sunya

By itsajuliet

405K 39.1K 14.8K

"Sana sıfırın bir değeri olmadığı söyleyen ahmaklara sakın inanma." 2016-2022 #bangtan More

•giriş•
•1•
•2•
•3•
•4•
•5•
•6•
•7•
•8•
•9•
•10•
•11•
•12•
•13•
•14•
•15•
•16•
•17•
•18•
•19•
•20•
•21•
•22•
•23•
•24•
•25•
•26•
•27•
•28•
•29•
•30•
•31•
•32•
•33•
•34•
•35•
•36•
•37•
•38•
•39•
•40•
•41•
•42•
•43•
•44•
•45•
•46•
•47•
•48•
•49•
•50•
•51•
•52•
•54•
•55•
•56•
•57•
•58•
•59•
•final•
-son söz-

•53•

4K 415 411
By itsajuliet

Yoo Geun'ın dosyasını okudum. Sandığım gibi ablamın ölümünden sorumlu tutulup ıslah evine gönderilmemişti. Sayfaları çevirirken daha önce bu olayı kronolojik açıdan hiç değerlendirmediğimi fark ettim. Geçmişte hep birine haksızlık etmiştim; muhtemelen masum birine.

Yang Yoo Geun, ablamın ölü bedeniyle, bizim evimizin balkonundan bakarken  polisler ve dava için atanmış özel dedektif tüm olasılıklar içinde iki senaryoyu masaya yatırmıştı. Bunlardan ilki, Na Yeol'un balkondan yanlışlıkla düştüğüydü. Diğeri ise korkunçtu. Dedektif daha önce pek çok çocuk suçluyla çalışmıştı; olaya taraflı bakıyordu. Ona göre Yoo Geun, oyun oynarken öfkelenmiş, ablamı kenarlıklardan iterek ölmesine sebep olmuştu.

Bu iki durumda da aklıma takılan soru şuydu; okul vakti iki çocuk bizim evde ne arıyorlardı?

O gün okulda gezi olduğu yazılıydı kayıtlarda, ablam da hiç okuldan kaçacak bir öğrenci değildi. Bu soru kafamı kurcalarken başka bir cevap aradım.

Yoo Geun'a gelecek olursam, hayatı şöyle mahvolmuştu: O dönemde mahkeme dedektifin sunduğu tüm delilleri incelemiş, pedagoglarla görüşmüş ve şu kanıya varmıştı; Yang Yoo Geun potansiyel bir suçlu olabilirdi; şimdi değilse de yaşadığı bu olay sonucunda yöneleceği yanlış bir şeyin onu suça sürüklemesi daha kolay olacaktı. Üstelik anne-babasının evdeki problemler yüzünden terapiste götürdüğü Yoo Geun'ın öfke problemi olduğu yazılıydı kayıtlarda. En azından daha iyi bir hale gelene kadar denetim altında yaşamalıydı (uzmanlar onun ailede sevgisiz yaşadığı kanısına varmışlardı). Böylece on iki yaşından küçük olduğu için cezai ehliyeti olmayan ve herhangi hukuki bir ceza verilemeyen Yoo Geun, ailesinden alınıp sosyal hizmetlere, yani kimsesiz çocukların olduğu yetiştirme yurduna gönderildi. Bu, Yoo Seul'ı ayakta durmaya çalışsa da yıkılmaya yüz tutmuş bir eve, beni de sağlam ama boş bir eve hapsetti. Ben henüz sekiz yaşında ölümle tanışmıştım, oysa tüm bu olanları anlamlandıramıyordu.

Yoo Geun, dışa dönük bir çocuk değildi. Ablamın onu çoğu şeyde cesaretlendirdiğini, insanlarla iletişim kursun diye zorladığını görmüştüm. Sosyal hizmetlerde geçirdiği yalnız, karanlık, sevgisiz iki yılın sonunda Yoo Geun, okul çıkışı birine saldırdığı ve onu bıçakladığı iddiasıyla yeniden soğuk mahkeme salonuna, yargılanmaya gelmişti. Henüz on yaşındayken arkadaşının ölümüne sebep olabilecek bir çocuk için bu, kötü şanstan daha yaralayıcıydı. Davaya bakan savcı, önündeki bu çocuk hakkında ne düşünebilirdi? Onu sahiplenen kurum bile ondan şikayetçiyken elinden bir şey gelmezdi. Üstelik tanıklar da diğer çocuğun tarafında yer almışken, Yoo Geun'ın davayı kazanması çok zordu. Kore'de adınızdaki lekeyi ya kendi kanınızla temizlersiniz, ya da çok parayla. Yang ailesinin parası yoktu. En azından yardımsever insanlar tanıyorlardı. Dosyada okuduğuma göre, Yoo Geun'ın bu davadaki avukatı babamdı (bu dönemde ben büyükannemin yanına gitmiştim sanırım). Ne yazık ki babamın hiçbir savunması sorguda tek kelime etmeyen Yoo Geun'ı kurtarmaya yetmemişti. Hatta hakim karşısında da sessiz kalması onun suçlamaları kabul ettiğini kanıtladığından, durum umutsuzdu.

Yoo Geun oradan alınıp ıslah evine gönderildi. Belki de, bilerek susmuştu. Suç işlemese de o korkunç yerden çıkmak için yapmıştı. Islah evinin yetiştirme yurdundan daha korkunç olabileceğini düşünememişti. Muhtemelen, nasıl bir yer olduğunu bilmiyordu. Kendini iyi hissedebileceği bir yer arıyordu. Arkadaşı gözlerinin önünde ölmüş bir çocuğun yaşayabileceği tüm travmalar Yoo Geun'ın zavallı ruhunu ezip geçmişti. Hiç şansı yoktu.

Islah evinde geçirdiği birkaç işkence dolu yılın ardından artık evine dönebilirdi. Yine de kendisi, vücudundaki yaralar, kalbindeki dikişlerle eve dönmek istemedi. İsteseydi her şey daha kolay olurdu belki. Ama zaten ailesi de onunla yaşamaya hazır değildi, tüm komşular, çevredeki insanlar... Yaşadıklarını Yoo Geun unutsa da çevresindekiler ona hatırlatacaktı. Na Yeol'un koştuğu sokaklar Yoo Geun'ı tek adımla çiğneyecekti belki.

Yang Yoo Geun devlet destekli olarak rehabilitasyona yatırıldı. Ailesinin ayda bir görüşme hakkı vardı; günleri ilaç içip bahçede yürümek dışında bir şey yaparak geçmiyordu. Bazen hastane kapısına gidip kaçma teşebbüsünde bulunduğu yazıyordu raporda. Doktorlardan biri, şizofreni başlangıcı olabileceğini öngörüyordu.

Bana bu dosyayı almamı neden söyledi bilmiyorum. Tüm bu sayfaların bana acı çektirmekten başka bir şey yapabildiğini söyleyemem.

Yoo Geun belli ki haksız yere suçlanmıştı; koca dünya onu yanlış yargılamıştı ve bunu bir tek ben biliyor olamazdım.

İçimde bir kurt, kemirdi durdu beynimi.

Böyle düşünerek bir hafta geçirdim. İlk günler dosyayı hastaneye götürmeyi düşünsem de cesaret edemedim. Yemek yemek gelmiyordu içimden, ne zaman babam masaya çağırsa isteksiz bir tavırla alt kata iniyordum. Anneme bakmıyordum, bazen koridorda falan göz göze geldiğimizde parlak yüzünden mahcubiyet akıyordu. Ona merhamet etmek istesem de bu çok zordu, o anne olamamışken, benden iyi evlat olmam bekleniyordu şimdi.

Onunla aynı masada en fazla birkaç dakika kalabiliyordum. Babamın yaptığını söylediği yemekleri ağzımda geveleyip kalkıyordum. Midemdeki boşluk hissi belirginleşse de, açlık hissetmediğim için umrumda değildi.

Soo Hyun yine her gün geliyordu; birkaç saatliğine anneme yardım ediyordu, babam işte olduğundan ona yalnız olmadığını hissettiriyordu.

Bense okula gidip gelmek zorundaydım. Bazen kafeteryada bizimkilerle karşılaşıyordum. Jimin, Yoo Seul, Iseul, Sora, Min Hyuk.. Herkes normal yaşama dönmüştü, onlar için her şey aynıydı. Yoo Seul benimle gerçekten arkadaş olarak ilgilenmeye can atıyordu; eskisi gibi değildik. Yine de ona tamamen kapılmak, hiçbir şey yaşanmamışçasına iyi arkadaş rolü yapmak gelmiyordu içimden. Aramızdaki mesafeyi bir yere kadar korudum; Min Hyuk'sa arada bir beni durağa bırakıyordu, gün içinde neler yaptığını anlatıp asla yemeyeceğim atıştırmalıkları çantama koyuyordu zorla.

Bana samimi bir şekilde yaklaşmasına izin verdiğim tek kişi Tae Hyung'tu. Önceleri, bildiklerimi kendime saklamak konusuyla yalnız başa çıkabileceğimi sandım ama yapamadım. Bir gün, GARAJ'a doğru yürürken ona olanları, bildiğim tüm gerekli ayrıntılarıyla anlattım. Yoo Seul'a bu süreçte olanları söylemem ona acı çektirmekten başka bir işe yaramazdı. Konuşabilecek kimsem de yoktu, Tae Hyung sürekli etrafımda bir yerlerde oluyordu, sır saklayacak birine benziyordu ve bence belli etmese de hep benimle daha yakın olmak istemişti.

İlk gün, beni donuk bir yüzle dinledi. Sonraları bunu nasıl çözebileceğimizi konuşmaya başladık. Yanımdan hiç ayrılmıyordu, okulda ders aralarında havadan sudan konuşuyorduk. Birkaç kez ona matematik ödevlerinde yardım ettim. Bu dönemde beni yalnız bırakmamasına minnettarım.

Salı günü, GARAJ'ın arka bahçesindeki ağacın dibinde oturmuş Bizimki'ni seviyorduk. Epey büyümüştü, artık yavru değildi, Bangtan ona birkaç şey de öğretmişti. Mesela "gel" dediğinizde patisini uzatıyor, "pati ver" dediğinizde yere yatıyordu. Bir Bangtan klasiği olarak Tae Hyung, bunu bilerek yaptıklarını, aslında bu kodlama yönteminin onlara özgü olduğunu söylüyordu.

Bir saat kadar orada oyalandık. Tae Hyung birkaç gün önce bana Jungkook'un burayı ilk keşfettikleri zaman yaptığı çizimi göstermişti. GARAJ'ın arka duvarında BANGTAN SONYEONDAN yazıyordu. Hiç görmediğim sol dış cephesindeyse SUNYA adı işlenmişti. O kadar güzeldi ki, büyük bir elin özenle çizdiğini düşünebilirdiniz. Etrafında çiçekler vardı; birkaç kelebek ve desen de çizmişti kenarlarına.

Tae Hyung bu çizimin Jungkook'u çok uğraştırdığını, uykusuz kalmasına neden olduğunu söyledi. Tam tepedeki güneşliği yağmur yağarsa buradaki boya zarar görmesin diye kendisi yapmış.

Onu hiç aramamıştım. Mesaj atmamıştım. Yapmaya çalışsam, ona ait herhangi bir bilgiye ulaşabilir miydim bilmiyorum. Bunu denemek aciz biri olduğumu gösterir diye korkuyordum. Ona ulaşmamı isteseydi, ardında bir adres, bir telefon numarası bırakmaz mıydı? Ne zaman geri döneceğini söylemez miydi? Belki de hiç dönmemek üzere gitmişti, bilmiyordum.

Kalbimdeki ağırlık git gide arttı.

Duvar resmini hatırlayınca köpeği kucaklayan Tae Hyung'a baktım.

"Jungkook bana buralarda göz kulak olman için çok ısrar etti mi?"

Tae Hyung uzanmaya çalıştığı oyuncağı hemencecik Bizimki'ne verdi, ciddi bir tavırla yüzüme baktı. Bazen, sıradan bir lise öğrencisine göre fazla anlamlı bakıyordu gözleri.

"Birilerinin sana göz kulak olması gerektiğini düşünseydi, gitmezdi." dedi.

"Bunu senin de görmeni istiyor olabilir."

Alayla güldüm. Gözlüğümü burnumun üzerinden biraz ileri ittim.

"Bu yüzden mi gitti yani? Her şeyle tek başıma savaşabileceğimi görmem için?"

Bizimki'nin tasması ayağına dolandı, Tae Hyung onunla uğraşırken bir yandan bana cevap veriyordu.

"Sadece bu yüzden gideceğini sanmıyorum. Gitti, çünkü bunu yapmak zorundaydı. Giderken gözünün arkada kalmama sebebi senin güçlü biri olduğuna inanması."

Köpeği serbest bıraktığında Bizimki büyük bir iştahla GARAJ'ın ön bahçesindeki kuşları kovalamaya gitti.

"Ayrıca içimizde biri diğerine göz kulak oluyorsa, çakıl taşı, bu sensin. Benim diğer erkekler gibi fiziksel güçten başka bir işe yaradığım söylenemez."

Bana hep böyle sesleniyordu ; çakıl taşı. Sebebini bilmiyorum. Ona sormadım. Sunya demiyordu. Bunun sebebini biliyorum.

Savunduğu şeye karşı çıkıp bana çok yardım ettiğini söyleyecektim ki "Bir şey daha var..." dedi çok ciddi bir tavır takınarak.

Suratını benimkine yaklaştırıp gözlerimin içine baktı. Birden sevimlilik yapmaya başladı.

"Ve günlük tatlı bir şeyler görme ihtiyacını karşılıyorum değil mi? Çok tatlıyım değil mi? Nari'miz V'nin tatlılığını görmeye bayılıyor!"

Tepki vermem için daha da yaklaştığında onu omzundan iterek güldüm.

"Gidelim hadi, ziyaret saatini kaçıracağız."

Toparlandık. Bugün Yoo Geun'ın dosyasını geri verecektim. Bana kalsa bunu daha da ertelerdim, Tae Hyung bana cesaret veriyordu, pek çok konuda.

Metroya binip daha önce Jungkook'la izlediğimiz yolu takip ettik. Tae Hyung da muhtemelen Nina'yı tanıyordu. Ona uğrarız sandım. Hastane girişindeki tanıdık hemşire onun bugün ablasını ziyarete gittiğini söyledi. Ölen ablasının mezarına Hoseok'la gidip gitmediğini merak ettim. Keşke ona eşlik edebilseydim. Yine de böyle şeyler ailevi kalmalı diye düşünüyorum. Yabancı birileri ona tuhaf hissettirebilirdi.

O binaya tekrar girerken, artık eskisi kadar korkmuyordum. Olabileceklerden korkmuyordum. Neden bilmiyorum, içimde Yang Yoo Geun'ın yapacağı hiçbir şeyden korkmadığını söyleyen bir ses vardı. Hastane benim için eski kasvetli halini yitirmişti. Hatta dernek kısmında gördüğüm birkaç küçük çocuktan birkaç tanesi beni hatırlayıp el salladığında onlara gülümseyerek karşılık vermiştim, Bayan Pots ise sadece yan yan bakmakla kaldı. Jungkook'u ondan çaldığımı mı düşünüyordu acaba...

Ziyaretçi formunu giriş kapısının kenarındaki koltuklarda doldurduğumuz sırada, bize Nina'nın ablası Mari'nin ölüm yıldönümü sebebiyle tarçınlı küçük balık keki tatlısından ikram ettiler. Midemdeki sancı yüzünden kendiminkini Tae Hyung'a verdim.

Reddetti.

"Ye işte, kaç gündür doğru düzgün beslendiğini görmedim. Nasıl yemek yemeden yaşayabiliyorsun?"

Bir şeyler yemek sinir bozucu geliyordu. Önceden bana lezzetli gelen şeyler tatsız tutsuzdu, bu durum psikolojik miydi yoksa şımarıklık mı ediyordum emin değilim. Sadece içimden gelmiyordu.

Tae Hyung'u ancak buradan çıkınca onunla pizza yemeğe gideceğime söz vererek susturabildim. Sonrasında formu doldurmaya devam etti.

Kağıda imzamı atmıştım, bitirmesi için bir elinde kalem, bir elinde kek olan Tae Hyung'u bekliyordum. O sırada danışma masasına biri geldi. Sessiz sessiz görevli kadınla konuştu, çaresizce bir şeyler istiyor gibiydi. Tam vazgeçeceği anda kafasını çevirip benimle göz göze geldi.

Seul'de bir doksanı aşkın boyda, böyle siyah palto giyen ve bir prens edasıyla herkesi küçümseyerek yürüyen pek erkek görmezsiniz. Lee Min Jae beni gördüğünde yüzünden bir korku dalgası geçip gitti. Kendini hızlıca toparladı, yanımdaki bedeni keskin gözlerle inceledi.

"Na Ri..." diyebildi kısık sesle. Bize doğru birkaç güçsüz adım attı, suçüstü yakalanmış gibi bir hali vardı.

Tae Hyung onu görür görmez huzursuzlandı, elindeki kalemi sıktı. Son birkaç gündür Min Jae GARAJ'ı onlardan alacağını söyleyerek rahatsız ettiğinden iki taraf arasındaki gerginlik hiç olmadığı kadar yüksekti. Bangtan'ın her bir üyesi Min Jae'den yeterli miktarda nefret ediyordu.

"Ne istiyorsun?" diye sordu Tae Hyung oturduğu yerden saldırmaya meyilli bir tavırla. Her an kavga etmeye hazır hali beni endişelendirince uzanıp kolunu tuttum.

"Tamam, sorun yok."

Ayağa kalkıp ileri yürüdüm, formu danışmaya uzattım. Kadın bilgilerimi kontrol ederken Min Jae'ye dönerek ifadesiz kalmaya çalıştım.

"Neden buradasın?"

"Ben..." Ya yalan söyleyecekti, ya da kendini ele verecekti. Düşünürken bir süre konuşamadı.

"Seni... Seni merak ettim. Yoo Geun'ı görmeye mi gelmiştin?"

Yalan söylüyor. Gözlerini çok fazla kırpması, ellerini nereye koyacağını bilememesi, yüzüme direkt olarak bakamaması...

Onun bu haline karşılık fazla normal davrandım.

"Beni mi merak ettin? Arayabilirdin."

Tae Hyung hemen yanımızda durdu, gözlerini Min Jae'den bir saniye ayırmadan danışmaya formu uzatırken epey havalı görünüyordu.

"Biliyorum... Şey..." Min Jae kulağının arkasını kaşıdı, doğru kelimeleri bulamıyor değildi. Herhangi bir yalan hazırlamamıştı.

"İzin verirsen, işimiz var." dedi Tae Hyung. Beklediğim gibi kolumdan tutup beni çekiştirmedi, gayet centilmen bir tavırla dönüp gülümsedi. Min Jae'ye bakarken kurşun fışkıran gözleri bana çevrilince çiçekler açmıştı.

"Gidelim mi, Na Ri?"

Başımı olumlu anlamda salladım.

"Tabii."

Yürümeden önce başını öne eğen Min Jae'ye birkaç saniye baktım.

"Görüşürüz."

Yoo Geun'ın dosyasını teslim ettikten sonra onunla görüşme talep ettik. Doktoru kabul etmedi. Bugün kimseyi görmek istemiyor, dediler. Bahçede kendi kendine yürümesi gerekiyormuş.

Çaresizce geri döneceğimiz sırada Tae Hyung doktorla tekrar konuşabilir miyiz diye sordu. Hemşire bizi ikinci kattaki mavi koridorda beş altı dakika bekletti.

"Baksana çakıl taşı..." dedi Tae Hyung beklerken.

"Şu Min Jae neden sürekli senin etrafında dolanıyor?"

Onun arkadaşım olduğunu söyleyecektim, durdum. Min Jae'yle aramızda olduğunu sandığım her şey onun ölen çocukluk arkadaşına duyduğu özlem duygusunu tatmin etme çabasından oluşuyordu. Gerçekten arkadaş değildik. Hiçbir zaman değildik. Beni hiç gerçekten ben olduğum için sevmemişti sanırım.

"Ailelerimiz yakındır." diyerek açıklamayı uygun gördüm. Tae Hyung tatmin olmadı.

"Aileleriniz yakın, iyi, anladım da bu serserinin hareketleri... Sinir bozucu. Kardeşi Min Hyuk çok tatlı ama o... Dayak yemek için üstün bir çaba sarf ediyor gibi bir hali var şerefsizin..."

Son kelimenin üzerine gelen hemşire ona kınayan bir tavırla baktı. Doktor beyin gelmekte olduğunu bildirdikten sonra gitti.

Tae Hyung az önce kullandığı kötü kelimeden dolayı hiç utanmamıştı, bense bu umursamaz haline gülüyordum. Koridorun diğer ucunda ayak sesleri duyunca ışığın geldiği yöne bakmaya çalıştım. Gözlerimi kısıp odaklandıkça görüşüm kötüleşti.

Ne ara sarsıldım da Tae Hyung kolumdan tutarak doğrulmama yardım etti anlamamıştım.

"İyi misiniz?" Doktor yanımıza varınca bunu sordu. Gözlerimi birkaç saniyeliğine kapatıp açtım.

"İyiyim, teşekkürler."

Yoo Geun'ın doktoru, (kendisi on beş yıldır buradaki genç hastalara bakan hastanenin başhekimiydi) bize onunla ilgili tıbbi bilgi veremeyeceğini, hastanın biyolojik yakını olmadığımız için bunun yasal olmadığını, sadece hasta istediği zaman onu görebileceğimizi gayet güzel bir dille anlattı.

Ona bir konuda neredeyse yalvarmıştık, Yoo Geun'a yaklaşabilmek, onunla arkadaş olabilmek adına bize yardım etmesini istedik.

Buradaki bazı hastalar en alt kattaki sanat odasında şiir yazar, bazıları piyano çalar, bazıları sadece duvarı izler, Yoo Geun gibi çok azı da resim çizmeyi severmiş. Bir sürü koridor geçip, pek ışık almayan, arka bahçeye açılan pencereli sanat odasına girdik.

Doktor kısa kahverengi saçlarını düzeltip bir baba edasıyla baktı ikimize de.

"Yoo Geun'ın pek ziyaretçisi olmaz. Genelde çizimlerini de kimseye göstermez. Size bu dosyayı sadece bir süreliğine verebilirim, bunu onun arkadaşı olacağınızı umarak yapıyorum. Emanete güzel bakmalısınız, çizmeye geldiğinde onları kontrol edecektir."

Böylece, Tae Hyung ve ben, yalnızca hakkında bilgi sahibi olmak istediğimiz Yoo Geun'ın resimlerini haftaya perşembe hastaneye teslim etmek üzere aldık.

Beş gün boyunca okul çıkışında Tae Hyung'la buluşup GARAJ'a gittik. Orada kimse yokken dosyayı açıp resimleri inceledik. Tae Hyung odaklanmamız kolay olsun diye klasik müzik açıyordu, dört duvar arasında birbirine hiç benzemeyen bir sürü renk karmaşasına baktık.

Bazı resimlerin kenarında anlamsız çizikler vardı. Pek çok kombinasyonla bir araya getirdik, bir anlamı olmadı. Belli ki on iki resmin hiçbiri birbiriyle uyum içinde değildi. Senelerini acıyla geçirmiş biri için hissettiği şeyleri boyalarla yansıtmaktan bir işe yaramamıştı.

Tae Hyung ve ben, hep resimlerle ilgilendik. Onun çok sevdiği ressamlardan, gitmek istediği müzelerden konuştuk. Çarşamba günü ona yazın bir fuardan aldığım Van Gogh'un Badem Çiçekleri tablosunun basılı olduğu defteri hediye ettim. Çok sevdi. O kadar sevdi ki, üzerine hemen bunun benden bir hediye olduğuna dair not yazdı.

"Keşke..." dedi hayranlıkla deftere bakarken.

Sonra hüzünlü gözleri benimkilerle buluştu.

"Keşke seninle daha güzel bir zamanda tanışmış olsaydık."

Sebebini sormadım. Ama bana kalırsa her şey olması gerektiği gibi oluyordu. Gerçekleşmesi imkansız şeyleri düşünüp üzülmek, işe yaramaz bir eylemdir. Kendimizi böyle yıpratmamalıydık.

Bir bilgi alamayacağımızı, Yoo Geun'a bu şekilde yaklaşamayacağımızı kabullenip, dosyayı GARAJ'da bırakacaktık. Yarın sabah okul çıkışında da resimleri doktora vermeliydik. Tae Hyung karanlık sokaklarda yalnız yürümeme asla izin vermiyordu, beni bırakacağını bildiğimden gitmek için hazırlandım. Onun siyah ceketini bu karışıklıkta aradığını bildiğimden, koltukta oturup Bizimki'nin tüylerini okşadım.

Bir rüzgar, öyle sert esti ki, fırtına çıktı sandım. Birden hava soğudu, esen rüzgar masanın üzerindeki kağıtları darmadağın etti.

Hemen oraya koşup uzağa gitmelerini engellemeye çalıştım. Birkaç tanesini yerde yuvarlanırken tuttum, bazılarını havada yakaladım. Bir diğerinin üzerine Bizimki küçük patisiyle basarak durdurmuştu.

"Ah, neler oluyor... Yağmur mu yağacak acaba?" Ceketini giyen Tae Hyung kendine yakın olan resimleri toplayıp masaya bıraktı.

Elimdekileri alıp üzgünce baktım. Burada sırf ben bir şeyler öğreneyim diye onlara zarar gelmesine izin veremezdim. Ayağa kalkıp "Bilmiyorum." dedim Tae Hyung'a.

"Belki de yağar."

"Şuralarda şemsiye olacaktı." O GARAJ'ın arkasına doğru yürüdüğünde masadaki resimlere dikkatle baktım. Ters dönen bir çizim kağıdının köşesinde küçücük bir isim vardı. Yaklaşıp kağıdı elime aldım, özensiz, eski denebilecek bir el yazısıyla Mozart yazılmıştı.

Mantıklı gelmiyordu. Çevirip resme baktım, bana anlamsız gelen pembe ve mavi karışımı zeminin Mozart'la uzaktan yakından alakası yoktu.

Diğer çizim kağıtlarını da çevirip baktım. İşe yarar mı bilmiyorum, bir şey bulmuştum.

"Hazır mısın?" diye soran Tae Hyung'a dönüp baktım. Yüzümde her ne ifade varsa onu heyecanlandırdı.

"Ne? Ne oldu?"

"Bunu görmen gerek."

Yoo Geun, yaptığı her çizimin arkasına bir klasik müzik bestecisinin adını yazmıştı. Mozart, Beethoven, Bach, Vivaldi... Toplamda on iki resim, haliyle on iki besteci vardı.

"Her sanatçı eserine isim verebilir." diye yorumladı Tae Hyung bunu.

"Ama belki de bilmediğimiz başka bir sebebi vardır."

Resimleri masanın üzerinde her zaman yaptığımızın aksine ters çevirmiştim. Şimdi, beyaz kağıtların köşesinde yazılan Avrupalı isimlere bakarak bir anlam çıkarmaya çalışıyordum.

"Belki de... Bu bestecilerin hangisini daha çok, hangisini daha az sevdiğini bilsek ona göre sıralayabiliriz."

Sıralamak.

Tae Hyung'a dönüp gülümsedim.

"Dahice!"

Yapmamız gereken tek şey resimleri doğru sıraya koymaktı. Sonrasında bir anlamı olacaktı.

Önce doğru sıranın ne olduğunu bilemedik, gerçekten Yoo Geun bu resimleri çok sevdiği bestecilerden daha az sevdiklerine göre mi yapmıştı bilmiyorduk. Bunu çözmek imkansıza yakındı, onun neyi sevip sevmediğini neredeyse kimse bilmez. Doktoru bile iletişim kurarken diğer sağlık çalışanlarının ondan çekindiğini söyledi.

Dahiyane fikrine yaptığım övgüyle mest olmuş Tae Hyung, GARAJ'ın daha önce hiç görmediğim darabasını kapattı, bu haliyle boş arazinin ortasında küçük bir odaya benzemişti. Üşüdüğümü fark edip küçük sobayı çalıştırdı, Bizimki de sıcağı sevdiği için köşedeki oyuncaklarının yanında, sobanın tam karşısında yatıyordu.

Dışarıda yağmur sesi başlamıştı, saat yediydi. Babamın geç kaldın demek için araması an meselesiydi. Tae Hyung'un odaklanayım diye bana rahat ortam oluşturma çabaları boşa gidiyordu. Kafamı ellerimin arasına aldım.

"Alfabetik olarak sıralamayı deneyelim mi?" diye sordu.

"Aa.. Bu... Çok mantıklı." dedim. Benim sürekli övülen beynim durmuşken Bangtan tarafından çoğu zaman alay konusu olan Tae Hyung'un tuhaf beyni son hızla çalışıyordu.

Kağıtları bu sıraya göre (Bach, Beethoven, Brahms, Chopin, Haydn, Liszt, Mozart, Rachmaninov, Scarlatti, Schumann, Tchaikovsky, Vivaldi) düzenlediğimizde karmaşık, dağınık bir şey çıkıyordu ortaya.

"Aa, şey, şurası biraz kuşa benziyor." dedi optimist olmaya çalışan Tae Hyung.

Sevimliydi ama karşımıza çıkan bu şeyin herhangi bir anlamı olduğunu sanmıyorum.

"Belki de..." Kırmak istediğim kafamın içinde dönen düşünce bulutları büyük bir sis oluşturuyordu, hiçbir şeyi net göremiyordum. Durdum. Derin bir nefes aldım. Mozart'ın ölüm günüyle ablamın doğum gününün aynı olduğunu hatırladım.

Tabii ya!

Sıralamayı bozup kağıtları yanımda merakla bekleyen Tae Hyung'a verdim.

"Sana söylediğim çizimi bana uzat olur mu? Bu besteciler yaş sıralamasına göre dizilmiştir belki."

Kafasını olumlu anlamda salladı. Bana yardımı olabilecek her şeyi yapmaya hazırdı.

"Vivaldi...Bach...Scarlatti...Haydn...Mozart..."

Sıra böyle devam etti. Ardından on ikinci ve (en genç) son besteciyi yerine koydum ; Rachmaninov'u.

Öncekinden daha düzgün bir şey oldu.

"Bisiklet mi çizmiş?" Tae Hyung ve ben uzun uzun baktık çıkan şekle. Bir bisiklet miydi, bir imge miydi, sadece Yoo Geun'ın bildiği bir yeri mi ifade ediyordu?

Anlamak çok zordu.

Yoo Geun, bu resimleri kimseye göstermiyordu; bu da kimseye bir şey söylemek istemediği anlamına gelirdi. Boşa kürek çekiyorduk.

Pes ettik.

Yağmur dinmişti. Tae Hyung, GARAJ'dan çıkmadan önce Bizimki yanmasın diye sobayı ondan uzaklaştırdı. Darabayı yeniden indirdi.

Yol boyu ikimiz de pek konuşmadık. Yenilgiyi sevmem. İyi bir şeyler yapmaya çıktığım bu yolda tökezlemekten hoşlanmadım. Zaten pek çok şey canımı sıkıyordu.

"Eve girip bir şeyler ye." diye tembihledi Tae Hyung.

O konuşana kadar bizim evin sokağına geldiğimizi anlamamıştım.

"Canım istemiyor." dedim. Yeni Sunya tamam diyerek geçiştirmiyordu her şeyi.

Tae Hyung güldü, dudakları düz bir çizgi halini aldı. Gözlerimin içine dikkatle baktı.

"Yara almadan savaşmaya mı çalışıyorsun, çakıl taşı?"

Bilmiyorum. Belki de sadece yorulmuşumdur.

Cevap vermek yerine kafamı kaldırıp yukarı baktım. Bulutlar gökyüzünden çekilmişti, çevrede yüksek binalar olmadığı için yıldızları rahatça görebiliyorduk.

Tae Hyung, ellerini omuzlarıma koyup bastırdı.

"Yorulduğunu biliyorum. Ben de yoruldum. Beni taşıyabilir misin, ha? Benim yüzde elli ağırlığımı bile taşıyamazsın. İddiaya girelim mi?"

Tamamen bana yüklenmeye çalıştığında gülmeye başladım.

"Kim Tae Hyung. Yapma. Ah, omuzlarım!"

Canım acımıyordu aslında. Çok hoşlanmadığım bu fiziksel temas, Tae Hyung'tan geldiğinde gayet dengeliydi. Bana olur olmadık yerlerde dokunmuyordu. Aptalca el şakaları yapmıyordu. Ne zaman düşsem, orada tutuyordu elimi. Her şeyi doğru yapan olgun biriydi.

"Pes etmediğini söyle!" dedi ve ben pes etmediğimi, yemek yiyeceğimi söyleyene kadar beni bırakmadı.

Eve girdim. Tae Hyung tekrar yağmur yağabilir düşüncesiyle Hoseok'u çağırmıştı. Siyah arabaya bindikten sonra ikisi de bana el salladı.

"İyi geceler çakıl taşı!"

Sabah uyandığımda, her zamankinden daha huysuzdum.

Sunya adını kabullenince harika bir hayatım olacağını, gözlüğü çıkarıp lens takacağımı, okulda popüler bir kız haline geleceğimi ve kolumda Jungkook'la Seul'ün altını üstüne getirip dizilerdekine taş çıkaran bir gençlik yaşayacağımı sanmıştım.

Ama ben öyle biri değilim.

Bunların hiçbirine sahip değilim. Lenslerden nefret ediyorum, popüler olmak umrumda değil, Jungkook tarafından terk edildim. Ve kendi gençliğimden daha çok önemsediğim bir şey var; Yoo Geun'ın kaybolan gençliği.

Elimi o karanlık kuyuya atıp onu kurtarmalıyım.

Günlerden Perşembe. Dosyayı geri vermek için Tae Hyung'la GARAJ'da buluştuk, dosyayı doktora teslim ettik. Bir ihtimal, Yoo Geun'la konuşabilir miyiz diye sorduğumda doktor umutsuzca başını salladı.

"Bugün dinlenmesi gerekiyor. Odasından çıkamaz."

Geri dönüş yolunda Tae Hyung da benim kadar suskundu. Tüm bunların onu da yorduğunu biliyordum. Birilerine yardım etmeye çalışırken diğerlerini yıpratmak ne kadar doğru? Kendimi suçlu hissettim.

Tae Hyung hala bir şeyler yemediğim için endişeliydi. GARAJ'a gittiğimizde, herkesin orada olduğunu gördüm. Yatağı geriye itip koltuğun etrafında bir daire oluşturmuşlardı, meşhur Dawon'un Burgerleri'nden Jungkook'un en sevdiği baharat yığını menü ve pizza söylemişlerdi.

Bizi görünce yemeğe davet ettiler. Tae Hyung ve ben, Jimin'in yanındaki boşluğa oturduk.

"Nerelerdeydiniz?" diye sordu boşboğaz So Ra.

"Uğramamız gereken bir yer vardı." Tae Hyung'un kısa açıklamasından sonra kimse bu konuyla ilgili bir şey sormadı. Yoo Seul'ın ısrarıyla bir dilim pizza aldım, yarısını bırakmak zorunda kaldım. Yere göğe sığdıramadıkları meşhur lezzetli pizzalarında erimiş plastik tadı vardı.

Yemek bitti. Tae Hyung düzgün yemediğim için söylenip durdu, bir anda bayılıp kalırsam beni asla taşımazmış. Dikkati bir süre sonra dağıldı.

Namjoon ve Yoongi yeni besteledikleri iki şarkıyı bize dinlettiler. Oldukça etkileyiciydi, ikisinden de bu performansı beklemezdim. Büyük beklentilerle yorum yapmamızı istediler, Yoongi büyük ihtimalle sadece Haru'nun söyleyeceklerini önemsiyordu.

"Çok güzel." dedi Haru yanında oturan sevgilisinin dizine elini koyarak.

"Bu demo hali." Yoongi memnun halde gülümsüyordu.

"Daha iyi olacağından şüphem yok."

O anda Jungkook da şarkı sözü yazıyor mu diye merak ettim. Bana hiç kendi yaptığı bir şeyleri göstermemişti. GARAJ'ın duvarına yaptığı Sunya yazısını bile o gittikten sonra görmüştüm. Grubun en genç olanının tuhaf bir gizemi vardı, onu çözmenizin kolay olmasını istemiyordu.

Ayağa kalkıp bahçedeki çimlerin üzerinde koşan Bizimki'nin yanına gittim. Çimlere oturdum, şimdi benim etrafımda dolanıyordu.

Güneş batmak üzereydi, dönüp GARAJ'a baktım. Herkes hayatına devam ediyordu. Buradaki insanların her birinin hikayesini ele alsam, eminim çok acı çeker, çok güler ve onları severdiniz.

Derin bir nefesi içime çektim. Burası, onların evi olduğu kadar benden de bir parça haline gelmişti. Bangtan, hepimizin sığındığı yuvaydı.

Bir eksikle.

"Ne kadar da çabuk büyüdü..."

Sesin geldiği bedene baktım. Namjoon, bağdaş kurmuş, elimin altındaki köpeğin kafasını okşuyordu. Onunla sohbet edemem sandım.

"Evet." Daha fazla konuşmadım. Köpekler hakkında benden daha fazla bilgisi olduğuna eminim, Tae Hyung onun Rapmon adında bir köpeği olduğunu söylemişti.

"Na Ri." dedi sonunda. Göz göze geldiğimizde utanarak gülümsedi.

"Sana bu açıklamayı çok geç yaptığım için üzgünüm. Ama bilmeni istediğim bir şey var. Sunya'nın asla bir sıfır olduğunu düşünmedim."

Kim Namjoon gerçekten sorumluluk sahibi biriydi, kendini açıklamayı, haklarını ve sevdiklerin savunmayı iyi beceriyordu. Yüksek IQ sahibi olduğunu pek belli etmese de akıllı biriydi.

Kucağıma çıkmaya çalışan Bizimki'ni tutup kaldırdım.

"Ama Sunya 'sıfır' demek. Bunu başından beri biliyordun."

Baskıcı olmamaya çalışarak söyledim bunu, belli ki pişmandı ve daha fazla üzerine gitmeye gerek yoktu.

"Biliyordum." dedi.

"Jungkook bana Sunya adında bir kıza aşık olduğunu, Seul'de onu bulması gerektiğini söylediğinde şaşırdım. Bize seni öyle bir anlattı ki, sen bile o kadar harika birinin varlığına inanmazsın. Herkes benim gibi düşünmek zorunda değil, benim sıfır dediğim şey bir başkasının tüm dünyası olabilir. Sen öyleydin. En azından Jungkook için."

Söylediklerinin ardından istemeden gülümsedim. İçim burkuldu.

Kim tüm dünyasını öylece bırakıp gider ki?

Bir şey söyleyemedim.

"Sana Sunya diye seslenirken asla bu anlamda kullanmadım. Hepimiz, gerçekten hepimiz senin de hoşuna giden bir şey olduğunu sanıyorduk. Üzgünüm."

Yirmi saniye falan sustum. Bizimki kafasını göğsüme yaslamıştı, yorulduğu belli oluyordu. Ben de yorulmuştum. Kimseye sinirlenecek gücüm kalmamıştı. Kucağımdaki köpeğe sıkıca sarıldım.

"Bangtan'ın havalı çocuklar olduğunu sanmıştım ama hepiniz tek tek dökülüyorsunuz." Güldüm.

"Sırada ne var? Yoongi 'Hepimiz Sunya'yı Seviyoruz' adında bir şarkı mı besteleyecek?"

Namjoon da güldü.

"Asla böyle bir şarkı yazmaz."

Hava karardı. Rüzgar esmeye başladığından herkes evlere dağılmak üzere hazırlanmaya başlamıştı.

Okul dedikodusu yapan kızların yanında oturmuş Bizimki'ni seviyordum.

"Hyung!" dedi Jimin telaşla. GARAJ'ın olduğu arazinin ilerisindeki giriş kapısına bakıyordu.

"Misafirimiz var."

Herkes, oraya yöneldi. GARAJ'dan çıktılar. Bir anda tek kaldığımda telaşla ayağa kalktım, kafamda hissettiğim keskin ağrı belirginleşti. Artık her gün bunu çekiyordum; sebebini bilmediğim bir şekilde, gün içinde bu acı beni hazırlıksız yakalayıp kafamı duvara vurmak istememe sebep oluyordu. Belki de ilaçlarımı içmediğimdendir.

Birkaç adım attığımda görüş alanıma girdiler. Ama çok uzakta göründüler.

"Sunya." dedi Namjoon. Tae Hyung ve o, arka kapıya sandalyeleri taşıdıkları için içeri henüz girmişlerdi.

Bana seslendiğini sandım.

"Efendim?"

"Şey, sana seslenmedim aslında. Resimde yazanı söylüyorum." dedi Namjoon.

Anlamadım.

"Ne?"

Tae Hyung, Namjoon'un elinde tuttuğu telefonu alıp bana uzattı. Ekrana yaklaştım.

Yoo Geun'ın resimlerinin dizilimiydi, aynı sırayla.

"Nasıl..." Doğruluğuna inanamadım.

"Bu açıdan bakmalısın." Namjoon telefonu ters çevirdi.

"Sabah resimleri görünce masanın diğer ucuna geçip baktım. Biraz Sanskrit okuyabiliyorum. Hintçe Sunya yazılmış."

Öğrendiğim gerçek kafama balyozla vurulmuş hissi yarattı.

"O gün orada üç kişiydik."

"İlk Sunya sen değilsin."

"Na Yeol benim en iyi arkadaşımdı."

Zihnimde gürültülü bir patlama duyuldu. Tüm ışıklar aynı anda yanmış da gözlerimi kör etmiş gibi hissettim.

O gün orada ablam Na Yeol ve Yoo Geun'la birlikte olan kişi ilk Sunya'ydı. Lee Min Jae.

Kulağımda yankılanan sesler beni bir kavanoza kapattı, göğüs kafesimde bir baskı oluşturdu.

"Çekil!"

İleride tartışan kalabalık bize yaklaşmıştı. Jin'in durdurmaya çalıştığı Min Jae tüm engelleri aşıp bana birkaç adım ötede durdu.

"Konuşmamız gerek." dedi.

Tae Hyung, hızlı davranıp bir kalkan gibi önümde durduğunda öyle güçsüzdüm ki tutunmak için bir şeye ihtiyaç duydum.

"Ağır ol, züppe." Tae Hyung tam önümdeydi, Min Jae onu geçip bana ulaşmaya çalıştı.

"Na Ri. Lütfen. Açıklamama izin ver."

Ağlayamıyordum. Bedenim taş kesilmişti.

"Sana inanamıyorum..." dedim kalbimde sesi duyulan kırılmışlıkla.

"Hayır. Bekle. Dinle lütfen." Min Jae, önündeki Tae Hyung'u itmeye çalıştığında sol gözüne koca bir yumruk yedi.

Birden gürültülü bir kaos etrafımı kapladığında onları durdurmak istedim. Başımdaki ağrı derinleşti, iki adım daha attım ve yere düştüm.

Bir çığlık duydum.

"Na Ri!" Yoo Seul'ın acıklı sesi tüm dünyayı sarstı sanki.

Gerisini çok hatırlamıyorum.

Beni tutan kolların sahibine "Beni bırakma." diyebildim.

Sonsuza dek onunla kalmamı ister gibi "Buradayım." dedi.

"Seni bırakmayacağım."

-

Love ya! 💖

Continue Reading

You'll Also Like

856K 84.8K 64
Hayran kurgu #1 Ben sadece yeni bir başlangıç yapmak istemiştim. Hayatımın eskisinden daha da kötü olabileceğini nereden bilebilirdim ki?
1.4K 144 4
Issız sokaklar, uyuşturucu kullanmaktan hissizleşmiş bedenler, vücudu delik deşik olmuş insanlar, milyar dolarlık servetler, zaaflar, bir ağır ceza a...
playhit By fb

Fanfiction

111K 12.2K 40
[bts,bp] ༄ "Playhit'e hoşgeldin. İki tarafta birden yer alamayacağın bu oyun sonun olabilir. Dikkatli ol, iki grupta oyunun yöneticisi tarafından ona...
508K 58.4K 40
çapkın bir omega olan kim taehyung, kızgınlıklarını geçirmek için gözüne alfa jeon jungkook'u kestirir