BEYAZ KUĞU

By TheWonderfulGoddess

4.7K 367 541

"Haykırsam, duyar mısın sesimi?" Genç adam, ruhuna nükseden acıyla ellerini sıktı. Yumruk yaptığı parmakl... More

YENİ AY: Beyaz Kuğu
1. Bölüm: "İlk Perde"
2. Bölüm: "Yara Kabuğu"
3. Bölüm: "Göğün Karanlık Denizi"
4. Bölüm: "Ayın Sessiz Melodisi"
5. Bölüm: "Bast-ı Zaman"
6. Bölüm: "Aya Meftun Güneş"
7. Bölüm: "Merdümgiriz Tebessüm"
9. Bölüm: "Ay'ın Karanlık Öyküsü"
10. BÖLÜM: "Kayıp Gece"
11. Bölüm: "Kırık Plak"
12. Bölüm: "Saklı Notalar"

8. Bölüm: "Sessiz Dans"

153 12 11
By TheWonderfulGoddess

Bu bölümde şarkı yok. :)) Nedenini bölümü okuyunca anlarsınız.  :)

Keyifli okumalar dilerim.

8. Bölüm: "Sessiz Dans"

Gece gökyüzünde yansıyan parlak aya bakıyordu genç adam, içindeki dalgalı denizlerin durulması için. Lakin parlayan ay, denizi içine çekiyor ve sanki olabildiğince gelgiti arttırıyordu.

Ruhuna asılan idam ipi canını yerden kesiyordu.

"Bu labirentten çıkamıyorum, Eray. O kadar karışık ki... Günlerdir düşünüp biçmeme rağmen tek bir çıkış kapısı bulamıyorum. Samanlıkta iğne aramaktan çok daha farklı gibi. İmkânsız... Bilemiyorum, sana bu konuyu hiç izah etmemeliydim belki de. Ben düşünemiyorum, düşündükçe duvara tosluyorum. Sende de farklı olmayacak."

Eray, kulaklarına dolan cümlelerle gözlerini gökyüzünden ayırdı. Çay kaşığını dalgın dalgın karıştıran patronuna döndü gözleri. Dumanlı mavi göz bebekleri masaya kilitlenmişti. Bir buçuk haftalık seyahatinden daha güçlü ayrılır diye tahmin etmişti lakin ilk zamankinden daha umutsuz, daha yeis görünüyordu.

"Yapmayın İzzet Bey," dedi, başını iki yana sallayarak. "Bana bizzat kendiniz demediniz mi? Yeğeninizi o adama bırakmayacaktınız, onu kurtaracaktınız. Bu kadar çabuk karalara bağlanmamalısınız. Biraz daha dirayetli olmanızı beklerdim sizden. Benim tanıdığım patronum böyle bir adam değildi çünkü." Yaşlı adam ciğerlerine soluk bir hava çekti. Öyle ki, içine çektiği hava değil; kör bir zehirdi sanki.

"Her şey üst üste geldi. Kız kardeşimin nefes almayı yıllar önce bıraktığını öğrendim ben! Bu öyle, kolayca sindirilecek bir durum değil ki... Günlerce düşündüm durdum, başka bir halt yapmadım –ki biliyorsun- İstanbul'dan ayrılmadan önce de doğru düzgün işlerle ilgilenememiştim. İçim... İçim çok acıyor, bu öyle bir acı ki; ne tek bir damla gözyaşı döküyor ne de bağırıp çağırıyorum. Yüreğimi yakan, yaktıkça kül eden o acıyı en derinime kadar hissediyorum. Her yerim sancılanıyor."

Eray sustu, acılar konuştu. Yaralar konuştu.

Karamsarlık... Bugüne kadar karamsar bir adam olmamıştı, iyimser bir adam da. İçine düştüğü nehir onu nereye savurursa orada bulmuştu kendini. Düşünememişti, hayâl etmemişti. Ettirilmemişti. Lakin İzzet Bey'in şu anki hâlini gördükçe, umutsuzluğun bir kuyuya düşüp karanlıkta kalmakla eş değer olduğunu anlayabiliyordu. Umuda tutunmak, mutluluğa giden yolun öncüsüydü.

"Siz güçlü bir adamsınız," dedi ardından, sessizliği ok gibi delerek. "Yıllarca, kaybettiği kız kardeşinin yolunu gözleyecek kadar vefakâr, yenilgiye boyun eğmeyecek kadar da cesursunuz. Onun ardında bıraktığı yavrusuna da kol kanat gerecek kadar da merhametlisiniz. Peki söyleyin bana, bu hâliniz dediğim adama uyuyor mu? Bence uymuyor." Şimdi susma sırası İzzet Bey'de idi. Yaşlı adam, başını öne eğerek gözlerini masanın üzerinde ellerine yöneltmişti. Eray cevap beklemeden devam etti. "Haklı olduğumun farkındasınızdır, umarım. Şimdi... Bana olanları en başından itibaren daha derin bir şekilde anlatmanız gerek ki, ben de durum tahlili yapabileyim."

İzzet Bey başını kaldırdı. "Anlatacağım başka hiçbir şey yok ki, sana her şeyi anlattım."

"Öyle değil," dedi Eray, başını iki yana sallayarak. "Mahperi Öztuna, yani kız kardeşiniz, o adamla nasıl tanıştı? Nasıl oldu da ailesini geride bırakacak kadar o adama bağlandı? Ya da en önemli soru... Sinan Karaer kimdir?" Yaşlı adamın gözlerinde geçmiş zamanın yırtık perdesi belirdi. O yırtıklardan yansıyan ışık, geleceği aydınlatıyordu. Mavi gözleri hiddetle parlarken, ciğerlerine dolan havanın ne kadar kesif olduğunu fark edemedi. Tek bir nefes bile yetmezdi o acı alevin sönmesine.

"Ben Albus Olor'u açmadan önce aile şirketimiz Öztuna Holding vardı. O holding şu an kuzenlerimin yönetiminde fakat zamanında babam ve halam işlerle ilgilenirdi. Sinan Karaer ise babamın şirketinin çalışanlarından birisiydi. Zengin bir aileden gelmemişti, bir şirketi veya sermayesi hâlihazırda bulunmuyordu. Kendi sermayesini sonradan kendi yaptı ama babamın da ufak tefek yardımları dokundu. Daha sonra da kendi imkânlarıyla da Antalya'da Karaer Lojistik'i kurdu."

"Yani kendisi İstanbul'da yaşamıyordu?"

"Evet," diye onayladı İzzet Bey, ardından sözlerine kaldığı yerden devam etti. "Ben yirmi iki, yirmi üç yaşlarındaydım. Holding işleri pek bana göre değildi. Turizm sektörü Türkiye'de gelişmiş bir sektördür, bilirsin. Benim de o dönemler turizme ilgim büyüktü. Ekonomik ve sosyal açıdan bana kazanç sağlayacağını düşündüğüm için holdingdeki kendi payıma düşen parayla otel açmaya karar verdim. Bu fikrimi de babamla paylaştım, rahmetli başta mırın kırın etse de kabul etti. Birkaç yılda otelin yapımı tamamlandıktan sonra açılışa hazır hâle getirdik. Mahperi'nin teni fazla beyaz olduğu için ona beyaz kuğu derdim. Hatta bu yüzden de otelin adını, aynı anlama gelen, Albus Olor yapmaya karar verdim. Otelin açılışını Mahperi'nin on sekizinci yaş gününe planlamıştım." Eray, geçmişin yırtık perdesinden sızan ışık huzmelerinin gözlerini yaktığını hissediyordu. Beyaz Kuğu. Otelin adının neden Albus Olor olduğunu şimdi anlayabiliyordu. Zira İzzet Bey bu bilgiyi daha önce çalışanlarıyla ve halkla paylaşmamıştı.

İzzet Bey devam etti. "Otelin açılışına babamın iş dünyasından arkadaşları ve birkaç tanıdık katılmıştı. Bu katılanların arasında Sinan Karaer de vardı. Sinan'la ilk kez, orada tanışma fırsatım oldu. Otuzlu yaşlarının ortasındaydı ama fiziksel olarak gayet de sağlıklı ve genç duruyordu. İlk kez konuştuğumda bana tehlikeli gelmemişti. Vakur bir adamdı, bir saygısızlığını veya hatasını görmemiştim. Çok da konuşmayı seven birisi de değildi. Babamın da sevdiği biriydi anlayacağın."

"Kız kardeşiniz, Sinan Karaer ile orada mı tanışmış?" Sinan Karaer'in kimliği Eray için önemliydi. Çünkü Mahperi Öztuna'nın oyunu, Sinan Karaer'in nerede olduğunu bulmaktan geçiyordu.

"Öyle tahmin ediyorum, zira Mahperi başka türlü onunla karşılaşmazdı. Babamın işleriyle veya benim işlerimle yakından ilgilenen birisi değildi. Zaten okuyup bir meslek sahibi olmayı isteyen birisi de değildi. Aşk, evlilik, muaşaka gibi şeyler arıyordu hayatında. Seçil'le bile Leyla'nın ilgilendiğinden çok o ilgilenirdi."

"Peki, daha sonra ne oldu? Ne şüphelendirdi sizi?"

"Bir gün babam, birkaç küçük iş için holdinge gelmemi istedi. Ben de bunun üzerine yanına gittim. Sonra orada Sinan Karaer'i gördüm, güya iş için birkaç aylığına İstanbul'da kalacakmış. Şirkete de babamı ziyaret için gelmiş. Huyu sopu değişmiş değildi, açılışta gördüğüm adamın ta kendisiydi yine. Beni şüphelendirecek, rahatsız edecek bir durumla karşılaşmamıştım." Yaşlı adam yutkundu, dizlerine yasladığı dirsekleri gerildi.

"Mahperi evden okula, okuldan eve giden bir kızdı. Esen miktarda dışarı çıkıp arkadaşlarıyla vakit geçiriyordu. Daha sonraları gidip gelmeleri gecikmeye başladı ve bu annemi şüpheye düşürdü. Ayrıca eve gelir gelmez odasına kapanıyor ve bizimle tek kelime dahi etmiyordu. Babam eve pek sık uğramadığından dolayı o fark etmedi. Mahperi'ye güveniyorduk, ikimiz de... Yani yanlış bir şeyler yapmazdı, yapamazdı. Anneme rahat olmasını ve çok kafaya takmaması gerektiğini söyledim. Böylelikle bu mevzuyu çözdük. Ta ki o güne kadar..."

"Ne oldu?"

İzzet Bey iç çekti. "Sinan Karaer'in İstanbul'a gelişinin üstünden üç hafta geçmişti. O günün akşamı Antalya'ya geri dönecekti. Babamda Sinan'la yaptığı bir işle ilgili, önemli bir sözleşmenin iki nüshası vardı. Bir nüshasının da Sinan'da olması gerekiyordu. Babam işi olduğu için kendisi bizzat teslim edememişti, bu yüzden teslim etme işini bana bırakmıştı. O aralar İstanbul'da kendine ait olan evinde kalıyordu. Babam bana adresi verince sözleşme nüshasını teslim etme üzere yola çıkmıştım. Onun evine geldiğimde gördüklerim..." Masanın üzerindeki yumruğunu sıktı. "...bir daha asla görmek istemeyeceğim bir görüntüydü." Eray, kendisini öfkeyle kasan adama baktı. Ne görmüştü?

Gerçekleri görmek acıtır ya bazen, gözbebeklerimizi yuvasından koparmak isteriz. Gerçeğin nüksettiği acı, tüm acılardan daha çok can yakıcı olur. Kör olmak, gerçekleri görmekten daha çok işimize gelirdi. İzzet Bey, bu duyguları hissediyordu konuşurken.

"Mahperi, o Sinan denen herifle kelimelere dökmekten çekindiğim bir halde idi. Sinan'ın evine giderken görmeyi beklediğim en son görüntüydü. Zihnimden atamadım, aklımdan çıkaramadım ve ne zaman zihnime nüks etse damarlarından akan kanın kaynadığını, öfkenin tüm ruhumu işgal ettiğini farkettim ama... En çok, en çok da hayal kırıklığına uğradım. Mahperi... Mahperi... O herifle... Ah!" Yaşlı adam masadaki çay bardağını sinirle elinin tersiyle itti. Bardak eş zamanlı olarak zemine düşüp parçalara ayrılırken, her bir cam kırığı sanki yaşlı adamın kalbine batıyor gibiydi. Soğumuş çayın ıslaklığı, yaşlı adamın yumruk halindeki parmaklarında parlıyordu. İçine çektiği hava, ciğerlerindeki kasırgayı dindirmiyor aksine perçinliyordu.

"İzzet Bey," dedi Eray, kontrollü bir sesle masaya ellerini koyarken. "Lütfen sakin olun. Tamam, anlatmak zorunda değilsiniz. Daha devam etmenize lüzum yok." İzzet Bey, yıkılmış bir ifadeyle ıslak ellerini alnına yasladı. "Ah... Ben, ben..." Avuç içlerini gözlerinin üzerine kapadı. Sanki gözlerinin üstüne örtülen geçmişin yanık perdesiydi. Perdenin külleri geleceğe dökülüyordu. Gelecek cayır cayır yanıyordu. Kül, ateşi söndürürdü lakin kül olmak için önce yanmak gerekirdi. Ayağa kalkarak masadan destek aldı. Hiddetle bakan parlak, mavi gözleri zehrini saçıyordu sanki ortalığa. Mavilerini genç adama çevirdi, gözlerindeki yorgun savaş hala dinmemişti.

"Ben... Ben çok üzgünüm Eray," dedi fısıltılı bir sesle, acısı sesine yansımıştı. "Hala aynıyım, hala aynı şeyleri hissediyorum. Zamanında yaşananları atlatamadım. Atlatamıyorum ki..." Gözlerini sıkıca kapattı, sanki yirmi dört yıl öncesinde, bir lahzaya düşmüştü. "Sonradan konuşalım bu konuyu. Benim... Benim gitmem gerek."

"Ama..."

İzzet Bey başını iki yana salladı. "Farkındayım, hem senin işini hem de kendi işimi zorlaştırıyorum. Lakin geçmiyor. Hiçbirinin acısı geçmiyor. Ben konuşmaya kalksam, bir kelime çıksa ağzımdan, öbürleri boğazıma dayanıyor. Hani vardır ya bir söz... Cam kırıkları gibidir bazen kelimeler. Ağzını doldurur insanın,sussan acıtır konuşsan kanatır. Aynen öyle işte. Konuşamıyorum ben..."Genç adam ne diyeceğini, ne konuşacağını kestiremiyordu. Cam kırıkları gibiydi kelimeler. Öyle miydi? Sahiden öyleydi.

"Peki öyleyse," dedi Eray, ceketini kollarına geçiren adama bakarken. "İyi geceler."

"İyi geceler," diye yanıtlayan yaşlı adam hızla ayrılarak gözden kayboldu. Eray gözlerini cam kırıklarına çevirdi. Geçmişin ateşi sönmüş, acısı sönmemişti. Perde arkasında dönen oyunlardan kimsenin haberi yoktu. Yıkan yıkana, kıran kıranaydı. Birisi ateşi söndürüyor, öbürü harlıyordu. Ama en önemlisi, herkesin külleri birbirinin üstüne dökülmüştü. İşte bu yüzden herkes oyunun içindeydi. Başını arkaya yaslayarak gökyüzünde yansıyan aya baktı, genç adam. Peki o hangi oyunun içindeydi? İşte bundan bihaberdi.

Kolundaki saate çevirdi gözlerini. Saat henüz onu çeyrek geçiyordu. Onun yanına gitmek için hiç geç değildi. İki gündür doğru düzgün kafeyi ziyaret ettiği yoktu. Ona karşı olan adlandıramadığı duyguların esiri olmak onu korkutmuştu. Bu sebepten ötürü onunla konuşmaya, göz göze gelmeye çekinmişti. Gerçi... Genç kadın zihnini ziyadesiyle dolduruyordu, görüşmeseler bile. Öyle bir yer kaplamıştı ki hayatında... Onu düşünmek, bir yağmur damlası misali okyanusa karışmak gibiydi. Onun efsunkar dünyasına düşmüştü kendisi de işte. Bir daha kurtulamazdı.

Oturduğu yerden kalkarak ceketini üstüne geçirdi. Eflatun bandana hala oradaydı. Ceketinin önünü düzelttikten sonra hızla adımlarla masadan ayrıldı. Hafif bir yel çarpıyordu saçlarına. Bahar akşamlarının rüzgârlarına bayılırdı, ona yaşadığını hissettirirdi. Sanki tenine çarpan rüzgâr değil, zihnindeki düşleriydi. Güzel düşleriydi.

Arabasının yanına gelince kilidini açarak koltuğa geçti. Kemerini bağladıktan sonra arabayı çalıştırarak Dördüncü Levent tarafına doğru sürdü arabayı. Bulunduğu yere fazla uzak değildi. Yolları geçerken zihninde gizli bir melodinin notaları yükseliyordu sanki. Yol her zamankinden daha sakindi, aydınlıktı. Ona giden yolda ilerlerken sanki evine, ait olduğu yere doğru gittiğini hissediyordu.

Caddeden kafenin olduğu sokağa saparken sessizliğin iyice yayıldığını fark etti. Burası geceleri fazla ıssız ve sakindi. Peki Erva bu saatte, bu sessizlikle nasıl baş edebiliyordu? Buna anlam veremeyerek arabayı düzgün bir yere park etti. Kemerini çıkarıp arabadan inerken, kafenin ışığı sokağın önünü aydınlattığını fark etti. Hem loş hem de sessizdi.

Anahtarını cebine atıp sokakta ilerlerken, kafeye her bir adım yaklaştığında bir ahenkli ses kulaklarına doluyordu. Ruhunu okşayan o sese yaklaştıkça, ilahi eller yüreğini sıkıştırıp nefesini kesiyordu. Halatları kopan bir köprünün üstünde ilerliyordu. Bu ahengi bozsa derin sulara düşecekti.

"Durup da söyleyemediğin adımsa
Gizli kapaklı
Sevda türküleri tuttursam da ben
Telli duvaklı,yanıma
Korlar mı adam seni?
Koparıp acıtmazlar mı beni?
Nafile yanar elim dudağım
Seni bana yar ederler mi?"

Öyle içine işleyen, malihülyalı bir sesi vardı ki... Ruhunda açılmış yaralara konan, onları iyileştiren bir kelebek gibi dokunuyordu ona. Dünyanın sesi kısılsın, bir tek o konuşsun istiyordu. Dünya ruhunu daraltıyor, o ise yaralarını iyileştiriyordu. Birkaç adım daha attığında genç kadını gördü. Üzerinde kırık beyaz, kolsuz kayık yakalı yarım bir bluzla şarap kırmızısı şifon bir etek vardı. Masanın üzerine yerleştirmiş olduğu kitapları raflara koyuyordu. Bir yandan da letafeti ile o gizli şarkıyı mırıldanıyordu. Kitapları alırken gözlerinin önündeki -bu sefer dağınık bir topuzla toplamış olduğu- simsiyah saçlarını savuruşuyla, çehresi ifadesizce gibi görünen ama sesine yansıyan gülüşü ile dilinin kilitlendiğini hissediyordu genç adam. Ona bakmak, kör bir yangının içinde cayır cayır yanarken umutla gökyüzüne bakmak gibiydi.

Eş zamanlı olarak genç kadın masadaki kitapları kucaklarken, aynı huşuda şakımaya devam ediyordu. Gülümseyerek rafa doğru ilerlerken gözlerini bir an karşıya dikmesiyle kitapların ellerinden kaydığını hissetti. Kitaplar tok bir gürültüyle zemine düşerken, söylediği şarkıyı çoktan yarıda kesmişti bile. Hafifçe araladığı dolgun dudaklarıyla, kocaman açılmış kara gözleriyle bir o kadar şaşkın ve güzel duruyordu.

"Eray..." dedi, fısıltıyı andıran bir sesle. Dudakları, ancak onun için namütenahi birçok hissi barındıran bu ismi fısıldayabilmişti. Birkaç saniye tepki vermeden genç adama bakarken, utanç ile yandığını ve kasıldığını çoktan hissetmeye başlamıştı bile.

"Ben... Şey..." dedi genç adam, bir elini ensesine atarken. Onun sesine meftun olduğunu nasıl açıklayabilirdi ki? Zihnindeki tüm gerçekleri elinin tersiyle ittiğini, tüm benliğini kendisiyle doldurduğunu ona izah edemezdi ki... Onun en büyük silahı gözleriydi, kelimeler susturulmuştu ziyadesiyle.

Erva şaşkınlıkla genç adama bakarken, onun ne zamandır orada olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ah, belki de kendinden geçtiğini anlayabilecek kadardı. Burada en son gelmesini beklediği kişi oydu, şu an. Öyle hazırlıksız yakalanmıştı ki dudakları ne tek bir kelime bahşedebiliyor ne de bakışları... Tamamıyla ona kilitlenmiş bir şekilde bakmaya devam ederken, genç adamın ona doğru adım atmasıyla güçlükle yutkundu.

"Kitapları düşürmüşsün," dedi Eray düşünceli bir şekilde yere eğilirken. Yerdeki iki kitabı eline alıp ayağa kalktığında, genç kadının alt dudağını ısırarak düşünceli bir şekilde zemine baktığını fark etti. Bu haliyle bile o kadar güzel ve masum duruyordu ki... Bir kadının hicap hali bile güzel olur muydu ki?

Erva, bir nefes çekerek sol tarafını susturmaya çalıştı. Adamın uzattığı kitapları eline alıp rafa yerleştirdi. Ardından içinden geçirdi. Bakışları üstümde dolandıkça tüm hislerimi kaybediyorum. Genç adamın güzel yüzüne değdirdi gözlerini. Bakır rengi, güzelce taranmış saçlarının arasında parlayan kızıl teller dans ediyordu. Kehribar rengi, güneş misali çehresinde doğmuş göz bebekleri kendisine bakıyordu. O, kendisine böyle güzel baktıkça hayattan inzicar ediyordu.

Dudaklarını yavaşça kıpırdattı. "Teşekkür ederim," dedi titremesini bir nebze engellediği bir sesle. "Hoş geldin. Senin gelmeni beklemiyordum."

"Doğrusu ben de sana geleceğimi hiç düşünmemiştim," dedi Eray, sözüne yalan katarak. Ah... Diyemezdi ki ilerlediğim her yol sana çıkıyor. Sana uzanan ehvenişer yolların müdavimiyim diyecek cesareti yoktu ki.

"Bugün gelmedin, evet..." dedi Erva, umudun bir duvara çarpıp parçalandığını hissettiren bir sesle. "Birkaç aramam da cevapsıza düştü. Attığım mesajları görmedin bile." Eray dudaklarını birbirine bastırdı, durumun ferasetini kavrayan bir şekilde. Karşısındaki safderun hisler beslediği kadına karşı ayıp ettiğinin farkındaydı. Lakin içindeki yabancı olduğu hisler dolayısıyla, kısa süreliğine sanki hiç var olmamış gibi davranması hayatında yaptığı en saçma şeydi. Bir insan bilmediğinden korkardı. Sanki Erva'yı yıllardır biliyormuş gibiydi, lakin çok az tanıyordu. İşte bu korkutucu değil, dehşet vericiydi.

"Ben..." dedi Eray, kadına bir adım daha yaklaşarak. Rayihası genizlerine dolduğunda sanki toprağın altına gömülü cennette düştüğünü hissetti, genç kadın. "Ben gerçekten çok üzgünüm. Sadece... Sadece meşguldüm ve cevap veremedim. Ama bir daha olmaz, söz veriyorum." Erva, kalbine kısa süreli olarak gömdüğü kelebeklerin kanatlandığını hissetti. Onu unuttuğunu sanmıştı. Ya da daha doğrusu öncesi gibi ilgilenmediğini... Gün boyu içi içini yemişti ama onu burada görmek serzenişini dindirmişti. Bir çocuk gibi zıplamak geliyordu içinden.

"Önemli değil," dedi genç kadın, büyük bir gülümsemeyle. Dudağının bitimiyle yanağının arasındaki minik çukurun içine düşmüştü sanki.

"Nasılsın o halde?" dedi Eray, kollarını göğsünde bağlarken. O sabahtan farklı değil demek istedi genç kadın, haletiruhiyesini sarih hale getirmek istercesine.

"İyiyim, kafeden eve evden kafeye her zamanki gibi."

Eray kaşlarını çattı. "Kahvaltını yapıyor musun evde, peki?" Genç kadın yutkunamadan sessiz kaldı. Kahvaltı mı? Bu soruya nasıl bir cevap vereceğini bilmiyordu. Dudaklarını birbirine bastırarak elini saçlarından geçirdi.

"Erva?"

"Ben, yani..."

Genç adam başını iki yana salladı. "Yapmadın yani."

"Erken kalkıyorum, burada hallediyorum. Bunu konuşmanın gerekli olduğunu zannetmiyorum. Daha farklı konulardan kon-..."

"Gerekli değil de ne de demek?" dedi Eray, genç kadının sözünü keserek. "Yediğine içtiğine dikkat etmek zorundasın. Unutmayın Erva Hanım, her zaman sizi alıp da dışarılara kahvaltılara götürecek adamı her yerde bulamazsınız. Aklımın sende kalmasını da hiç istemiyorum."

Erva'nın dudağının kenarı sağa kaydı. "Sen öyle diyorsan..."

"Evet. Öyle diyorum. Öyle de olacak."

"Öyle olsun."

"Güzel." Erva cevap üzerine derin bir nefes aldı. Genç adamı anlamakta zorluk çektiğini zamanlar oluyordu. Daha ilk karşılaştıklarında, ona söylediği cümleler örüldü zihnine.

"Ben yara iyileştiremem," dedi Eray, derin bir nefes alarak. "Lakin o serçenin yalnızlığına ortak olup, acısını unutmasına yardımcı olurum. Onu iyileştirdikten sonra bırakıp giden değil, yaralı olsa da olmasa da onun yanı başında duracak bir adam olmayı dilerdim."

Bunun için özel bir çaba sarf etmemesine rağmen yaralarının kabuk bağladığını hissediyordu sanki. Başını iki yana sallayarak zihnini düşüncelerinin kirli lağımından temizlemeye çalıştı. Düşündükçe dibe batıyor, dibe battıkça daha çok eziliyordu.

"Pikaba şarkı koymamı ister misin?" dedi sessizliği keserek.

"Hayır," diyerek başını salladı Eray. En güzel şarkısını birkaç dakika önce dinlemişti. Kulaklarındaki bu büyülü sessiz müziğin notalarını düşürmeyecekti.

"Peki o zaman," dedi Erva, son kelimeyi uzatarak. "Ne yapmak istersin?"

Eray o an, kendisinin bile akıl sır erdiremeyeceği bir şey söyledi." Benimle dans et."

Ruhuna mızrak gibi saplanan soruyla genç kadının göz bebekleri irileşti. Anlam veremeyerek kaşlarını çattı. "Dans mı?"

"Evet, dans. Aklındaki, kalbindeki her şeyin varlığını unutarak benimle dans etmeni istiyorum."

Güzel gözlerini genç adama yöneltmiş, söylemek istediklerinin tahlilini yapıyordu kendi içinde. Hayır demeye, reddetmeye bir türlü güç bulamıyordu. İlahi bir his onu ona sürüklüyordu.

"Düşünecek vaktin yok," dedi Eray, sırtındaki ceket kollarından kayarken. "Tek bir saniye daha düşünürsen fikrin değişebilir." Siyah ceketini köşedeki masaya bıraktı. Beyaz gömleğinin kol düğmelerini açıp dirseğine kadar çekerken, sarmaşık misali parmak boğumlarından kollarına uzanan o damarları görebiliyordu. Bronz teninin altındaki damarların taşıdığı kanın sol tarafında kaynadığını hissediyordu. Damar yolları kollarına değil de, kalbine döşenmişti sanki.

"Tamam. Dans edelim." Kelimeler şaibeli değildi, net ve kesindi. "Ama plakların içinde dans parçası olduğunu sanmıyorum. Telefondan mı açsak?"

Eray başını iki yana salladı. "Müzik açmayalım."

"Müziksiz mi dans edeceğiz?" dedi Erva, bir türlü anlam veremeyerek. Gerçi... Başından beri adamın ne yapmaya çalıştığını anlamış değildi. Konuşmaları hep bir gizeme bulanmış, açık vermiyordu.

"Aynen öyle."

"Müzik olmadan dans edilir mi ki? Ritme ayak uydurmamız gerek." Cümlesini bitirir bitirmez ona doğru yaklaşan adamın bakışları bulanıktı halen. Çehresi ifadesizdi. Ne düşündüğünü, hangi duygular içerisinde olduğunu deli gibi merak ediyordu. Zira genç adam açık vermeme konusunda ustaydı ve onu şaşırtmayı başarıyordu. Adımları ona yaklaştıkça kendine özgü sert kokusu yine genizlerine doluyordu. Nefes alma ihtiyacı hissederek dudaklarını araladı, kokusu daha çok doldu. Bir anda saçlarının arasında o damarlı eli hissetti.

"Çünkü müziğin ritmine değil, sadece birbirimize uyalım istiyorum."

Genç kadın verecek bir cevap bulamazken, adamın kemikli, uzun parmakları saçlarını tutan tokayı kavradı. Tokanın saçlarından süzülüp yere düşmesiyle siyah, dalgalı saçları omuzlarına ve sırtına dökülmüştü bile. Karanlık semasına doğan parlak yıldızlar vardı, titriyorlardı. Genç kadının başının üst tarafındaki -tokadan dolayı- yükselmiş saç tutamlarını parmaklarıyla ittirerek genç kadının saçlarını düzeltti. O esnada Erva transa girmiş, söyleyeceği kelimeler boğazından aşağı yuvarlanmıştı. Bir an genç adamın kalbindeki o hızlı atışı duyacağından korktu. Panikatak krizi geçirmişcesine hıphızlı atıyordu yüreği.

Eray, karşısında saklı bir tanrıça gibi duran kadına elini uzattı. Kuğu gibi boynuna dökülen saçlarıyla her zamankinden daha güzeldi. O saçlara esaret hiç yakışmıyordu. Dans ederken savrulması, özgürlüğünü kanıtlaması gerekiyordu. Uzattığı avucuna yerleşen küçük, beyaz eli kavradı ve çekerek bedenini kendine bastırdı. Kumaşın altındaki ateşi hissedebiliyordu. Kulak diplerindeki saçlar çoktan terlemeye başlamıştı bile.

Ayağını sola atmasıyla sessiz dans başladı. Bir avucunda eli, öbür avucunda ince beli vardı. Kendini dünyayı avuçlamış gibi hissediyordu. Genç kadının geniş omuzlarındaki elleri kasılmıştı, sımsıkı tutuyordu düşecekmişçesine. Bir sağa, bir sola bir de yukarıya hareket ederken sanki bir müziğe ayak uydurur gibiydiler. Halbuki ayak seslerinden ve soluklarından başka hiçbir gürültü yoktu. Ritim yoktu, müzik yoktu. Kural yoktu. Diledikleri hareketi diledikleri anda yapma hakkına sahiptiler. Genç adam elini Erva'nın belinden çekerek, öbür eliyle kadını hızlıca karşı tarafa döndürdü. Erva'nın saçları hızlıca dana göre hareketlenip adamın çehresine çarparken, tuttuğu eli onun karnına yerleşmişti. Bu esnada genç
kadın gözlerini adamın kararmış kehribar rengi gözlerine çevirdi. Güneş orada doğuyordu. Tam da göz bebeklerinin içinde.

Gözlerini gözlerinden ayırmayarak sağa doğru uyumlu bir şekilde adım attılar. Ardından sola doğru...

"Hayatımda hiç müziksiz dans etmemiştim," dedi Erva, sessizliği ok gibi delerek. Genç adam kolunu kaldırıp elini bırakmayarak onu döndürdü, ve ardından hızlıca kendine yaslayıp fısıldadı.

"Ben de." Nefesi, yüzüne bir yankının dağlara çarptığı gibi çarpmıştı.

Hareketlerine yavaş ve ilahi bir ritimle devam ederken, genç kadın elinde olmayarak gülümsedi. "Zihninden geçenleri bilmeyi o kadar çok isterdim ki..."

"Ben senin zihninden geçenleri merak etmiyorum," dedi Eray, kaşlarını çatarak. "Zira gözlerin küçük bir yalanı dahi saklayamayacak kadar sarih."

Erva alayla güldü. "Sen iyi bir yalancısın o zaman."

"Yalan söylemek ile hiçbir şey söylememek arasında fark vardır, küçük hanım. Ben yalan söylemem lakin doğrudan da söz açmam."

"Bu daha kötü değil mi sence? Doğruyu da söylemiyorsun, yalanı da. Hep bir şeyler gizliyorsun."

Eray başını iki yana salladı. "Yalanlar da doğrular da insanın canını acıtabilir bazen. Öyle ki bazen doğruyu bildiğimiz halde ona karşı yalana bile inanmak isteyebiliriz. Bu ikilemin arasında canımızın yanması yerine bihaber oluruz, daha iyi. Gerçek canımızı yakabilir. Gerçek olmayan da."

Genç kadın sessiz kaldı, adam doğruyu söylüyordu. Elleri adamın ensesindeydi, avucunun içinde atan şahdamarını hissedebiliyordu. Avucunun içinde hissettiği minik atışlar, egale olmayı kendine yakıştırmayan bir yarış atının hızına denkti. Kalbi onun avucunun içinde atıyordu.

Bir anda genç adam elini sımsıkı tuttu, yeni tomurcuklanan bir çiçek misali açıldılar. Erva'nın saçları rüzgarla dans ederek sola doğru hareketlendi. Yanağına sürünen saçlarıyla, güneş gözlü adama son kez baktı ve hızla sağa doğru çekildiği gibi bedenini adama yasladı. Saçları, yüzünün büyük bir kısmını kapatıp savrulduğunda sessiz dans bitmişti. Sessiz dans, sessiz bitmişti. Mekanın içinde hızlı nefes seslerinden başka bir ses yoktu.

Nefesi, onun nefesine karışıyordu.

Genç adam parmaklarının ucuyla saç tellerini geriye çekti. Dokunuşları öyle yumuşak öyle narindi ki, biraz daha sert dokunsa yok edecek gibiydi. Elleri çehresine minik dokunuşlar bahşediyordu. Parmak uçları kibrit gibiydi, tenine sürtüp ruhunu yakıyordu.

"Bu..." diye fısıldadı genç adam, hızlı nefesler alırken. "...hayatım boyunca unutamayacağım bir danstı."

"Ben ilk defa müziğin değil de, karşımdaki adamın ritmine uydum. Ben de asla unutmayacağım." Birbirlerinden yavaşça uzaklaşıp bedenleri ayrılırken, bir boşluğa düşmüş gibiydiler.

Eray gözlerini saate çevirirken, on ikiye çeyrek kaldığını fark etti. "Saat çok geç olmuş." Gömleğinin kollarını düzelterek aşağı çekti ve düğmelerini geçirdi.

"Ah... Evet." Erva genç adama bakarken, bir anlığına onun ne kadar nefes kesici olduğunu düşündü. Yalan olmasın, ona ilk defa alıcı gözüyle bakıyordu. Başını eğmiş, hafif kalın kaşlarını çatmış ve liyakatle kol düğmelerini takıyordu. Düğmeleri geri taktıktan sonra dağılan saçlarını avucunun içiyle düzeltti. Bir an, onu gören herkesin hatta daha doğrusu kadınların onun gibi düşüneceği aklına geldi.

Bunu düşünmek; ensesine sürtünen sivri uçlu, gümüş rengi bir bıçağın yavaşça sırtı boyunca aşağı inmesiyle eş değerdi. Acı vermiş değildi, lakin acıyı hayal ettiğinde yüreğinde oluşan dehşetten farksızdı.

"Daha önce hiç sevgilin oldu mu?" Eray ceketini sırtına geçirirken duraksadı, bu soru duymayı en son bekleyeceği bir soruydu. Gözlerini bir zemine bir Erva'ya çevirdikten sonra kaşlarını çattı ve ceketinin kollarını geçirdi. Aşağı çekerek düzelttikten sonra dudaklarını konuşmak için araladı.

"Bunu neden merak ediyorsun?" dedi ifadesiz bir sesle.

Erva, 'ben ne yaptım' dercesine yanaklarının içini sertçe ısırdı. Bu onu ırgalamazdı, bu soruyu asla sormamalıydı. Bir anlık düşünceyle merak etmişti ve sormak için kendini bilmeden konuşmuştu. Az önce yüreğini sıkıştıran şey ne ise, ona bu soruyu sorduran şeydi. Ama o 'şeyin' ne olduğunu çözebilmiş değildi. Hep bir 'şeyler' hissediyordu lakin bir isim koyamıyordu işte.

"Hiç bilmiyorum, öylesine sordum. Sormamışım gibi de davranabilirsin." Ah, bu Erva'ydı işte. Geri adım atacak güç onda yoktu, bir adım attıysa devamı da gelecekti. Kafenin ışıklarını kapatıp dışarı çıkarken, adamın bu soruya ne yanıt vereceğini de deli gibi merak ediyordu.

"Ben de öylesine bir cevap veririm o zaman," dedi Eray gülerek.

"Efendim?" Genç kadının kafeyi kapatmasıyla gece karanlığının çöktüğü ıssız sokakta ilerlemeye başladılar.

"Tabii ki daha önce sevgilim oldu. Her insan gibi..." Erva duyduğu cevapla kollarını göğsünde bağladı. Onu ilgilendirmemesi gerekirdi lakin bir yerlerde rahatsız ediyordu işte.

"Çok mu sevdin onu?"

Eray duraksadı, birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra "Sevmek mi?" dedi, bu soruyu daha çok kendine sorar gibiydi. "Neyi sevmek?"

Erva anlam veremeyerek çenesini kaldırdı. "Sevmek işte." Yutkundu. "Bir kadını sevmek."

"Bir kadını daha önce sevdiğimi zannetmiyorum." Bahar yeli yüzüne vuruyordu. "Lakin ben önceki ilişkilerimde bir kadını değil de, o kadınlardaki parçaları sevdim."

"Parçalar mı? Hangi parçalar?"

"Hepsinin ayrı ayrı huylarını, alışkanlıklarını, bana yaklaşımlarını sevdim. Belki birinin dünya görüşünü, öbürünün hayatı umursamazlığını sevdim. Lakin asla birinin 'her şeyini' sevmedim."

Erva, duyduğu cevapla gülmesini engelleyemedi. "O yüzden mi yalnızsın?"

"Son ilişkim iki buçuk yıl önce falan olsa gerek. Uzun bir zaman, gerçekten."

"Neden ayrıldınız?" Eray kaşlarını çatarak düşündü, neden ayrılmışlardı? Bir neden yoktu. Ayrılmışlardı işte.

"Bir nedeni olduğunu hatırlamıyorum," dedi Eray, düşünceli bir sesle. "Pamuk ipliğine bağlıydı ve bir anda bitti. Daha doğrusu o gitti, ben de 'neden gittin' diye sormadım bile."

"O gitti, sen de beklemedin. Böylece bitmiş mi oldu?"

Eray gözlerini genç kadına çevirdi. "Aynen öyle." Arabanın kapılarını açıp yerleştikten sonra kemerlerini bağladılar. Çoktan geceyarısı olmuştu. Araba dar sokaktan ayrılıp caddeye çıktığında yoldan geçen araba bir tek onların arabasıydı.

"Buranın sessizliği seni ürkütmüyor mu?" dedi Eray gözlerini yoldan ayırmayarak.

Erva omuzunu silkti. "Ah, hayır. Ben seviyorum sessizliğini. Gündüzleri böyle değil ama bir görsen nasıl kalabalık... Sen o saatlerde burada olmadığın için sana hep ıssız geliyor. Geceye özel tüm ıssızlığı. Bu yüzden farklı bir yer benim için. Ürktüğüm konusuna gelirsek, artık alıştım."

"Bu senin için güzel olmalı. Müziğin sesini dilediğin gibi aç, ne de olsa tüm kepenkler kapalı."

"Aynen öyle," dedi gülerek. Anında aklına gelen bir şeyle 'ah' çekti hızlıca. Kaşlarını çatan Eray gözlerini Erva'ya çevirerek "Ne oldu?" diye sordu merakla.

"Ben az kalsın sana söylemeyi unutuyordum, dün bana Deniz bir arkadaşının mekânının açılışı olduğundan bahsetti."

"Deniz de kim?" dedi Eray gözlerini tekrardan yola çevirirken.

"Ya bizim geçen gün gittiğimiz yer vardı ya, hani vokaliste ihtiyacı vardı da ben olmuştum?"

"Biliyorum, tamam. Oradaki yerin sahibi Deniz dediğin kişi mi?"

"Aynen," diye cevapladı Erva. "İşte onun da bir arkadaşı yeni bir mekân açacakmış. Yarın akşam işte. Bana sen gidersin, kafan dağılır dedi. Ama ben yalnız gitmeyi hiç istemiyorum."

"Sen de gel diyorsun yani..."

"Gelmek istemezsen anlarım," dedi Erva, gelmesini umduğu bir sesle. "Yani... Ne de olsa gürül-..."

"Bana adresi mesaj olarak at, eve gidince."

"Ha?"

Eray gülümsedi. "Adres, adres diyorum. Uykun geldi galiba? Dans da seni yormuş olmalı. Biraz... Nasıl desem... Şapşal oldun."

Erva dudaklarını büzdü, "Beni şapşal eden uyku olsaydı keşke," diye mırıldandı.

"Bir şey mi dedin?"

Erva hızla başını iki yana salladı. "Yok, hayır. Uykum geldi dedim sadece."

"Tamam, biraz sabırlı ol. Az kaldı," dedi Eray şakaya vuran bir sesle. "Arabamda uyuyup kalmanı istemem."

"Hiç de bile," dedi Erva kollarını göğsünde bağlarken.

"Tamam, tamam. Dalga geçiyordum sadece. Hem bak, geldik." Direksiyonu kırıp arabayı sokağa doğru sürerken, genç kadının apartmanının önünde durdu. Dörtlüleri yakıp arkasına yaslandı. Bakışlarını Erva'ya çevirdiğinde gülümseyerek ona baktığını gördü.

"O zaman..." dedi genç kadın, kemerini çözerken. "Yarın akşam görüşürüz."

"Adresi atmayı unutma. Taksiyle gelir seni alırım."

"Taksi mi?" diye sordu Erva, anlamayarak. Eray başıyla onayladı. "Evet, taksi."

Kaşlarını çattı. "Neden taksiyle geleceksin ki?"

"Çünkü yarın, kim olduğumu unutana kadar içmek istiyorum."

Bölüm Sonu

thewonderfulgoddess

Copyright © 2020

💜

Continue Reading

You'll Also Like

111K 5.7K 34
Asi'nin Alaz'dan ayrı olduğu beş senelik zamanda kızını, babasına anlatma isteğiyle ortaya çıkmış karalamaları ve beş yılın sonunda yaşananlara dair
747K 31K 43
BERDEL. . . hikayede cinsel ve yetişkin içerik, küfür, dövüş ve bol bol klişe sahneleri vardır. Bunu bilerek okuyun lütfen, sebebsiz linç yemek iste...
14.1M 622K 61
GENEL KURGU #1 Babasından başka hiç kimsesi olmayan bir genç kız... 28 Yaşında hapishanede mahkûm bir adam... Ya bir gün olur da genç kızın babası da...
237K 20.2K 40
Binbaşı Ömer KURT... Anne ve babası şehit olduktan sonra yetimhane de büyüyen Ömer, vatanım için son kanıma kadar savaşacağım diyerek asker olur. Kal...