'in düşman olması onun pek gücüne gitmişti. Göğsünden bir sancı kalktı. Boğazına doğru çıktı. Hıçkıracaktı. Yutkundu. Babası hala üzüntüsünü anlatıyor:

"Artık ordu bir efsanedir," diye ilave ediyordu. Türk olmayan Osmanlıların sınır dışındaki kardeşleri, yani Balkan hükümetleri, yirmi dört saat içinde bizi yenilgiye uğratacaklardı. Rumeli'de bir Türk bırakmayacaklar. Ateş ve kanla boğacaklar."

Artık Primo eski neşesini kaybetmişti. Hasta bir şahin gibi hep karanlık köşeler arıyor, düşünüyor,babasının yaklaştığı haberini verdiği felaketi bekliyordu. Demek bütün Türkler'i Rumeli'nden kovacaklardı ha... Bu güzel Selanik'i de alacaklar, büyük okullar düşmanlara kalacak, önceki yıl hakanın gelip namaz kıldığı Ayasofya Camisi yeniden kilise olacaktı... Ah Beyaz kule... onun etrafına bahçe yapılacaktı. Artık bu bahçe yapılamayacak, Primo orada oynayamayacaktı. Akşamları büyükbir adam gibi ellerini arkasına bağlayıp gezdiği İttihat Bahçesi şapkalı düşman subayları ile dolacak,her cuma akşamı dinlediği mızıka onlar için çalacak, bu lezzetli dondurmaları, limonataları onlar içecek ve Türkler'i püskürttükleri için göğüslerini kabartacak ve kim bilir daha nasıl eğleneceklerdi. O zaman bütün bu garsonların ve tramvaycıların, bütün kondüktörlerin, bu terzilerin, bu bakkalların,bütün bu Türk düşmanı Osmanlıların hakaretine nasıl dayanacaktı? Gözlerini kapıyor, bir kabus içinde, Selanik'in Türkler'in Rumeli'nden kovulduktan sonra sanki manzarasını görür gibi oluyordu.Kalbi hızla atmaya başlıyordu. Bu kadar rezil ve sefil olduktan sonra yaşamak mümkün müydü?Ayağa kalkar, yumruğunu sıkar, karşısındaki hayali bir düşmana söyler gibi:

"Hayır, hayır alçaklar, alamayacaksınız. Beş yüz yıl önce yiğit babalarımızın sizi dize getirerek zaptettiği bu yerleri alamayacaksınız. Bütün Türkler karşınıza çıkacak, vatanlarının her karışını kanlarınızla ıslatacaklar. Şayet onların hepsini öldürüp başarılı olsanız bile mezardan, bir harabeden başka bir şey bulamayacaksınız." diye haykırdı.

Günler geçiyor, babasının hüznü daha da artıyordu. Primo:

"Hani baba, savaş olacaktı?" diye sordu, "halbuki bir şey olmadı..."

"Mutlaka yavrum, mutlaka olacak."

Nihayet Primo, bir cuma günü gezinirken biraz fazla faaliyet gördü. Kışlanın yanından geçiyordu. Bir askere sordu:

"Hemşeri bu kalabalık ne?"

Bu, kara bıyıklı bir jurnal eriydi. Yakasındaki sarı pirinçten levhacıklarda ''Jurnal'' yazıyordu.

"Seferberlik ilan olundu." diye cevap verdi.

"Seferberlik ne demek?"

"Savaşa hazırlık emri demek..."

"Savaş mı olacak?"

"Öyle diyorlar."

"Hangi devletle?"

"Bulgar'la."

Primo içinde tuhaf bir sevinç duydu. Tramvaya atladı. Eve geldi. Aşçı Emine Hanım'a savaş olacağını ve Türkler'in nasıl yine yeniden memleketler zaptedeceğini anlatmaya başladı. Fakat bu kadın kendisi gibi sevinmiyordu.

"Ah, inşallah olmaz..." diyordu. Primo kızdı. Acayip, bu bir Türk kadını değil miydi? Niçin savaşı istemiyordu? Bir Türk kadını, birçok Türk oğullarının yeniden şan ve şöhret kazanmasını, yeniden dünyaya Türkler'in kim olduklarını göstermelerini istemez miydi? Sordu:

"Niçin savaş istemiyorsun?"

"Ah yavrum, o kadar 'Ümmeti Muhammed' e yazık değil mi?"

"Ne demek?"

"Yine o kadar göç olacak, çoluk çocuk meydanda kalacak."

Primo anlamıyor:

"Canım, Emine Hanım," diyordu, "niçin göç olsun? Bizim ordularımız düşmanın memleketine girecek, onların şehirlerini zaptedecek. Göç eden olacaksa onlardan olacak."

İhtiyar kadın başını yukarı kaldırıyordu:

"Ah yavrum, biz gavurla savaşamayız."

Primo hiddetleniyordu:

"Niçin savaşamayız? Bizim topumuz, tüfeğimiz yok mu? Bizim askerimiz yok mu?"

"Ne olursa olsun, eğer savaş olursa yine göç olur."

Primo daha da hiddetleniyordu:

"Ne biliyorsun canım?"

"Bilmiyorum. 'Öncesi Şam, sonrası Şam', bunu büyük alim efendilerimiz söylemiş..."

"Ne demek, öncesi Şam, sonrası Şam?"

"Yani mutlaka bir gün gavur gelecek, İstanbul'dan Anadolu'ya bizi sürecek. Bütün Müslümanlar Şam'a toplanacaklar."

"Yuha... A batıl fikir ha."

"Sus yavrum, öyle söyleme, çarpılırsın..."

"Niçin çarpılırım?"

"Bunu büyük alim efendilerimiz buyurmuşlar..."

"Onlar ne biliyorlarmış?"

"Onlar her şeyi biliyorlar."

Primo anlamıyor, fakat sormuyor, içinden, 'Bu cahil kadın ne bilir?' diyordu. Akşam oldu. Yemekte babasıyla konuştu. O, aşçı kadından daha ümitsizdi. Fakat kendi kalbinde bir aslan yatıyordu. Hiç Türkler beş yüz yıllık vatanlarını iki buçuk Bulgar veya Yunan askerine bırakırlar mıydı? Artık her gün kışla meydanına gidiyor, redif dairesinde toplanan askerlerin, yük hayvanlarını, araba atlarını seyrediyordu. Bir sabah bir gürültü koptu. Sokakta Yahudi çocukları koşuşuyor:

"İlave, ilave!" diye bağırıyorlardı. Hemen bir tane aldı. Okudu ve Karadağ ile savaşın başladığını anladı... Eve koştu. Bu müjdeyi Emine Hanım'a verdi. Yaşlı kadın:

"Eyvah! Eyvah!" diyor, oğlu, Mustafa'cığı da gideceği için dizini dövüyordu. Akşam, babası daha üzgün gözüktü. Primo sabahleyin erkenden okula çıktı. Tramvaydan kışlanın önünde indi. Faaliyet son dereceyi bulmuştu. Fakat bütün subaylar, askerler savaş olacağına hiç sevinmiyorlardı. Bu,hallerinden belliydi. Adeta hepsi biraz sararmış, solmuş, sanki biraz korkmuş gibi duruyorlardı.Arası çok geçmedi. Bulgar'ın, Sırp'ın, Yunan'ın da savaş ilan ettikleri duyuldu. Gazeteler boyuna sınırlardaki zaferlerini yazıyor, yaza yaza bitiremiyorlardı. Bunları eve getirip babasına gösterdi...Babası:

"Yalan yavrum, yalan..." diyordu. Selanik o kadar kalabalıklaştı ki, artık kimse kimseyi tanımıyordu. Bir kargaşalıktı ki, deme gitsin...

Savaşı bırakan Selanik'e kaçıyor diyorlardı. Primo geziyordu. Kahveleri, hanları, dükkanları hep askerler dolmuş görüyordu. Mademki savaş oluyordu, bu kadar askerin bayram günü gibi böyle sokaklarda gezmesinin ne anlamı vardı? Bir gün eve geldiğinde Emine Hanım'ı ağlarken buldu. Niçin ağladığını sordu.

"Ah yavrum, göçmenler gelmiş..."

"Göçmenler mi gelmiş?" diye bağırdı. "Nerede?"

"Her yerde. Bütün camiler dolmuş..."

"Kim söyledi?"

"Bugün Mustafa geldi, o söyledi."

"Nereden geliyorlarmış?"

"Koçana'dan, İştip'ten, Köprülü'den... Her taraftan..."

Ertesi gün okula gitmedi, camiler tarafına doğruldu. Gerçekten her taraf dolmuştu. Bunlar ihtiyar,kız, kadın ve çocuktu. Hepsi ağlıyor, tarif edilemeyecek bir sefalet içinde hıçkırıyorlardı. Kalbi dayanamadı. Kaçtı, onları görmemek için kaçtı.

Zavallıların hepsi açtı. Gelene geçene:

"Allah aşkınıza biraz ekmek..." diye yalvarıyorlardı. Kahveler yine hıncahınç asker doluydu. Ne düzen ne hükümet vardı... O gece uyuyamadı. İşte babasının dedikleri çıkıyordu. Hala subaylar gazinolarda oturuyorlar, nazik ve beyaz elleriyle, kadın gibi, saçlarını ve bıyıklarını düzeltiyorlardı.

Sabahleyin kalktığında başı ağrıyordu. Babasına söyledi.

"Üşümüşsün yavrum. Bugün dışarıya çıkma." dedi.

Evde kaldı. Babası akşam gazeteleri getirecekti. Öğle yemeğinden sonra pencerenin yanına oturmuş,Türkler'in felaketini, bu felaketin sonunda ne olacağını düşünüyordu. Bahçenin demir parmaklıklı kapısından Emine Hanım'ın oğlu Mustafa'nın girdiğini gördü. Şüphesiz annesiyle görüşmeye geliyordu. Bu aslan gibi bir askerdi. Göğsü geniş, iri gözleri mavi ve parlaktı. Acaba annesiyle ne konuşacaktı? Merak etti. Kalktı. Aşağıya indi. Mustafa'yı mutfakta annesinin karşısında bir sandalyede oturuyor buldu. Gülerek gitti. Elini tuttu:

"Hoş geldin Mustafa."

"Hoş bulduk beyim."

"Ne var ne yok bakalım?"

"Hayırlar..."

"Sen neden savaşa gitmiyorsun?"

"Ben yüzbaşı beyin evinde kaldım. Hem zaten savaş bitti."

Primo:

"Ne?" diye bağırdı. "Savaş bitti mi? Nasıl bitti?"

"Bu akşam yüzbaşı bey geldi. Evdekilere korkmamalarını söyledi. Bizim paşa ile Yunan'ın paşası konuşmuşlar."

"Ee sonra?"

"Sonra, Selanik'i teslim edecekler."

"Savaşsız mı?"

"Savaşsız..."

Primo:

"Vay alçaklar vay..." diye bağırdı. Bu nasıl olurdu? Selanik'i babalarımız savaşsız mı almışlardı ki? Şimdi savaşsız düşmana veriliyordu. Mustafa'ya daha birçok şey sordu. Elli, altmış, yetmiş bin kişi silahlarını vereceklermiş. Karaburun'daki büyük toplar bir gülle atmadan düşmana teslim olunacakmış...

Primo tekrar sordu:

"Ee, sizi düşman sonra ne yapacak?"

"İyi bilmiyorum, galiba esir alacak... 'Esirlik çok rahat, adama bey gibi bakarlar' diyorlar."

Ve yüzbaşı beyin sevindiğini anlatıyordu. Primo dinliyor, içinden müthiş bir kin kabarıyor, zehir gibi damarlarına yayılarak her tarafını acıtıyordu. Mustafa gideceğine yakın belinden büyük bir revolver çıkardı. Bu yüzbaşı beyinmiş. Yunanlılar esir aldıkları zaman subayların kılıçlarını bırakacaklarmış ama diğer silahları alacaklarmış. Onun için bunu Mustafa'ya vermiş, anasına saklattırsın diye... Primo hem dinliyor, hem de savaşta kullanmadığı bu silahı bu subayın neden sakladığını, savaştan sonra onu ne yapacağını düşünüyordu. Hiç böyle revolver görmemişti. Kılıfı tahtadandı. Aldı, baktı:

"Ne tuhaf..." dedi. 

"Bu nasıl şey?"

Mustafa bilmişlik tasladı:

"Buna mavzer revolveri derler beyim; bu hem tabanca hem de tüfek gibi kullanılır..."

Primo sordukça o anlatıyordu. Tahta kılıfı, daha doğrusu kutuyu açtı. İçinden revolveri çıkardı. Sapını kutunun ucuna taktı. Tahta kılıf bir tüfek gibi olmuştu. Omzuna dayadı, nişan aldı:

"İşte böyle..." diyor, daha ayrıntılı anlatıyordu. Primo dikkatle dinliyordu. On kurşun birden konuluyordu. Nasıl konulduğunu sonra nasıl boşaltıldığını anlattı. 

Primo da aldı. Omzuna koydu. Mekanizmayı kurdu. Tetiği çekti. Ateş edermiş gibi boşalttı. Ah,böyle on kurşun birden konan, iki bin metre uzağa atan mükemmel bir silah varken düşmandan nasıl kaçılırdı? Primo'nun buna aklı ermiyordu. Emine Hanım:

"Ey oğul, nerede saklayayım ben?" diyordu. Primo kolayını buldu. Yukarıda, tavan arasında, saçağa yakın bir yerde ufak bir delik vardı. Oraya konulursa hiç kimse göremezdi. On bağ da fişek vardı;onları da kömürlüğe koymalıydı. Mustafa:

"İyi, iyi..." dedi.

Anası itiraz etmedi. Primo revolveri aldı. Kendi eliyle yerleştirdi. Kurşunları rutubet almasın diye bezlere sardılar. Çuvalların arkasına koydular. Primo hep savaşla ilgili şeyler soruyor, Mustafa cevap veremiyordu. Primo'nun bu teslim olma işine aklı bir türlü ermedi.

Akşam babasıyla konuştular. Bu nasıl oluyordu? Ve babasının İstanbul'a gitmek istediğini anladı. Ah, Selanik kalacaktı ha? Üzüntüden kalbi acıdı. Rüyada görse inanamayacağı bu felaketi daha çok düşünemiyordu. Felaket saatleri ağır geçer. Yunan atlılarının gelmesi; kralın, prenslerin, prenseslerin Selanik'e dolması epey sürdü.

Birden her şey değişmişti. Sokakları şapkalılar kapladı. Yahudilerin hepsi hemen Rum'laştı.  Dükkanlar maviye beyaza boyandı. Mavili beyazlı taklar yapıldı. Yunan kralı geldi. Herkes, kadınlar ve erkekler sokağa döküldü. Alkış, alkış, alkış... El şakırtısından, "Zito, zito Yorgos!" naralarından gök gürlese duyulmayacaktı.

Yalının önünden düşman taburları mızıka çalarak geçiyorlardı. Bütün pancurlar açılıyor, bu geçen taburlara çiçekler, öpücükler atılıyordu. Akşam babası:

"Yavrum, artık burada oturamayacağız" dedi. "İlk vapurla İstanbul'a gideceğiz. Yarın veya öbür gün..."

Aman Yarabbi! Vatanı bırakmak bu kadar kolaydı ha!.. Adeta gezmeğe gider gibi vapura binecekler, beş yüz yıldır oturdukları Selanik'i bırakacaklardı. Hayır, hayır... O, Primo, buradan bir yere gitmeyecek, burada üzüntüsünden ölecekti. İstanbul'a gidip ne yapacaktı? Sokaktan geçen Rum çocukları, tramvaycılar, satıcılar:

"İşte bir Türk çocuğu..." diye kimbilir ne kadar acı bir hakaretle bakacaklar, onunla eğleneceklerdi.Artık bu hayata nasıl dayanabilirdi? Gece uyuyamadı. Babası istediği kadar bavulları filan hazırlatsın... O kaçacak... Vapura binmeyecek, kendini öldürecekti.

Ölmeye karar verdikten sonra Primo gayet tatlı ve hoş bir rahatlık hissetti. Sanki acısı azaldı. Okul filan çoktan kapanmıştı. Türkler kaçışmışlar, bütün bu binalara Yunanlılar dolmuşlardı.

Son saatini daha tayin edememişti. Dışarıya çıktı. Gezinmeye başladı. Her şey, her yer değişmişti. Ah, değişmeyecek tek şey bizim subaylardı. Askerlerini, toplarını, tüfeklerini, vatanlarını, ırzlarını,mallarını düşmana verdikten sonra kurtardıkları pis ve değersiz canlarını eğlendiriyorlar, yine eskisi gibi parlak kılıçlarını yerlere sürterek muzaffer düşman askerlerinin arasında, erkeklerin önünden geçen bir kız tavrıyla utanmadan geziniyorlar, gazinolarda bacak bacak üstüne atıp, narin kadınlar gibi nazik ve beyaz elleriyle taranmış saçlarını, yukarıya kaldırmış bıyıklarını düzeltiyorlardı. Evet,bir tek bunlar değişmemişlerdi; sanki onlarca şey olmamış, sanki Selanik alınmamış, sanki göçmenlerin anlattıkları kanlı katliamlar yapılmamıştı. Onlar yine arabalara biniyor, şantözlerle konuşuyor, hala birbirleriyle politika tartışıyorlardı. 

Primo, bunlardan iğreniyor, yanlarına gidip tokatlamak istiyordu. Bunlar nasıl adamlardı? Hiç hisleri yok muydu? Muzaffer Yunan ve Bulgar subaylarının arasında, Yunan askerlerinin içinde nasıl utanmadan yaşayabiliyorlar, bütün Rum, Yahudi ve ecnebi kadınlarının onlara attıkları bakışlardaki hakaret ve nefreti anlamıyorlar mıydı? Rum çocukları bile arkalarına takılıp, onlar geçtikten sonra:

"Yuha Turkos!.. " diye bağırıyorlardı. Bunlarda biraz utanma olsa, elleriyle teslim ettikleri bu şehirlerde durabilirler miydi? Haydi canları tatlıydı, kendilerini öldüremezlerdi. Fakat meydana çıkmanın ne anlamı vardı? Buradan bir yere defolup gidemezlerse bir köşeye saklanamazlar mıydı?

Evde babasına sordu:

"Anladık, Selanik zaptolundu. Fakat bu subayları neden tutuyorlar, süs diye mi?"

Babası başını salladı:

"Heyhat, yavrum." dedi. "Onları tutan yok, kendileri duruyorlar."

Primo gözünü açtı:

"Kendileri mi duruyorlar?"

"Evet, kendileri."

"Nasıl? Onlar esir değiller mi?"

"Hayır yavrum. Yunan ordusunun kumandanı Prens Konstantin onlara 'Anadolu'ya, İstanbul'a gidebilirsiniz.' demiş."

"Ee, neden gitmiyorlar?"

"Neden gitmeyecekler... Bulgarlar Çatalca'ya dayanmışlar. İstanbul'a veya İzmir'e giderlerse tekrar savaşa gönderilme ihtimalleri var. Onun için vakit geçirmeyi tercih ediyorlar."

Primo kıpkırmızı oldu. Dünyada bu kadar adilik ve korkaklık olabilir miydi?

"Vay alçaklar vay!.." diye bağırdı. Kendini tutamadı, hiddetinden ağlamaya başladı. Babası onu teselli etmeye çalıştı. Bu subayların suçları olmadığını, çünkü zavallıların hangi kavme ait olduklarını anlayamadıklarından Türk olduğunu ve ne olacağını bilmediklerini söylüyorlar:

"Asıl suç bize Türklüğümüzü unutturan sebeplerde..." diyordu. Bu zavallı subayların 'Turan'ın ne demek olduğunu birbirlerine soracak kadar milliyetlerinden haberleri yoktu. Türk tarihinin bir harfini bilmiyorlardı. Oysa düşmanlarımız kendi milliyetlerinin ruhundan aldıkları ideallerle ileri atılıyorlar,tarihlerinin onlara söylediği büyük görevi yerine getiriyorlardı. Gelenekleri, vatanları, ayrı kalmış kardeşleri için sevine sevine kanlarını döküyorlardı. Rumlar 'Megalo idea'larını yani büyük emellerini izleyerek binlerce ölü bırakıyorlar. Türk toplarının üzerine sıçrayarak nutuklar atıyorlar,Bulgarlar 'Naşi, naşi Çarigrad naşi' yani 'İstanbul bizim olacak, İstanbul bizimdir!' diye sevinerek ateşe atılıyorlardı.

Fakat Türkler... Türkler'in hiçbir fikri, büyük değil küçük emelleri bile yoktu... Böyle ortak bir amaca, bir vicdana, bir ruha sahip olmayan bir milletin fertleri şoven, bencil, hodgam olurlardı. Ortak bir milliyet hayatını, örneğin Türklük diye yüce, yüksek, büyük bir şeyi anlayamadıklarından özel ve kişisel hayatları değerlenir, canlarını kolaylıkla feda edemezlerdi.

Babası saatlerce anlatıyordu. O hayal meyal duyuyor, kendisinin hangi kavme ait olduğunu bildiğini, bir Türk olduğunun gayet güzel farkında olduğunu biliyordu. Madem Türk olduğunu biliyordu, büyük Türklüğü, bugün can çekişen büyük Türklüğün felaketini anlıyordu, o halde kendi fani hayatının artık hiçbir önemi yoktu. Bu fani hayatı, büyük Türklüğün büyük hayatı için feda etmeliydi. Ama nasıl?..

Primo hep bunu düşünüyordu, Selanik'ten gitmeye karar vermişti. Sokaklardan Rum, Bulgar askerlerinin devriyeleri arasında geziyor, 'ama nasıl' önemsiz hayatını ne şekilde feda edeceğini düşünüyordu. Artık Türk subaylarını göremiyordu. Acaba Prens Konstantin'in verdiği izinden yararlanarak hepsi İstanbul'a veya İzmir'e mi gitmişlerdi? İki günden beri hastalanarak evden çıkmayan babasına sordu:

"İstanbul'a giden de olmuş yavrum, ama Bulgarlar gelince protesto etmişler. Yunanlılar dakalanların hepsini esir alıp Atina'ya göndermişler."

Primo:

"Oh!" dedi. 

Esirliği ağır ve onur kırıcı, sefil ve rezil bir hal olarak kabul ediyorlardı. İşte bu savaştan kaçanların hali... Şimdi pis ve tembel tavuklar gibi onları kümese tıkacaklar, üzerlerinden kilitleyeceklerdi... Primo buna seviniyordu. Bu kara günlerde tek sevinci bu oldu. Bu subayların sokakları dolaşmalarını hiç çekemiyordu.

Artık rahat rahat geziniyordu. Ona küçük olduğu için aldırmıyorlardı. Rıhtıma, kışlaya, istasyona,her yere gidiyor; düşman askerlerinin, düşman subaylarının neşelerini seyrediyor ama hep minimini kalbi büyük Türklük için çarpıyordu, şu fani hayatını tarihlere geçecek şekilde, şanlı bir şekilde feda etmenin yolunu düşünüp duruyordu.

Primo, yüksek mermer bir binek taşının üzerinde aslan gibi duruyor. Elinde kırmızı atlastan yapılmış büyük bir bayrak. Başında beyaz kuzu derisinden parlak ve şık Türk kalpağı... Önündeki meydan bütün kaybeden düşmanın esirleriyle dolmuş. Primo yaverine emrediyor:

"Önce krallar gelsin..."

Evet, küçük Oğuz tıpkı Fransızların Jeanne d'arc'ı gibi Türkler'in başına geçmiş ve bütün düşmanları püskürtmüş, memleketlerini yağmalamış, sonunda hepsini; krallarına, kraliçelerine,prenseslerine, mareşallerine, generallerine varıncaya kadar hepsini esir etmişti. Şimdi bütün bu sekiz yüz bin kişinin hayatı onun bir sözüne bağlı... Şimdi takın altına gelmişler, aman diliyorlar... Dehşetli bir uğultu içinde hep bu ses duyuluyor:

"Da jive Oğuz..."

"Zito pedi Oğuzos..."

"..."

"Yaşasın şanlı cihangir Oğuz..."

Kalabalığın arasından dört kişi ilerliyor. Bunlar Kral Ferdinand, Kral Yorgiyeviç, Kral Nikita,Kral George... Hepsi yere bakıyor. Taşın dibine diziliyorlar. Başlarını eğiyorlar. Oğuz, elindeki büyük ve kırmızı bayrağı üzerlerinde dalgalandırıyor ve:

"Titremeyiniz, korkmayınız," diyor. "İşte büyük Türk sancağının altındasınız. Utanmayınız. Sizin babalarınız da, dedeleriniz de hep böyle geldiler, bu takın önünde yere kapandılar, secde ettiler.Haydi çıkarınız taçlarınızı... Bütün taçları kahraman sahibi olan Türklüğe, bana veriniz."

Bu dört adam, canlı gölgeler gibi, taçlarını çıkardılar. Ve küçük Oğuz'un ayağına, ayağının dibine koydular ve yere kapandılar... Şimdi meydanı dolduran bütün esirler susuyor. Korkunç, heybetli bir sessizlik oluyor. Bu genel sessizliğin içinde Oğuz'un ince fakat güçlü, madeni sesi yükseldi:

"Ey Ferdinand! Bugünü düşünmedin mi? Hiç tarih okumadın mı? Türklüğü ölmüş sandın. Türkler'in nesilleri bozulmuş, piçleşmiş olmasını umut ettin. Yalancıktan papazlık taslayarak yirminci yüzyılın ta orta yerinde, utanmadan bizim aleyhimize bir Haçlı Savaşı açtın; vahşi askerlerine kızlarımızı, kadınlarımızı, ihtiyarlarımızı parçalattın. Hakanlarımızın büyük camilerini,eski kahraman babalarımızın yaptığı büyük türbeleri topa tuttun... Duyulmadık cinayetler işlettin. İşte sonunda, uyumuş, donmuş, kanı kurumuş sandığın Türklük seni pençesine geçirdi. Söyle sana ne yapayım?"

Yandan eğri burnuyla yırtıcı bir kartala benzeyen Ferdinand, hep yaptığı şeyler gözünün önünden geçiyormuş gibi titremeye başladı. Öbür krallar Yorgiyeviç, Nikita, George da korkularından titriyorlardı. 

Esirlerin içinden derin, yankılı, uzun bir ses bağırıyor:

"Affet, büyük Oğuz affet! Türklük onlara her zaman insanca davrandı. Beş yüz yıl, beş yüz yıl,kendi emeğiyle onları besledi. Dünyada olabilecek her türlü özgürlüğü, serbestliği onlara verdi.Onlar bu iyiliğe karşı minnettar kalmaları gerekirken hainlik ettiler. Evet, hainlik ettiler. Hainlerin pis kanı Türk'ün parlak kılıcını kirletemez."

Sonra dehşetli bir uğultu. Esirler kendi dillerinde bağırışıyorlar. Ne dedikleri anlaşılmıyor. Oğuz'un göğsü kabarıyor. Kahramanlar alçak gönüllü değil midir? İşte o da alçak gönüllülük yapacak:

"Kalkınız, kalkınız, zavallı krallar kalkınız!" diye bağırıyor, "Kalkınız! Sizi affeden büyük Türklüğün kırmızı bayrağını öpünüz!"

Ve bayrağı binek taşından aşağıya uzatıyor. Ferdinand ağlayarak sarılıyor, öpmeye başlıyor. Öbür krallar da gülünç ve acınacak bir aceleyle bu yüce sancağa atılıyor. Öpüyorlar, öpüyorlar. Gürültü artıyor. Bir kargaşalık. Dehşetli bir rüzgar esiyor. Birden yağmur yağmaya başlıyor. Esirler etrafa kaçışıyorlar. Ve sudan gölgeler gibi eriyerek dağılıyor, kayboluyorlar. Gök gürlüyor. Oğuz, üzerindeki takın yıkıldığını görüyor. Fakat elindeki bayrağı hala krallar öpüyorlar, öpüyorlar. İçine tuhaf bir baygınlık geliyor, başı dönüyor. Gözlerini kapıyor.

Ve birden uyanıyor. Geriniyor. Yatağında yalnız...

Ellerini gözlerini ovuşturuyordu, hala rüyasının sersemliği devam ediyordu ama aşağıdan da yabancı sesler duyuluyordu. Ne vardı? Kalktı, yere atladı, pencereye koştu. Camı açtı, pancuru itti. Dışarıya baktı. Acayip. Bahçede düşman jandarmaları, Giritliler duruyorlardı.

"Acaba bu da rüya mı?" diye ellerini gözlerine götürdü. Hayır, hayır, bu gerçekti. Çevik hareketlerle çoraplarını giydi. Pantolonunu çekti. Ceketini arkasına aldı ve kapıya koştu. Aşağıya indi. Bir Yunan subayı ayakta babasıyla görüşüyordu. Dinledi:

"Hükümetimiz sizin için soruşturma yapıyor. Bu soruşturma bitene kadar hapsolacaksınız. Korkmayınız, hayatınız tehlikede değildir." diyordu. Babası sapsarıydı. Yoksa korkuyor muydu? Ama neden babasını hapsedeceklerdi? Bu hain heriflere zavallı hiç itiraz etmiyordu. Hatta Rumca:

"Hazırım, gidebiliriz!" diye, tıpkı az önce rüyasında gördüğü krallar gibi başını eğiyordu. 

Primo:

"Ben de geleceğim, ben de..." dedi.

Subay, babasına kibirli bir şekilde sordu:

"Bu kim?"

"Oğlum."

"Anası nerede?"

"Burada yok."

"Kızın yok mu?"

"Yok..."

Ve aşağılarcasına Primo'yu süzdü. Arsızca, kadın ve kız kardeşini arayan bu herife karşı Primo da sert sert baktı. Ondan korkacak mıydı? Ne yapabilirdi? Daireye kadar Primo'nun gelmesine izin verdi.

"Ondan sonrasına ben karışmam!" diyordu.

Babası, Emine Hanım'a, evi bırakmamasını ve akşama Primo için yemek hazırlamasını, kendisine Primo ile para göndereceğini söyledi. Kadıncağız efendisini kesmeye götürüyorlarmış gibi hüngür hüngür ağlıyor, onu kurtarmaya çalışıyordu. Efendisi hiç tehlike olmadığını anlatmak istiyordu. Ama Emine Hanım:

"Ah, ben onları bilirim, hiç aman vermezler!" diye ağlamaya devam ediyordu.

Bu bir facia gibi oldu. Güç bela yalıdan çıktılar. Babası subayın solunda gidiyordu. O da babasının solunda. Giritli jandarmaların yarısı önde gidiyor, yarısı arkada. Birer tane de yanlarda. Ta Beyaz kule'ye kadar böyle yürüdüler. Yoldaki Rumlar toplanıyorlar, vahşi hayvanlara bakar gibi,sanki ömürlerinde hiç Türk görmemiş kırk yıllık ecnebilermiş gibi onlara bakıyorlar. Rum çocukları köşe başlarına birikmişler:

"Yuha Turkos, dramatikos!" diye bağırıyorlardı. İttihat Caddesi'nde bir binaya girdiler. Galiba eski Türk subaylarının kulübüydü. Babasını kumandan veya polis müdürünün yanına soktular. Primo dışarıda kaldı, tam yarım saat ayakta...

Yemeğe gelip geçen Yunan neferleri ona sataşıyorlar, adını soruyorlar, eğleniyorlardı. Primo hiç cevap vermiyordu. Şimdi fırsat onlarındı. Ve fırsattan ancak korkanlar yararlanırdı. Muzaffer, intikam için asla fırsat kollamazdı. İşte bir kukla ordusu. Kendisi gibi silahsız bir Türk çocuk böyle zamanda ne söyleyebilirdi ki! Ah, bir silahı olsaydı...

Babası dışarıya çıktı. Yorgunluğu ve ümitsizliği yüzünden belliydi.

"Yavrum, ben birkaç gün kadar hapis kalacağım, kumandan soruşturma bittikten sonra İstanbul içinizin vereceklerini söyledi. Sen eve git, otur. Her gün buraya beni görmeye gelebilirsin."

Ve cebinden çantasını çıkararak sekiz lira verdi. İçinde Emine Hanım'ın ve uşağın aylıkları vardı. Yemek ve diğer şeyler için terzideki giysileriyle ilgili birkaç şey daha söyledi. Eğildi Primo'yu öptü. Kulağına:

"Haydi yavrum, korkma" diye fısıldadı, "unutma ki, sen bir Türk çocuğusun. Ağlama, üzülme."

Neden ağlayacaktı ki? Kadınlar, zayıflar, kuvvetsizler, adiler, alçaklar ağlardı. O ağlamayacaktı fakat ağlatacaktı. Kalbinde yine bir acı duydu; sanki gözyaşları kirpiklerinin altında toplanıyor, kaçmak istiyordu. Derin bir nefes aldı:

"Merak etmeyiniz, merak etmeyiniz!" dedi.

Ayrıldı. Kendisini dışarıya attı. Ilık bir sonbahar güneşi bütün caddeyi aydınlatıyor, Beyaz kule'nin gölgesi arkasına düşüyordu. Deniz dalgasız ve masmaviydi... Çoluk çocuk, kadın erkek birçok Yahudi sandallara binmişler, geziyorlar, düşmanın zırhlılarını seyrediyorlardı. Primo her zaman olduğu gibi,ah, Selanik Türkler'in elinde olduğu zamanki gibi, elleri arkasında, yavaş yavaş yürüdü. Rıhtımın kenarına geldi. Siyahlanmış, yosun tutmuş taşlara sular çarpıyor, ağlar gibi bir şırıltı çıkarıyordu. Baktı, baktı. Şimdi ne yapacaktı? Düşmanlar beş yüz yıllık Türk yurdunu beş gün içinde, rüyalarda bile görülse inanılamayacak bir çabuklukla gelip aldılar... Nihayet kendi evlerine de saldırdılar. Babasını bir katil gibi yakaladılar. Evet, babası ne asker ne de memurdu... Bir mühendisti. Bir mühendis ne yapabilirdi? Hiç! Ama bunlar hep zayıf ve güçsüz arıyorlar, karşı koyamayan herkesi eziyorlardı. Göçmenlerin anlattıkları şeyler tüyleri ürpertiyordu. Düşmanlar her Türk köyünü sarıyor,af dileyenleri bile affetmiyor, erkeklerin hepsini kurşuna diziyor, küçük çocuklarını Hıristiyan yapmak üzere esir gibi Yunanistan'a gönderiyor, kadınların, güzel kızların ırzına geçiyor, taş üstünde taş bırakmıyorlardı. Amaçları Rumeli'den Türk namını kaldırmaktı. Elbette onların hepsini öldürecekler veya zulüm ede ede kaçıracaklardı. İşte bu yöntemi, Batılıların 'temizleme' dediği zamanında İspanyolların Endülüs'teki Araplara, son defa da Almanların Hotanto'da, İtalyanların Trablus'ta uyguladıkları çirkin ve kanlı yöntemi, Selanik'e de sokuyorlardı. Daha erkekleri toplayıp kurşuna dizmemişlerdi. Şimdi babası gibi aklı başında, söz söyleyebilir Türkler'i topluyorlardı.Sonra şüphesiz yalancıktan bir komplo bulacaklar, hayali bir isyan uydurarak birçok aileyi kanla ve ateşle söndüreceklerdi. Primo ayağının dibinde fısıldaşan sulara bakıyor, kendi kendine: "Acaba hiçbir Türk bunlara karşı gelmeyecek, hepsi başlarını eğip, boyunlarını düşmanın titrek ve korkak kılıcına uzatacaklar mı?.." diyordu. Mademki mutlaka ölecekti, ölünmese bile mademki artık vatan tamamıyla mahvolmuş, beş yüz yıllık şan, şeref ve büyüklükle dolu tarih çamurlara atılmış,çiğnenmişti; artık neden sinmeli, saklanmalı, yaşamaya çalışmalıydı?.. Başını kaşıdı. Göğsünde bir ağırlık duydu. Gerindi, gerindi, gerindi. Uykusu var gibi esnedi. Evet, Primo bir Türk'tü. O asla bu hakaretlere razı olmayacak, intikamından vazgeçmeyecekti... Ama bu intikamını nasıl almalıydı? Düşünüyordu...

Yürüdü. İttihat Bahçesi'nin önünde birçok kadın ve Yunanlı subay konuşuyorlardı. Onların yanından geçti. Okulda edebiyat öğretmeninin ezberlettiği şiiri hatırlıyor ve etrafındaki hep şapkalı,kılıçlı, üniformalı düşman kalabalığına yan gözle bakarak:

"Türküm ve düşmanım size kalsam da bir kişi" diye mırıldanıyordu. Tramvaya atladı. Derin derin düşünüyordu. Yalının önünde indi. Sarhoş gibi sallanıyor ve içinde oynatıcı bir sevinç duyuyordu. Artık planını yapmıştı. Bütün dünya, Türklüğünü bilir bir Türk'ün, bir Türk çocuğunun vatanından sağ çıkamayacağını, ölümünü ne kadar pahalıya satacağını, yurdunun, babasının intikamını bırakmayacağını anlayacaktı.

Kapıdan içeriye girdi. Uşağı, Emine Hanım'ı taşlığa topladı, aylıklarını verdi. Ve dedi ki:

"Babamla ben otelde oturacağız. Şimdi siz istediğiniz yere gidebilirsiniz. İki gün sonra eşyaları toplamak için buraya geleceğiz. Bizimle beraber İstanbul'a gitmek isteyen gelir."

Emine Hanım:

"Ben gelirim," dedi "küçük bey, ben..."

"Pekala, pekala..." diye lafı uzatmadı. 

Yalıyı kilitleyip anahtarı babasına götüreceğini söyledi. Yalan söylediğini hiçbiri anlamıyordu. Yarım saat içinde hepsi çıkıp gitti. 

Evde yalnız kalınca geniş bir "Oh!" çekti. Başını açıp, ceketini çıkardı, kollarını sıvadı. Doğru tavan arasına koştu. Emine Hanım'ın oğlu Mustafa'nın getirdiği mavzer revolverini sakladığı delikten çıkardı. Tahta kılıfın üzerine gayet ince ve hafiften bir toz konmuştu. Üfledi. Son derece yüce bir şey tutuyormuş gibi saygı ve sevgiden titriyordu. Kılıfın kapağını açtı. Revolveri çekti. Mekanizma sessiz ve donuk bir aydınlıkla parlıyordu. İnce dudaklarını uzattı; öptü, öptü. Bu, o kadar tatlıydı ki... Emdi,emdi. Dudaklarının arasından dilini çıkardı, namluya dokundurdu. Ekşi ve serin bir tat duyuyordu. Bu serin ekşilikte öyle anlatılmaz bir lezzet vardı ki, dünyada hiçbir şeye benzetilemezdi. Bu anlatılmaz, bu ne olduğu bilinmez şey sanki kana karışıyor, her tarafa yayılıyor, ona bir aslan kuvveti, bir savaşçı isteği, bir yiğit mutluluğu veriyordu. 

Aşağıya indi, üst kattaki kendi odasına girdi. Pencereye gitti. Dışarıya baktı. Yalının bahçesi,bahçenin önünde cadde, tramvay yolu, daha ötede Rum okuluna giden küçük sokak ve bahçeli evler tamamıyla görünüyordu. Oh ne manzara!.. İşte o buraları biraz sonra kana boyayacak, bir savaş meydanı yapacaktı. Babasının odasına geçti. Küçük bir masa vardı. Onu aldı, odasına getirdi.Pencerenin yanına soktu. Üzerine revolveri koydu. Sonra bir yıldırım gibi aşağıya koştu. Kömürlüğe indi. Çuvalları çekti. Sakladıkları kurşunları çıkardı. Yine koşarak odasına çıktı. Elleri kararmıştı. Cebinden mendilini çekti, bezleri çözdü, her kurşunu ayrı ayrı sildi, temizledi. Tekrar onar onar şarjöre taktı. Bu on bağ fişeği masanın üzerine dizdi. Revolveri kılıfa taktı, tüfek haline getirdi. Pancurları içeri çevirdi. Aralıktan önce karşıki sokağın köşesine, sonra mavi beyaz boyalı köşkün alt penceresine, sonra tramvay yolundan geçen bir papaza nişan aldı. Tamam, yeri gayet güzeldi. Şimdi Rum askerlerinin ve subaylarının geçmesini bekleyecekti. Öyle bir ateş açacaktı ki, hiçbirini sağ bırakmayacaktı... Biraz düşündü. "Hayır" dedi, "bu alçaklar kaçacaklar..." Evet, ya sokağın iki tarafına kaçışırlar ve o hiçbirini vuramazsa... Bu hiç vuramama ihtimali onu titretti. Revolveri masanın üzerine bıraktı. Pancurun kanatlarını itti. Eğildi, dışarıya baktı. Ve daldı... Ah, bahçeye girselerdi!..

O zaman kaçamayacaklar ve kendisiyle savaşmaya mecbur olacaklardı. Fakat bahçeye nasıl gireceklerdi? Babasını almaya geldikleri gün bir görev için girmişlerdi. Çağırsa... Fakat ne diye çağıracaktı? Bir sebep bulmak gerekiyordu. Düşündü. Boş bakışlarla iki belki üç saat dışarıya baktı.Düşündü, düşündü. Sonunda güldü. Ve ellerini çırparak döndü. Evet, birçok Yunan askerini yalının bahçesine doldurmanın yolunu bulmuştu. Ama acele etmemeliydi. Onun intikamı, gerçek Bir Türk'ün intikamı ağır ama müthiş olmalıydı. "Yarın, yarın..." diye mırıldandı. Yarın, erken... Hem işte yarın pazardı... İntikamını alırken bütün bu muzaffer düşmanların bir pazarlık zevk keyiflerini bozacaktı.Aşağıya indi. Ellerini ve yüzünü yıkadı. Ceketini giydi ve kapıyı kilitleyerek dışarıya çıktı.Pususunun, savaşacağı sevgili yurdunun etrafını bir gözden geçirdi. İki tarafı da yalıydı. Öndeki bahçenin bir kapısı vardı. Başka kaçacak yer yoktu. Ah, anlayacaklardı!.. Göğsü kabarıyor, heyecan ve sevinçten nefesi daralıyordu. Depoya doğru yürüdü. Yalnız kalmak, kapılarda gezmek, planını zihninden daha çok geliştirmek istiyordu... Abdülhamit'in köşkünü geçti. Filoka'nın kahvesinde tatil giysilerini giymiş Yahudiler oturuyorlardı. Orasını da geçti. Uzunali'ye giden yolu takip etti. Bir yokuş çıktı. Zavallı Türkler'in yeni yapıp bitiremedikleri büyük ve muhteşem Ziraat Okulu'nu uzaktan görüyordu. Yolun kenarına oturdu. Akşama kadar orada kaldı. 

Yalıya girdiği zaman adeta ortalık kararmıştı. Odasına çıktı. Sevgili silahını tekrar eline aldı. Ve öptü. Eğer o olmasaydı yarın nasıl intikam alabilecek; nasıl Türklüğün ölmediğini, Türk olduğunu bilen Türkler'in hala dünyada bulunduğunu düşmana gösterecekti?.. Bu yüce aleti doldurdu. Boşalttı.Dipçiğini omzuna koydu. Dışarıda bazı yerlere nişan aldı. Tetiği çekti. Sarı kılıfta, kalın ve tırtıllı kaykasında, menekşe rengindeki namlusunda öyle asil bir güzellik vardı ki... Primo ona bakmaya doyamıyordu. Gece lamba yakmadı. Silahı elinde, hep odasında gezindi. Yarını, yarınki zaferini düşünüyordu. Artık düşmanlar "Beş yüz yıldır Türkler'in elinde duran Selanik'i aldık da bize silah atılmadı" demesinler. Ve bir Türk çocuğunun nasıl bir kahraman olduğunu görsünler... Kendi kendine kumanda verir gibi: "Şimdi yatalım..." dedi. Evet, yarın erken kalkmak gerekiyordu. Hem kuvvetli olmalıydı. Onun için geceyi uykusuz geçirmemeli, yatmalı, yorgunluğu çıkarmalı, sabaha çelik gibi uyanmalıydı. Aşağıya indi. Yüzünü yıkadı. Odasına geldi. Yatağına girdi. Revolverini de koynuna aldı. Yorganı üzerine çekti. "Ah, mümkün olsa da, beni, yarın Türklüğün görevini yapacak olan bu yüce silahla beraber gömseler..." diye düşündü. Aklına mezar ve toprak geldi. Orası kim bilir ne kadar karanlıktı. Tıpkı derin ve susuz bir kuyu gibiydi. Ölüm... Ama bu eskilerin, ihtiyarların,namussuzların, Yahudilerin, kadınların ve korkakların sandıkları gibi müthiş ve korkunç bir şey miydi?.. Hayır, hayır... Okulda edebiyat öğretmeni cahilleri o kadar korkutan bu ölümün komik bir rüyadan başka bir şey olmadığını söylemişti. Komik bir rüya ile derin bir uyku... Bir uyku ki ezeli...Artık ondan uyanılmaz. Halbuki hayat... Kişisel hayatın hiç önemi yoktu. Çünkü bir insan ne kadar çok yaşasa yetmiş, en fazla seksen yıl yaşayabilirdi. Ölüm mutlak ve zorunluydu. Ondan kaçmak mümkün değildi. Genel ve milli hayata gelince... Örneğin Türklük... Dünya durdukça binler, yüz binlerce yıl Türklük en mükemmel şekilde yaşayabilirdi. Asıl işte bu milli hayatın, gelenekleriyle, kutsallığıyla, şanlarıyla, şöhretleriyle, tarihiyle bir önem ve değeri vardı. Yoksa bir insan yetmiş yıl tembel, esir ve rezil yaşamakla övünemezdi. Fakat büyük bir millete, şanlı bir kavme, yüce bir vatana ait olmak ve onun yolunda ölmek... Övünülecek şey buydu. Yine edebiyat öğretmeninin:

"Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş (Kalıcı olan tek şey güzel bir esermiş)" diye yaptığı açıklamayı hatırladı. Kişisel ve geçici hayatta ancak bir mutluluk, bir umut, bir kıvanç vardı. O da,ismini tarihe geçirmek. Bizden sonra gelecek kavimdaşlarımızın aklında bir iz bırakmak...Unutulmamak... Bu nasıl olurdu? Babası söylemiyor muydu:

"Gayet büyük bir şey yapmakla... Herkesi hayretten şaşırtacak bir kahramanlık, dehşetli bir cesaret göstermekle..."

İşte büyük Türklük için o, önemsiz, değersiz hayatını feda edecekti. Bu değersiz, geçici hayatı saklasa ne olacaktı? Hakaretler, küfürler, tokatlar, lanetler içinde yaşlanacak, sonunda bir gün hasta ve kuvvetsiz, yatağında bir bunak ve iğrenç bir kocakarı gibi gebermeyecek miydi?

O zaman onun ismini tarihler yazar mıydı? Hayır... Asla... Ve böyle bir erkek ölümünün, dünyada birçok atın, eşeğin, köpeğin ölümünden ne farkı vardı? Birçok at, eşek ve köpek doğuyor, yaşıyor ve ölüyordu. Ama hepsi büyük bir hayatları olmadığından ölümleriyle beraber unutuluyorlardı. Kim bilir, dünyadan ne kadar at, eşek, köpek geçmiş ve hiçbir iz bırakmamışlardı. Halbuki kahramanlar öyle miydi? Dört bin yıl önceki bir kahramanın methiyesi bugün okunuyordu. 

Primo bunları düşünüyor, gözlerini kapatıyor ve sevgili mavzer revolverine daha sıkı sarılıyordu.Uyudu, birçok rüya gördü. Dumanlı ve seraplı rüyalar... Kırmızı ve sıcak kanlara bürünmüş geniş vadilerden, milyonlarca düşman leşiyle dolmuş savaş meydanlarından geliyor... Sarp uçurumlarda beyaz bir atı oynatıyor... Sonra geceler... Doğudan, Turan tarafından bir hilal mavi göğe yükseliyor...İçinde minimini bir yıldız var... Primo hayretle bakıyor... Ayaklarında bir ıslaklık... Eğiliyor, bir de görüyor ki, dizlerine kadar kan içinde... İşte bu, Türk düşmanlarının kanı... Koca bir göl olmuş..Kırmızı ve sonsuz bir göl... Gökyüzündeki ayın ve yıldızın hayali, üstüne yansıyor. Ah, bayrağımızın canlısı, asıl bayrağımız, kutsal bayrağımızın anlamı...

* Bitmedi *

Continue Reading

You'll Also Like

61.3K 1.7K 7
Gregor Samsa, bir sabah, huzursuz edici rüyalarından uyandığında, devasa bir böceğe dönüşmüş olarak kendini yatağında buldu. Bir zırh kadar sert sırt...
1.1K 63 76
Stendhal'in yaşanmış bir ya da iki olayı birleştirerek kaleme aldığı bu romanın baş kahramanı Julien Sorel'in yazar ile birçok yönden örtüştüğü söyle...
38.7K 963 51
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (1821-1881): İlk romanı İnsancıklar 1846'da yayımlandı. Ünlü eleştirmen V. Belinski bu eser üzerine Dostoyevski'den gel...
189K 9.5K 39
TEXTİNG KURGU DEĞİLDİR!!!!! Ünlü bir oyuncunun yanlış anlaşılmaya sebebiyet verebilecek bir instagram hikayesi atması ile telefonunun bildirim sesine...