kıvılcımı söndür // markhyuck

By mindybae

120K 12.2K 22.1K

"Kıvılcımı söndürmezsen ateşi zapt edemezsin." #13 markhyuck [24.06.2020] #12 markhyuck [27.06.2020] #11 mark... More

;; bir ;; iğrenç fıstık yeşili çitler
;; iki ;; acil durum partisi
;; üç ;; tek bir soru
;; dört ;; arkadaşını öpmek
;; beş ;; umutlar söner
;; altı ;; gerçek arkadaşlar
;; yedi ;; yüklerden kurtulmak
;; sekiz ;; kaderin ipleri
;; dokuz ;; yılın son günü
;; on ;; iki yabancı
;; on bir ;; yüzleşmek
;; on iki ;; ilk çatışma
;; on üç ;; kolların bir sığınak
;; on beş ;; ay ışığı ve uzaklardaki notalar
;; on altı ;; madem ki istiyorsun, öyleyse durma, git
;; on yedi ;; herkes olması gereken yerde
;; on sekiz ;; sen hep bir gölge gibi peşimde
;; on dokuz ;; nerede olursam olayım, bul beni
;; yirmi ;; oysa ben bu gece, yüreğim elimde, sana bir sırrımı söyleyecektim
;; yirmi bir ;; çok alıştım sana, hadi öldür beni, bu giden halini bana gösterme
;; yirmi iki ;; sil baştan
;; yirmi üç (m.) ;; sevişmek kavuşmaktır
;; yirmi dört ;; kutup yıldızı ve kaderin kırmızı ipi
;; yirmi beş ;; yeni bir aile
;; final ;; kıvılcımı söndür

;; on dört ;; yakın ve bir o kadar uzak

4.7K 479 609
By mindybae

Çok kez denemiştim uyumayı. Gözlerimi sımsıkı kapatıp Mark'ın varlığını hissederek kendimi koyvermeyi... Fakat Mark'ın beni bırakıp gidecek olmasından o kadar korkuyordum ki bir türlü huzurla uyuyamıyordum. Tek eli hâlâ omuzlarımdan beni sarıyordu; diğer eli de elimdeydi. Düzenli nefes alış verişleri yüzünden uyuduğunu düşünüyordum ama boğuk sesiyle "Uyu artık Donghyuck." dediğinde onun da uyumadığını anlamıştım. Mümkünmüş gibi biraz daha sokuldum ona.

"Gitmenden korkuyorum." Yalan söylemek gelmiyordu içimden. Uyandığımda orada olmamasından ve yaşadığımız her şeyin sadece o anda kalmasından çok korkuyordum. Yaşadığımız her kötü anıyı ayaklarımıza bağlı prangalar gibi taşımaya devam ettiğimiz halde, güzel olan her şeyi neden arkamızda bıraktığımızı anlayamıyordum. Kötü olanı bu kadar sahiplenebiliyorken neden iyi olanı hep elimizin tersiyle itiyorduk? Mark ile yaşadığım onca şeyi düşündüğümde kötü anların mı daha fazla olduğunu, yoksa iyileri düşünmek için kendime mi fırsat vermediğimi anlayamıyordum. Bu yüzden, burada onunla birlikteyken, iyi olan her şeyin içimde bir yerlerde sonsuza kadar kalmasını istiyordum. Ve sabah uyandığımda onu yanımda göremezsem sahip olan tüm iyi şeyleri kaybetmiş olduğumu düşünerek güne başlamak kulağa ürkütücü geliyordu.

"Gitmeyeceğim." Birbirine kenetli olan parmaklarımızı ayırıp elimi avuçladı. O an içimde bir şeylerin ilmek ilmek koptuğunu hissetmiştim. Mark usulca parmaklarımla oynarken ve ara ara elimin üstünü okşarken göğsüm verdiği güvenle öyle bir doluyordu ki, taşmasından çekiniyordum. Onu böylesine nazik görmek yüreğimin kaldıramayacağı bir yarıştı. Kalp atışlarımı onun bile hissettiğinden emindim; adeta yumrukluyordu göğüs kafesimi. Nefesim titrekleşiyor, gözlerim ağır ağır kapanıyordu.

"Gitmeyeceğim, Donghyuck." diyerek tekrarladı. "Bugün değil. Uyu haydi."

"Hiç gitme." Uzanıp çenesine minicik bir öpücük bıraktım. Sonsuza kadar yaşamak düşününce imkansız ve bilinmezliklerle dolu olsa da, Mark ile sonsuza kadar yaşamak düşüncesi tam tersini hissettiriyordu bana. Çünkü onunla bir gün bile bir an kadar kısaydı. Asla doyamıyordum. Ve bu anı sonsuza kadar yaşamak istiyordum.

"Uyu artık." Onun gözleri aralanmış dışarıyı izlerken, ben yeniden başımı göğsüne yerleştirmiş ve hâlâ elleri arasında olan ellerimin içimi gıdıklayan düşüncesiyle gözlerimi kapatmıştım. Dışarıdaki kocaman fırtına hükmünü sürdürüyorken yarın güneşli bir güne uyanacağımızın umuduyla dalmıştım uykuya. Sonuçta her fırtınanın ardından, güneşin mutlaka doğacağına dair bir deyiş vardı. Bunun gerçek mi yoksa mecazi bir anlam mı olduğuysa size kalmıştı. Ben bunu, sabah uyanıp da Mark'ı hâlâ yanıbaşımda uyurken gördüğümde anlamıştım. Havanın dünden hiçbir farkı olmamasına rağmen onu görmüş olmak güneşi doğurmuştu içimde. O kavurucu güneş ışığının her bir hücreme sızdığını, yüreğimi ısıttığını hissedebiliyordum. Her gün aydınlıktı belki ama bugün... Bugün hava başka bir parlaktı kara bulutların ardında. Taze toprak kokusu kadar iç açan bir hissiyatı vardı. Onu öyle saçları dağılmış ve yüzünde mutlak bir huzurla uyurken görmek işte böyle bir şeydi. İlk defa bu kadar masum ve savunmasız göründüğü için anın tadını çıkartıp bir süre onu izlemek istiyordum. Bu yüzden yavaşça ona dönüp kolumu başının altına alarak yüzüne bakmaya başladım. Dün gece olanlar yine bir bir gözlerimin önünden geçtikçe heyecanlanmaya devam ediyordum. Ne zaman olmuştu, nasıl olmuştu; bunlar hâlâ cevaplarını veremediğim sorulardı.

Mark ile aramdaki şeyin özel olduğunu biliyordum. Öyle ki bir ismi, hatta bir tanımı bile yoktu. Yabancı değildik, arkadaş değildik, sevgili değildik. Aşık hiç değildik. Benden ona, ondan da bana doğru akan bir şeyler vardı yalnızca. Buna dürtü demek ne kadar doğru olur bilmesem de, dürtü gibiydi. Onu gördüğümde aklımdan yalnızca ona dokunmak ve onun hemen yanı başında olmak geçiyordu. O da benzer duygulara kapılıyor olmalıydı ki daima çekim alanımda geziyordu. Böylece birbirinden asla kopamayan, o zır kutuplu mıknatıslardan biri oluyorduk. Normalde olsa, ikimizin yaşadığı türden bir belirsizlik canımı sıkardı. Fakat Mark beni öyle bir pozisyona getirmişti ki ondan gelen şey ufacık bir belirsizlik bile olsa yetinebiliyordum. Bir isim ya da bir tanım aramaktan çok, o an hissettiklerimi yaşamaya adıyordum kendimi. O anı ve yalnızca onu düşünüyordum. Kavramlarla vakit kaybetmek istemiyordum çünkü biliyordum ki aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, Mark ve ben asla bir kalıba ait olamazdık. Bizimkisi her zaman farklı kalacağına inandığım bir ilişkiydi.

"Beni izlemeyi bırakacak mısın?" diye mırıldandı derin, uykulu bir sesle. Gözleri hâlâ kapalıydı. "Biri bana bakarken uyuyamıyorum."

"Her zaman böyle bir şansım olmuyor."

"Biraz da sırtımı izle o zaman."

Yavaş hareketlerle sırtını bana döndükten sonra uyuklamaya devam etti. Açıkçası onu her zamankinden daha doğal buluyordum. Bana karşı yıkmaya çalıştığı duvarlarının farkındaydım. Değişim her açıdan zor bir eylemdi ve Mark'ın bu çabasını içten içe takdir etmeden duramıyordum. Bu her gün yaptığınız bir şeyi artık reddetmek demekti. Örneğin, her sabah koşu yapan birinin, geri kalan ömrünün hiçbir sabahında koşu yapmamaya karar vermesiydi. Büyük ihtimalle bu tempoya alışmış vücudu, zamanla onu kötü oyunlar oynayacaktı. Mark'ın zihnindeki çarklar da aynen böyle işliyordu. Henüz ne olduğunu bilmediğim bir kavram vardı zihninde. Devamlı dönüp duran ve belki de hayatı boyunca ona yön vermiş bu kavramı bir anda görmezden gelemiyordu. Fakat bunu başarmasını sağlayacağımı düşünüyordum. Benim sayemde, daha doğrusu benim yardımımla, bu işin üstesinden gelecekti. Bana kendini açacak, onu rahatsız eden o hayali kavramı kendi ağzıyla söyleyecekti.

"Bugün okulum var. Kalkmazsan geç kalacağım."

"Okulu bırakmayı düşündün mü hiç? Bence çok gereksiz bir oluşum."

"Başladık yine." Gözlerimi devirerek yataktan kalktım. Mark var olan şeyi sorgulama ve çoğunlukla reddetme eğilimindeydi. Bir okul okuyup okumadığını bile bilmiyordum ama düşüncesine bakılırsa liseden sonra terk etmiş olmalıydı. Yine de çok şey biliyor gibi gözüküyordu. Böyle düşününce de fikrinde yine haklı çıkmıştı. Belki de kendini eğitmek, yetiştirmek ve geliştirmek için okula ihtiyacın yoktu.

"Ben aşağıdayım." diyerek odadan çıkıp beni tek başıma bıraktı. İşte şimdi, zafer dansım için harika bir zamandı. Aynadaki yansımama bakarak zıplamaya, sessiz sessiz çığlıklar atmaya ve de şarkılar söylemeye başlamıştım. O kadar mutluydum ki! Mark'ın kabuğunu kırmaya başlamak harika bir gelişmeydi. Üstelik bunu dün gece kendi ağzıyla söylemiş olması zaferime bambaşka bir haz katıyordu.

"Tabularımı yıkıyorsun; bana kendimi unutturuyorsun." Mark, aynada kendime bakarken onun taklidini yaptığımı görse muhtemelen benimle kavga ederdi. Fakat umrumda mıydı? Tabii ki hayır! Bugün ve belki bundan sonraki günlerde tek eğlencem bu olacaktı. Uzun zamandır böyle bir anın gelmesini beklediğim için kendime hiçbir eğlenceyi çok görmüyordum. Varsın Mark bana kızsın, hiçbir şey keyfime mani olamazdı.

Son bir kez aynada kendime baktıktan sonra okul üniformalarımı da giyip aşağı inmiştim. Mark kapının ağzında durmuş yine dizlerini titretiyordu. Üzerinde hâlâ benim verdiğim eşyalar vardı; sadece ceketini giymişti. Anlaşılan her zamanki gibi nasıl göründüğünü pek umursamıyordu ki elinde arabasının anahtarıyla bana acele etmem için söyleniyordu.

"Kahvaltı etseydik." dedim aç karnımı görmezden gelemeyerek. En son dün öğleden sonra bir şeyler yemiştim ve biraz daha aç kalırsam mide bulantımla asla baş edemeyecektim. Fakat Mark aceleci olmakta kararlıydı.

"Dışarıda yeriz, haydi."

Lafının ikiletilmesinden hoşlanmıyordu ve ben de onunla fazladan zaman geçirmeye meraklıydım. Dolayısıyla söylediğini yapıp aceleyle ayakkabılarımı giymiştim. Evden çıkmadan önce anahtarlarımı da kontrol etmeyi unutmamıştım. Annem geleceğini söylemişti ama sağı solu hiçbir zaman belli olmuyordu. Gelmeyeceği tutarsa kapıda kalmak istemiyordum. Gerçi ben döner miydim orası da kocaman bir soru işaretiydi. Mark'ın dibinden bir saniye bile olsun ayrılmak istemediğim için okuldan çıktıktan sonra, yüzsüz gibi kapısına gidebilirdim.

"Bugün işin var mı?"

Arabayı biraz uzaktaki otoparka bıraktığı için yürümek zorunda kalmıştık. Yol boyunca birkaç adım önümden ilerlerken harıl harıl telefonuyla oynadığından sorma ihtiyacı duymuştum. Cevabının kısa ve net olacağından emin olsam da bir ihtimal yapacaklarını bana söyler diye düşünüyordum. Sonuçta dün gece ufak da olsa bir adım atmıştık birbirimize. Her ne kadar bu ufacık adım, kapılarını sonuna kadar bana açtığı anlamına gelmese de her şansımı değerlendirmeliydim. Ancak bu şekilde aralamaktan korktuğu kapılarının ve yıkmaktan çekindiği duvarlarının ötesine geçebilirdim. Az da olsa zorlamalıydım onu.

"Var."

"Ne yapacaksın?"

"Ne yapacağımı ne yapacaksın?"

Beklemediğim hiçbir şey söylemediği için kendimi hayal kırıklığına uğramış hissetmiyordum. Her zamanki Mark'tı işte. Ne yaşadığımızın hiçbir önemi olmaksızın, kapalı kutu olarak kalmaya devam edecekti. Fakat ben sandığından çok daha sabırlı biriydim ve o duvarların tuğlalarını ellerimle tek tek sökene kadar asla pes etmeyecektim.

"Hiçbir şey." diyerek kestirip attım. Kaşları saniyelik olarak çatılsa da, muhtemelen bu kadar kolay vazgeçmeme şaşırmıştı, başka bir şey söylemeden yürümeye devam etti. Bir yanım hâlâ kafamın dikine gidip Mark'ın haberi olmadan onun hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışmamı söylese de ona olan saygım, bana engel oluyordu. Kendime defalarca zamanı geldiğinde, Mark'ın bana kendisini anlatacağını söyleyip duruyordum.

"Nereye gideceğiz?"

Emniyet kemerimi hızlıca bağladım. Arabasına ikinci binişimdi ve istemsizce bana yılbaşı gecesini hatırlatmıştı. Göz ucuyla şoför koltuğuna baktığımda bile içimin kıpır kıpır olduğunu hissedebiliyordum. Hayatımın en güzel gecesi olabilirdi; ertesi gün pek hoş olmayan şeyler yaşamış olsam da hiçbir etken o gece hissettiklerimin ve düşündüklerimin önüne geçemiyordu. Yürümeye başladığım bu yeni yoldaki ilk adımım sayılırdı. Biraz hızlı bir başlangıç olduğunu inkar edemezdim ama bazen olması gerekenden hızlı başlamak, bize düşünüp de ikilemde kalmamamız konusunda epey yardımcı oluyordu.

"Güzel bir yer biliyorum. Gittiğimizde görürsün."

"Böyle kaç tane yer biliyorsun acaba? Yılbaşında da aynısını söylemiştin çünkü."

"Gezecek fazla vaktim oldu."

"Hepsine tek tek götürecek misin beni?"

Dudaklarını büzüp hızlıca omuzlarını silkti. "Bilmem. İstersen götürürüm."

"İsterim." Gözlerimin parladığına yemin edebilirdim. Onunla zamam geçirme düşüncesi beni daima heyecanlandırıyordu. Üstelik onun da isteğime cevapsız kalmaması büyük bir adımdı. Mark çoğu zaman sessiz kalmayı tercih ettiğinden söylediğim şeylere karşılık almak beni daha da cesaretlendiriyordu. Aslında ona dün geceyle ilgili sorular sormak istiyordum. Uyandığından beri farklıydı ama dün gece bir şeyler olmuş gibi davranmıyordu. Ya gözünde benim kadar büyütmüyordu ya da konuyu önce benim açmamı bekliyordu. İlk seçeneği düşünmek beni biraz üzdüğünden ikinci seçeneğin üstüne gitmeyi ve kahvaltıda onunla bunu konuşmayı düşünüyordum.

Nitekim gayet sade ama dışarıdan bakıldığında bile albenisi yüksek olan mekana gelip masalarımıza yerleştiğimizde de öyle yaptım. Tek eli çenesinde dalgın dalgın dışarıyı seyrederken, bu görüntüden ne kadar hoşlansam da, dikkatini bana vermesi için hafifçe boğazımı temizledim. Gözleri hızlıca beni buldu ve biraz önceki duruşunu değiştirerek arkasına yaslandı. Sanki onu öyle görmemden rahatsız olmuş gibi davranıyordu.

"Aslında konuşmayacaktım ama sormadan edemeyeceğim." diyerek başladım söze. "Dün gece olanlar hakkında yani. Bunu bir ismi olmayacağını biliyorum. Zaten böyle bir şey aramıyorum da. Sadece şunu bilmek istiyorum: Yeniden eskiye dönmeyeceğiz değil mi? Yani yeniden hiçbir şey paylaşmayan o iki yabancı olmayacağız. Hani bana dedin ya, tabularımı yıkıyorsun diye. Bu tabunu da yıkmış olmayı diliyorum Mark. Şöyle bir bakınca, geçmişteki tüm dileklerimin de ötesinde bir istek bu. Fakat korkusu da bir o kadar büyük. Tekrar tekrar aynı yerden kırılmayı istemiyorum ve eğer eskisi gibi olacaksak lütfen şimdi söyle. Erteleme ya da belirsizliklerle beni bir başıma bırakma. Sen kapıma gelmeseydin de ben seni yine de unutacaktım çünkü başka bir çarem kalmadığında böyle yaparım. Şimdi bana yine eskisi gibi olacağımızı söylersen yine aynı şeyi yapabilirim. Hiç olmamış gibi davranırım ve kendimi de olmayacak bir hayale kaptırmamak için elimden gelen çabayı gösteririm."

Neydi bu korkunun kaynağı? Hayatım boyunca terk edilmişlik ya da ortada bırakılmışlık duygusunu tatmamıştım. Yaşadığım büyük bir kayıptı yalnızca ve bir insana karşı bu kadar kuvvetli bir bağlanma duygusuna kapılmamı tetikleyecek bir şey olduğunu düşünmüyordum. Hayatımda ilk defa bir şeyi kaybetmek beni bu kadar korkutuyordu.

"Bir şeye bağlanmanın dünya üzerindeki en kötü hastalık olduğunu biliyor musun? Onsuz yapamayacağına dair inancın o kadar yüksek olur ki, seni öldürmesine bile izin verirsin."

"Yani?"

"Yani sana hiçbir zaman, hiçbir şey için söz veremem. Beş dakika sonra da nefes alabiliyor olacağımın garantisi var mı? Hayat böyle bir yer işte Donghyuck. İhtimalleri yaşamaktan başka hiçbir şansın yok. Sana şimdi, burada bir söz verecek olsam bunu tutamayacak olma ihtimalim bile senin için acı verici olacak. Sonsuza kadar yanında kalamam çünkü sonsuzluk diye bir şey yok. Gitmeyeceğim, kalacağım, her şey hep güzel olacak diyemem. Seni kandıramam. Sen de, ne dünü ne de yarını düşünmeyi bir kenara bırak. Şu anı yaşa. Çok fazla düşünüyorsun. Zihninin sürekli düşünmekle meşgul olduğunu görebilmem için üstün yeteneklere sahip olmama gerek yok. O kadar fazla düşünüyorsun ki yaşadığın tüm anları kaçırıyorsun. Seninle olmamı istediğini söylüyorsun; şu anda seninleyim ama sen yarın da olup olmayacağımla ilgili düşüncelerin yüzünden yaşadığımız anda seninle olduğumu bile fark etmiyorsun. Bu an için can atmıyorsun sen; yarın, ondan sonraki gün ve ondan sonraki günler için can atıyorsun. Söylediğim gibi sana hiçbir şeyin sözünü vermeyeceğim. Bunu benden ilk duyuşun da değil üstelik. Sadece bugün varım ve yarın için hiçbir sözüm yok."

Mark bir açıdan haklıydı. Hep böyle kalmamızı istiyor olabilirdim ama ben bile kendimden emin değilken, ondan böylesine bir istekte bulunamazdım. Çünkü zaman çok fazla şeyi değiştiriyordu ve bugün hissettiklerimi de değiştirmeyeceğinin garantisi yoktu. Bu nedenle onu onayladığımı belirten bir şekilde başımı salladım. En azından bana karşı yine dürüsttü; bununla yetinmeye çalışacaktım. Öte yandan ona karşı büyüyen hislerimden çekindiğimi bildiği halde bir uzağıma, bir yakınıma gelen oydu. Ben kaçmayı denemiştim fakat bir şekilde Mark yine yanı başımda bitiyordu. Bazen bir rastlantı, bazen bir dost, bazen de onun ayakları oluyordu bizi bir araya getiren. Eğer bu kaderse, ki Mark'ın bu kavrama inandığını biliyordum, bizi bir araya getirmek için elinden geleni yapıyordu.

"Özür dilerim." dedim. "Daha önce hiç sahip olmadığım bir şey var içimde. Biraz heyecan verici, bazen korkutucu ve ara sıra da yakıcı bir hissi var. O şeyi kaybetmek istemiyorum. Bu beni düşündüğünden daha fazla korkutuyor. Çünkü o şey sayesinde kendimi ilk defa yaşıyormuş gibi hissediyorum Mark. Ve sanırım o şeyin de sahibi sensin."

"Donghyuck, hissettiğin hiçbir şeyi küçümsemiyorum. Hatta anlıyorum. Sana içindeki şeyi bir kenara at da demiyorum. Kendi kararlarını kendin verebilirsin ve eğer bu hisse sahip çıkmak istiyorsan sen bilirsin. Ama ben bir gün kaybedeceğim hiçbir şeyin sahipliğini yapmam."

"Yani beni hiçbir zaman sevmezsin."

Ben onu seviyor muydum ki? Ona karşı hissettiğim şey sevgi kadar güçlü müydü? Yoksa onun gizemli tavrının ardında yatan şeyi öğrenebilmek için heyecanıma uydurduğum sıradan bir kılıf mıydı bu? Fakat bir sürü şey yaşamıştık. Bunların hiçbirini, içinde hiçbir şey hissetmeden yapamazdı. Ona kıvılcımımı söndüremediğimi söylediğimde, bana bunu yapmamam gerektiğini söylemişti. "Söndürmeye çalışma, bırak büyüsün." der gibiydi. Öyleyse neden şimdi içi boş bir kutuymuş gibi konuşuyordu benimle? Beni bir gün kaybedeceğinin düşüncesini taşıdığını anlamıştım. Belki de ona karşı olan hislerimin bir heves olduğunu düşünüyordu. Ya da sadece güvenmiyordu bana.

"Mark, kafamı öylesine karıştırıyorsun ki... Ne yapacağımı söyle o zaman. Ben seninle ne yapacağım?"

"Sadece bana bir soru sordun ve ben de cevabını verdim. Bugün, hiçbir şey değişmeyecek. Yarın içinse söz veremem. Sorun seni sevmek de değil Donghyuck." Duraksadı ve gözleri yeniden camdan dışarıya daldı. "Hayatta bundan daha önemli şeyler var. Ve yaşanmışlıklar, bazen seni inandığın tüm o soyut kavramların hiçbir zaman gerçek olamayacağına inandırır. Sevgi de böyle bir şey benim için. İnsanın kendisine söylediği bir yalan ve kendi kafasında büyütüp durduğu bir bağımlılık. Ona sahip olamazsın, o senin sahibin olur. Yine de bununla yaşamak istersen seni durduramam. Olan hiçbir şeyi inkar etmiyorum. Sana dokunduğumda,"

Yeniden duraksadı. Bana dokunduğunu düşündükçe alev alan yanaklarıma ise hakim olamadım. Cümlesinin devamını getirmesi için ölüp bittiğimi bilseydi ne düşünürdü merak ediyordum.

"Sana dokunduğumda bir şeylerin hem yanlış hem de olması gerektiği gibi hissettirdiğini inkar edemem. Ayaklarımın beni senin yanına sürüklediğini ya da... Ama bu kadar Donghyuck. Sen benim için sonunda tüm sahip olduklarımı kaybedebileceğim bir kumarsın ve kaybedeceğimi bildiğim hiçbir kumar masasına oturmam. Bugün hissettiklerinin sahibi ben olabilirim ama emin ol yarın, geriye küllerden başka hiçbir şey kalmayacak."

"Nereden biliyorsun? Belki de hiç sönmeyecek bir ateş vardır içimde. Belki delicesine onun peşinden gitmek istiyorumdur ve sandığının aksine, belki de kaybetmeyeceğin bir oyundur bu. Tabularımı yıkıyorsun dediğinde eğer gerçekten içtensen, bu tabunu da yıkabilmek için elimden geleni yapacağım."

"Bunları konuşmayı boşvermeye ne dersin? Sadece bırak gitsin. Ne olacaksa olsun, sonu nereye varacaksa varsın. Sadece yaşa."

Mark'ın beni umutsuzluğa sürükleyen melankolik bir havası vardı. Demek istediklerini anlıyordum ama konunun içine onun kadar giremediğim için hissettiklerim hep biraz eksikti. Yaşadıklarını, hayatını, hiçbir şeyini bilmeden, sadece söyledikleriyle çıkarımlar yapıyordum ki bu onu anlamak için hiçbir zaman yeterli gelmiyordu. Söylediği her şeyin kendince anlamları ve belki de doğru tarafları vardı. Benim içinse sadece, gizlemekle uğraştığı daha fazla yönüymüş gibi geliyordu. Onu çözmeyi, söylediklerini kendim için de olabilecekleri en anlamlı noktaya taşımayı çok istiyordum. Fakat ne Mark şimdilik buna izin verirdi, ne de benim bunun için yeterli gücüm vardı. Bir süre, onun da söylediği gibi, her şeyi akışına bırakmak ve olacaklara göz atmak gerekiyordu. Şu an mutluydum, yanımda olduğunu hissediyordum ve beraber geçireceğimiz her türlü ana büyük bir açlık duyuyordum. Beni, kaybedeceği ya da benim deyimimle şimdi olduğu kişiyi yitireceği bir kumar olarak görmemesi için elimden geleni yapacaktım. Onu sarstığımı ve zihninin içinde onu arafta bıraktığımın farkındaydım. Hayatta belki de en zor şey, insanın kendisiyle çelişmesiydi. Bir şeyleri yapmak ya da yapmamak arasında ne kadar çok gidip gelirseniz, size ait olan düşünceleri kaybetmeniz de o kadar kolay olurdu. Mark'ı bu ikilemden kurtarmak istiyordum işte. Benden emin olmasını ve ikinci defa düşünmek zorunda kalmadan sırtını bana yaslamasını diliyordum.

"Pekâlâ." dedim elimden geldiğince gülümseyerek. "İstediğin gibi olsun. Fakat sadece, bana dün verdiğin o sözü unutma. Git demek yok."

"Git demek yok." diyerek tekrar etti beni. O an tüm kalbimle, belki de sırf öyle olmasını istediğim için ona inandım.

***

"Burada ayrılıyoruz." dedi Mark el frenini çektikten hemen sonra. Okulun önüne kadar arabayla bırakmıştı beni ve şimdiden pahalı arabasının üstünde gezinen gözleri görebiliyordum. Herkesin içinde bu şekilde açığa çıkmaktan biraz utanmış olsam da, kendime yanlış bir şey olmadığını sürekli olarak söylemeye devam ediyordum. Açıkçası arabayı okul önüne çekmiş olması tüm planlarımı bozmuştu. Beni bıraktığında ondan son bir öpücük daha çalma derdindeydim ve Mark arabayı durdurduğunda bu planın sadece benim zihnimden geçmiş olduğunu bilmek gerilmeme sebep olmuştu. Burada, herkesin bizi görebileceği bir şekilde onu öpemezdim.

"Şey..." Bir şekilde onunla daha fazla vakit geçirmek istiyordum. Arabadan inip onu ardımda bırakacak ve saatlerce, belki de günlerce göremeyecek olmak yüreğimi eziyordu. Çünkü hep onunla olmak istiyordum. Ne yazık ki Mark'ın yaşantısında bu hiç mümkün değildi.

"Bir sorun mu var?"

"Telefon numaranı alabilir miyim artık? Yani eğer istersen tabii. Vermek istemezsen anlarım. Sonuçta seni rahatsız edip durabilirim ve sen bazen rahatsız edilmekten hiç hoşlanmıyorsun. Beni azarladığını hiç unutamıyorum. Yine de telefon numaran bende olsa iyi olurdu. Bazen aramak ya da mesajlaşmak için işte."

Elini bana doğru uzattı. Birkaç saniye bana uzattığı eline baktıktan sonra telefonumu istediğini anlamış ve istediğini yaparak telefonumu ona vermiştim. Parmakları hızlıca ekranda gezinmiş, daha sonra da telefonumu geri uzatmıştı. Telefonu ondan alırken bir saniye parmak uçlarımız birbirine değmişti. Bu hareket yüzünden tüm vücudumun gerildiğine yemin edebilirdim. Öyle ki, olduğum yere mıhlanıp kalmıştım. Gelip geçenler, okulun içine girenler hâlâ bize bakıyorlardı ve hem onların bakışları altında ezilmek hem de Mark'ın bedenimde bıraktığı etkilerle baş etmeye çalışmak çok zordu.

"Sen iyi misin?"

"Arabayı biraz ileri çeker misin?"

Neden istediğimi anlamadığı için arabayı yeniden çalıştırıp ilerlemeye devam etti. Okulu arkamızda bırakana kadar durmamış, ardından bir ara sokağa girerek kenara çekmişti. Şimdi kendimi daha rahat hissediyordum. Hem de buradan okula kadar yürümek bana daha iyi gelecekti.

"Özür dilerim. Bu şekilde görünmek istemedim kimseye. Sakın uzun uzun bir şeyler söyleme bana. Yalnızca bu şekilde daha rahat olduğumu bilsen yeter."

"Sorun yok."

"Teşekkürler. Yani bıraktığın için ve tabii kahvaltı için de."

"Rica ederim."

"Geç kalmadan gitsem iyi olacak." Arka koltuğa doğru uzanıp sırt çantamı almış ve yeniden önüme dönmüştüm ama lanet olası elim kapıya gitmiyordu. Heyecanlanıyor muydum yoksa korkuyor muydum? Öyle garip konuşuyordu ki bazen, ne yapacağımı bilemiyordum. Şimdi onu öpsem ne hissedeceği konusunda bir fikrim yoktu. Onun için tüm bu yakınlaşmaların veya temasların zamanı mı vardı bilmiyordum. Ona kendi isteğimle dokunmak karşılığında her şeyi görebilirdim. Sonuçta bahsettiğimiz kişi Mark'tı. Fakat diğer yandan bir şeyler yapmazsam, çatlattığım o kabuğu tamamen kıramayacağımı düşünüyordum ve kendimi cesaretlendiriyordum.

Bu yüzden uzanıp hafifçe Mark'ın yanağını öptüm. Yanakları sıcacıktı ve onu öpene kadar dudaklarımın üşüdüğünü fark etmemiştim. Bu bile karnıma kramplar sokarak beni neredeyse iki büklüm yapmıştı. Yavaşça geri çekilip bir tepki vermesini beklesem de hiçbir şey yapmıyordu. Biraz kırılmış hissetmiş olmama rağmen gülümsememi hiç bozmadan "Görüşürüz." diyerek arabadan inmeye hazırlanıyordum ki bana doğru yanaşıp hiç beklemediğim bir anda öpmüştü beni. Sıcacık dudaklarını kendi dudaklarımda hissetmek hayatımdaki en iç yakıcı anlardan biriydi. Bir dokunuşuyla bile tüm vücudumu ateşe verebilecek kadar güçlüydü.

"Dudakların üşümüş." dedi geri çekildikten sonra. "Hava soğuk. Dikkat et."

"Tamam." diyebildiğim tek şeydi. Öylesine donmuştum ki tepki bile veremiyordum.

"Görüşürüz."

Anın vermiş olduğu garip aptallıkla kapıyı açıp arabadan inmiş ve neredeyse uçarak okula kadar geri yürümüştüm. Gerçekten de hayal kurduğumu düşünmeye başlamıştım çünkü gerçek olamayacak kadar güzel şeyler hissediyordum. Sabah konuştuğumuzda yüreğime kök salan korkudan eser yoktu şimdi. Mark'ı daha iyi anlıyordum ve söz vermeyişini haklı buluyordum. Söylenen her şey aramızdaki iletişimin büyüsünü bozuyor gibiydi. Düşünmeden ve içimizden geldiği gibi yaptığımız her an mutluyduk. İç güdülerimizin ve hislerimizin bizi birer kukla gibi hareket ettirmesine müsaade etmeliydik bazı zamanlar. Sürekli mantıklı olmaya çalışmak, hata yapacağımızı düşündüğümüz şeylerden kaçınmak bize hiçbir şey katmıyordu. Yalnızca içimizdeki o özgür sesi dinlemeli ve yapmak istediğimiz şeyi, tam da o anda yapmalıydık. Mark yarın için söz vermiyordu çünkü içinden geldiği gibi yaşamayı seviyordu. Hiçbir şeye bağlı kalmadan, hiçbir şeyin ayaklarına dolanmasına izin vermeden yürüyordu yürüdüğü her yolu. Ona ve düşüncesine son derece saygı duyduğum için bu günden itibaren kendimi, onun da önerdiği gibi, anı yaşamaya adıyordum. Yarını hiç düşünmeden, o an içimden ne geçiyorsa yapmaya söz veriyordum.

"Günaydın!"

Jeno bana doğru koşturuyordu bahçede. Yüzünde hafif meraklı ve tedirgin bir ifade vardı. En son Jaemin ile aramızda olan gerginlikte yanımdaydı. O andan itibaren hiç konuşmamıştık ki bu da meraklı yüz ifadesini açıklıyordu.

"Günaydın."

"Her şey yolunda mı?"

Bahçedeki banklara doğru ilerledik. Hâlâ birkaç dakikamız vardı ve son dakikaya kadar bahçede oturmayı hep çok sevmiştik.

"Evet. Bir sorun yok. Sen Jaemin'le konuştun mu?"

"Sorma. Tam bir man kafa. Söylediğim hiçbir şeyi anlamak istemediği için kıçını tekmeleyip evden kovdum. Kafayı fena halde Mark'a takmış durumda."

Jaemin'in Mark'a olan gereksiz öfkesini anlayamıyordum. Tam olarak, o her şeyi düzeltmeye çalışırken benim bir başkasıyla eğlenceli vakit geçiriyor oluşumdan yakınıyordu ama kesinlikle altında yatan sebebin bu olmadığını biliyordum. Sadece buna sinirli olsaydı hiçbir şekilde Mark'la aramdaki ilişkiye burnunu sokmazdı. Jaemin'in hem bana hem de Mark'a karşı özel bir öfkesi vardı ve bu öfkenin sebebini öğrenene kadar peşini bırakmayı düşünmüyordum. Üstelik de hâlâ yaptığı hareket için bana bir özür borcu vardı.

"Nedenini söyledi mi?"

"Ondan haz etmediğini söyleyip duruyor. Başka da hiçbir şey demedi. Sinirlerimi bozuyor artık."

"Er ya da geç öğreniriz."

"Mark sana bir şey dedi mi?"

Jeno'nun olanlardan asla haberi yoktu. Mark ile aramdakileri yalnızca Jaemin ile kavgamızda bahsi geçtiği kadarıyla biliyordu. Açıkçası tamamiyle anlatmak için hâlâ çekincelerim vardı ve bir süre daha böyle devam edecek gibiydi.

"Hayır." diyerek yalan söylemek zorunda kaldım. Çünkü evet deseydim dün gece yaşananları ve belki ondan öncekileri de anlatmam gerekecekti.

"Bak, sana neler olduğunu sormayacağım. Sen ne zaman istersen o zaman bana anlatabilirsin. Mark'ı tanımıyorum ve nasıl biridir hiç bilmem. Fakat senin için özel bir anlamı varsa da Jaemin gibi yakasına yapışmak yerine, ona ve tabii ki senin hislerine saygı duyarım. Senden tek isteğim, şayet sana düşündüğün kadar iyi gelmediğini fark edersen, ondan uzak durman."

Jeno, her zaman çevremdeki en anlayışlı kişiydi. Hiçbir zaman beni yargılamamıştı. Herhangi bir eylemimin sebebini merak ediyorsa daima fikrini söylemeden önce bana sormuştu. Bu yüzden ona karşı içimdeki arkadaşlık duygusu çok daha farklı bir boyuttaydı. Evin babası gibi her şeyi en son duysa da en destekleyici tavrı o sergiliyordu. Belki de çekincelerimin farkındaydı ve bana olan güveni o kadar yüksekti ki sadece bekliyordu. Haklıydı da. Kendimi hazır hissettiğim her zaman, içimden geçen her şeyi ona söylerdim. Jaemin ile öpüştüğümüzü bile şak diye söyleyivermiştim ona.

"Teşekkür ederim." dedim gerçekten içimden gelerek. Ona karşı olan minnettarlığımı ifade edebilecek bir kelimem yoktu. Mark konusunda belki de yanımda ilk duran kişiydi bu tavrından sonra. Ve sanırım kendi belirsizliklerimin içinde kaybolduğum bu zamanlarda elini sıkı sıkı tutmak istediğim, güvendiğim de tek kişi olacaktı.

"Jaemin konusunu da kafana takma. Ben bir şekilde hallederim. Ne yapalım yani? En kötü yakarız gemileri."

"Biz gemi falan yakamayız Jeno. O kadar gaddar olamayız ne yazık ki."

"Öyle bir olurum ki... Şaşıp kalırsın Donghyuck."

Benim için, kendi için verdiği kararlardan daha katıydı her zaman. Aile bağları çok güçlü olmadığından arkadaşlarına daha fazla değer verdiğini hep söylerdi. Kendinden önce bizi düşünürdü daima. Bu yüzden bu kadar kesin konuşuyordu ama benim yüzümden kimseyle arasını bozsun istemezdim. Sonuçta problemlerimizin hepsi kişisel meselelerdi ve çoğunlukla Jaemin ile beni ilgilendiriyordu. İki yetişkin gibi sorunlarımızı çözene kadar da bu işe kimse dahil olsun istemiyordum.

"Jeno... Olamazsın işte. Hiç güzel ağzını yorma."

Onunla bu çocuksu tartışmaya çok hazır hissetsem de dikkati anlık olarak dağılıp kaşları çatıldığında devam edemeyeceğimizi anladım.

"Mark değil mi şu?"

Bir ortamda Mark'ı fark eden kişinin sürekli Jeno olması artık komik gelmeye başlamıştı. Kafede de onu ilk fark eden kendisiydi. Fakat bu sefer, onu fark etmesi içimde hiç de iyi hisler uyandırmıyordu. Burası okuldu. Bu da demek oluyordu ki Jaemin'le veya Mark'ı bilmesini istemediğim biriyle karşılaşmam an meselesiydi.

"Ne işi var ki burada?" diye sordu kendi kendine.

"Ben geliyorum hemen."

Ayaklanıp Mark'a doğru koşar adım ilerledim. Hâlâ beni fark etmediği için etrafına bakınıyordu. Birkaç dakika önce öptüğüm dudakları istemsizce büzülmüştü ve bu görüntü karşısında yeniden panikledim.

"Mark!" Seslendiğimde başı hızlıca olduğum yere döndü ve refleks olarak eli havaya kalktı. Adımlarımı daha da hızlandırarak yanına vardığım gibi "Ne işin var burada?" diye sordum. Bir yandan da Jaemin'in onu görmemesi için dua ediyordum.

"Telefonunu arabada düşürmüşsün."

Arka cebinden çıkardığı telefonu bana uzattığında utançtan kıpkırmızı olmuştum. Öpücüğü öylesine afallatmıştı ki beni, kendimin bile farkında değildim. Okula kadar ayaklarımın yere değdiğini hiç hissedemeyecek kadar yoğun duygular yaşıyordum. Dolayısıyla unuttuğum tek şeyin telefonum olmasına şükretmem gerekiyordu.

"Teşekkür ederim. Farkında bile değilim."

"Dikkatli ol. O kadar heyecanlanıyorsun ki karşıdan karşıya geçerken araba falan çarpacak diye korkuyorum."

"Dalga geçme, Mark. Ne yapayım yani?" Sesim gittikçe kısıldı. "Pat diye öptün beni."

"Sen de beni pat diye öptün."

"Ama sen benim kadar heyecanlanmıyorsun."

İki elini de ceplerine yerleştirip "Nereden biliyorsun?" diye sordu. Cevabı karşısında yeniden afallasam da "Biliyorum işte!" demeyi başarmıştım. Tabii ki kekelemeye çok yakındım. Gerçekten beni aptala çeviriyordu.

"Tamam, Donghyuck. Tamam."

"Haydi git artık." Omuzlarından hafifçe itekledim onu. Gözlerini devirip gitmek üzere yeniden hareketlendi. Onu bu şekilde kovalamak hoşuma gitmese de yapmak zorundaymış gibi hissediyordum. Gerginlik çıkması isteyeceğim son şeydi.

"Seni ararım!" diye bağırdım arkasından fakat dönüp cevap vermedi. Bense uzun süredir tuttuğum nefesimi sonunda bırakıp arkamı dönmüştüm. Koskoca bahçede, nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde, gözlerim ilk önce Jaemin'i bulmuştu. Gözlerini dikmiş bana bakıyordu ve bu uzaklıktan bile paramparça olduğumu hissedebiliyordum. Bana doğru yürümeye başladığındaysa kopacak fırtınadan neredeyse emindim.































####

Merhaba!

Ben geldim. Biraz geç oldu ama gelebildim sonunda. Bölümden pek memnun olduğum söylenemez. Daha uzun ve doyurucu bir bölüm yazmak istiyordum ama sizleri daha fazla bekletecek olmak içime sinmedi. Söz verdiğim günden bir gün geç yayımlamış oldum. Metni kontrol ettim ama gözümden kaçırmış olduğum bir şey varsa affınıza sığınıyorum. Umarım beğenmişsinizdir. Yorumlarınızı bekliyorum ve bir önceki duyuru bölümüne yaptığınız yorumlar için de hepinize tek tek teşekkür ediyorum. Kendinize iyi bakın~

CuriousCat: mindybae

Continue Reading

You'll Also Like

351K 32.4K 32
Kore'nin nesillerdir düşman olan iki sürüsü; Kim'ler ve Jeon'lar aynı davete katılır. Beklemedikleri şey ise attığı yumruk ile ruh eşi oldukları orta...
3.3K 305 7
San, barda direk dansçısı olarak çalışan Wooyoung'un videosunu görür, oldukça beğenir. Onunla tanışmak ister ancak Wooyoung artık barda çalışmıyordur...
1K 94 6
Byers'lar Noel tatili için Kaliforniya'dan Hawkins'e geldiğinde, Mike içinde kopan bir şeyler hissetmeye başlar. Bunun sorumlusunun Will olduğu ise a...
703 60 8
Mike Wheeler. Okulun zorbasi. Will Byers. Okulun sessiz ve zorbalık gören çocuğu. Aralarında en fazla ne olabilir ki?