Kaşağı

By ClassicsTR

12.9K 302 145

11 Mart 1884'te doğan Ömer Seyfettin Türk edebiyatının önde gelen hikâye yazarlarındandır. Türkiye kısa hikây... More

KAŞAĞI
İLK NAMAZ
İLK CİNAYET
PRİMO TÜRK ÇOCUĞU NASIL DOĞDU?
PRİMO TÜRK ÇOCUĞU NASIL ÖLDÜ?

ANT

1.1K 42 46
By ClassicsTR

Ben Gönen'de doğdum. Yirmi yıldan beri görmediğim bu kasaba hayalimde artık seraplaştı. Birçok yerleri unutulan eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir yüzbaşı olan babamla her zaman önünden geçtiğimiz Çarşı Camii'ni, karşısındaki küçük, harap şadırvanı, içinde binlerce kereste tomruğu yüzen nehirciği, bazen yıkanmaya gittiğimiz sıcak sulu hamamın derin havuzunu şimdi hatırlamaya çalışırım. Ama beyaz bir unutkanlık dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder. Pek uzun gurbetlerden sonra vatanına dönen bir adam doğduğu yerin ufkunu koyu bir sis altında bulup da sevdiği şeyleri uzaktan bir an önce göremediği için nasıl üzgün olursa, ben de tıpkı böyle merağa, sabırsızlığa benzer bir üzüntü duyarım. O her akşam sürülerle mandaların, ineklerin geçtiği tozlu, taşsız yollar, yosunlu, siyah kiremitli çatılar, yıkılacakmış gibi duran büyük duvarlar,küçük ahşap köprüler, sonsuz tarlalar, alçak çitler hep bu duman içinde erir...

Yalnız evimizle okulu gözümün önüne getirebilirim.

Büyük bir bahçe... Ortasında köşk tarzında yapılmış bembeyaz bir ev... Sağ köşesinde her zaman oturduğumuz beyaz perdeli oda... Sabahları annem beni bir bebek gibi pencerenin kenarına oturtur,dersimi tekrarlattırır, sütümü içirirdi. Bu pencereden görünen avlunun öbür tarafındaki büyük toprak rengindeki binanın camsız, kapaksız tek bir penceresi vardı. Bu siyah delik beni çok korkuturdu.Yemeklerimizi pişiren, çamaşırlarımızı yıkayan, tahtalarımızı silen, babamın atına yem veren, av köpeklerine bakan hizmetçimiz Abil Ana'nın her gece anlattığı korkunç, bitmez öykülerdeki ayıyı, bu karanlık pencerede görür gibi olurdum. Bu şüphe ile rüya dinlemek, yorumlamak merakında olan zavallı anneme her sabah ayılı rüyalar uydurur, iri, kuzgun bir ayının beni yakalayıp dağa götürdüğünü, ormandaki inine kapadığını, kollarımı bağladığını, burnumu, dudaklarımı yediğini,sonra Bayramiç yolundaki su değirmeninin çarkına attığını söyler, ona birçok "Hayırdır inşallah..." dedirttirirdim. Rüyayı yorumlarken benim büyük bir bey, büyük bir paşa olacağımı, bana kimsenin kötülük yapamayacağına beni inandırdıkça yalan söylediğimi unutur, ne kadar sevinirdim!

Hangi sokaklardan, kiminle geçerdim? Bilmiyorum... Okul bir katlı, duvarları boyasızdı. Kapıdan girince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde, küçük, ağaçsız bir bahçe... Bahçenin sonunda tuvalet, fazla büyük abdest fıçısı... Erkek çocuklarla kızlar karışık otururlar, birlikte okur, birlikte oynarlardı. "Büyük Hoca" dediğimiz kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu, yaşlı, bunak bir kadındı.Mavi gözleri çok sert parlar, gaga gibi eğri, sarı burnuyla tüyleri dökülmüş hain, hasta bir çaylağa benzerdi. Küçük Hoca erkekti. Büyük Hoca'nın oğluydu. Çocuklar ondan hiç korkmazlardı. Galiba biraz aptaldı. Ben arkadaki rahlelerde, büyük hocanın en uzun sopasını uzatamadığı bir yere otururdum. Kızlar belki saçlarımın çok açık sarı olmasından dolayı bana sürekli "Ak Bey" derlerdi.Erkek çocukların büyükleri ya adımı söyler ya da "Yüzbaşı oğlu" diye çağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayan kanadında sallanan "geldi, gitti" levha yazısı, cansız bir yüz gibi bize bakar, kalın duvarların tavana yakın dar pencerelerinden giren donuk bir aydınlık durmadan bağıran, haykırarak okuyan çocukların susmaz, keskin çığlıklarıyla sanki daha çok ağırlaşır, bulanırdı...

Okulda tek bir ceza vardı: Dayak... Büyük suçlular hatta kızlar bile falakaya yatarlardı. Falakadan korkmayan, titremeyen yoktu. Küçük suçluların cezası ise oransız, ölçüsüzdü. Küçük Hoca'nın büyük tokadı... Büyük Hoca'nın uzun sopası... ki rastladığı kafayı mutlaka şişirirdi. Ben hiç dayak yememiştim. Belki ayrıcalık tanıyorlardı. Sadece bir kere Büyük Hoca kuru, kemikten elleriyle yalan söylediğim için sol kulağımı çekmişti. O kadar hızlı çekmişti ki ertesi gün bile kızarıklığıyla yanması geçmemişti. Ama suçum yoktu. Doğru söylemiştim. Bahçedeki abdest fıçısının musluğu koparılmıştı.Büyük Hoca bu suçu işleyeni arıyordu. Bu, mavi cepkenli, kırmızı kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu.Söyledim, suçunu kabul etmedi. Falakaya yatırılacaktı. Sonra başka bir çocuk çıktı; kendi kopardığını onun suçu olmadığını söyledi. Yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi. O zaman Büyük Hoca, "Neden yalan söylüyor, bu zavallıya iftira ediyorsun?" diye kulağıma yapıştı. Yüzünü buruşturarak darıldı.

Ağladım. Ağladım. Çünkü yalan söylememiştim. Evet, o çocuğu musluğu koparırken gözümle görmüştüm. Akşam paydos olunca dayağı yiyen çocuğu tuttum:

"Neden beni yalancı çıkardın", dedim, "musluğu sen koparmamıştın..."

"Ben koparmıştım..."

"Hayır, sen koparmamıştın. Diğer çocuğun kopardığını ben gördüm."

Israr etmeden yüzüme baktı. Bir an durdu. Eğer hocaya söylemeyeceğime yemin edersem saklamayacaktı. Anlatacaktı. Ben hemen yemin ettim. Meraklanmıştım:

"Musluğu Ali koparmıştı", dedi, "ben de biliyorum. Ama o hasta ve çok zayıf. Falakaya asla dayanamaz. Yataktan yeni kalktı, ölürdü belki de..."

"Ama sen neden onun yerine dayak yedin?"

"Neden olacak? Biz onunla ant içtik. O bugün hasta, ben iyi ve kuvvetliyim. Onu kurtardım işte."

Anlamadım ne dediğini. Yeniden sordum:

"Ant ne?"

"Bilmiyor musun?"

"Bilmiyorum."

O zaman güldü. Benden uzaklaşarak cevap verdi:

"Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna ant içmek derler. Ant içenler kan kardeşi olurlar.Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, imdada koşarlar."

Sonra okuldaki çoğu çocuğun birbirleriyle ant içtiklerine dikkat ettim. Kan kardeşi olmuşlardı.Hatta bazı kızlar da kendi aralarında ant içmişlerdi. Bir gün, bu yeni öğrendiğim âdetin nasıl yapıldığını da gördüm. Yine arka rahlelerde idi. Küçük Hoca abdest almak için dışarı çıkmıştı.Büyük Hoca arkasını bize dönmüş, yavaş yavaş, sümüklü böcek kadar ağır, namazını kılıyordu. İki çocuk tahta saplı bir çakı ile kollarını çizdiler. Çıkan, büyük, kırmızı damlayı kolları üzerinde bu çizgiye sürdüler. Kanlarını karıştırdılar. Sonra birbirlerinin kollarını emdiler. Ant içerek kan kardeşi olmak... Bu, beni düşündürmeye başladı. Şayet benim de kan kardeşim olsa hocaya kulağımı çektirmeyecek, belki de falakaya yatacağım zaman beni kurtaracaktı. Koca okulun içinde kendimi çok yalnız, arkadaşsız, korunmasız hissediyordum. Anneme düşüncemi, her çocuk gibi biriyle ant içmek istediğimi söyledim. Andı tarif ettim. İzin vermedi. "Öyle terbiyesizlikler istemem. Sakın yapma ha!"diye tembihledi.

Ama ben dinlemedim. Aklıma ant içmeyi koymuştum. Ama kiminle? Beklenilmeyen bir kaza, bir tesadüf bana kan kardeşimi kazandırdı. Cuma günleri bizim evin bahçesinde bütün komşu çocukları toplanırlardı. Akşama kadar birlikte oynardık. Arkamızdaki evlerin sahibi Hacı Budaklar'ın benim kadar bir çocukları vardı ki, en çok adı hoşuma giderdi: Mıstık... Bu kelimeyi söylerken sanki tat alır gibi olur, sürekli tekrarlardım. O kadar ahenkli, tınılıydı. Kızlar bu güzel isme uydurulmuş kafiyeleri, Mıstık'ı bahçede, sokakta görünce bir ağızdan söylerlerdi. Hala aklımda:

Mustafa Mıstık 

Arabaya kıstık,

Üç mum yaktık,

Seyrine baktık!

diye bağırırlar, ellerini yumruk yaparak ona karşı dururlardı. Mıstık hiç sinirlenmezdi. Gülerdi. Bizde bazen bu kafiyeleri tekrarlar, eğlenirdik.

Bu iki küçücük beyit benim rüyalarıma bile girmişti. Rüyamda birçok arsız kızın onu göçmen arabasına sıkıştırarak, etrafına üç mum yakarak seyrine baktıklarını görürdüm. Neden Mıstık öyle uslu dururdu? Neden birden fırlayıp bu kızlara birkaç tokat atmaz, sıkıştığı katran kokulu arabadan kurtulamazdı? Hepimizden güçlüydü. Sanki adı gibi her tarafı yuvarlaktı. Başı, kolları, bacakları,bedeni... Hatta elleri... Bütün çocukları güreşte yenerdi... Yazın her Cuma sabahı büyük bir deste söğüt dalı getirirdi. Bu dallardan kendimize atlar yapar, cirit oynar, yarışa çıkardık. Yarışta da hepimizi geçerdi. Onu hiçbirimiz tutamazdık. İşte yine böyle bir Cuma sabahı, Mıstık söğüt dallarıyla geldi. Ben en uzununu seçtim. Diğerlerini çocuklara dağıttım. Bir çakı ile bu dalların ucunu keser,kabuklarından iki kulak, bir burun çıkarır, tıpkı bir at başına benzetirdik. Bunu en güzel ben yapardım.

Kendi atımı yapıyordum. Mıstık'la diğer çocuklar sıralarını bekliyorlardı. Nasıl oldu anlamadım,söğüdün kabuğu birden yarıldı. Arasından kayan çakı sol elimin işaret parmağını kesti. Sulu, kırmızı bir kan akmaya başladı. O an aklıma bir şey geldi: Ant içmek... Parmağımın acısını unuttum. Mıstık'a:

"Haydi gel kan kardeş olalım. Hazır elim kesildi. Sen de kes..."

Tereddüt etti. Siyah gözlerini yere dikerek büyük yuvarlak başını salladı:

"Olur mu ya!... Ant için kol kesmek gerekli."

"Canım ne zararı var?", diye ısrar ettim. "Kan değil mi? Ha parmaktan, ha koldan. Hepsi aynı.Haydi..."

Kabul etti. Elimden aldığı çakı ile kolunu, hatta biraz derince kesti. Kanı o kadar koyuydu ki,akmıyor, bir damla halinde kabarıyor, büyüyordu. Parmağımın kanı ile karıştırdık. Önce ben emdim.Bu tuzlu, sıcak bir şeydi. Sonra da o benim parmağımı emdi.

Bilmiyorum aradan ne kadar zaman geçti. Belki altı ay... Belki bir yıl... Mıstık'la kan kardeşi olduğumu neredeyse unutmuştum. Yine birlikte oynuyor, okuldan eve birlikte dönüyorduk. Bir gün hava çok sıcaktı. Büyük Hoca bizi okuldan erken bıraktı. Tıpkı perşembe günü gibi... Mıstık'la sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk. Ben fesimin altına mendilimi koymuştum. Terimi silemediğim için yüzüm sırılsıklamdı. Büyük, geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yıkılmış bir duvarın temelleri vardı. Aniden karşıdan iri, kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından birkaç adam, kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize, "Kaçın, kaçın, ısıracak..." diye bağırdılar.Korktuk, şaşırdık. Olduğumuz yerde kalakaldık. Ben biraz kendimi toplayarak, "Aman kaçalım..."dedim. Ama gözleri ateş gibi parlayan köpek bize yetişmişti. O zaman Mıstık, "Sen arkama saklan!"diye bağırdı. Önüme geçti. Köpek onun üstüne atladı. Önce hızlı bir şekilde birbirlerine çarptılar.Sonra sanki güreşir gibi boğaz boğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı.

Bir süre böyle boğuştuktan sonra ikisi de yere yuvarlandı. Mıstık'ın küçük fesi, mavi yemenisi düştü. Bu savaş bana çok uzun geldi. Titriyordum. Sopalı adamlar yetiştiler. Köpeğe olanca güçleriyle vurdular. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından, burnundan kan akıyordu. Köpek kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırmış, ağzı yerde kaçıp gitti. Mıstık "Bir şeyim yok. Biraz çizildi. Acımıyor" diyordu. Evine götürdüler. Ben de hemen evimize koştum. Anneme başımıza geleni anlattım. Abil Ana beni yere yatırdı. Uzun uzadıya kasıklarıma, korku damarlarıma bastı. Bir dua okuyarak yüzüme üfledi, sarımsak kokusundan hapşırdım. 

Ertesi gün Mıstık okula gelmemişti. Ondan sonra da gelmedi. Anneme Hacı Budaklar'a gidip Mıstık'ı görmemizi söyledim. "Hastaymış yavrum, dedi, inşallah iyi olunca yine oynarsınız, şimdi rahatsız etmeyelim, ayıp olur." Ondan sonra ben her sabah Mıstık'ı iyileşmiş umuduyla bulurum diye okula gittim.

Fakat ne yazık ki! O gelmedi. Köpek kuduzmuş. Baktırmak için Mıstık'ı Bandırma'ya götürdüler.Oradan İstanbul'a göndereceklerdi.

Ne yazık ki bir gün Mıstık'ın öldüğünü duyduk...

Erken kalktığım, açık, bulutsuz sabahlar, herkes gibi bana çocukluğumu hatırlatır. Aklımda çok eski,mor bir tan yeri memleketi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim. Daima,farkında olmayarak, sol elimin işaret parmağına bakarım. Birinci boğumun üstünde hala beyaz çizgi şeklinde duran bu küçük yara izi bence çok kutsaldır. Andı için ölen, hayatını yitiren kahraman kan kardeşimin sıcak dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar, beni kurtarmak için o kendinden çok büyük, kudurmuş, iri köpekle boğuşan aslan, yenilmez hayalini görürüm.

Continue Reading

You'll Also Like

255K 6.1K 4
Derin Gökser, 17 yaşında babasının işleri nedeniyle doğup büyüdüğü ilçeden, evinden ve okulundan ayrılmak zorunda kalır. Duygusal sancıların içinde...
7K 245 10
Yayına hazırlayan: Egemen Berköz Dizgi: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Baskı: Çağdaş Matbaacılık Yayıncılık Ltd. Şti. Çeviren: Necmi...
53.8K 2.9K 51
Sherlock Holmes, Sir Arthur Conan Doyle tarafından oluşturulan Britanyalı hayalî dedektif kahraman, polisiye edebiyatının önemli ilk kişiliklerinden...
4K 359 15
Kısa bir tatil için Avusturya Alplerine giden bir baron, zamanını zararsız bir flörtle renklendirmenin yollarını aramaktadır. Kendine fazlasıyla güve...