Kaşağı

By ClassicsTR

13.1K 305 145

11 Mart 1884'te doğan Ömer Seyfettin Türk edebiyatının önde gelen hikâye yazarlarındandır. Türkiye kısa hikây... More

KAŞAĞI
İLK NAMAZ
İLK CİNAYET
ANT
PRİMO TÜRK ÇOCUĞU NASIL ÖLDÜ?

PRİMO TÜRK ÇOCUĞU NASIL DOĞDU?

1.2K 24 13
By ClassicsTR

"Vatan ne Türkiye'dir Türkler'e, ne Türkistan

Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan"

Bu serin ve karanlık Eylül gecesinin yıldızsız gökyüzü altında umutsuz ve rahatsız Selanik, sanki gündüz gösterişlerden, heyecanlardan, gürültülerden yorulmuş gibi, baygın ve sakin uyuyordu.

Rıhtım tenhaydı... Olimpos Palas'ın, Kristal'in, Splandit Palas'ın diğer küçük gazinoların lambaları çoktan sönmüştü. Katolik kilisesinin her yanı kaplayan çanı saat üçü vuruyor, hiddetli bir ahenkle bazen yavaşlayarak, bazen coşarak devam eden açgözlü çınlamasını karanlıklara yayıyor,altınlı para ve çıkar rüyaları gören rahat Yahudi mahallerinin üzerinde dalgalanıyor, sonra ta yukarılara, mert ve sessiz Türk mahallesinin sık ve geniş çatılarına doğru yükseliyordu. Kenara çarpan siyah köpüklü deniz, hava gazlarının donuk ışıklarından uçan ölüm renginde parlamaların içinde, keder ve elem sesleri çıkararak ağlıyor, sanki bu sonucu görünmeyen, bu, sabahın açık ve mavi ufkunu, beyaz ve mor sisli Olimpos dağlarını, o geçmiş ve masal vatanını yutan, yok eden geçici yokluğun bu siyah ve yırtıcı gecenin gizli kinlerini açığa çıkarmak istiyordu... Biraz ötede, tramvay yolunu tamir etmek için yığılmış parke taşlarının ilerisinde, denize inen küçük merdivenin başında,hareketsiz ve cisimsiz bir gölge dimdik duruyor, önündeki korkunç karanlığın derinliklerinde fennin bir hayat ve cesaret nuru gibi dolaşan, görünmez düşmanları arayan büyük gözünü, Karaburun'un projektörünü seyrediyordu. O kadar dalgındı ki bekçinin İkinci Cadde'deki yaya kaldırımına düzensiz aralıklarla inen sopasını, geç vakit yeşil masadan dönen zengin ve ecnebi kumarcıların aceleci arabalarını duymuyor, lastik tekerlekli arabalar içinde geniş ve yüksek şapkalarının altına üşümüş gibi büzülen yarım gecelik sarhoş aşıklarla dudak dudağa öpüşerek geçen artistlerin, medeni ve asil Batı'nın vahşi Türkiye'ye bir hediyesi olan bu kibar ve imtiyazlı kadınların arsız kahkahalarını işitmiyordu. Güya bir kısmı eriyerek deniz halinde, ayaklarının dibinde fısıldayan bu yoğun ve umumi karanlık gözlerinden ruhuna giriyor, bütün damarlarına yayılıyor, kalbine doluyor, şuurunu belirsiz bir yokluğa döndürüyordu. Bu yokluk içinde bir an, sersem ve hissiz, kaybolurken Karaburun projektörünün birden baş göstermesi, uyuşuk aklında yeni ve beklenilmez parıltıları alevlendiriyor,onu düşünmeye sevk ediyordu. Bu zavallı düşünceli gölge, gayet saygı değer bir genç, mühendis Kenan Bey'di. Ecnebi ve Levanten toplantı yerlerinde 'kendi milletini üstün gören' ve 'hayvanlık'denilen Türklükten nefretle, Türklüğe yani medeniyetsizliğe karşı olan kinle, Avrupa, halk ile olan hoş birlikteliğinin usulündeki duruş ve yeteneğiyle, nazikliğiyle, şen ve şuhluğu ile meşhurdu. Tahsilini Paris'te bitirmişti. On, on bir sene önce memleketine dönünce –Paris'ten her gelen gibi oda– dolgun bir maaşla İzmir'e gitmiş, orada aşık olduğu güzel bir İtalyan kızla evlenmişti...

...İşte bu gece ne yapacağını bilemiyordu! Kırk sekiz saatin feci ve inanılmaz tarihi sinirlerine dokunmuştu. İki defa Depo'daki yalısının önüne kadar gitti. Fakat içeri giremedi. Tekrar arabaya atladı. Döndü. Lanetlerden kaçan bir hain, arkasından koşulan bir suçlu gibi karanlık sokaklarda kaybolmak istedi. Dolaştı, dolaştı. Tekrar rıhtıma çıktı. Hırsız adımlarla deniz kenarına geldi. Uykuda gezen bir adam tavrıyla:

"Bu nasıl olur? Bu nasıl olur?" diye sayıklıyor, işittiklerinin, gördüklerinin, gazetelerde, ilavelerde okuduklarının gerçek olmasına akıl erdiremiyordu. Acaba bunlar bir rüya, bir kabus muydu? Fakat uyanıktı. Bunu duyuyordu. Şişen kalbi göğsünü acıtıyor, rutubetli bir hararet, şakaklarını yakıyor,ateşli bir sıtma ve görünmez sihirli kelepçeler gibi bileklerini sıkıyordu. Yirminci yüz yılın orta yerinde, fertlerin, cemiyetlerin, devletlerin ve milletlerin haklarının tamamıyla ortaya çıktığı ümit edilirken bu korsan hücumu beklenir miydi? Bu ne kadar utanılacak bir cinayetti. Düşüncelerini daha ziyade ilerletemiyor, beyni uyuşuyor, dizleri kesiliyor, görmek için bir şey arıyormuş gibi, karanlıklara bakıyordu.

O savaşı hiç sevmezdi. "Savaş, hayattır!" diyen filozofun kırmızı bir canavardan başka bir yaratık olamayacağını iddia eder, hayata sahip olanın "mücadele" filminin sosyolojide, insanlıkta da gerekli ve zorunlu bulunduğunu fenle, tecrübe ile gösteren Darven'den nefret ederdi. Gerçeğe dokunmayarak daima hayal içinde yaşayan tembel, korkak ve hasta düşüncelerin ortak şiiri, "insaniyet" hayali onun mezhebiydi. Asıllarını, köklerini, ikinci sebeplerini bilmediği bir sürü "değer", hayalindeki seraptan mabette, dumandan yontulmuş büyük ve vücutsuz putlar gibi, yükselir; bu ismi var cismi yok Allahların karşısında o daima, ruhuyla secde ederdi. Dokuz senedir masondu. Kıyaslama kabul etmeyen derecede bağlı olduğu Fran-Masonluktan başka dünyada bir hakikat olamayacağına bütün vicdanıyla inanırdı. Ne gelenek, ne geçmiş, ne vatan, ne ırk tanırdı. Irk ve muhit teorisini, ruhu ve fikri hasta bütün zavallılar gibi inkara kalkardı. Ne olduğunu açıkça bilmediği bir amaç; "değer ve insani iyilik" fikri, belli ve sabit anlamı olmayan bu genel ve belirsiz iki kelime bütün mantıklara,bütün akıl yürütmelere, bütün bilime, bütün gerçeklere isyan eden yırtıcı ve vahşi bir din gibi, aklını çelişkiye düşürmüş, ruhunu katletmiş, onu oynayan ve yaşayan bir ceset haline getirmişti. Evet, o,dörtte üç büyüğü Yahudi ve Levanten olan sadık kardeşleri ve kamaradları arasında önemli bir nüfuz ve itibara sahip, gayet tutucu bir masondu! Yakında "Granmetr" bile olacaktı! Birden:

"Oh..." dedi.

Sanki bu karanlıklardan çıkan görünmez bir el, kalbine ateşten bir hançer saplamıştı; hem Selanik'teki İtalyan Mason Locasına mensuptu... Bunu hatırlamak vücudunun her noktasını sarstı.Sonra yine düşünmeye başladı. Öleceğini zannetti. Yalnız kalbinin yeniden sıcak bir zehirle dolduğunu, göğsünün parçalanacak gibi acıdığını duyuyordu. Hal ve tarih birbirine karışarak heyecan halinde beynine hücum ediyor, meçhul bir ağız tarafından kulaklarına fısıldıyormuş gibi yerli yersiz birçok vaka aklından geçiyor, birden ruhu, hissi, fikri, vicdanı, anlayışı değişiyor, tutuşturucu bir ateş nöbeti varlığını eritiyordu:

"Ah, iyiliğe hizmet eden Avrupalılar!." diye söyleniyordu.

Avrupalıların önceden önem vermediği, hatta bazı normal bulduğu hareketleri ansızın aklına geliyordu. İlk defa Fransa'yı hatırladı. Daima değere, insanlığa hizmet ettiğini haykıran bu millet, yüz senedir Afrika'yı kana boyuyor, çölün silahsız, saf, masum, insan canlısı, ahlaklı ve asil evlatlarını mitralyözlerle öldürüyor, huzurlu şehirleri, sakin yuvaları seri ateşli toplarla yıkıyor, hiçbir suçu olmayan koca bir milleti esir yapıyor; vatanlarını, mallarını, çalıyor; ırzlarını, hayatlarını, ruhlarını zapt ediyordu. Cezayir, Tunus, Sahrayıkebir, Senegal, Madagaskar ve İlah... Son fethettikleri yerle,zavallı Fas'la Avrupa'daki kendi vatanlarının yirmi katından daha fazla bir araziyi sahiplenmiş oluyorlardı. Bu gaddar Avrupa'nın alanı ancak on milyon kilometrekareydi. Oysa Afrika'daki Fransız sömürgesi on milyon üç yüz bin kilometre! İnsanlığa Fransızlardan daha çok hizmet etme fikrinde bulunan İngilizlerin yalnız Afrika'daki sömürgesi on milyon kilometrekareden azdı. Bir vakitler,genel barıştan en çok bahsedildiği zaman, meşrutiyete, hatta cumhuriyete sahip ve mükemmel idareli,küçük, fakat namuslu bir hükümetceğizin üzerine aç ve kudurmuş bir hayvan gibi atılmış, onu çatır çatır paralayarak yutmuştu. Zavallı Transval'in yalnız bir günahı vardı: Zenginliği, altın madenlerinin bol bulunması! Almanya, İspanya, hatta Portekiz ve Belçika'nın da büyük, önemli sömürgeleri vardı.İşte Afrika da bölünmüştü. Bu, o kadar ortadaydı ki. Koca kıtada ancak Habeş ve Liberya gibi bir ikiyerli ve bağımsız hükümetceğiz kalmıştı. İtalya'ya da sömürgesi dar gelmişti... Şimdi beklenilmeyen,ümit ve hayal edimeyen bir dakikada Trablus'a saldırıyor, elli senedir süren "Afrika'yı Latinleştirmek" faciasının son perdesini açıyor veya kapatıyordu. Bu nasıl bir insanlıktı? Bu iyiliğin,vahşilikten, barbarlıktan, yamyamlıktan ne farkı vardı? Silahsız Afrika'yı tamamıyla zapt eden buyırtıcı, insafsız, müthiş Avrupalılar Asya'yı da paylaşıyor, bu tecavüzlerine soğukkanlılıkla: "Doğu Meselesi! "diyorlardı. Milyonlarca adamı insan yerine saymıyor, onlara hayvanlardan daha aşağı muamele ediyorlardı. Kendi memleketlerinde yalandan iyilikler gösteren, şefkat pazarları, şefkat kuruşları tesis eden; hatta hayvanları koruma cemiyetleri oluşturan bu dolandırıcı, alçak Avrupalılar;zavallı Çin halkının sağlık ve afiyetini, neslinin geleceğini korumak için afyonu yasaklayınca, birden kuduruyor, bütün yüzlerini ortaya çıkarıyor; "Ticaretimize zarar gelir!!! "diye bu talihsiz hükümeti sıkıştırıyor, korkutuyor, tekrar afyona izin verdiriyordu... Ticaretlerini üç yüz milyon insanın sağlık ve afiyetinden, geleceğinden daha kıymetli görüyorlar, üç yüz milyon Çinliye memleketlerindeki köpekler kadar değer vermiyorlardı. İngiltere, Hindistan'ın kanını emiyor, bütün hazinelerini Avrupa'ya taşıyor, iki yüz doksan beş milyon insanı hizmet hayvanı, yani at ve eşek gibi, her haktan mahrum, kendi hesabına çalıştırıyor; Rusya, Türk yurdunu akla gelmez gaddarlıklarla çiğniyor,İngiltere'yle, üç bin senedir yaşayan kadim bir milleti, viran olan İran'ı haritadan silmek,yeryüzünden kaldırmak için birleşiyorlardı... Türkiye'nin bölünmesi de kaçınılmazdı! Çünkü Asya yağmasına onu engel görüyorlardı. Öncelikle onu zayıf bırakmak, mahvetmek lazımdı. Hemen bir asır önce Avrupalılar aleyhimize kalkmıştır. Navarin'de donanmamızı yakarak Yunanistan'ı icat etmişler bunu Romanya, Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan, Şarki Rumeli, Cezayir, Tunus, Kıbrıs, Mısır, Sudan yağmaları takip etmiş, sonunda son idam kararımız Reval Mülakatı'nda verilmişti. Meşrutiyet ilan edilince sözde bu karar geciktirildi. Halbuki bu geciktirme tamamıyla yalandı... Bizi dünya yüzünden kaldırmak için çizilen plan duruyordu. Bosna-Hersek zorla alındı. Meseleler yine kalıcıydı;Makedonya Meselesi, Arnavut Meselesi, Girit Meselesi, Boğazlar Meselesi, Şarki Anadolu Meselesi, Mezopotamya Meselesi, Irak Meselesi, Suriye'nin İstiklal Meselesi ve ilah... Bu meseleler Avrupalıları birer birer halledecekti. Yalnız uygun vakitlerini bekliyorlardı... Bunları hızla düşünmek beynini döndürüyor, onu, asılmak için ipe doğru yürüyen, celladın satırı altına başını uzatan masumun duyduğu o kadere razı, ümitsiz, fakat asil korku ile titretiyordu. Vücudunda hiç kuvvet kalmadığını hissediyor, sebepsiz gözyaşlarıyla ağlamak, denize, bu erimiş yokluk gecesine mahvolmak istiyordu. İşte Trablus meselesinin uygun zamanı gelmişti. O da herkes gibi, his ve muhakemesini birden kaybetmişti. Başı fena halde ağrıyor, şakaklarından kanlarının uğuldayarak geçtiğini işitiyor, karşısındaki kuzgun ve sonuçsuz karanlığa bakıyordu. Karaburun'un projektörü tekrar doğdu. Bu, uzun ve aydınlık bir hattı. Seri bir daire çizdi. Olimp'e dikildi. Şimdi gözleri bu ufkun ışığına dalıyor, bu ışığın içinde mavi denizle, açık gökyüzüyle, sevimli kalesiyle, beyaz minareleriyle, nazik ve sade evleriyle, yüksek hükümet sarayıyla, Menşiye mahallesinin sağındaki yeşil hurma ormanıyla Trablus'un hayalini görüyordu.

Alçak düşman bu güzel memleketi topa tutmuş, zapt etmeye kalkmıştı ve bunun için ortada hiçbir sebep yoktu. Bu derece kaba ve alçak bir tecavüze kimler cesaret ediyordu? Bu milletin içinde namuslu insan yok muydu? Bu millet baştan aşağıya kadar korsan mıydı? Hükümetleri bir ahlaka, bir vicdana sahip insanlardan ibaret değil miydi?. Düşünüyordu... Projektörün ışığı tekrar söndü. Ufuk ve beyaz Trablus hayali kayboldu. Gözleri yine karanlıklara daldı... İtalya Başbakanı Gioletti, Dışişleri Bakanı San Julianos da. Avrupa'da hükümet adamlarının çoğu gibi mason değil miydi?.Şöhretli gran-metrleri, mason hükümdarları, mason prensleri, mason lordları, mason milyonerleri"Yalnız insanlık, başka bir şey yok!" diyen fran-masonluk şimdi neredeydi?.. Başı dönüyordu.Düşeceğini zannetti. Biraz geri çekildi. Yukarı doğru yürümeye başladı. Yanından geçen devriyenin polisi "Kimdir bu?" gibi yüzüne bakıyordu. Bütün hayatında ne kadar yanlış ve çürük fikirlerle aldandığını; milliyetsizliğin, "Milletlerarası ve Masonluk" hülyasının biraz düşünebilen bir adamı hüngür hüngür ağlatacak derece gülünç bir budalalık olduğunu anlıyor, istemeyerek içinden:

"Ben neyim?" diye kendi kendine soruyor, fakat:

"Türküm!" demeye cesaret edemiyor, şimdiye kadar ruhu zapt olunmuş değersiz bir cesetten başka bir şey olmadığını anlayarak, bunun hiddetinden ve utanmasından ağlamak istiyordu. O da Türkler'i dünya yüzünden kaldırmak için birbirleriyle tamamıyla birleşmiş olan Avrupalıların önemsiz bir kulu, itaat eden bir hizmetçisi, sahibi olduğu bir kölesi değil miydi? Avrupalılara, Avrupalıların adetlerine, geleneklerine, terbiyelerine, görgülerine, muhitlerine, cemiyetlerine tapmıyor muydu?Yabancılardan aldığı önemsiz bir nişan, bir madalya onu nasıl deli gibi sevincinden çıldırtır ve iftihar ettirirdi?

Türkler'i, Türkler'in vatanını bölüp, taksit ile maddi olarak parçalamaya çalışan bu yağmacı doymaz Avrupalılar manevi saldırılarını da ihtimal etmiyorlardı. Dillerini, milli kültürlerini,ahlaklarını, terbiyelerini, adetlerini yayarak yüz yıldan beri içimizde yalnız isimleri "Türk ve Doğulu" kalmış müthiş bir "renksiz ordusu" oluşturuyorlar, bu "renksiz"lerle gemlerimize saldırıyorlar, bizi zayıflatıyorlar, milliyet ve Türklük fikrini fran-masonluk efsanesiyle boğuyorlardı.Düne gelinceye kadar kendisi bile:

"Türküm!" demeye sıkılmıyor muydu? Ve bu memlekette kendisi gibi büyüklüğünü, geçmişinin şerefini, dedelerinin şanını bilmeyen, inkar eden, milliyetinden utanan ne kadar Avrupalılaşmış renksiz vardı? Düşünüyor ve hızlı hızlı gidiyordu. Gümrüğün arkasına, yeni apartmanların hizasına gelmişti.

"Nereye gidiyorum?" dedi. Sabaha ancak birkaç saat vardı. Bu gece yatmayacak mıydı? Fakat nerede yatacaktı? Evini, yalısını hatırlayınca soğuk bir titreme duydu. Oraya nasıl gidecekti? Artık o eve girerse nefretinden ve hiddetinden, acı ve pişmanlığından ölmeyecek miydi? Tekrar döndü. Beyni sulanmış da kafasını duvarlarına çarpıyormuş gibi, her adımda başında dayanılmaz bir acı duyuyordu. Yürüdü ve bilinçsiz bir hareketle Splandit Palas'ın önüne geldi. Camlı kapıdan görünen aydınlık ve taş koridorun sonunda, bir sandalye üzerinde garson uyukluyordu. Çan düğmesine bastı. Garson birden uyandı ve çabuk adımlarla kapıya geldi. Açtı. Bu, kır bıyıklı, tahminen kırk yaşlarında bir Rum'du.

"Oda var mı?" diye sordu.

Garson anlamamış gibi yüzüne baktı. Sözde Türkçe bilmiyordu. Biraz tereddüt ettikten sonra:

"Malista (Evet)..." dedi. Fakat karşısındakinin Rumca bilmediğine kanaat getirince tekrar iğrenç bir Yahudi Fransızcasıyla ilave etti.

"İl ya, il ya, veuilles entrer? (Var, var, buyrun girin)"

Mermer basamaklı merdivenin başına gelince garson geride kaldı. Yine o yalnız Selanik'e mahsus olan bozuk ve yanlış Yahudi Fransızcasıyla, "Siz çıkınız mösyö, yukarıda odanız gösterilecek..."dedi. Bir düğmeye bastı. Yukarıda bir zilin çalındığı duyulur gibi oldu. Merdiveni yavaş yavaş çıkıyor, başının ağrısından gözleri kapanıyordu. Kendisini ortadaki salonun açık kapısı önünde buldu. İçeride gayet sarı saçlı, beyaz kıyafetli Avrupalı bir kadınla, başı açık ve esmer bir delikanlı konuşup gülüşüyordu. Gözlerini ovuşturarak gelen kuvvetli, çirkin ve biçimsiz garson onu sağ tarafta tek yataklı odalardan birine götürdü. Çiy ve beyaz aydınlığı söndürüp yalnız kalınca arkası üstü karyolaya uzandı. Soyunmaya, hatta potinlerini çıkarmaya gücü yoktu. Gözlerini kapadı.Kollarını başının üzerine çaprazvari koydu.

Uyuyamıyor, başının zonkladığını duyuyor, evini düşünüyordu! Karısı bu akşam onu beklemiş ve kim bilir ne kadar merak etmişti ama nasıl gidecekti? Kırk sekiz saattir birbirini takip eden olaylar,haberler, onu şaşırtmış, varlığını, ruhunu değiştirmiş, karar verme yetisini kaybetmişti. Şimdi ne kadar güç durumda kalmıştı... Hakaretin, tecavüzün, yolsuzluğun şiddetinden ansızın uyanan millet,İtalyan Okulu'nun, acentesinin, hastanesinin, hatta konsolosluğun armalarını parçalamış, bayrak direklerini kırmış, sancaklarını yırtmış, heyecanlı gösteriler yapmıştı. Ne kadar İtalyan varsa şüphesiz hepsi kovulacaktı. İtalyan dostu görünecek bir Türk şüphesiz lanetler, nefretler içinde hor görülecek ve memleketten dışarı çıkarılacaktı...

Başının ağrısından gözleri yaşarıyor ve akacak gibi oluyordu. Yüzükoyun döndü. Gözünün önüne karısı, çocuğu, evi geliyordu. O hiç böyle bir günü düşünmemiş, bu ana kadar huzurlu yaşamıştı. Bir İtalyan'la evlenmek, hayatını birleştirmek ona pek doğal görünmüş, hatta iftihar edilebilecek bir seçkinlik gibi gelmişti. Avrupa'dan geldiği yılı, gençlik ve bekarlık günlerini hatırlıyor, geçmişi sesli bir sinematograf hızıyla hayalinden geçiyordu. Grazza'yı ilk defa İzmir'de bir baloda görmüş ve hayret etmişti. Bu kız eski Roma tarzında fantezi kıyafetler giyiyor ve tıpkı İmparator Adriyan'ın metresi Antinous'a benziyordu. Avrupa'da eğitimi sırasında sanat tarihini incelerken hep Luvr Müzesi'ne gider, saatlerce bu latif gözdenin heykeline bakardı. İzmir'de bu heykelin canlısını görme konu deli ediyordu. Grazya'ya hemen aşık olmuştu. Önce babasına kendisini tanıtmıştı. Bu Mösyö Vitalis isminde bir İtalyan mühendisti. Mesleklerinin bir olması ilişkilerinin çabuk ilerlemesine sebep oldu. Mösyö Vitalis'in hükümette görülecek işleri; memlekette çevrilecek birçok dalaveresi vardı. Bu genç Türk'e mal bulmuş mağribi gibi sarıldı. Evine kabul etti. Onu adeta kendisine gönüllü bir tercüman ve bir komisyoncu yaptı. Gönüllü ve bedava olmasının yanında gayet terbiyeli olan bu hizmetçi, ona istediği kadar iş buluyor, hilelerine, madrabazlıklarına, vurgunlarına yardım ediyor, hükümetteki işlerini bir dakikada hallediveriyordu. Hem bu Türk zengindi. Kızına gayet değerli hediyeler veriyordu... Fakat bedava ve sadık tercümanının kızına aşık olduğunu, onunla evlenmek istediğini duyduğu anda çok hiddetlendi. Bir Türk'e kızını vermek... Bu mümkün müydü? Bir barbara, bir vahşiye, bir medeniyet düşmanına, hasılı bir Türk'e nasıl kız verilirdi? Şiddetle reddetti. Aradan birkaç ay geçti. Ancak tuhaftı; kızı da bu Türk'ü istiyordu. Mösyö Vitalis, gençliğinden beri İspanya'da kurduğu şatoların temellerini birden kazılmış gördü. Büyük bir çıkar onu bekliyordu...Biraz filozoflaştı, biraz alimleşti. İtalya'da, aç, sefil günlerde bütün ruhuyla itikat ettiği sosyalizm kuramları davasına geri döndü. Bir gün kızına dedi ki:

"Bu Kenan'ın bir Türk olduğunu düşünsene!"

Grazya tehalükle:

"Asla, asla! Kenan asla bir Türk değildir ve asla bir Türk olamaz..." diye cevap vermişti.

Sonra uzun uzadıya muhabbet ettiler. Mösyö Vitalis, kızına tarihten, soybilim ilminden bahsetti;Bizans İmparatorluğu'nu zapteden Türkler ancak bir avuçtu... Bugün görülen Rumeli ve Anadolu halkı hep Rum'du. Fakat zorla dinleri değiştirilmişti. Evet Kenan da bir Rum çocuğuydu. Türkiye,Avrupalılar tarafından paylaşıldıktan sonra, hiç şüphesiz, Rumeli ve Anadolu'da Türk adı altında yaşayan on yedi milyon Rum, eski dinlerine geri dönecek, Hıristiyan olacaktı... Mösyö Vitalis böyle anlatıyordu, bütün Türkiye'de sultanın ailesinden başka Türk bir aile olmadığını ve hatta bunu, aklı eren malumatlı Türkler'in de itiraf ettiklerini ilave ediyor, Grazya şaşıyor ve seviniyordu. Kenan tekrar davet edildi. Bu konular yanında açıldı. Tarihlerle, eserlerle, geleneklerle, kahramanlıklarıyla şöhret ile kazanan, daha Abbasiler zamanında Batı'ya üşüşmeye başlayan milyonlarca Türk'ü, Karamanlılar'ı, Selçukiler'i, Akkoyunlular'ı, Karakeçililer'i unutarak, Osman hanedanının kurulmasından birkaç sene önce Rumeli'ye, Vardar Vadisi'ne geçen yiğit Türkler'in vücudunu inkar ederek, o da, Türkiye'de hiç Türk bulunmadığını onayladı.

Baba kız hayalleriyle Kenan'ı Rum olarak kabul ettikten sonra, evliliğin o kadar da imkansız olmadığına karar verdiler. Mösyö Vistalis iki sene önce ölen babasından Kenan'a on beş bin liralık bir miras kaldığını öğrenmişti. Bu para özellikle Türkiye'de önemli bir miktardı... Sonra Doğu Meselesi halledilince, yani Türkiye, Avrupalılar tarafından parça parça bölüşülünce, en büyük mevkileri böyle Kenan gibi bilgin, Avrupa'da eğitim görmüş, yerlilerin ruhuna vakıf, muktedir adamlar işgal edecekti. Evet Grazya'nın talihi iyiydi... Mösyö Vitalis evliliğe razı oldu ama birkaç şartı vardı: Kenan, evlilikten önce mallarını satacak, kızına beş bin lira verecek, Türk adetlerine bağlı kalmış sofu akrabalarıyla asla muhatap olmayacak, doğacak çocukları İtalyan terbiyesi görecek ve İtalyan olacaktı... Grazya her konuda serbest bırakılacak ve kendisine de bazı girişimlerde kullanabilmesi için, borç gibi, beş bin lira verilecek! Kenan, hemen İstanbul'a gitmiş, satılacak şeyleri satmıştı, bütün şartları kabul ederek Grazya ile evlenmişti. İki sene içinde art arda iki erkek çocuğu olmuştu. Oldukça mutlu ve huzurluydu. İtalyan adetine uyarak çocuklarını numara ile çağırıyorlar: "Primo! Sekundo!" diyorlardı. Sekundo iki sene önce hastalanmış ve ölmüştü. Şimdi yalnız Primo ile kalmışlardı... Mösyö Vitalis, Meşrutiyet'in ilanından sonra Türkiye'de işlerinin iyi gitmeyeceğini düşünüp binlerce lira ile on parasız geldiği İtalya'ya gitmişti. Orada bir çiftlik almış,işten el çekmişti. Kızına ve damadına her hafta bir kartpostal ve her ay uzun bir mektup gönderiyordu...

Acaba bu tecavüzün üzerine neler yazılacak, İtalyan arbedesinin yenmesini, İtalyan askerinin kahramanlıklarını nasıl methedecekti! Kenan bilmediği bir yerinden yaralanmış gibi yüzünü buruşturdu. Uyuyamıyordu...

Şimdi babası Grazya'yı ve kendisini İtalya'ya çağırmayacak mıydı? Ne yapacaktı?.. Gidecek miydi?.. Hayır... O halde?..

Acaba Grazya uyruğunu değiştirmeye razı olacak mıydı? Çocukları vardı. Hem on seneye yakın birbirlerini o kadar seviyorlardı... Şakaklarından soğuk terler akıyordu. Cebinden mendilini çıkardı,yüzünü sildi. Saçlarını parmaklarıyla karıştırdı. Gözlerini açtığı vakit pencereden, dışarısının aydınlanmakta olduğunu gördü. Sabah oluyordu. Ömründe ilk defa bütün bir geceyi uykusuz geçiriyordu. Ayağa kalktı. Gerindi. Sokağa baktı. Karşıdaki binanın ikinci kat balkonuna yaşlıca bir kadın birtakım örtüler asıyor ve rıhtımda koyu lacivert bir deniz, koyu lacivert bir gökyüzü altında uzanıp gidiyordu. Sokağın içinde birkaç Yahudi kavga eder gibi konuşuyor, yirmi otuz kişilik bir gürültü yapıyorlardı. Döndü. Tekrar yatağa uzandı. Gözlerini kapadı. Uyuyamıyor, içinden:

"Ne yapacağım? Ne yapacağım?" diyor, hiçbir karar veremiyor ve azaptan kıvranıyordu...

...Otelin kapısından çıkınca gözleri kamaştı. Büyük bir güneş sona erme noktasına yaklaşmış,ortalığı çiy, sert ve beyaz bir ışık içinde bırakmıştı. Deniz sakin ve maviydi. Arabalar, tramvaylar, yine eskisi gibi geçiyor, herkes sanki eskisinden biraz daha hızlı yürüyordu.

Tramvaya binmedi. Beyaz kuleye kadar yayan gitmek istedi... Önce deniz kenarında yürüdü. Bu taraf çok tenhaydı. Tek tük birkaç kişi geçiyordu.

Sonra yine binaların yönüne saptı. Mutsuz bir yüze rastlamıyordu. Aksine şapkalılar daha şen, daha mutlu görünüyordu. Tüccar katipleri, mağaza memurları, kendi kendilerine hayali bir önem veren tatlı su frenklerinin tamamı bütün renksiz ve Türklüğe düşman taraf, seviniyordu. İyice dikkat etti.Beklenmeyen biri gelse mutlaka bugün bir bayram var zannedecekti. Asabileşiyor, dişlerini sıkıyor,dudaklarını ısırıyor:

"Sevininiz hainler, sevininiz! Bizim felaketimiz sizin için mutluluktur!" diyordu. 

Beyaz kule'ye geldi. Duvarları yıkmak işi yarıda kalmıştı. İttihat bahçesinin önünde durdu. Asker kulübünün karşısında boş bir araba duruyordu. "Binsem mi?"diye düşündü. Vazgeçti. Ne oldukları belirsiz, irili ufaklı çocuklar, Fransızca ekleri birbirlerine okuyor, katılacak derecede gülüyor ve itişiyorlardı. Güneş yüzünü yakıyordu. Hava gazı direğinin dibinde birkaç yabancı kadınla birkaç şapkalı duruyor ve tramvayı bekliyordu. Erkekler şüphesiz yeni başlayan savaşı, düşman filosunun zaferini anlatıyor ve kadınlar mutlu bir merakla dinliyorlardı. Nihayet uzaktan yaklaştığı görülen tramvay geldi. Ağzına kadar doluydu. Yalılarda oturanlar öğle yemeğinden dönüyorlardı. Yer yoktu.Arkadaki arabaya atladı. Kondüktörün bölümünde ayakta durdu. Herkes birbiriyle konuşuyordu.Türkçe bir kelime geçmiyordu. Dikkat etti. Tramvayın içine baktı:

Kadın erkek hepsi şapka takmıştı. İğne atılsa yere düşmeyecek olan bu koca oynayan ve umumi alanın içinde kendisiyle beraber ancak üç fesli vardı. Diğer iki fesli de tramvayı idare eden adamla biletçiydi. 

Tramvay yürürken bu vicdan ezici mağlubiyet ve perişanlık manzarasını görmemek için artık dışarısını seyrediyordu. Yalısına yaklaşmıştı. Neden sonra tekrar dikkat etti. İşte aksi gibi bir fesli geçmiyordu. Hep şapkalı, şapkalı, şapkalı... Kendi kendini teselli etmek, bütün bütün karamsarlığa ve ümitsizliğe bırakmamak istedi:

"Garip tesadüf?" dedi, "bu kadar yolda bir feslinin geçmemesi pek garip..."

Küçük, zarif yalısı ölmüş gibi sessizdi. Bütün panjurlar kapalıydı. Bahçeden geçti. Taş merdiveni çıktı, çana bastı. Hizmetçi kız geldi, kapıyı açtı. Asabi bir acele ile sordu:

"Madam nerede?"

"Sabahleyin araba getirtti. Dışarı çıktı."

"Primo?"

"O da madamla beraber gitti."

"Madam bir şey söylemedi mi?"

"Hayır."

İçeri girdi. İki yol sandığı hazırlanmıştı. Demek Grazya yolculuğu düşünüyordu. Burasını ilk defa görüyormuş gibi duvarlara, perdelere, möblelere, eşyalara bakıyor, hayret ediyordu. Bütün bu muhitte Türk hayatına, Türk ruhuna ait bir gölge, bir çizgi bile yoktu. Birden Bursa'daki çocukluğunun geçtiği baba evini hatırladı; sofada rahat ve beyaz örtülü divanlar vardı. Odalar gayet temiz ve halı doluydu.Kubbe tarzında yapılmış nakışlı tavanda asılı yaldızlı kafesin içinde bir kanarya daima öter,merdiven başındaki ceviz ağacından eski ve guguklu saatle alaturka saat her saat başını haykırarak onun gürültüsünü keserdi. Babasının odası gözünün önüne geliyordu. Buraya selamlık da derlerdi.Alçak sedirli ve kalın halılarla döşeli olan bu geniş oda ağır vişne rengindeki perdeleriyle biraz karanlıktı. Duvarlarda eğri ve altın kakmalı kılıçlar, kamalar, pişvotlar asılı idi. Hatta bir gün babası bu kılıçlardan birini indirmiş, kınından çıkararak ona birtakım lekeler göstermiş:

"Bunlar ne? Biliyor musun?" diye sormuştu. O ne olduğunu anlamayarak:

"Çok kirlenmiş, temizletelim..." cevabını vermişti.

Hala duruyor gibi oluyordu; o vakit babası gülümsemiş ve büyük eliyle minimini sırtını okşayarak:"Hayır oğlum," demişti, "bunlar kir değil... Bunlar düşman kanı... Bu kılıç bize dedemizden kaldı.Babam da, ben de savaşa onunla gittik. Bu kılıç yedi çarpışma gördü. Üzerindeki düşman kanı en büyük kıymetidir, temizlenmez..."

Sonra bir gün yalnızken, hizmetçiye diğer kamaları ve irili ufaklı kılıçları indirtmiş, kınlarından çıkararak bakmıştı. Yine bu odadaki baş sedirin üstünde etrafı ipekten ve sarmalı çevrelerle süslenmiş büyük bir levha vardı. İki sütun üzerine, kırmızı ve ince çiçekler içine yazılmış olan bu satırları daima okur, hatta ezberlerdi. Bu sert ve temiz altın ve çelikten yapılmış bir kasideydi.Mertlik nasihatleri veriyor -mert bir Türk ruhundan saçılıyor, iffet, namus, metanet, tok gözlülük tavsiye ediyordu. Bazı mısraları aklına geliyordu:

"Geçme namerd köprüsünden, ko apartsın su seni!

Korkma düşmandan, ki ateş olsa yandırmaz seni!

Müstakim ol, Hazreti Allah utandırmaz seni!"

Son mısra bir nakarat gibi tekrar ederdi. Babası ne kadar genç dururdu. Gelen misafirler, ağalar da ona benzerdi. Bu levha güya kalplerinin, ahlaklarının tercümesiydi... Harem tarafı da hayalinde dalgalanıyor, başı yeşil örtülü annesiyle, daima yere bakan, omzunda hale gibi pembe bir atkı taşıyan mukaddes hemşiresini görüyordu. Şimdi bu saygıdeğer vücutlardan, kendi aslından, esaslarından ne kadar uzaktı... Eğitim görüyorken babası ve annesi ölmüştü. Amcasının yanına giden hemşiresi, orada yerlilerden bir beyle evlenmişti. Kendisi on senedir ne Bursa'ya gitmiş, ne akrabalarını görmüş, hatta mallarını bile İstanbul'dan gönderdiği bir aracı yoluyla sattırmıştı. 

Hayalinden uyanıyor, etrafına bakıyordu. Duvarlarda mitolojiye ait resimler, eski Roma ve Yunan manzaraları vardı. Askıda Primo'nun okula giderken giydiği geniş hasır şapkası, ortadaki yuvarlak masanın üzerinde Progrés ve Journal de Salomique gazetelerinin nüshaları duruyordu. Buradan kaçmak istedi. Ama hangi odaya gidecekti?.. Yukarı çıksa Mösyö Vitalis ile Madam Vitalis'in büyük kıtadaki resimleriyle karşılaşacaktı. Salona girdi. Bir pencere açtı, panjuru itti. İçeriye aydınlık doldu. Oh... İstemeyerek duvarlara göz gezdirdi. Garibaldi'nin, Vistor Emmanuel'in resimleri içleri rahat ve başarılı iki hakim gibi ona bakıyordu. Diğer duvarlarda ise Vatikan'ın, Napoli'nin yağlı boya manzaraları asılmış duruyordu. Ve bu ev kendisinindi... Düşünüyor, düşünüyor, düşündükçe iki gündür farkına vardığı varlığının aşağılığını, sefaletini, adiliğini, ülküsüzlüğünü anlıyor; kaybettiği aidiyetliği, unuttuğu milliyeti, kıymetini takdir edemediği esasları için acı bir matem duyuyor:

"Ah ne kadar zavallıymışım!" diyordu. Bu vicdan azapları içinde geçen yarım saat ona bir gün gibi göründü. Kapının zili çalınca vücudu titredi. İşte Grazya geliyordu. Parmaklarının uçları üşüdü.Boynu hararet içinde kaldı. Başı kaşındı. Dayanılmaz bir acı duydu. "Keşke fikrimi mektupla yazsaydım!" diye düşündü. Fakat işte artık vakit yoktu. Grazya dışarıda şapkasını açacak, içeri girecekti... O ne yapacaktı? Ne söyleyecekti? Nasıl konuşacak, sabahleyin verdiği kararı ona nasıl anlatacaktı? Bu tereddüt eziyeti çok sürmedi. Grazya kapıdan girdi. Solgun bir tebessümle:

"Bonjur dostum, niçin burada oturuyorsun?" dedi. Yüzü sararmış ve güzel burnu biraz daha büyümüş ve uzamış gibiydi. Arkasında ince kahve rengi bir manto vardı. Sol elinin eldivenini çıkarmaya çalışıyordu. Kenan şuursuz bir cevap verdi:

"Hiç..."

"Dün gece neden gelmedin?"

"İşim vardı."

"Neredeydin?"

"Otelde!"

"Oh, ne kadar merak ettim."

Ve yanına oturarak merakının acısını yansıttı. Bir kolunu aşk ve zevk dakikalarında olduğu gibi Kenan'ın omzuna atmıştı. Cümlelerin sonunda bu koluyla onun başına dokunuyor, hafif bir sallantı yapıyor, sanki karşısındakini böyle etkiliyor ve uyutmaya çalışıyor, varlığını benimsiyordu. Kenan on senedir içine yuvarlandığı esirlik uçurumunun hala dibinde bulunduğunu ve buradan kurtulmanın pek zor olduğunu görüyordu. Seviyorum zannettiği bu siyah gözlü hoş kadın, gerçekte, aslıyla, esaslarıyla, aidiyetliğiyle kendisine ne kadar yabancı, ne kadar uzaktı. Ve hatta düşmandı... İlan olunan savaştan bahsediyordu. Kenan dinliyor ve sessizliğini bozmuyordu. Grazya bu sabah tercüman ile konuşmuştu.Hiç kimsenin bilmediği, gazetelerin yazmadığı haberleri öğrenmişti. Yabancı siyasi memurları her şeyi biliyorlardı. Yalnız Türkler'in bir şeyden haberleri yoktu. Tercüman sır olarak söylemişti; bu sene içinde Doğu meselesinin en mühim noktaları hallolunacaktı. İngiltere, Almanya, Fransa kısaca bütün Avrupalılar birbirleriyle tamamen anlaşmışlardı. Fas Fransa'nın oluyor. Almanya'ya Afrika'dan başka bir sömürge verilmekle beraber Anadolu'da serbest bırakılıyor, İngiltere İtalya'ya Trablus'un acilen işgal edilmesini tavsiye ediyordu. Trablus İtalya'nın olurken Acemistan da Rusya ve İngiltere tarafından paylaşılacaktı. Birkaç ay sonra Rumeli'nin her tarafında bombalar patlamaya başlayacak, Girit, Yunanistan'a bağışlanacak, Arnavutluk'a, Makedonya'ya, Suriye'ye, Arabistan'a özerklik verilecek, Sultanlık Avrupalıların himayesine alınarak Türkiye'de "Uluslararası bir idare"oluşturulacaktı... Avrupa'nın programı buydu!

Grazya, bunları ayrıntılı ve çabuk anlatıyor, tercümanın korkularını tekrar ediyordu: Şimdi hükümet Genç Türkler'in elindeydi. Ve bu gençler halkı heyecana getirmek, haşin ve eşit bir ruh yaratmak yeteneğine sahiptiler. Doğu Meselesinin halledileceği sırada, hükümet ellerinde bulunursa, büyük felaketlerin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Çünkü ihtiyar Türkler'le birleşecek, Rumeli'de ve Anadolu'da savaşmaya kalkacaklardı. Birçok katliama hazır olmak gerekiyordu. Bu iki hafta içinde Trablus'un işgal edilmesi heyecanıyla milletvekilleri hükümeti devirecekti. Bütün konsoloslar, yeni kabinenin Avrupa fikirli, Avrupa'da eğitim almış, ademi merkeziyet, yani özerklik taraftarı, gerçek hürriyeti, yani Avrupa himayesini ister, milliyetçilikten uzak, güçlü muhalif milletvekillerinden kurulacağına emindiler. Bu kabine askerleri öldürtmeden Trablus'a İtalya'nın hakkını ve hakimiyetini tanıyacak, Girit için anlamsız ve tehlikeli ısrarlarla büyük devletleri ve Yunanistan'ı üzmeyecek,Arnavutluk'a, Makedonya'ya, Suriye'ye özerklik verecek, mali işlerini Avrupalılara teslim ile Doğu Meselesi'nin sebep olduğu ülkelerin bütünlüğünü son bir kere daha onaylatacak.

Mutlu bir siyasetle kan dökülmeden bitirecekti... Bütün limanlar açılacaktı. Mezopotamya işletilecek, Avrupa'nın büyük sermayeleri hep koşacak, her tarafa demiryolları yapılacak, buraları Mısır gibi ticaret ve zenginlik memleketi olacak, Türkiye de artık bütün mallarını vahşi ordusu ve donanmasına harcamaktan vazgeçerek yükselme yolunu tutacaktı. O vakit ne başka dinlere düşmanlık ne de cehalet kalacaktı. Avrupa medeniyeti bozuk çalacak, sert ve savaşmış milyonlarca yarım vahşiler, itaatkar ve yumuşak ameleler haline gelecekti. Ama tercüman korkuyordu... Hükümetin yine Genç Türkler'in elinde kalmasından korkuyordu! Bunlar mağrur cahil ve aşırı milliyetçiydiler.Avrupalıları hiç sevmiyorlardı. İhtilalden, kan dökmekten, boş yere müdafaa ve inattan çekinmezlerdi. Barbarca cesur idiler. Hatta on iki saat içinde İtalyanları Türkiye'den kovmaya kalkışmışlar, boykotaj ilan ederek İtalyan ticaretini zarara uğratmak serseriliğini göstermişlerdi...

Grazya şuh ve heyecanlı kadınlara has, ayrıntılı açık dille uzatarak anlatıyor, Kenan kesmeden dinliyor, ölmüş gibi hareketsiz duruyordu. Tercüman herhalde iki üç ay Selanik'i terk etmenin pek yerinde olacağını da söylemişti. İstanbul güvenliydi. İtalya'ya, yahut yabancı bir memlekete gitmeliydi... Grazya pasaportlarını bile hazırlamıştı. Sordu:

"Ne zaman hareket edeceğiz, Kenan? Yarın mı?..."

"Nereye?"

"Mısır'a, İstanbul'a, yahut İtalya'ya..."

Kenan cevap vermedi. Bize daima büyük ve sarsıcı heyecanlardan, büyük kederlerden, büyük umutsuzluklardan sonra gelen o derin ve ergin sessizlik, o cesur soğukkanlılık, yapısını birden değiştirmiş, ağırlaşmıştı. Şimdiye kadar neslinin düşmanı olan bu yabancı kadınla, vatanını zaptı ve iflasını hoş ve uygun gören bir Batılı ile nasıl yaşamıştı şaşıyordu. Grazya ilave etti:

"Yüzüme ne tuhaf bakıyorsun... Hem söylemeyi unutmuştum, dün babamdan bir telgraf aldım.Mutlaka Selanik'ten çıkmamızı yazıyor."

Kenan başını çevirip pencereden dışarıya bakarak:

"Ben buradan bir yere gitmem." dedi. 

Grazya inanamadı:

"Nasıl, Selanik'te mi kalacaksın?"

"Evet..."

"Ya ben?"

"Sen de..."

Bu esnada Primo içeri girdi. Yavaş yavaş yürüyordu. Düşünceli ve solgundu. Gözleri uzaklara bakıyor gibi küçülmüş ve derinleşmişti. Annesi onun yanında tartışmayı uygun bulmadı. Hiddetli ve sert bir tavırla:

"Haydi dışarı, bakayım, Primo," dedi, "gizli bir şey konuşuyoruz..."

Çocuk itiraz etmedi. Sararmış babasıyla, dudakları titreyen, parmaklarıyla eldivenlerini çıkaran annesine bir şey söylemeden çıktı. Evet böyle olacaktı. Primo sanki bilmiyor muydu?.. Dünü düşünmeye başladı. Okula gitmemişti. Sabahleyin İttihat Bahçesi'nde buluştuğu Rum çocuklarıyla rıhtımdan balık tutmaya çalışıyordu. Okul arkadaşlarından Orhan'ı yazlık tiyatronun önünde gördü.Gazete okuyordu, yanında büyücek bir Türk çocuğu daha vardı. Kendisini çağırmıştı. Bu bir Türk paşasının oğlu idi. Okulda bütün arkadaşlarına hükmeder, hiçbirinden korkmazdı. Acaba niçin çağırıyordu? Yanına gitti. Orhan onun elinden tuttu, sordu:

"Senin baban Türk değil mi?"

Primo kızardı:

"Niçin soruyorsun?"

"Soruyorum, niçin inkar ediyorsun? Senin baban Türk mühendisi değil mi?"

"Evet..."

"O halde sen de Türksün..."

Primo Türkçe bilmiyordu. Orhan Fransızca söylüyordu. Ona elindeki Genç Türkler'in beyannamesini tercüme etti. Şimdi Türklerle İtalyanların savaştığını anlattı. Anlatırken coşuyordu;Türkler dünyanın en cesur, en asil, en güçlü milletlerinden biriydi. Asırlarca bütün Asya'ya hakim olmuşlar, Atilla Avrupa'yı köpek gibi inletmişti. Türkler medeniyet yollarını açmış, her yere kahramanlık, temiz kan, saf ahlak, yenilik ve seçkinlik götürmüşlerdir. Dünyanın en büyük hükümetini Cengiz kurmuş, bu büyük Cengiz neslinden ayrılan küçük bir kısım, Doğu Roma'yı, Bizans İmparatorluğu'nu yıkmış, Anadolu'yu zaptetmiş, oradaki dağılmış Türkler'i birleştirerek ta Viyana'ya kadar gitmişti. Birkaç asır önce Avrupa'yı terbiye eden bu nesle, Osmanlı Türkler'ine şimdi hepsi birden, bütün Avrupalılar saldırıyorlar, mahvetmek için uğraşıyorlar, fakat başarılı olamıyorlardı.Şimdi hepsi onları Afrika'daki sömürgelerden çıkarmak istiyorlardı. Ama çıkaramayacaklardı. Türkler'in ne kadar kuvvetli olduklarını, ne kadar yenilmez bir kuvvet olduklarını tekrar anlayacaklar ve düşünmeye başlayacaklardı. Bütün Avrupa'nın teşvikiyle İtalya ortaya atılmıştı. Onun zırhlıları çoktu!... Orhan:

"Ah, bizim de olsaydı..." diyor, fakat karada bir şey yapamayacaklarını, denizden içerilerinin İtalyanlar için mezar olacağını söylüyor, Türkler'in eski deniz savaşlarını, vaktiyle Akdeniz'i bir Türk gölü yaptıklarını, bütün paşa babasından ve teğmen ağabeyinden duyduğu şeyleri çocukça büyüterek, abartarak, uzun uzadıya anlatıyordu... Rıhtımdaki Rum çocukları onun bir Türk çocuğu ile saatlerce konuşmasını kıskandılar. Çağırdılar. Aldırmadı. Yine çağırdılar. Tekrar çağırıyorlardı. Orhan:

"Oh bu sinekler!" dedi, bir şey yapamazlar, yalnız taciz etmesini bilirler.

Ve ilave etti:,

"Bunlar bizi rahat bırakmayacaklar; haydi dışarı çıkalım, sonra yine geliriz."

Primo hiç itiraz etmedi. Orhan'la beraber bulunmaktan o kadar haz alıyordu ki... İşte Türk olmayan arkadaşları içinde onun kadar güzeli ve sevimlisi ve özellikle kuvvetlisi yoktu. Kırmızı fesinin altındaki siyah saçları, esmer çehresi, al yanakları daima ileri ve yüksekten bakan parlak gözleri,hemen bir şeyin üzerine saldıracakmış gibi dik ve çevik duran cesur tavrı ona küçük ve karşı konulamaz bir kahraman hali veriyordu.

Bahçeden çıktılar. İleride, İttihat ve Terakki Kulübü önünde dehşetli bir kalabalık gördüler, Primo bu kalabalığı dört yüz kişi olarak tahmin etti. Orhan durdu. Baktı.

"Bir şey var galiba, hadi oraya gidelim!" dedi. Primo tereddüt ediyordu. Orhan ona cesaret verdi:

"Korkma, sen Türksün! Türkler hiçbir zaman, hiçbir yerde, hiçbir yerden korkmazlar..."

"Fakat başımda şapka var!"

"Zarar yok!"

"Kenarında İtalyan renklerinden kurdele var, bak..."

Orhan, yine buna da bir çare buldu. Primo'nun şapkasını yarım saat için bahçenin tütüncüsüne bıraktılar. Tam kulübe giderlerken kalabalık dalgalandı, karıştı, ortalarında uzun bir sırıkla sallanan kırmızı bayrak, beyaz ay ve yıldız göründü. Bahçeye doğru geliyorlar. Bu korkunç gelişi nefes almadan seyrettiler. Önlerinden geçerken onlar da takıldılar. Primo dikkat etti. Birçok çocuk vardı.Ellerinde yırtılmış bayrak parçaları tutuyorlardı. Ama kendisinden başka, sessiz ve başı açık yoktu. İttihat Bulvarı'nda yürümeye başladılar. Sol tarafta bir binanın önünde durdular. Primo hemen tanıdı.Annesiyle birkaç defa gelmişti. Burası İtalya Konsolosluğu'ydu. Kapının üzerine bir adam çıktı.İtalyan armasını indirdi. Aşağıda bekleyenler hücum ederek ayaklarıyla parçaladılar. Bir balta ile bandıra direğini kırıyorlardı. Kapının yanındaki parmaklık setine siyah kıyafetli, sarı bıyıklı, küçük fesli bir adam çıktı.

Yumruklarını sıkarak bir şeyler söylüyor, bütün kalabalık alkışlarla ona cevap veriyordu. En sonunda avazı çıktığı kadar bir şeyler haykırdı. Dinleyenler bağırarak tekrar ediyor, anlayamadığı bir takım kelimelerle bağrışıyorlardı. Merak etti. Ne söyleniyordu? Yavaşça sordu:

"Ne diyor?"

Orhan Fransızca tercüme etti:

"diyor ki namussuz, alçak, korsan İtalyanlar, bizim haberimiz yokken, aramız kendileriyle iyi iken,bizim dostlarımız iken birdenbire vatanımıza hücum ettiler. Oradaki silahsız adamları, ihtiyarları,kadınları, kızları, çocukları top gülleleriyle öldürdüler. Vatandaşlar! Onlar büyük ve sağlam zırhlarına güveniyorlar. Fakat onların zırhlıları varsa bizim de kutlu bir hakkımız vardır. Ve bu,onların zırhlarından daha kuvvetlidir."

Sonra bir telgraf okundu. Orhan onu da tercüme etti. Trablus'ta İtalyanların iki savaş gemisi kayalıklara çarparak batmıştı. Daha sonra bu göstericiler yukarılara doğru çekilmişlerdi.Arkalarından, kırılmış ve ezilmiş İtalyan armasına küçük çocuklar bir ip takmışlar, sürüklüyor ve üzerine tükürüyorlardı.

...Primo kapının dibinde, elleri kısa pantolonun küçük ceplerinde, büyük ve ela gözlerini yere dikmiş, bunları düşünüyor, dünün hatırasını noktası noktasına hayalinden geçiriyor ve göğsünün kabardığını duyuyordu. Sabahleyin annesi tercümanla konuşurken de onu dışarı çıkarmıştı.

Şimdi babasıyla konuşurken de kovmuştu... Niçin kovuyordu? O taciz etmekten başka bir şey bilmeyen sineklerden miydi? Hayır, o pis bir sinek değil: Avrupa'yı, Asya'yı zapteden, Orhan'ın anlattığı mert ve cesur Türkler'den biriydi... Daima hakim olan, bu krallar, beyler... hakanlar, emirler nesline ait Türk asla kovulamazdı! Annesi buna nasıl cesaret etmişti? Yoksa kendisinin bir Türk olduğunu bilmiyor muydu? Yüzüne kan hücum ediyor, elleri titriyordu. İçeri girmek ve annesine niçin kovulduğunu sormak istedi. Kapıya döndü. Fakat durdu. İçerde şiddetle ve heyecanla konuşuluyordu. Adeta bir kavga gibiydi! Anahtar deliğine baktı. İyice dinlemek, ne konuştuklarını işitmek ihtiyacını duyuyordu. Fakat bu ahlaksızlık değil miydi? Lakin böyle önemli dakikalarda ahlaksızlık var mıydı?..Kulağını anahtar deliğine koydu. Şimdi odanın içindeymiş gibi işitiyordu. Annesi ince ve hiddetli zamanlarındaki titrek sesiyle:

"Burada ben kalamam!" diyordu, "ihtiyar Türkler'in, vahşi koyu sofular yatağanlarla sokaklara dağıldıkları zaman beni de öldürmelerini istiyorsun. Parça parça etsinler! Yarın büyük devletlerin donanması Selanik'i topa tuttuğu zaman güllelerin altında ezilelim!"

Babasının sesi pek sert çıkıyordu:

"Bunlar hep hayal, hep yanlış inanç! Türkler kadınlara el kaldırmaz. Avrupa'nın donanması da buraya gelemez. Hem sen kalırsan artık İtalyan olmayacaksın..."

"Ya ne olacağım?"

"Türk..."

"Ben mi Türk?"

"Evet, sen..."

"Mümkün değil, ölürüm de Türk olmam. Vahşiliği kabul etmem."

"Türkler vahşi değildir. Asıl vahşi, hırsız ve korsan İtalyanlardır."

"Hayır Türkler'dir!..."

Babasının sesi bir yıldırım gibi gürlemeye başladı:

"Sus! diyorum... İşte sana teklifim; buradan gider ve İtalyan kalırsan, bil ki artık aramızda hiçbir ilişki yoktur. Benimle yaşamak, evimizi bozmamak istersen tamamıyla Türk olacaksın! Babanı, memleketini, adetlerini, dostlarını unutacaksın! İsmin değişecek! Çarşaf giyecek, Türkçe öğrenecek,bir harf İtalyanca söylenmeyeceksin... İşine geliyorsa razı ol. Yok, gelmiyorsa serbestsin! Bugün istediğin yere gidebilirsin. Seni boşarım. Bir daha birbirimizi görmemek üzere ayrılırız!"

Annesinin sesi yumuşuyordu:

"Kenan, on senelik hayatımızı birden nasıl unutuyorsun? Birleşirken şartlarımız ne idi? Sen tamamıyla bir Avrupalıydın. Niçin böyle birdenbire değiştin? Vahşi oldun? Ah Madam Rapi Zardi... Şimdi nerdesin? Sen bana hep bugünleri söylemiştin..."

"Ne söylemişti?"

"Seninle nişanlandığımız zaman o kadar engel olmaya çalıştı: 'Bunlar koyun derisine saklanmış kurtlardır. İnanmaya gelmez, Ne kadar Avrupa'da okusalar, terbiye görseler, yine bir gün dişlerini çıkarır, insanı parçalarlar.' derdi. Ben dinlemedim. Ah ben dinlemedim. Sana inandım. Hiç böyle vahşileşeceğine; medenileri, Batılıları hor göreceğine, beni Türk yapmaya, çarşaflara hapsetmeye, hayvanlaştırmaya kalkacağına ihtimal vermezdim. Ah Kenan, sen ne kadar nazik ve medeniydin..."

"Kısa cevap isterim! Ya evet, ya hayır... Ben seni zorlamıyorum. Serbestsin! diyorum. Lakin İtalyan ve Batılı kalırsan şimdiden sonra seninle yaşamayacağımı açıkça söylüyorum..."

Annesi cevap vermedi. Yüz sene uzunluğunda bir dakika geçti. Primo başını çevirdi. Anahtar deliğinden baktı. Ortadaki masa ile üstündeki çiçek vazosunun bir kısmını görüyordu. Annesi lafa başlayınca yine kulağını deliğe koydu:

"Madem öyle. İşte cevabım: hayır... Beraber geçirdiğimiz on seneyi, sadakatimi sen düşünmezsen,ben hiç düşünmem. Babamın yanına gider, orada rahibe olur, kalırım. Fakat..."

"Ee, fakat..."

Primo'nun şiddetle kalbi çarpmaya başladı:

"Çocuğumu da beraber götürürüm, burada bırakmam."

"Primo yalnız senin çocuğun değil! Senin onda ne hakkın varsa, benim de o kadar, belki daha fazla hakkım var. Fakat ben sana haksızlık etmek istemem. Çocuğumuzu çağırır, sorarız. Hangimizi arzu ederse onun olur. Ya benimle kalır, Türk olur. Yahut seninle İtalya'ya gider. Orada ya papaz olur, ya korsan..."

Ya papaz olmak, ya korsan... Primo asla İtalyan olmayacaktı. Mademki babası Türk'tü! o da Türk'tü... Geri çekildi. Eliyle alnını tuttu. Annesi Türk olmaya tenezzül etmez de o İtalyan olmaya sanki eder miydi? Jimnastikhanede idman yapıyormuş gibi göğsünü ileri geri fırlattı. Ellerini kalçalarına koydu. Kafasını salladı. Kaşlarını çattı. Dudaklarını uzattı. Kollarında meçhul ve karşı koyulmaz bir kuvvetin taşımak istediğini, kalbinin içine sığmadığını duyuyordu. Sert adımlarla salonun kapısının önünde gezinmeye başladı. O söyleyeceği ve yapacağı şeyi biliyordu! Kendisi bir Türk, yani bir kahraman değil miydi? Bunu gösterecekti...

Birden annesinin bağırdığını işitti:

"Primo, buraya gel..."

Kapıya doğru yürüdü. Kuvvetlerinden iyice emin olmak için yumruklarını sıktı. Ve idman yapar gibi kollarını ileri uzattı. Evet, gayet kuvvetliydi. Kapıyı açtı. Annesi ayakta, masanın yanında duruyordu. Babası oturduğu koltuktan hiç kımıldamamıştı. İkisinin de yüzleri sapsarı idi. Annesi onu kucaklamak istedi. Primo dehşetli bir ciddilikle reddetti:

"Yavaş..."

Küçük bir facia oyuncusu gibi ellerini kaldırmıştı. Grazya birdenbire değişen yavrusunun bu emreden hareketi karşısında buz gibi dondu. Sanki nefesi kesildi. Primo büyük bir adam tavrıyla babasının yanındaki koltuğa oturdu. Başını eline dayadı. Ve gayet garip bir şive ile Fransızca olarak:

"Ne var? Beni neden çağırdınız?" dedi.

İtalyanca konuşmuyordu. Grazya'nın çenesi tutulmuştu. Bu bir kabus muydu? Primo yoksa önceden ders mi almıştı? Kocasına baktı. O da şaşkındı. Primo'nun bu tuhaf hali onu bile şaşırtmıştı.

Uzadıkça ağırlaşan sessizliği, yine Kenan bozmaya cesaret etti. Önüne bakarak:

"Yavrum, biliyorsun ya, şimdi savaş var. Annenle biz artık tamamen ayrılıyoruz. Sen benimle beraber burada kalmak, Türk olmak mı istersin? Yoksa annenle İtalya'ya gidip İtalyan olmak mı?"

Primo oturduğu yerden şiddetle fırladı. Grazya ve Kenan ne yapıyor diye birbirlerine bakıştılar. Ellerini kalçalarına dayamış, acınacak ve heyecanlı tavrıyla bir annesini, bir babasını süzdü ve gayet bozuk bir Türkçeyle:

"Ben... Turko çocuk... Ben, yok İtalyano... Ben burada... Ben çocuk Türk..." diye haykırdı. 

Grazya şaşkınlıktan masanın yanındaki sandalyeye yığılmıştı. Kenan gözlerine, kulaklarına inanamıyordu. Primo sonra seri bir hareketle kenardaki hasır sandalyeyi kaptı. Kanepeye fırladı. İnce kollarından asla beklenmeyecek kadar asabi kuvvetle bu sandalyeyi kaldırdı ve şiddetle Victor Emmanuel'in resmine vurdu.

Levha parçalanmış ve camlar şangır şangır etrafa saçılmıştı. Grazya bir gülle patlamış da sakınmak için başını saklıyormuş gibi büzülmüş ve sinmişti. Camlar odanın her köşesine düşüyordu. Kenan mutlu olmuştu. Sevinçli ve şuursuz bir istekle kalktı. Kanepenin üzerinde, yükseklerden, pek çok yükseklerden kendisine bakan bu Türk çocuğunu kucakladı. Minimini bir tantı onu göğsüne bastı.Alnından öptü, öptü, sonra yüzüne baktı. Bu ela gözlerin sonsuz derinliklerinde şimdiye kadar ham bir hayal, asılsız bir düş sandığı şeyin büyük ve yüce bir gerçek olduğunu görüyor; Doğu'nun uğursuz manevi afyon ile zehirlenen bu muhteşem ve mekan gerçeğinin, büyük Türk ruhunun yeni nesilde, yeni hayatta tekrar doğduğunu anlıyordu. İşte iki günde kendisi bile ne kadar değişmişti. Ve büyük tecavüzler, büyük felaketler daima büyük yeniliklere başlangıç olmaz mıydı? Bunu düşünüyor ;kolları arasında tuttuğu ve hala:

"Ben Turko, ben Turko. Ben yok İtalyano..." diyerek varlığını anlayıp, ilan eden küçük tanrısını,tekrar tekrar öpüyor, öpüyor; Grazya, başarılı, genç, güçlü ve uyanık Turan'ın kesin galibiyeti altında ezilecek olan zayıf, hasta ve miskin Batı'nın korkak ve kadından bir timsali gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu...

Continue Reading

You'll Also Like

1.2K 79 10
İstanbul'u dinlemek ve duymak için mutlaka okunması gereken bu kitap, İstanbul üzerine yazılmış sayılı şaheserlerden. Hisar, Boğaziçi'ni mevsim mevsi...
39.3K 4.2K 10
Ünlü idol Hwang Hyunjin yakın dostuna fotoğraf atacakken, yanlışlıkla fotoğraf başka birisine gider. Neyse ki fotoğrafı fake hesaptan atar. Ama karşı...
8.3K 447 9
Jack London'ın bütün eserlerine bir simgeci natüralizm örneği olan Deniz Kurdu ile devam ediyoruz. Varlıklı bir aileden gelen Humphrey Van Weyden, ge...
38.7K 963 51
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (1821-1881): İlk romanı İnsancıklar 1846'da yayımlandı. Ünlü eleştirmen V. Belinski bu eser üzerine Dostoyevski'den gel...