POBEDA

By oliveandturtle

450K 39.7K 26K

İpek ve Atlas. İki ünlü dağcı, sıkı dost, hayata ve kadere ortak iki babanın çocukları. Sekiz yıl önce; dünya... More

Nefretin Başlangıcı
Özel Sebepler
Asla Asla Deme
Doğa Yürüyüşü
Darmadağın
Eğitilmez
Şarkı Listesi (YB Değil)
İddia
İntikam Planı
Oyun
Elma Bahçesindeki Ev
Kapı
Sorgulamalar
Düğüm
Karar
Sude'nin Gözyaşları
Domino Taşları
Utancın Külleri
Yaşattığının Bedeli
Seçilen Taraflar
Fırtınalı Bir Gece
Kendinden Vazgeçmek
Pobeda'nın Öncesi
Zirvede Bir Gece
Kaç Ya da Savaş
Elif'in Gözyaşları
Israrlı Bir Telefon
Bugün Çok Geç
Deniz Feneri
Zayıf Nokta
Bir Nikah Bir Cenaze
Yemin
Gidebilmek
Eninde Sonunda
Billie Jean
Veda
Eşik
Korkuları Aşmak
Köprü
Solstis
Pobeda I
Adalet Terazisi
Tarafsız Bölge
Oyun Dışı
Pobeda 2 (1. kısım)
Pobeda 2 (2. Kısım)

Son Oyun

18.5K 1.1K 2K
By oliveandturtle

Satrançta Feda: Karşılığında bir şey elde etmek için materyalden vazgeçme eylemidir. (Puan kaybeden bir taş değişimi yapmak ya da bir piyon kaybetmek gibi). Örneğin, bir oyuncu rakibini mat edebileceği için atına bir kare açmak amacıyla vezirini feda edebilir. Aynı zamanda bir oyuncu, taş gelişimi için zaman kazanmak ya da rakip şahın piyon sığınağını parçalamak için bir taş feda etmek gibi, daha stratejik fedalarda da bulunabilir.



"İyi bir feda doğru olan değil, rakibi şaşırtıp karmaşaya itendir."

Rudolph SPIELMANN


Havalimanının kalabalık koridorlarında yürürken omuzlarım sırtımdakinden çok daha ağır bir yükü taşıdığımı hissettirircesine öne devriliyordu. Pasaport kuyruğuna doğru ellerinde valizlerle kendi hikayelerini sürükleyen bir insan denizinin arasında ilerlemeyi sürdürdüm. Yürüyordum ama ne yöne ve ne için gibi soruların bir cevabı yoktu. Birkaç adım sonra ülke topraklarına giriş yapan özgür bir birey olacaktım. Ardından nereye gideceğimi ise henüz düşünmemiştim. Banka hesabımda sadece birkaç günü -o da mümkünse en ucuzundan- bir otelde geçirmeye yetecek miktarda para vardı. Antalya'ya dönebilirdim ama içimden bir ses İstanbul'da kalmam gerektiğini söylüyordu. Hiç değilse Atlas'ın avukatını aramalıydım Antalya'ya dönmeden evvel. Ne olacaksa olsun diyerek... ne olacaksa olsun. Dalgınlıkla beklediğim pasaport kuyruğunda önümdeki kalabalık dağılmış, sıra bana gelmişti. Elimde pasaportumla korumalı kabinin içinde işlem yapmak üzere bekleyen memura doğru yürüdüm.

Gişenin hemen ardında bekleyenleri tam da o anda gördüm.

Polis yeleği giymişlerdi. Şapka ve gözlük de takmış olmalarına rağmen doğruca bana baktıklarını görebiliyordum. Tunç uzun boyu ve koyu renkli gömleğiyle etrafını çevreleyen duvar yüzlü adamlardan sıyrılıyordu. Elim ayağım soğudu bir. Nasılsa önüme dönmeyi başardım ve pasaportumu beni bekleyen görevliye uzattım. İşlem saniyeler kadar kısa sürdü. Uzatılan pasaportumu titreyen ellerle geri aldım. Gişenin hemen ardında onlara doğru yürüyüşümü izleyen yüzlere bakarak sarsak birkaç adım attım.

Tunç, bir adım öne çıkıp, herkesten önce yolumu kesti. İlk bakışta dikkatimi çeken, son gördüğüm halinden çok daha yorgun, çok daha solgun göründüğü oldu. Saçları özensizce taranmış, şekillendirilmemişti. Kahve gözlerinin altları bariz şekilde torbalanmış, çocuksu yüzü küçülmüş, beyaz teni iyice beyazlaşmıştı. Beni gördüğüne sevinmiş gibi görünmüyordu, dudağının kenarıyla bile gülmüyordu. Yüzündeki ifade kaskatıydı.

Bir sorun vardı. Bu çok net anlaşılabiliyordu. Gözlerimi onun arkasında bekleyen polislerden alamayarak, ciğerlerime doldurduğum bir nefes dolusu korkuyu soludum. Tunç'un eli, kolumu kararlılıkla kavradığında buz buz oldum.

"İpek? Atlas nerede?"

Adını duymakla bile kalbim sert bir şekilde yumruklanmış gibi hissettim. Sanki içim yarıldı ve gözyaşlarım kurumuş gölleri basan coşkun sel suları gibi içime aktı. Tunç'un elinden kararlılıkla sıyrılırken,

"Atlas yok." dedim, en önce kendimi ikna edercesine.

Geceler boyu ateşiyle sarmalandığın, göğsünde uyuyakaldığın, aldığı nefesi soluyarak hayat bulduğun, senden vazgeçmek istemiyorum diyen o adam yok. 

Tunç bana sanki yalan söylüyormuşum gibi hayretle bakıyordu. O ana dek geride duran polislerden bir tanesi öne çıkarak Tunç'un bir adım kenara çekilmesine sebep oldu. Duvar gibi bir yüzle beni karşısına alarak,

"İpek Hanım, bizler mali suçlar şubesinden geliyoruz. Eşiniz Atlas Bey'in uçaktan sizinle birlikte inmesini bekliyorduk. Kendisinin nerede olduğunu biliyor musunuz?" diye sordu.

Eşiniz Atlas Bey denilince kırpıştı gözlerim... göğsümdeki yumru titreşti. İkiye ayrılan ince bir dal parçası gibi kırıldım.

Demek bu yüzden, diye düşündüm. Demek bu kadar basit.

"Benimle gelmedi." dedim.

"Uçaktan ayrı ayrı mı indiniz?"

"Hayır, uçağa hiç binmedi."

Tunç duyduğuna inanmayı reddeder bir haldeydi. Git gide yükselen bir sesle,

"Ne demek uçağa hiç binmedi? İki bilet ayırtılmıştı!" diye bağırdı. Ve sonra tabutumun üstüne son çiviyi çaktı: "Seni buraya yalnız başına mı yolladı?"

Ona doğru şuursuz denilebilecek bir adım attım, attığım anda da sanki zemin altımdan çekildi. Yığılmaya bir kala çelik gibi sert kollar tarafından yakalandım. Tutunamadığım yer Tunç'un kolları değil, kayıp giden umutlarım oldu. Sanki çok yükseklerden, devasa kanyonlardan aşağı düşüyordum. Başım dönüyor, midem bulanıyordu. Süreç başlamıştı bir kere. Zihnimde yeniden canlanan o anın hala çok taze olan etkisiyle kolum kanadım kırılıyor, içimden hayat çekiliyordu.

Oysa ben o anı düşünmeyi hiç ama hiç istemiyordum.

Arkamı dönüp de Atlas'ın elinde bilet olmadığını farkedişimi... Çırpınarak ağlarken beni kollarında zaptedişini, bir türlü bakmama izin vermediği ela gözlerini...ela gözlerini...ela gözlerini...ve o gözlerden akan bir damla yaşın hissettirdiklerini... mümkün olsa hafızamdan silip atmak istiyordum.

Sesi kulak çeperlerimde uğulduyor, kalbime taşıyamayacağım kadar ağırlık veriyordu.

Gitmek zorundasın aşkım.

Lütfen daha fazla zorlaştırma.

İçimde uykuya yatan canavarım uyanmış, göğüs kafesimi yumrukluyordu. Ne kadar çabalarsam çabalayayım, sesi hala kulaklarımda, gözleri hala gözlerimde ve dokunuşu dokunuşuyla ürperen tenimde çok tazeydi. Yalvarıyordum beni bırakmasın diye ama o yine de beni bırakıp gidiyordu. Kabuslarımda bile görmek istemeyeceğim bir anın nasıl da gerçeğim haline geldiğini aklım almıyordu. Bilmediğim çok şey, anlamadığım daha da çok şey vardı.

Nereye gidiyorsun?

Nereye gidersem gideyim...

Yüzündeki o son bakış bir pençe misali saplandığı kalbimi kanırtmaktan, kan revan içerisinde bırakmaktan başka işe yaramıyordu. Kördüğüm olduğum o yerde gözlerimin önünde duran kişi Tunç'tu ama gördüğüm o değildi. Yutkunamıyordum bile. Bu yüzden bağıra bağıra sorduğu sorusuna verebildiğim tek yanıt kafamı iki yana sallamak oldu.

Gözlerimden geçen gölgeleri bile görebilecek kadar dikkatle inceleyen Tunç'un yüzündeki katı ifade kırılırken beni kollarına çekti. Kontrolüm çoktan yitip gitmişti, neredeyim ne haldeyim diye düşünmeden koyverip sarsıla sarsıla ağlamaya başladım.

Etrafta konuşmalar vardı, duyuyordum fakat hiç dinlemiyordum. Bir hareketlilik vardı, bakıyordum, görmüyordum. Bir zaman sonra Tunç'un,

"Gidelim." dediğini algıladım. Bana mı demişti yoksa etrafındakilere mi onu da ayırd edemiyordum. O yürüyünce ben de yürüdüm. Birisi sırtımdan ağırlığı kendi ağırlığımı aşan çantamı aldı. Çaba gösterip etrafa göz atınca yanımda sadece Tunç ve Tunç için çalıştığını tahmin ettiğim bir adamın kaldığını farkettim. Tunç'un yönlendirmesine rağmen sürünürcesine ağır adımlarla yürürken, çantamı taşıyan adam birkaç adım önümüzden ilerliyordu.

Asansöre binerek kapalı otoparka indik.

Önden ilerleyen adamın çalıştırdığı arabaya binmek üzere olduğumu farkettiğim an, aynı zamanda yanımdaki kişinin Tunç olduğunu ve aynı Tunç'un bana geri dönüşünüzü dört gözle bekliyorum diye mesaj attığını idrak ettiğim andı. Elektrik akımına kapılmış gibi irkildim. Bir delilik perdesi indi gözlerime.

"Bırak! Benden uzak dur!" dedim bağırarak, kolundan sıyrıldım. "Bu muydu bize hazırladığın sürpriz?!" diye bağırdım çığlık çığlığa. "Senin yüzünden mi terkedildim ben?"

"İpek...sakin ol." dedi ani parlayışımı sakinliğiyle kontrol etmeye çalışarak. İçimde bir düğmeye basılmış gibi bu tavır beni daha da alevlendirdi.

"Ne?" diye haykırdım ciğerlerim parçalanırcasına. "Ne söyleyebilirsin ki sen kansersin benim hayatımda!"

Beni bir deliyi sakinleştirir gibi yeniden kollarına alarak sakinleştirmeye çalıştığında akıldan yoksun bir çığlık atarak ellerimi öne doğru siper ettim ve ondan birkaç adım uzaklaştım.

"Gel buraya. Nereye gidiyorsun?" diye seslendi.

Ben yoktum. Ben zaten yaşamıyordum ki artık ben yoktum. Atlas beni Tunç yüzünden terk etmişti. Benden vazgeçmişti. Haketmiştim üstelik, suçluydum. Atlas gitmişti. Ben yoktum.

Karanlık otoparkta ona arkamı döndüm ve bilemediğim bir yönde görmeyen gözlerle koşmaya başladım. Yeri döven her adımımda etkiye tepki misali sarsıla sarsıla koşmayı sürdürdüm. Daha gün ışığına çıkmayı başaramadan beni yakaladı. O kadar güçlüydü ki dövünsem, çırpınsam, haykırsam ne fayda. Ve hepsini de yaptım fazlasıyla. Bırakmadı. Yardıma gelen adamının yanaştırdığı arabanın içine itip üstüme kapıyı kapatması, kendini de diğer taraftan aracın içine atması çok kısa sürmüştü. Hızla gazlayan aracın içinde şehrin trafiğine karıştık.

Sinir krizi aracın içinde de devam etti. Kendimi kaybedip soluksuz kalana kadar Tunç'a saldırmayı sürdürdüm. Çoğunlukla benim ataklarımı zaptetmeye çalıştığı bir süre boyunca dövüştük.

"Allah'ın cezası manyak!" diye bağırıyordu bana. "Ben bir şey yapmadım. Beni bırak!"

Bir zaman sonra ellerimi yüzüme kapatıp yeniden gözyaşlarına boğulduğumda fırsattan istifade yakasını paçasını düzeltip soluklanmaya çabaladı. Sonunda, yaşlı gözlerimi cama doğru çevirdim, suskunlaşarak geçtiğimiz yolları izlemeye başladım. Onunsa beni izlediğini, hala her an saldırıya geçmesi mümkün vahşi bir hayvanmışım gibi tetikte durarak beni gözlediğini biliyordum. Oysa daha fazla gücüm kalmamıştı savaşmaya, sakinleştim. O ise hemen sakinleşemedi.

"Ben bir şey yapmadım. Atlas ne yaptıysa kendisi yaptı. Görmüyor musun bunu?" diye söylendi.

Hala ona saldırmak, onu parçalarına ayırmak istememe rağmen dönüp de yüzüne bakmadım.

"Hakkında soruşturma var. Mali şube onu izlemeye aldı. Burnuna kadar boka batmış. Bunu da ben mi yaptım ona?"

Sustum.

"Henüz hiçbir şey kanıtlanmadı buna rağmen kaçıyor, kaçar tabi çünkü kendini biliyor. Hayır işin komik tarafı belki de hiçbir zaman kanıtlanamayacak olması. Üst düzeylerden baskı varmış, bu davayı bırakın diyorlar. Haberini aldım merak etme. Cevdet Dorukan da boş durmuyor. Ama beni hafife alıyorlar ya ben en çok ona gülüyorum."

Dayanamadım.

"Sen ne diyorsun Allah aşkına?" diyerek ona döndüm.

Kırgın, küskün bir çocuğun ifadesi vardı bakışlarında. Fakat ses tonu kendinden emindi.

"Dedesi sağlam koruyor Atlas'ı. Ne de olsa soyadını taşıyan torunu o. Bugün Atlas korkaklık etmeyip seninle dönebilseydi, gözaltına alınacaktı, doğru ama fazla tutamayacaklardı. Çünkü davayı düşürmeye çalışıyorlar. Adet yerini bulsun diye yalandan sorgulayıp kayıt altına alacaklardı. O tabi ki tüm suçlamaları reddedecekti. Çay içip çıkacaktı. Bunu bile göze alamadı çünkü benim yaptırım gücümden korkuyor. Haklı tabi, bu konuda tevazu gösterecek değilim. Şaşırdığım tek şey, seni nasıl yalnız başına yollayabildiği oldu."

Gözlerimin içine sorgularcasına bakıyordu fakat bu sorunun cevabı bende de yoktu.

"Bitti." dedim göğsümün orta yeri incecikten tüterken. "Havalimanına kadar getirdi, orada bıraktı beni. Nereye gittiğini bile bilmiyorum."

Çünkü herkesin gidecek başka bir yolu vardı.

"İnanması güç."

"Benim için değil." dedim. Dememle de içimde şiddetli bir titreme peyda oldu.

"Bu kadar mı yani? Şimdi boşanacaksınız filan. Bu kadar kolay mı vazgeçecek senden?"

Sırtımdan aşağı boylu boyunca soğuk ürpertiler iniyordu.

"Neden bu kadar kötüsün?" diyebildim zorlukla.

"Ben bana zarar vermeyen kimseye zarar vermedim." dedi. Titrediğimi farketmişti. "Üşüyor musun sen?"

Yaz sıcağında titriyordum ama üşüyor muydum onu bilmiyordum. Elim ayağım donmaya başladığına göre galiba üşüyordum.

"Bana zarar veriyorsun." dedim.

"Yapma İpek." dedi şaka mı yapıyorsun dercesine. Onun ne düşündüğünü biliyordum, hiçbir zaman onunla aynı fikirde olmamıştım ve şahsen hiçbir zaman da bu kadar ciddi olmamıştım. "Klimayı kapat." diye seslendi şoföre.

"Atlas da sana hiçbir şey yapmadı."

"Atlas sana bile zarar verecek pek çok şey yaptı. En başta babasının ne biçim bir insan olduğunu bildiği halde onun yanında olmayı seçti. Gerçi, onunla kaçıp gitmeyi göze alabilen birine boş konuştuğumu biliyorum. Senin üzerinde yarattığı etki bana işlemiyor takdir edersin ki. Ben yalnızca adaletin peşindeyim."

Artık eşitliğin farklı taraflarındaydık. Tunç'un bana bunca zaman bile bile zarar vermeyi amaçlamadığını biliyordum. Bununla beraber, artık aynı tarafta olmadığımızı onun da kabullendiğini görebiliyordum. Her zaman eli güçlü olarak çıkmıştı karşıma. Beni köşeye sıkıştırıp seçeneklerimi tartar hale getirecek kurallar koymuştu. Bu kez farklıydı. Ay ışığının altında oturduğumuz bir gecede Atlas'ın geçmişiyle ilgili anlattıklarını bilmiyordu Tunç. İlk kez benim bildiğim, onunsa bilmediği gerçekler vardı aramızda. Benim kalbimde ve vicdanımda Atlas'ı akladığım sebeplerdi bunlar. Fakat bana anlatılanları hiçbir koşulda Tunç'la paylaşmayacaktım. Çünkü Tunç'un elde ettiği gerçekleri şekillendirme kabiliyetini asla küçümsemiyordum.

"Sen yalnızca kişisel hırslarının peşindesin." diye cevap verdim.

"Senin bu şekilde adlandırman gerçeği değiştirmiyor."

"Gerçek? Ne ki gerçek? Sen nasıl şekil verirsen ona dönüşen bir şey değil mi?"

Bir araya geldiğimizden beri ilk kez bir gülümsemenin kırıntısı belirdi yüzünde.

"Bunu sevdim."

Yanılmıyordum. Tunç'un kendi zekasından başı dönüyordu. Onu mutlu eden düşünce benim midemi bulandırıyordu.

"Dayının ölümünü Atlas'ın üstüne yıkmaya çalıştın."

"İnsan hayatta herşeyi kazanamaz. Ama bak ondan da yırttı."

"Ne olursa soğuyacak için?"

"Göreceksin merak etme. Birlikte göreceğiz."

Bir süredir Maslak - Levent güzergahında ilerleyen araç, Gayrettepe dolaylarında bir otelin girişine yanaşarak yavaşlamıştı.

"Neden buraya geldik?" diye sordum. Buna da cevap vermedi.

"Yol yorgunusun biraz dinlen." dedi. "Nasılsa konuşacağız. Daha çok konuşacağız."



*****************


Tunç'un çalışanı resepsiyoniste "İpek Özgen" olduğumu belirtip, çantamı otel görevlilerine devrettikten sonra ayrılmıştı. Görünen o ki, bellboy bile neden burada olduğumu benden daha iyi biliyordu. Oda kartım olmaksızın, bana yol gösteren bellboy'un eşliğinde otelin on dördüncü katına çıktım. Upuzun dar bir koridorun en sonundaki kapıya doğru ilerledik. Önünde durduğumuz odanın kapısı açıldığında karşımda gördüğüm yüz anneme aitti.

Bedenimi saran ürpertiler arttı.

"Anne." diyebildim, sesim fısıltı düzeyindeydi.

"Yavrum!" dedi beni kollarına çekerek. "Ah İpek'im. Nerelerdeydin sen? Nerelerdeydin ah..."

İlk ah'ları peşi sıra diğer ah'lar izledi. Çenemi omzuna dayadım. Bütün sistemlerim bir bir çökerken bütün sitemlerini sineye çekmeye hazırdım. Çünkü ne dese haklıydı. Çok haklıydı.

Fakat şöyle bir geri çekildiğinde yüzüme bir an bakması yetmişti, ne kadar sitemi varsa içine attı. 

"Uzun yoldan geldin, gel. Otur şöyle. İyi görünmüyorsun." dedi.

Evden farksız döşenmiş otel odasının içinde bir koltuğa oturduk karşılıklı. Eminim ki çok söyleyecekleri vardı ve ben dinlemek istiyordum onu. Duymak istedikleri vardı benden, anlatmak istiyordum. Özür dilemek istiyordum herşeyden önce, seni çok utandırdım biliyorum ama ben hala senin kızınım, benden ümidini kesme demek istiyordum. Fakat bozulmuş sinirlerim ve tir tir titreyen bedenim düşüncelerimi ele geçiriyor, doğru cümleleri kurmamı engelliyordu. Ateşlerin ortasında kavrulduğumu hisseder buna rağmen titrerken annemin endişelerini yatıştıracak doğru sözcükleri dile getiremiyordum. Ben zaten çok uzun zamandır doğru olan hiçbir şey yapamıyordum.

Atlas'ın güzel yüzü yüreğimin orta yerinde tüten iflah olmak bilmez bir yangındı. Annemin güvenli kollarına sığınmak henüz kurumamış yaralarımın taze kabuklarını kaldırmış, kanatmıştı.

"Anne..." dedim. Gerisini söyleyemedim, yuttum. "Anne ben seni çok özledim." diye döküldü dilimden.

"Ben de seni çok özledim annecim." diyen annemin gözlerine yaşlar doldu. Sarıldık birbirimize. Kollarının arasında yaprak gibi titriyordum artık.

"Titriyorsun sen. Üstüne bir şey getireyim." diyerek bir telaş yerinden fırladı.

"Gitme. Getirme." dediysem de dinlemedi. Arka odada gözden kayboldu.

"Olmaz öyle. Olur mu?" diyen sesi evham doluydu.

Elinde kendi ördüğü yün hırkayla geri döndü. Sanki hala bebekmişim gibi kollarımdan tutarak, giymeme yardım etti. Ellerini alnımda, yanaklarımda, boynumda gezdirdi. Soğuktu elleri, üşüyordum, dokunmasın istiyordum. Bir sakin olsun, bana fırsat versin, beni dinlesin istiyordum. Fakat sanki duyacaklarından korkar ve beni konuşturmak istemezmişçesine bir panik içerisindeydi.

"Hiç iyi değilsin hem de. Alev alev yanıyorsun sen." dedi. Yüzümdeki elini tuttum, elimin arasına aldım, kucağıma indirdim. İçim taşıyordu, tutamıyordum artık, döküldüm.

"Anne ben çok kötüyüm. Bana yardım et." dedim. Gözbebeklerine düşen korkunun gölgesi içimi acıttı. Nefesler almaya çabaladım. Hıçkırıklara karıştı soluğum, alamadım. Elimi dursun artık diye titreyen çeneme bastırdım. Durmadı. "Beni kurtar." dedim yalvarırcasına. Çünkü dayanamıyordum artık. "Canım çok yanıyor anne bana yardım et." dedim. "Çok utanıyorum kendimden. Ama en çok kalbimin içindekinden... kendi ellerimle söküp atasım var kalbimi çünkü dayanılmıyor, çok ağır, taşınmıyor... anne ben çok sevdim..." Yaşları yutkuna yutkuna tekrarladım. "Ben onu çok sevdim, o ise beni terketti. Nasıl yaşayacağım ben bununla?" Ellerini sımsıkı tuttum, yalvarırcasına sayıkladım. "Söyle geçer mi? Yaşanır mı?"

Sımsıkı bastırdı beni göğsüne. İçim çıkana kadar ağlarken fısıldadı sessizce, çok sessizce. Duydum, kulaklarımla değil kalbimle, ruhumla duydum. "Yaşanır annecim..." diye fısıldadı. "Geçecek. Sabret."

Yatağa yatırdı, üstümü sıkıca örttü. Ateşimi ölçtü, alnıma boynuma soğuk havlular bastırdı, titriyordum hala. Tek istediğimse uyumaktı. Sonsuza kadar uyumak. Dalıp gitmeden kısa süre önce telefonda birileriyle konuştuğunu duydum.

"Ateşi düşmüyor... biraz uyusun. Daha da yükselirse şayet... tamam arayacağım seni."


*****************


Kulağıma gelen birtakım fısıltıların etkisiyle kim bilir ne zaman sonra gözlerimi açtığımda oda karanlıktı, ter içindeydim ve susuzluktan dudaklarım birbirine yapışmıştı. Bir şekilde "Su." demeyi başardım. Baş ucumdaki gece lambasının ışığıyla gördüğüm annem yerinden kalkıp bir bardağa su doldurdu. Suyu yudum yudum içerken doğruldum. O zaman odanın girişinde kapıya yaslanmış halde beni izleyen Tunç'u gördüm.

"Neden buradasın sen?" dedim hiç düşünmeden. Bana cevap vermedi, anneme döndü.

"Gidelim mi?" diye sordu. Annem kafasını sallayınca tüm bitkinliğime rağmen adeta yerimden sıçradım.

"Nereye gidiyoruz?"

"Tunç seni hastaneye götürmeye geldi İpek. Saatlerdir ateşin düşmüyor."

"Hastane olmaz." dedim korkudan kaskatı kesilirken. "İyiyim ben, geçiyor git gide." Neyim vardı, tam olarak nereye doğru geçiyordu, sorsalar cevap vermem güçtü ama hiçbir yere gitmiyordum.

"İnat etme evladım. Hastaneye gitmeden geçmeyecek bu. Serum filan bağlarlar. Sağlam düşmüş bağışıklığın. Kim bilir ne biçim soğuk aldın."

Tunç, annemin talebi üstüne, gerekirse zor kullanarak beni yerimden kaldırıp götürmeye kararlı bir halde yaklaşırken telaşla annemin koluna yapıştım. Gözlerimi gözlerine dikerek,

"Lütfen anne." dedim. "Hastane olmaz, ilaç olmaz lütfen." Annemin gözbebekleri muhtemel tahminin şokuyla irileşti. Bir göz odada konuşuyorduk, dolayısıyla fısıldamamın bir anlamı yoktu. Herkes herşeyi duyuyordu. Sesimdeki annemi şok eden tonlama, Tunç'u da yarı yolda durdurmuştu.

Okunmaz bir ifadeyle bakıyordu yüzüme.

"Bana hiçbir şey sormayın." dedim doğruca Tunç'a bakarken. Sanki az önce midesine yumruk atmışım gibi yüzünü buruşturdu. Bakışlarını üzerimden çekti. Koyverdiği sıkıntılı, derin bir nefes eşliğinde ellerini ensesinden, saçlarından geçirdi. Anneme dönerek,

"Ben sonra gelirim." dedi ve cevabını beklemeden, yeri dövercesine sert adımlarla odayı terketti.

O gittiğinde yeniden baş başa kalmıştık fakat anneme hiçbir şey anlatmak istemiyordum. Henüz kendi korkumla yüzleşmeye bile hazır değildim, ödüm patlıyordu. Arkama yaslanıp, yatağın içine doğru uzandım. Annem,

"İpek." diye seslendiğinde gözlerimi açmadım. "Atlas'ın haberi var mı?" diye sorduğunda da açmadım.

Ellerimi yüzüme kapattım. Yatağın içinde büzüldüm, küçücük kaldım. Ağladım. Ağladım. Ağladım.

Gece geçti.

Sabah oldu.

Tunç getirdiği ilaçları kapıdan anneme bırakıp, birkaç şey söyleyip, gitti. İçeri girmemişti. Bence bu hepimizin iyiliğineydi.

Annem yanı başımda saçlarımı okşuyordu.

"İpek'im bunlar basit ilaçlar. İçmelisin annecim, ateşini düşürmemiz lazım." dediğinde daha fazla direnmedim.

Birkaç gün geçti. Ateşim düştü. Buna rağmen yataktan çıkacak, kimseyle konuşacak ya da görüşecek gücü toplayamadım. Dışarıda bir süreç devam ediyordu, bir yerden katılmam gerektiği ortadaydı. Benden beklenen bazı şeyler vardı. Konunun ucu bucağı kestirilmeyecek türden değildi. Fakat anladığım kadarıyla benden bağımsız da ilerleyen bu süreçte acele edilmiyor ve bana zaman tanınıyordu. Annem gündüzleri ara ara dışarı çıkıyor, kısa süre içerisinde geri geliyor, bazen duymamı istemediği kısık sesli telefon görüşmeleri yapıyordu.

İlk günkü şoku atlatan Tunç ise her akşam, genelde uyuduğum anlarda beni görmeye geliyordu. Gece lambasıyla aydınlanan loş odada baş ucumdaki koltukta oturuyor, sessizce beni izliyor, gözümü açsam da kapasam da tek kelime etmiyor, tek bir soru dahi sormuyordu.

Bir hafta geçti.

Bedenimin ateşi söndü fakat içimdeki ateş azıcık bile sönmedi.

Sonunda bir akşam üzeri, bu ruh halinin kolaylıkla geçmeyeceğini, içime attığım korkularımı ise ancak yüzleşerek aşabileceğimi kabullenerek ilk adımı attım, yerimden kalktım. Annem salonda televizyon izliyordu. Beni görünce yüzü aydınlandı. Uzanıp yanağına bir öpücük kondurdum. Yanına çekip sarıldı sımsıkı.

"Günaydın." dedi. Oysa gecenin bir vaktiydi. Kuru kuru gülümsedim.

"Günaydın." dedim.

"Aç mısın?" diye sordu.

"Değilim."

"Bir çorba içsen iyi olur."

"Otel çorbası senin yaptıkların gibi olmuyor."

"O da olacak biraz sabret. Buradaki işlerimiz bitsin. Evimize döneceğiz birlikte. O zaman canın ne istiyorsa yaparım." Saçlarımdan öptü. Ev derken elbette Antalya'yı kastettiğinin farkındaydım. Fakat benim için ev gerçekten neresiydi? Bir evim kalmış mıydı? Onu bilemiyordum ben.

Oda servisini aradı.

"Mercimek çorbası varmış."

"İyi." dedim. Bir önemi yoktu, nasılsa iki kaşık alıp bırakacaktım. Annem telefonu kapatınca,

"Burası, bu oda... normal bir otel odası değil." diye mırıldandım. Epeyden beri ilk kez etrafa alıcı gözle bakıyordum. "Burası..."

"Ev gibi, evet." diye tamamladı cümlemi. "Biz ödemiyoruz, Tunç'un misafiriyiz."

"Ben kimseden tek bir kuruş istemedim. Sen neden onun yardımını kabul ediyorsun?"

"Bu bir yardım değil çünkü, davet. Beni arayıp, senin hakkında bilgi veren, sonra da buraya davet eden kişi Tunç'tu. Kendini tanıttı, amacını anlattı. Onunla ve avukatıyla görüştük herşeyi. Siz ülke dışına çıktığınız andan beri başlayan yasal bir süreç ilerliyor. Bizi de ilgilendiren boyutları var, bu yüzden İstanbul'da kalmamız gerekiyor. Tunç'un davetini kabul etmesem başka nerede kalacaktık?"

Haklıydı sahi. Nerede kalacaktık? Hiçbir şeyimiz yoktu bizim. Ellerimi yüzümden geçirdim. İstanbul'a mesela Atlas'la birlikte dönmüş olsaydım, nerede kalacağımın cevabı farklı olacaktı. Fakat Atlas yoktu ve böyle bir olasılık hiç oluşmamıştı. Evim hissettiğim o yer de aslında hiç benim evim olmamıştı. Hissettiğim yalnızlık ince derin bir kesik gibi sızlatıyordu içimi.

"Haklısın." dedim, derken bile dilime değen acı tadı hissettim. "Neler oluyor bana anlatacak mısın?"

"Önce sen bana anlatsan daha iyi olacak sanki. Atlas'la evlenmişsiniz." dedi. Sesinin tonu sanki kırk kere daha tekrarlasa yine de inanması güç gelecekmiş gibiydi. "Bu nasıl oldu?"

Adını duymak bile kalbimi eziyor, unufak hale getiriyordu. Göz kapaklarım ağırlaştı, bakışlarım yere eğildi farketmeksizin. Ben çoktan içimde bir yerlerde kaybolmuş, gitmiştim. Söylenecek ne çok şey vardı fakat benim bunun nasıl olduğunu anlatmaya gücüm yoktu. Nereden başlarım onu da kestiremiyordum, neyse ki annem cevabımı beklemeden devam etti.

"Dünkü çocuk gözümde. Sude'nin oğlunu kucağına alışını dün gibi hatırlıyorum. Evimize geldikleri zamanlar henüz bebekti... sonra araya yıllar girdi. Kaya tırmanışı esnasında düşüp ağır yaralandığında hastaneye gitmiştik babanla. 10-12 yaşlarındaydı o zaman. İçten bir çocuktu, konuşkan, sevecen. Babanla birbirlerini çok severlerdi. Sanki aralarında bunca yaş farkı yokmuş gibi, iki arkadaş gibi şakalaşır, gülüşürlerdi. Onu en son gördüğüm yer babanın cenazesiydi... Hiç konuşmamıştı ama gözlerinden ip gibi yaşlar iniyordu. Konuşamıyordu o zamanlar, öyle duymuştum yani. Soğuktan şoka girdiği için bir süre konuşma kabiliyetini yitirdiğini söylüyorlardı. Gözlerini hatırlıyorum. Derin bir üzüntüyle bakıyordu gözlerimin içine." Annemin puslu bakışları uzaklara daldı gitti. "Ne o zamanlar, ne de sonrasında başımıza gelen hiçbir şey için Atlas'ı suçlamak aklımın ucundan geçmedi benim. Baban gerçekte ne şekilde ölmüş olursa olsun o çocuğun bir suçunun olamayacağını biliyordum."

"Bense bilmiyordum." diye mırıldandım.

"Çok hatalısın İpek... Nasıl cahilce bir yola başvurdun ve sonra nasıl bir aşka düştün hala aklım almıyor. Sude'de benimle aynı hisleri paylaşıyor." diye devam etti. Atlas'ın annesinin adını duyduğum an bakışlarımı düştüğü yerden kaldırdım. Görüşmüşler miydi? Annem, dile getiremediğim soruyu gözlerimden okuyordu.

"Evet, görüştük. Evlendiğinizi öğrenmenin şokundan çıkmak kolay değildi benim için. Hem de kırk yalan dolanla, sevdiği adamı kandırarak, herkesi kandırarak gözünü karartan o kız gerçekten benim yetiştirdiğim çocuk mu? Aşk mı bu? Aşksa nasıl bir aşk diye çok sorguladım. Acayip bir şok ve utanç yaşadım. Halden anlayabilecek biriyle konuşma ihtiyacı hissettim. Sude'de benimle aynı durumdaymış meğer. O da benim gibi bu olayı siz ülke sınırlarını terkettikten sonra öğrenmiş. Bunca yıldan, araya giren bunca olaylardan sonra onunla dertleşmek garipti ama bir şekilde iyi de hissettirdi."

Hislerine en ufak itirazım olamazdı. Kendimi onun yerine koymak bile istemiyordum. Biriyle paylaşmak her zaman iyi hissettirirdi, bu kişi yıllardır görüşmediği eski dostu Sude Dorukan olsa bile. Bu kişi, göz göre göre kandırdığım adamın annesi olsa bile. "Anlayabiliyorum."

"Ama ben seni hiç anlayamıyorum İpek. Kendi kızımı hiç ama hiç tanıyamıyorum." diye sitem etti.

Utanç bir kez daha tüm bedenimi kuşattı. "Haklısın." diye mırıldandım. "Çok üzgünüm."

"Neden haklı olayım? Haklı filan değilim ben annem. Ben hayalkırıklığı yaşıyorum. Nasıl bir anneyim diye kendimi sorguluyorum. Senin aldığın her karardan, attığın her adımdan dolayı suçluluk hissediyorum. Sen bu kadar yaralanacağın bir savaşın içine girerken nasıl görmemişim, sormamışım, nasıl engel olamamışım diye vicdan azabı çekiyorum. Senin canın yanıyor, benim canım yanıyor, içim parçalanıyor. Haklı olmak istemiyorum annecim ben."

Her sözüyle battıkça batıyor, utancın derinliklerine gömülüyor gibiydim.

"Çıkamıyorum işin içinden." diye mırıldandığımda korumacı annelik içgüdüsü devreye girdi.

"Çok gençsin, ömür boyu unutamayacağın dersler alacaksın ama atlatacaksın. Onarılmaz değil." dedi. "Hasarı birlikte onaracağız. Yardım etmek istiyorum sana. Bundan sonrası için, benden hiçbir şey saklama ne olur! Saklama ki, bu dert yumağını birlikte çözelim. Ben sana yardım edeceğim, sen de bana yardım et ki çözebilelim."

Çok yenik, çok yılgındım. Yapabileceğim ne varsa yapmaya razıydım. "Ne anlatayım bu saatten sonra?" diye sordum.

Başlangıç olarak öğrenmek istediği her neyse belli ki onu utandırıyordu. Annemin bu naif tavrını tanıyordum. Ne soracağını tahmin edebiliyordum.

"Öncelikle... en önemlisi... bir bebek ihtimali, söz konusu mu?"

Soruyu tahmin etmekle açık açık duymak ayrı şeylerdi. Sanki taş yutmuştum. Sanki içime beni ezip yok edebilecek büyüklükte, kenarları sivri diken, içimi deşen bir taş oturmuştu. Soruyu hazmetmeye çalışarak olabildiğince sakin bir nefes aldım ve tek seferde,

"Hayır, değil." dedim.

"Emin misin? Geçen gün hastaneye neden gitmek istemedin?"

"Tunç yüzündendi. Tunç'tan hiçbir konuda yardım almak istemiyordum."

"İpek, o çocuk bile hamile olduğunu düşündü. İkimizin aklına da aynı şüpheyi soktun. Annem bak, bu konuda yalan söylemen herşeyi çıkmaza sokar. İstersen bir test alalım, birlikte yapalım. Bu soruyu aklımızdan kesin olarak atalım, olmaz mı?"

"Hamile değilim anne. Ben eminim. Reglim dönüş uçağına binmeden bir gün önce sona erdi."

Tavrım kesindi. Yine de bir süre emin olmaya çalışırcasına gözlerimin içine baktı. Ben kararlı duruşumu koruyunca pes etti. Zaten utandığı bir konuyu uzatmak istemediğini biliyordum.

"Pekala." dedi derin bir iç çekerek. "Öyleyse sıradaki derdimizden devam edelim. Atlas sana ayrılırken ne söyledi?"

"Hiçbir şey."

"Nasıl hiçbir şey?"

"Ayrılacağımızı bilmiyordum. En son bana ayrılmak istemediğini söylemişti. Ben de istemiyordum. Bizim için bir yol bulmaya çabalayacağını söylemişti. İşleri vardı, birkaç hafta farklı yerlerde kaldık. Birgün aniden ben annesinden babasının durumunun ağırlaştığını belirten bir mesaj aldım. Birlikte dönüş yoluna geçtik. Havalimanına kadar geldi benimle, bileti elime tutuşturdu, ben döndüm, o kaldı."

Ben, ben oldukça bu acı da benden çıkmayacaktı. Herşeyi aklayabiliyordum da kalbimde bu acıyı aklayamıyordum. Şimdi bir kez daha, yaşananları anneme anlatırken içimin iplik iplik söküldüğünü hissediyordum.

"Aradığı o yolu bulamamış olmalı." dedi annem hüzünle.

"Havalimanında terk etti beni. Nereye gitti tahminim var ama emin de olamıyorum. Yolda giderken bir şeyler konuşmuştuk ama... o an ben..."

"Ne konuştunuz?"

Gözyaşlarımı silerken dahi annem anın içerisinde mantığı terk etmiyordu. Muhtemelen benim de tutunmam gereken tek şey buydu. Darmadağın aklımı toplamaya çabalayarak söze devam ettim. 

"Bir sürü şey konuşmuştuk. Öncesinde ve sonrasında. Ama havalimanı yolunda söyledikleri kafamı çok karıştırmıştı. Bir anlamı olmalı tabi. Çünkü Atlas bugüne kadar hiçbir öngörüsünde yanılmadı. Ben hariç..."

Ellerimi utanç içinde yüzüme kapattım. Yine ağırlaşmıştım. Konudan sapıyordum. Odaklanmalıydım.

"Konuştuğumuz herşey bölük pörçük kafamda, şunu çok net hatırlıyorum ama; İstanbul'a dönünce senden bazı şeyler isteyeceğim, onları sorgusuz sualsiz kabul etmen benim için önemli demişti. Ben o zaman birlikte döneceğimizi sanıyordum. Dönmedi şimdi, bu sözünün bir anlamı kaldı mı?"

Annem hüzünlü bir ifadeyle kafasını sallayarak "Bence anlamı var." dedi.

İçim sıkıştı.

"Atlas senden isteyeceği şeyleri senden çok önce ailesiyle paylaşmış İpek. Sude'de benimle paylaştı. Dorukan'ların bizden bazı ricaları var. Bence Atlas'ın kastettiği de bu olmalı."

Bizzat benimle paylaşmak yerine beni bir yabancı gibi ailesiyle muhatap ettiği ricaları vardı öyle mi?

"Babanla ilgili yaşananlardan dolayı çok büyük bir üzüntü ve suçluluk duyuyorlar. Üzüntüyü anlayabiliyorum, duyulan suçluluk ise bir yerde karşılıklı. Benim kızımın yaptıkları da yenilir yutulur cinsten değil. Sude yıllar yılı kendi yaşadıklarıyla ilgili öyle şeyler anlattı ki, bıçağın iki yüzü olduğuna ikna oldum. İki aile de çok fazla acıdan geçmiş. Ben artık kim haklı kim haksızın çetelesini tutmak istemiyorum. Kenan ölüm döşeğinde, babanın nasıl öldüğünü anlatmak istedi, gittim dinledim. Yaptığı, yaşattığı herşey için özür diledi, ben de kabul ettim."

Hayretlerden hayret beğeniyordum.

"Ama nasıl kabul edersin?!" diyen sesime yoğun sitem hakimdi. "Hem ne anlattı sana? Bunca yıl gerçeği gizleyen adam, yine yalan söylemiştir!"

Bunun üzerine annem, Kenan'ın anlattıklarını bana anlattı. Atlas'tan duyduklarımla birebir aynıydı. Kenan gerçekten de ölüm döşeğinde bir nevi günah çıkarmıştı. İnanması güç geliyordu.

"Sude bir de cd verdi bana. Üçünün Pobeda yolunda çektikleri videonun kaydı. Babanın canlı kanlı son halleri. Görmemiştim daha önce. Çok oturdu içime."

Sakin sakin konuşuyordu ama incecik yaşlar iniyordu gözlerinden. Anormalliğine eşlik etmekte gecikmedim. Bahsettiği video Tunç'un bana izletmeye çalıştığı video olmalıydı. Sude faktörü Tunç'un da videoyu nasıl ele geçirdiğini açıklıyordu.

"Bana da Tunç izletmek istemişti ama ben izleyememiştim sonuna kadar."

"Kenan'ı kurtarmak üzere mağaradan çıkmalarından önce son buluyor. Babanla Atlas konuşmuşlar en son. Atlas babasının öldüğünü düşünüyormuş o anlarda. Ölümüne bile öfkeliymiş. Sesinden, tavrından belli."

Annem suskunlaştı. Yaşlar arttı. Nasıl olur da Kenan hatalarla dolu ömrünü yıllar boyu sürdürebilirken, Kenan'ın öldüğünü sandıkları o anlar benim babamın ömrünün son anları olabilmişti? Kaderin ipine dizilmiş üç adam. Babam en aşağıda kalmıştı. Bir üstte Kenan. Sonra Atlas. Önce babam terk etmişti hayatı. Şimdi Kenan'ın vakti gelmişti. Kabuslarımda ölümünü gördüğüm ve yaşadığına şükrettiğim Atlas ise hayattaydı. Fakat o da beni terk etmişti. Ve bana öyle geliyordu ki o gittiğinden beri benim içimden hayat çekilmişti.  Adına kader dediğimiz yaşam döngüsü bizleri bir ömürde hiç bilmediğimiz şekillerde sıraya diziyor, cevabını bilmediğimiz sorularla sınava çekiyordu.

İçimde öfke yoktu. Atlas'ın dilediği şekilde bir hayat yaşamasını, uzun, sağlıklı bir ömür sürmesini, en çok da yüreğini darlayan vicdan azabından kurtulmasını diliyordum. Umarım ona yaşattığım kötü günleri aşmayı başarabilirdi. Ben de dilerim bir gün, bugün değilse de elbet bir gün onu kalbimden azad edebilirdim. Gözyaşlarım gibi akıp giden ömrümde yitirdiğim ışığımı ise fazla düşünmüyordum. Geleceği düşünmek, planlar yapmak, hayaller kurmak artık öylesine boş geliyordu.

Annem bir zaman sonra ara verdiği yerden sözüne devam etti.

"Sude ve Kenan, babanın kulübe ortak olurken ödediği payını geri vermek istiyorlar. Parasında değilim, zaten bugünün şartlarında komik bir para bu. Sen kabul edersen şayet kulübün yüzde elli hissesini sana devredecekler. Kenan, diğer yüzde ellisini de kabul ederse şayet Tunç'a bırakmak istiyor. Ona karşı vicdani yükümlülüğü varmış ve hukuki bir savaşı sürdürmek istemiyormuş. Kendisi öldükten sonra Atlas'ın başına kalmasını da istemiyor tabi, bence biraz da bu sebeple Tunç'la bir an önce anlaşmanın peşinde. Kendi adıma ben, teklifi kabul ettim. Çünkü artık tek istediğim seni bu savaşın içinden çıkarmak. Yaşananları da yaptığın yanlışlar gibi ardımızda bırakacağız. Evimize döneceğiz. On dokuz yaşındasın annecim. Hayatında yeni bir sayfa açacaksın."

Maddi konulara kafa yormak, bir de yeni bir sayfa açmak, alabildiğine olanaksız ve faydasız geliyordu bana. Annemin anlattıklarının bir kulağımdan girip bir kulağımdan çıkmaması için odaklanmaya çabaladım. Şu an kendimi değil, annemi düşünmek zorundaydım. Söyledikleri içerisinde hak verdiklerim kadar aklımın almadığı bazı şeyler de vardı.

"Ben Kenan'la aynı masada oturdum, yüzüne karşı hesap sordum. O zaman benden özür dilemek şöyle dursun kuduz bir köpek gibi nefretini kustu. Senden özür dilerken samimi olduğuna inanmakta güçlük çekiyorum. Bu işte bir iş olmasın? Yine oyuna getirilip dalga geçilen biz olmayalım."

"Eminim ki hırsları vardı, koruma gereksinimi duydukları vardı. Ölümle kaçınılmaz bir şekilde yüzleşmek ve bunu kabullenmek insanı eninde sonunda ehlileştiriyor olmalı. Sude beni, Kenan'ın anlatacaklarını dinlememin ölüm döşeğinde bir adamın son arzusu olduğunu söyleyerek çağırdı. Zarar verdiğini bildiği, ulaşabildiği herkesten özür diliyormuş, önce karısından başlamış. Sude'nin anlattığına göre kötü bir evlilikleri varmış. Yıllardır ayrı yaşıyorlarmış. Ama affetmişler birbirlerini. Tunç'u ve Elif'i çağırmış daha çok yeni. Elif gitmemiş, Tunç'la ne konuştular, Tunç neye karar vermiştir bilemem. Seni de görmek istedi ama senin iyi olmadığını bildiğim için ben ikimizin yerine de gittim. Gittiğimde gördüğümse tam olarak Sude'nin söylediği halde bir adamdı. Hastane odasında, ömrünün sonlarında, her yerinden makinelere bağlı. Zor konuşuyor yine de anlattı herşeyi, hatalarını kabullendi, istemeye yüzüm yok ama hakkını helal etmeni çok isterim, dedi. Ben de helal ettim İpek. Yüreğimde daha fazla kin ve keder taşımak istemiyorum. Ben bu davayı kendi içimde sonlandırdım."

"Peki anne." dedim boyun eğerek. "Sen nasıl istiyorsan..."

Yıllarca yaşadıklarımızı, çektiklerimizi ona tekrar hatırlatacak değildim. İyi biliyordu hatta benden çok daha iyi biliyordu. Çünkü ben gerçekleri sadece bana yansıdığı kadarıyla biliyordum. Buz dağının görünmeyen bir yüzü vardı. Sırf ben daha az etkileneyim diye benden gizli nelere göğüs gerdiğini Allah bilirdi. Buna rağmen affetmeyi seçmişti. Benim yaptıklarımı da yok saymıyor, iki aile olarak birbirimize verdiğimiz zararların yettiğini düşünüyordu. Bu noktada artık bana annemin sözünün üstüne söz söylemek düşmüyordu.

Tunç konusu ise hem içinde hem dışında olduğumuz başka bir konuydu.

"Bence Tunç'tan bizden kurtuldukları kadar kolay kurtulamayacaklar. Onun nefreti çok yoğun. Hiç değilse bunu biliyor olmalılar." dedim.

"Biliyorlardır mutlaka."

"Onu nasıl ikna etmeyi umuyorlar acaba?"

"Bilmiyorum ve bence işin o kısmı bizi hiç ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren sensin, dolayısıyla Atlas'ın senden istediğini kabul etmen, en az Atlas için olduğu kadar benim için de önemli."

Korkunun damarlarımda asit gibi, yakıcı bir hızla yayıldığını hissettim. Duymak bile istemiyordum, yine de,

"Bitmemiş mi istekleri? Benden daha ne istiyormuş?" diye sordum.

"Boşanmak istiyor İpek." dedi annem. "Atlas senden boşanmak istiyor."





Zugzwang: Satranç terminolojisine almancadan geçme, zug: hamle, zwang: zorlama kelimelerinden oluşmuş "hamle zorlaması" anlamına gelen bir sözcüktür. Satranç gibi sonsuz ihtimalli bir oyunda dahi tüm ihtimallerin tükendiği bir anı ifade eder. Oyuncu bir hamle yapmak zorundadır ve yapacağı hamle oyunu kaybettirecektir. Zira sırasını devredemez, bütün hamleleri tükenmiştir ve yapılacak olan tek hamle aynı zamanda kaybetmeyi sağlayacak olan hamledir.

"Oyunun galibi sondan bir önceki hatayı yapan oyuncudur."

Savielly TARTAKOWER



Terkedilmiş bir yerleşim yerindeyim. Evler ıssız, sokaklar ıssız, güneş tepede parlak. Kuru sıcak tenimi kavuruyor. Beyaz bir tül ve tülden beyaz sayfalar uçuşuyor etrafta. Çıplak ayaklarımla ben toz toprak bir zemine basarak uçan tülün peşi sıra kah yürüyorum, kah koşuyorum. Tülü yakalamak istiyorum. Bir türlü yakalayamıyorum. Durup etrafa bakıyorum, sanki daha dün yaşam varmışçasına hayat dolu bu yerin ansızın neden terkedildiğini anlamaya çalışıyorum. Tül gözden kaybolur gibi olunca, gözümü evlerden ayırıp, yeniden peşinden koşmayı sürdürüyorum. Rüzgar artıyor, koşumun şiddeti artıyor, tül uçuyor...uçuyor...uçuyor... tam kaçırdım sandığım bir anda, tülü parmaklarımın arasında hissediyorum. Şöyle bir evirip çeviriyorum. Farkediyorum ki bu tül benim gelinliğimin duvağı. Kırışan yerlerini düzeltip kafama yerleştiriyorum. Issızlığın orta yerinde yapayalnız yürümeyi sürdürüyorum. Birkaç adım sonra önümde bir boy aynası beliriyor. Ne uzunum ne kısa, tamı tamına aynı benim aynada gördüğüm. Üstümdeki gelinliğin etekliğini kaldırarak çıplak ayaklarıma ve sonra başımdaki duvağa bakıyorum. Ansızın rüzgar şiddetleniyor, etrafta başı boş şekilde uçuşan sayfalar tenime çarpmaya başlıyor. Kollarımı korumaya çalıştığım bedenime doluyorum, kağıtlar çarptıkları yerlerde kağıt kesikleri bırakıyor. Acıyla yaralanan tenimi ovuşturuyorum. Yere eğilip, düşen kağıtlardan birini elime alıyorum. Üzerinde, dava dilekçesidir yazıyor. Nöbetçi Aile Mahkemesi'ne... Taraflar. İpek Öztürk. Atlas Dorukan. Aile birliğinin temelden sarsılması gerekçesiyle... anlaşmalı olarak... tarafların birbirinden herhangi bir... Kağıdı ellerimin arasında buruş buruş ediyorum çünkü canım çok acıyor. Çünkü kağıt kesiği çok can yakıyor.


******************


Gözlerimi açtığımda hava henüz aydınlanmamıştı. Yatağın yanındaki komidinin üstünde duran alarmlı radyonun yanıp sönen kırmızı ışığı dışında oda tamamen karanlıktı. Saat gece ikiyi gösteriyordu. Annem yatağın diğer tarafında, yanımda, derin nefesler alarak uyuyordu. Bense az önce rüyamdaki kağıt kesiklerinin sızısını bütün bedenimde hissederken daha fazla uyuyamayacağımı biliyordum. Annemi uyandırmadan yerimden kalktım. Sırt çantamı yanıma aldım. Üstümde giyilmekten eskimiş bir şort ve tişörtle odadan çıktım. Gecenin kör saatinde otelde mutlak sessizlik hakimdi. Resepsiyon görevlisi masa başında uyukluyordu. Neredeyse kimselere görünmeden otelden ayrıldım.

Yaz ortasında hava gece bile sıcaktı. Otelin konumu doğruca sahile inen ana yolun üstündeydi. Yokuş aşağı yürümeye başladım. O çok iyi bildiğim Darphane ayrımına gelmem fazla uzun sürmedi. Ara yollara saparak körü körüne yürümeyi sürdürdüm. Mahalle ıssız ve sessizdi, evlerin ışıkları sönüktü, tek bir eczane hariç bütün dükkanlar kapalıydı. Eczanedeki işim kısa sürdü.

Yeniden karanlık yola çıktım. Issızlık ya da sessizlik beni ürkütmüyordu. Zihnim vakitsiz ölen hayallerin görkemli bir geçit töreniydi. İçeride büyük bir karmaşa, gürültü ve kalabalık hakimdi. Tahammül edemediğim sessizlik değil aksine bütün bu seslerdi. Adımlarımın körlemesine yürüyüşüm bir zaman önce evim sandığım o apartmanın önüne kadar sürdü. Girişte durup kapı şifresini tuşlarken sanki arkamda çalışır halde bekleyen bir motorun sesini duyar gibiydim. Hayalim gerçekliğimi avlıyordu.

Kilidi çevirip içeri girdim. Evin içi bir ayı aşkın süredir kullanılmamaktan ötürü havasızdı. Herkes terketmişti evini, bir daha da kimsenin geri döneceği yoktu. Bir zaman önce ben burada, bir aile olduğumuzu sanmıştım. Bir yalanı yaşadığımı bile bile, kendimi nasıl da inandırmıştım. Yazık kere yazık. Ona suç bulacak tek bir sebebim yoktu. Zaten bana neden bitmesi gerektiğini tüm mantıklı gerekçeleriyle açıklamıştı. İçimde Atlas'a dair en ufak bir kin ya da öfke barınmıyordu. O haklıydı bense çok üzgündüm çünkü böyle bitmesi gerekmiyordu.

Doğruca yatak odasına ilerledim. Gömme dolabın kapaklarını açtım. Gelinliğim, Atlas'ın damatlık smokinin yanı başında, koruyucu torbasının içerisinde tertemiz duruyordu. Birbirine sarılmışçasına duran iki elbise torbasına elimi bile sürmeden dakikalar boyu baktım. Ayağımızda spor ayakkabılarımız, dağılmış saçlarımız ve buna rağmen günün anlam ve önemine uygun seçilmiş giysilerimiz vardı. Gülüyorduk... kıymetini bilemediğimiz gülüşlerimiz vardı. Kalbim kalbiyle bir atarken adımlarımı da büyük adımlarına yetişebilmek için büyük büyük atardım. Yetişemezdim bazen koşardım. O her zaman elimden tutar, beni beklerdi. Şimdi, kayıp giden herşey gibi yitirdiğim ellerimin arasındaki elleriydi. Bomboş ellerime baktım. Avcuma bir damla yaş aktı.

Gelinliği torbasından çıkardım. Parmaklarımın arasında hissettiğim kabarık tül kumaşı ellerimle severcesine düzelttim. Elma bahçesindeki evde, sıra dışı şekilde gelişen ilk gecemizin anıları dün gibi gözlerimin önündeydi. Patlayan bir tüfek, düşen, dökülen yiyecekler, parçalanan bir cam, kırılan bir kapı ve biz. El ele, göz göze, birbirine çok aşık... yıldızlı bir göğün altında, birbirine kavuşan iki beden, ölümüne korktuğum, ölümüne heyecanlandığım ve sonra ona ait olarak büyülendiğim anlar...

Giysilerimiz, kopmak üzere bir kıyametten kaçarcasına evlendiğimiz o günü normal kılan tek şeydi. İçimde saf ve temiz kalan şeylerin bir simgesi gibiydi gelinliğim ve artık o bile kabuslarımda yer alıyordu.

"Sen buradasın artık hiçbir şeyden korkmuyorum."

"Ben hep yanında olacağım."

Üstümdeki şortu ve tişörtü çıkardım. Titreyen ellerime rağmen gelinliği başımdan aşağı geçirerek giymeyi başardım. Aynanın karşısına geçtim, saçlarımı üstünkörü topladım, duvağı düzgün şekilde topuzumun üstüne yerleştirdim. Çıplak ayaklarım ve başımda duvağımla rüyamda gördüğüm halime ne kadar benziyordum. Oysa gözlerimden sessiz sessiz akan yaşlara bakarken kendime yabancılaşmış gibi hissediyordum. Gözlerim kurumuş bir ağaç dalı gibi kararmış, çukura kaçmıştı, yapraklarını dökmüş, yeşilini yitirmiş, cansız ve hissiz.

"Şu an ne kadar seksi göründüğünü bilsen o nefesleri de alamazdın."

"Ya sen... Ya sen!"

"Ben nefes alamıyorum İpek. Güzelliğin nefesimi kesiyor."

Çantamdan aldığım eczane poşetiyle birlikte acelesiz adımlarla banyoya ilerledim. Küvetin suyunu açtım. Küvet bir yandan dolarken gelinliğin etekliğini toplayarak klozete oturdum. Elimdeki testin bir kullanım kılavuzu vardı fakat kılavuza bakarak dahi yapabileceğimden emin değildim. Hissettiğim ve hissedemediğim herşeyle birlikte olası sonuçlara karşı hazırlıksızdım. Muhtemelen hiçbir zaman da hazır olamayacaktım.

Testi kenara bıraktım. Elim boynumdaki kolyenin ucunda sallanan yüzüğe gitti. Sonsuzluk anlamına gelen yuvarlak metal parçası kısacık süren bu aşkın hiç tutulmamak üzere verilmiş sözlerinin bir kanıtı gibiydi.

Sonsuzlukla ilgili sözlerimizi unutmadım İpek. Ben o sonsuzluğa hala inanıyorum.

Veda sözcükleri tutulmayan vaatleri bir bir temize çekiyor, giden gidiyor, kalana ise o sözcüklerin artık hükümsüz hale geldiğini kabullenmek düşüyordu. Atlas'ın kendi yüzüğünü parmakları arasında tutarken söyledikleri geçti aklımdan.

Sana, seni hiç sevmedim de demiştim o gece. İnanmış mıydın buna? Her söylediğime inanır mısın sorgusuz sualsiz?

İnanma İpek. Bana inanma.

Boğazımda düğümlenen yumru yutkunmakla geçmiyordu. Testi yeniden elime aldım. Bir çadırın içerisinde alev alev geçen savunmasız gecelerin sonuçlarıyla yüzleşmek zorundaydım. Bizi çepeçevre kuşatan bu hikayede yirmi dört sene önce yapılan hataların sonucunda dünyaya gelen bir değil iki insan vardı. Geçmişin hatalarının bedeli elbet ödeniyor, üstü kapatılmaya çalışılsa bile gerçek, yüzeye çıkmanın bir yolunu mutlaka buluyordu. Geçmişten alınması gereken dersler vardı. Bir can daha aynı akibeti yaşamamalıydı. Atlas'ın bebeğini taşıyorsam şayet ona kıymam mümkün değildi. Saklamak da çözüm değildi. Atlas'la da bu gerçeği paylaşmak zorundaydım. Fakat Allah biliyordu ya tüm kalbimle sonucun negatif çıkmasını diliyordum. Çünkü aslında kimse istemeyecekti bu bebeği ve ben kimsenin hayatına zoraki bir yük daha bindirmek istemiyordum. Gözlerimi sımsıkı yumdum. İçimden altmışa kadar saydım. Lütfen...lütfen...lütfen...Allah'ım bana yardım et lütfen...

Gözlerimi açtım.

Derin bir nefes aldım.

İçimdeki karanlığı atamıyordum. Rahatlamam gerekiyordu ama onu da yapamıyordum. Küvetin baş ucunda Atlas'ın muhteşem kokulu şampuanları ve duş jelleri vardı. Elime geçirdiğim herşeyi suyun içine sıktım. Koku bütün banyoya yayıldı. Köpük köpük kabaran küvet doldu. Musluğu kapattım. Küvetin yanında duran kullanılmış test çubuğunu çöpün içine attım.

Artık suya girmeye hazırdım.

Umudun ölmesi biraz uzun sürüyor, fazlasıyla acı veriyordu ama inancın ölmesi daha çabuk ve acısız gerçekleşiyordu. Biri diğerini takip ediyordu peş peşe. İkisini de yitirmek tarifi güç derecede büyük bir boşluk yaratıyordu insanın içinde. Fakat bu boşluk huzur vermiyor, aldığım hiçbir nefes yetmiyor, boşluğu doldurmuyor aksine ciğerlerimi alev alev yakıyordu. Bu yüzden derin ve acı dolu bir nefes alarak nefesimi tuttum. Kafamı suyun içine soktum.

Dayanamayacağım noktaya kadar bekledim. Acı yoğunlaştı. Bekledim. İçimde sıkıştı. Bekledim. Ve sonra, çığlıklar ata ata o nefesi suyun içinde koyverdim.

Yüzeye çıktım. Derin nefesler aldım. Sonra bir daha daldım. Bir daha ve bir daha... ciğerlerim patlarcasına, boğazım yırtılırcasına haykırdım. Uzun bir süre boyunca ve defalarca çığlık atmayı, haykırmayı sürdürdüm. Ne zamanki tükendim, başımı geriye, küvetin mermer sırtına yasladım. Bir süre için zihnimdeki cümbüş susmuştu. Sessizliği dinlemek güzeldi.

Uzaklarda bir yerde kapı zilinin tekrar tekrar çaldığını, kapının hırsla yumruklandığını hayal meyal duyduğumda yüzümü buruşturdum. Sessizlik de güzel olan herşey gibi kısa sürmüştü. Kapıyı açmayı düşünmüyordum. Gelen nasılsa giderdi. Gözlerimi kapadım. Usulca içim geçti.

Koridorun diğer ucunda bir gürültüdür, koptu. Tanıdık bir erkek sesinin adımı seslendiğini duyabiliyordum ama öylesine uykum vardı ki, gözlerimi açamıyordum. Banyo kapısı savrularak açıldığında içim çekilerek ayıldım. Karşımdaki tanıdık yüzde sayısız ifadeler görmüştüm, en çok da kendine güvenini yansıtan o sarsılmaz ifadesini. Şimdiyse o yüzde gördüğüm daha önce gördüklerimin hiçbirine benzemiyordu: Katışıksız bir dehşetti. Ve bende sadece derin bir hayalkırıklığı uyandırıyordu.

"İpek!" diye bağırdı neredeyse çığlık atarcasına. Sonra bedenini bana doğru, küvetin kenarına savurdu. Kollarıma yapıştı. Beni bez bir bebekmişim gibi sarsarak sağımı solumu kontrol etmeye başladı. "Delirdin mi sen napıyorsun? Napıyorsun?"

Boğazımın ne denli acıdığını farkettiren şekilde yutkundum. Yüzüm asıldı. Konuşmayı denedim ama sanırım başaramayacaktım. Ellerini üstümden ittim, sudan çıkmaya çabaladım. Ne yaptığımı anlamaya çalışırken kaşları çatıldı. Elbise sudan ağırlaşmıştı. Çıkmaya çalıştıkça başaramıyor, debelenip duruyordum.

Nihayet ne yapmaya çalıştığımı anladığında beni kucakladığı gibi sudan çıkardı. Üstümden akan sular onu ve geri kalan her yeri sırılsıklam ederken ayaklarımı yere bastım. Bir kez daha kollarından sıyrıldım. Parlak kahve gözlerindeki korku dolu ifadeye anlam veremeyerek baktım.

"Kendine bir zarar verdin mi?" diye sordu.

Şimdi herşeyi daha iyi anlıyordum. İntihar ettiğimi sanmıştı. Oysa ki aklımdan bile geçirmemiştim böyle bir şeyi. Ona cevap vermek yerine arkamı dönerek koridora çıktım.

"Nereye gidiyorsun?" diye seslendi.

Evin içine kıyamet gibi girdiğinden olsa gerek koridor halısı kaymış, duvardaki tablo koparak yere düşmüştü. Az ilerleyince kapının halini de gördüm.

"Evin kapısını mı kırdın?" diye söylendim. Arkamı döndüğümde bu soruyu bu denli sakin sorabilmemden ya da belki de üzerimde gelinlikle suyun içinden çıkmış halimden kaynaklanan hayreti hala yüzünde taşıyordu. Saniyeler boyu suratıma afallamış bir halde bakmayı sürdürdükten sonra o da aynı anormal sakinliği kuşanarak,

"Bilmiyorum. Kırdım galiba." diye cevap verdi.

"Kardeşine sandığından çok benziyormuşsun meğer." dedim.

Gözleri iri iri açıldı.

"Delisin sen! Hayır deli değil hatta ruh hastası bir manyaksın!"

"Gider misin buradan?"

"Nereye gidiyormuşum ya?"

"Evimden git."

"Senin evin mi burası?"

"Senin de değil."

"Kimsenin değil."

"Defol."

"Gitmiyorum."

"Allah Allah! Gitsene ya!"

"Asıl sen git." Gözleri kırpışarak elini gelinliğime doğru salladı. "Şu üstünü değiştir de konuşalım."

"Ne konuşacakmışım ben seninle?"

"Nasıl delirdin onu merak ediyorum. Böyle kusursuz, pırıl pırıl nasıl deliriniyor, öyle merak ediyorum ki! Senden iyi beceren de yok etrafımda!"

"Öldürürüm bak seni!"

Bağıra çağıra bir şekilde burun buruna gelmiştik. Burun buruna geldiğimizde benden ne kadar uzun boylu olduğu daha bir ortaya çıkıyordu. Otoriter tavrı ve tepeden bakışı karşısında ebeveynine yerli yersiz laflar eden akılsız bir ergen gibi görünüyordum. Daha da fenası ben ne zaman çöksem, yanı başımda hep Tunç'u buluyordum. Her defasında elimden tutan ve beni düştüğüm yerden kaldıran o oluyordu. Ve bu bana kendimi çok ama çok çaresiz hissettiriyordu.

"Ne olur git Tunç. Şu an yanımda olmasını istediğim son kişi bile değilsin." dedim, sesim hiç istemediğim halde ağlamaklı çıkmıştı. Gözlerimi gözlerinden çekip önüme odakladım, çünkü orada gördüğüm ifadeye daha fazla bakmaya dayanamıyordum. Eli nazikçe çenemi kavrayıp tekrar yüzüne bakmamı sağladı.

"Biliyorum." dedi. Sadece bu kadar. Kırılmadı, alınmadı, ters bir tepki göstermedi. Gözlerini gözlerimde tuttu ve bu söyleyebileceklerinden çok daha fazla şey anlattı. Sonra eli çözüldü, geriye doğru bir adım attı. "Hadi git üstünü değiştir. Ben salonda bekliyorum." dedi ve salon yönünde gözden uzaklaştı.


******************


Atlas'ın yokluğunda Atlas'ı taklit etmem ironikti. Onun evdeki en sevdiği eşyası olan french presste demlediğim kahveyi ve yanında getirdiğim iki fincanı orta sehpanın üzerine koydum. Fincanları doldurdum.

Üstüme kendi eski şortumu ve Atlas'ın beyaz renkli bol bir tişörtünü geçirmiştim. Islak saçlarım tepede darmadağın şekilde toplanmıştı. Tunç'a da benim yüzümden sırılsıklam olan tişörtünü değiştirmesi için Atlas'ın tişörtlerinden birini vermeyi teklif ettim. "Çoktan kurumaya başladı." diyerek reddetti. Israr etmeyerek karşısındaki koltuğa oturdum. Dizlerimi karnıma çektim. Gün yeni aydınlanıyordu. Fakat benim içimde hiçbir umut aydınlanmıyordu.

Kahvesinden bir yudum alıp fincanı sehpaya geri bıraktı. Dakikalar sonra ilk kez birbirimize gören gözlerle bakıyorduk.

"Berbat görünüyorsun." dedi.

"Sağ ol sen de." dedim. Ben kesinlikle berbat görünüyordum da, o da çok yorgun görünüyordu herşeyden önce. Yüzü çökmüş, gözlerinin altı torbalanmıştı. "Pek iyi uyumuyor gibisin."

"Tespit gibi tespit." diye mırıldandı. Televizyon ünitesinin üstünde duran saat sabah beş otuzu gösteriyordu. İkimizin adına da uykusuz bir gece sonlanmıştı. Ben sormadan açıkladı. "Annen uyandığında seni odada göremeyince endişelenmiş. Telefonunu da açmıyormuşsun. Bu yüzden bana ulaştı."

"Sen de burada olduğumu tahmin ettin."

"Fazla zor olmadı."

"Boşuna rahatsız etmişim seni. Annemi ararım birazdan."

Gözlerime yine o içime işleyen bakışlarla bakıyordu. Bakışlarımı kıskacından kurtarıp kahve fincanıma uzandım.

"Buraya neden geldin İpek?" diye sordu.

"Kapıyı kırmışsın sahiden. Yaptırsan iyi olur." dedim konuşmak istemediğimi açıkça belli ederek.

"Yaptırırım bugün."

"Kilit aynı kalabiliyor mu?"

"Cidden mi?"

"Evin sahibi ben değilim. Gerçek sahibi belki bir gün geri dönmek ister, benimle ilgili bir konu değil."

"Terkedildin ya, sen de intikam uğruna kilidi değiştiren eski eş olursun, ne olacak?"

Önerisi kulağa şaka gibi geliyordu ama şaka değil bu olsa olsa kara mizahtı. İkimiz de gülmedik.

"Buraya neden geldin?" diyerek sorusunu tekrarladı.

Fincanı sıkı sıkı tuttum. Elim titremiyordu hayır. Sinirlerim de harap ve bitap değildi. Anlatacaktım ona, ne olabilirdi ki daha fazla? Daha çok acı verecek bir yanı kalmamıştı.

"Boşanıyormuşum... ben de yeni öğrendim. Teknik olarak biliyordum aslında ama açıkça istediğini ikinci şahıslar aracılığıyla duymak biraz farklı hissettirdi." dedim olabildiğince normal bir tonda. "Uyumadan önce internette boşanma dilekçelerine bakıyordum. Kabus gördüm sonra. Dilekçeler, tüller filan. Biraz yürüyüp hava almak istedim. Kendimi burada buldum."

"Gelinliğin tülleri gibi tüller mi?"

"Onun gibi."

"Anlıyorum." diyerek iç çekti. Oysa bana kalırsa anlaması hiç mümkün değildi. Ne evlenmişti ne boşanmak üzereydi ne de gelinlik giymişti hayatında. Bir süre kahvelerimizi içene kadar sessiz kaldık.

"Atlas'la birlikte gittiğinde düzelteceğinizi sanmıştım." dedi bir zaman sonra. Dikkatli ve düşünceli bir hali vardı. "Mantıksız derecede inatçı. Ahlaki olanı yapmakla kalbinin sesini dinlemek arasında kararsız kaldı ama sana sırılsıklam aşık. Sen ise konu ne olursa olsun -baban ya da Atlas- kalbinin gücüyle hareket ediyorsun. Bu yüzden onu ikna edeceğini düşünmüştüm. Dünya yansa buraya geri dönmezler diyordum. Büyük yanıldım. Hala şaşırıyorum."

Tunç'tan böyle bir itiraf - aslına bakılırsa herhangi bir itiraf duymak enteresandı.

"Benim de şaşırdığım şeyler var..."dedim. Örneğin Kenan, özür dilemek üzere herkesi son bir kez görmek isterken Atlas'ın geri dönmemesi. "...fakat ayrılmak istemesi o kadar da şaşırtıcı gelmiyor artık. Sebepleri var, anlayabiliyorum."

"Anlayabiliyorsun demek." dedi kaşlarını havaya dikerek.

Aldığım nefesle bile yanmaktan küle dönmüş bir haldeysem de; "Anlayabiliyorum." diye direttim ve söylediğimi de gerçekten kastettim.

"Nasıl anlayabiliyorsun bana da anlatsana?" dedi saklayamadığı bir öfke dipten dibe sesini kuşatırken.

"Ben onu seviyorum Tunç. Bunu anlayamadığın sürece yaşanan hiçbir şeyi anlayamazsın."

Gözleri kırılgan bir çocuğun öfkeli bakışlarına bürünürken saklamak istedi. Bakışlarını üstümden çekti. Öne eğildi, dirseklerini dizlerine, ellerini de yüzüne yasladı.

"Birini, kendinden vazgeçecek kadar sevmek ne demek, biliyorum ben bunu. Anlamadığımı düşünmekte haklısın ama anlıyorum. Artık. Bana sen öğrettin." dedi.

Nefesimi tuttum.

"Ama bu onu, sana tüm yaptıklarına rağmen sevmeni anlamamı sağlamıyor. Elimde olsa onu sevdiğin bütün hücrelerini etkisiz hale getirirdim." dedi. Ben bütün hücrelerimle Atlas'ı sevmişken onu seven hücrelerimi etkisiz hale getirmek beni yok etmek demekti. Ama zaten yoktum ki ben... Atlas terk ettiğinden beri ben zaten yoktum. Yangınlar içerisinde yürüyor, her an her saniye yanıyordum.

Fakat yangınlar içerisinde yürümenin insana kendisini bile şaşırtan yan etkileri olabiliyordu. Olgunlaşıyordu ve hatta cesurlaşıyordu insan.

"Yalanlamaya gerek yok. Çok çabaladın. Sen bitmesini istedin diye bitmiyor işte." dedim.

Bile bile canını yakıyordum ve Tunç'un canını bile bile yakmak dikkatli olunması gereken bir davranıştı.

"Hayır, Atlas bitmesini istediği için bitiyor." diyerek aynayı yüzüme doğrulttu. Benim canım çok yandı.

"Evet." diyerek onayladım. "Kalbimin gücüyle hareket etmek övündüğüm bir özelliğim değil. Bana hep yanlış yolu seçtirdi. Elimde olsa ben de başka biri olmayı dilerdim."

"Başka biri olmanı istemezdim. Sen sadece yanlış kişiyi sevdin."

Yanlış kişiden kastettiği Atlas'ken, doğru kişinin kim olduğunu düşünmek bile istemiyordum. Bu düşünce çok zararlı ve yanlıştı.

"Bu konuya hiç girmeyelim. İkimiz de sağ çıkamayız." dedim.

Gülercesine bir ifade belirdi yüzünde. Gülmedi de. Gülmekle gülmemek arası tereddütlü bir ifade yüzünde asılı kaldı.

"Girmeyelim İpek. Başka şeylerden bahsedelim. Doğrudan söylemeyeyim de ben, etrafından dolanalım. Nasılsa anlayacağını anladın." dedi.

"Ne demek şimdi bu?" diye sorarken anladığım şeylerden hiç emin değildim, keza emin olmak da istemiyordum ama yine de sormuştum. Felaketin yuvasına çomak sokmak gibiydi yaptığım.

"Sen bu dünyaya beni zorlamak için gelmişsin. Bunu bilsen yeter." dedi.

Kolundaki deri kordonlu saati sanki bileğini sıkıyormuş gibi gevşetip çıkararak önündeki sehpaya bıraktı. Gözlerim saatin markasında takılı kaldı. Konu etmek bile gereksizdi, çok pahalıydı.

"Bu davaya kendimi ne kadar adadığımı ve bu uğurda neler yapabileceğimi yüzlerce kez anlattım sana. Kenan'la aynı masaya oturduk, benim ona neler söylediğimi, nasıl davrandığımı gördün. Atlas'a karşı nasıl tahammülsüzüm biliyorsun, onu da gördün. Sanki son sözü söylemeye hakları varmış gibi, kalkıp gittiler o masadan. Öylece... ve sonra sen -bana olan öfkeni sayıp, döktükten sonra elbette- kalktın, gittin onun peşinden. Ya İpek ben o gece senin Atlas'a gittiğini bilmiyor muydum sanki? Göz göre göre kaçtınız yurtdışına. Dönüş bileti alışınıza kadar biliyorum, sence ben gidişinizi de öylece seyredecek biri miydim?"

Nereye varacağının merakıyla dinlerken göğüs kafesimin içinde acı çeken bir kuş çırpınıyordu.

"Ama seyrettim." diye devam etti elini yana doğru açarak. "Çünkü sen o gün bana orada bir cümle kurdun, ben çok şaşırdım. Hatırlıyor musun?"

Hatırlıyordum.

"Benim üzerimdeki etkinin farkında bile değilsin. O kadar çok defa, bu oyunda atıl olduğunu kanıtladın ve beni engelledin ki... her defasında elimin tersiyle savurup seni dışarı atmam mümkündü ama ben yapamadım. Seni kullandım çünkü beni buna mecbur bıraktın. Hiç değilse işime engel olma diye seni sadece zaptetmeye mecbur olduğum anlarda kullandım. Ve gözyaşlarını her gördüğümde kendim için olduğu kadar senin için de hırslandım. Her ne kadar sen, bütün ideallerinden vazgeçmiş olsan da, ben sen de kazan istedim. İkimiz için de çabaladım. Ama günün sonunda ne yapmış olursam olayım nefret ettiğin kişi ben oldum ve ne yapmış olursa olsun onu hep anladın. Keşke beni de biraz anlamaya çabalasaydın İpek... keşke beni de biraz anlasaydın."

Bir şey söylemem gerekiyordu. Zihnimde panik çanları çalıyor daha fazla konuşmadan onu durdurmam gerektiğini söylüyordu. Ağzımı hava alamıyormuş gibi açıp kapadım. İkinci denememde sadece bir "Tunç..." kelimesi çıkabildi ağzımdan. Oysaki o hararetlenmişti ve hız kesmeye niyeti yoktu. Faydasız girişimimi dinlemedi bile. Elini boşluğa doğru gelişigüzel sallayarak,

"Ya bırak Sedef'i, Atlas'ı... onlar çoktan anladılar zaten de... esas babam anladı İpek, babam!" diye devam etti. "Kenan'ın durumu ağırlaşmadan artık bu olayı sonlandırmamız gerektiğini konuşuyorduk hep. Ama sen Atlas'ın Everest'ten dönmesini bekliyordun ve ben de sana bunu o an itiraf etmesem de senin hazır olmanı bekliyordum. Babam bunu farkedince Sedef'i oyuna sürerek seni Atlas'ın sunumuna çağırdı. Sonun başlangıcı da nasıl oldu sanıyorsun, işte böyle başladı."

Sedef'in Korhan Alkan tarafından yönlendirildiğini öğrenmek şaşırtıcı değilse de yeni bir bilgiydi.

"Peki ben ne zaman anladım biliyor musun?" dediğinde, oturduğu yerde öne doğru eğilmiş gözlerimin içine hipnotize edercesine bir kararlılıkla bakıyordu. Devamını getirmesini hiç istemiyordum. Fakat bakışlarının kapanına kısılmış gibiydim. Kıpırdayamıyordum. "Kullandın, tükettin, ben bittim dedin. Senin benimle işin bitmedi mi hala dedin. Her kelimesini bir mıh gibi zihnime çakarak..."

Nasıl bir his olduğunu biliyordum çünkü şimdi aynı kelimeleri benim zihnime çakıyordu.

"Öyle dedin ya orada bana, içimde bir şeyler kırıldı, tarifsiz. Oyun bitmiş, kartlar açılmıştı. Geride ne bir sır ne bir giz kalmıştı ama ben seninle işimin bitmesini istemiyordum. Bunun bir oyun olmaktan çoktan çıktığını ve çoktandır sen ne istersen onu yapan birine dönüştüğümü ben o anda anladım. Sen beni hiç anlamadın."

Anlamamıştım. Tüm işaretleri görmeme rağmen belki de anlamak istememiştim. Tam da şu anda yaptığı üzere, tüm açıklığıyla önüme koyduğunda dahi yok saymayı, hiç duymamış olmayı tercih edeceğim bir gerçekti bu. Kaldırabileceğimin ötesindeydi. Çok ama çok fazlaydı.

"Tunç..." diye söze girdim. Ve bu sefer öncekinden daha kararlıydım. "...bu söylediklerin hiç doğru değil."

Öfkeli ya da kaba değildi tavrı fakat kılıç kadar keskindi.

"Siktir et İpek." dedi. "Sendeki karşılıksızlığını ne umursuyorum ne de sorguluyorum."

"Öyleyse benden ne istiyorsun?"

Tunç'un itirafının yarattığı derin çaresizlik bir yana dursun, vurguladığı gerçekler benim de gözümü açmıştı. Ben hala tüm kalbimle Atlas'ı seviyor ve Atlas'ın benden vazgeçişine yanıyordum.

Atlas beni terketmeye o masada bile değil, çok daha önce karar vermiş ve o masada -bir an için boşanmak istemediğini ağzından kaçırmasına rağmen- beni terk edebilmişti. Şimdi çok daha net görebiliyordum herşeyi. Eve gittiğimde çantasını hazırlıyordu. Ben ısrar etmesem beni yanında götürmek gibi bir niyeti yoktu. Bundan sonrasını avukatımla görüşürsün demişti. Ne kadar açık ve netti. Oysa bir türlü kabullenmek istemeyen, süründüren bendim. Pobeda yolunda, Tunç yüzünden sinir krizi geçirdiği gecenin sonunda, elimi tuttuğunda bile biteceğini söylemişti. Boşanmak zorunda oluşumuzu makul gerekçelerle açıklamış, yine de zorlandığını ve bitirmek için yardımıma ihtiyacı olduğunu söylemişti. O hep netti, hep netti. Şimdi anlıyordum ki, ben gereksiz yere zorladıkça biz sadece uzatmaları oynamıştık.

Ellerimi yüzüme kapattım.

Ah çıksa şu içim, çıksa gitse içimden. Sen gitmiyorsun ya... gidemiyorsun ya benden, ben de gidemiyorum kendimden. Bu vazgeçiş çok acı, kabul edemiyorum.

Net olan sadece Atlas değildi, Tunç da her zaman netti.

"Ne olursa olsun ona geri dönmeni istemiyorum." dedi.

Kendisiyle olamazdım bunu biliyordu, biliyordu değil mi? Bile bile, bugünün tozu dumanı dağıldıktan sonra Atlas'la da birlikte olmamı istemiyordu. Oysa öyle bir gelecek yoktu. Umut yoktu. Bana vaat edilmemişti.

"Ne diyorsun yahu sen?" dedim yaralı bir hayvan gibi saldırganlaşarak. "Dalga mı geçiyorsun sen benimle? Bitti diyorum Tunç. Boşanıyoruz. Uçağa bindirilip gönderilen benim, gelmeyen o. Babası için bile geri dönmeyen bir adam. Sen neyin geri dönmesinden bahsediyorsun?"

Birdenbire patladı gözyaşlarım, hiç normal bir ağlama olmadığını biliyordum, normal de hissetmiyordum zaten. Tunç'un gözyaşlarım karşısında irkildiğini gördüm. Oturduğu yerden fırladı. Geldi, koltuğumun önüne, yere diz çöktü.

"Ağlama." dedi, sanki elinde yaralarımı dindirmek isteyen bir merhem vardı. Oysa mümkün değildi, onun eliyle dinmezdi bu yaralar, iyileşmezdi. "O vazgeçmiş senden. Vazgeç sen de. Biraz olsun kendini düşünsen artık, önüne baksan olmuyor mu?"

Ellerim yeniden yüzüme kapandığında ellerimi yüzümden çekti. Yüzümü ellerinin arasına aldı. Dokunuşundan sıyrılmak istedim. Bırakmadı.

"Anlamıyorsun." dedim dudaklarımı kemirerek.

Ben ağlarken Tunç'un yüzünde beliren ifadeyi Atlas'ta göremeyişime, gözyaşlarıma Tunç tahammül edemezken Atlas'ın gayet de güzel tahammül edişine katlanamıyordum. Konuşamadım bile, konuşsam ne anlatacaktım? Sadece gitmesini istiyordum.

Fakat git de diyemedim. O konuştu benim yerime.

"Ben sana ve bebeğe sahip çıkarım." dedi.

Zaman durdu. Hayat durdu. Sözcükleri ilaç değil birdenbire kırbaç oldu, zihnimin duvarlarına çarptı tek tek, acı oldu, yankılandı.

"Bebek yok Tunç. Ne bebeği?" dedim kasılarak.

"Saklamana gerek yok. Hele benden hiç. Geldiğin gece annene söylemeye çalıştığında anladım. İnan, o günden beri bir an bile çıkmadı aklımdan. Bir yolunu bulup seninle konuşmak istedim."

"Bebek filan yok Tunç."

"İpek. Lütfen. Biliyorum."

"Neyi biliyorsun ya? Neyi biliyorsun?!" diye bağırdım.

"Banyoda yerde yaptığın testin kutusunu gördüm. Çaresiz hissettiğini biliyorum. Ama değilsin. Lütfen bunu bir düşün."

"Ne çaresinden bahsediyorsun Allah aşkına?"

"Bana fırsat tanırsan eğer ben... evlenirim seninle."

İçim sıkım sıkımdı. Kusacak gibiydim. Gibisi fazlaydı hayır, kesinlikle kusacaktım.

"Sus!" dedim sözünü keserek. İçimin yangını gözlerimden taşıyordu. Hayretle başımı ona doğru eğdim. "Atlas senin kardeşin! Böyle bir şeyi nasıl-?"

Gözlerini kaçırdı.

"Öyle değil... o şekilde değil." derken yanakları pembeleşmişti. "Senden evliliğin gereklerini yerine getirmeni beklemiyorum. Benden nefret etmesen yeter. Bebeğini istediğin şekilde yetiştirebileceğin bir yuva kurarız. Fırsat tanırsan ben sahip çıkarım size. Bırakıp da gitmem hiçbir yere.  Başka yere taşınırız istersen, tanıdığımız çevrelerden uzaklaşırız. Kimseye bir şey açıklamak zorunda kalmazsın. Yeni bir hayatımız olur."

Kafamı manyak gibi şiddetle iki yana sallıyordum.

"Duymadım ben bu söylediklerini. Hiç duymadım."

Hala önümde diz çökmüş haldeydi. Az önce yüzümden ayrılan elleri kendisinin de farketmediği şekilde dizlerime inmişti. O çekilmeyince ben koltuğun üstüne tırmanarak ondan ve dokunuşundan uzaklaştım.

"Git buradan!" dedim. "Ayrıca BEBEK FİLAN YOK DİYORUM SANA! ANLAMAK BU KADAR ZOR MU?"

Delirmeye bir kala halim alışık olmadığı bir hal değildi. Yine de gardını alarak yerinden kalktı, kaşlarını çattı. Şimdi tüm endamıyla karşımda dikilmiş beni inceliyordu. Bense koltuğun köşesine sığınmış, ufacık kalmıştım ama sıkıştığım o yerden kükremeyi sürdürüyordum.

"Yeter! Yeter! Bıkmadınız benim adıma karar vermekten! Öyle yapmalısın, böyle yapmalısın. Bu doğru, bu yanlış. Kendini düşün İpek. Çaresiz değilsin İpek. Birbirimizi azad etmeliyiz İpek. Buna birlikte son vermeliyiz İpek. Boşanmalıyız İpek. Yeter! Yeter! Yeter! Siz benim ne hissettiğimi bilmiyorsunuz ki! Siz, hiç ben olmadınız ki! Ben olmanın ne demek olduğunu bilmiyorsunuz! Ne düşündüğümü bile anlatamıyorum, umursamıyorum diyorsun, sorgulamıyorum diyorsun. Öyleyse git! Git defol! Ben kendimden sorumluyum. O kendinden. Sen kendinden. Bebek varsa var, yoksa yok. Benim kararım. Bana acıma! Karışma artık benim işime! O bıraktı gitti. Sen de git..." Yaşlar ağzıma dolarken beceriksizce silmeye çabalayarak isyanımı sürdürdüm. "Sen de bırak beni Tunç, sen de git."

Tunç'un donakalmış bir ifadeyle yutkunduğunu gördüm. Hemen sonra bir kez daha yanıma geldi. Beni sığındığım köşeden çekti. Neden sonra kollarındaydım ve içimdeki bitmek bilmeyen isyanı dökercesine ağlıyordum.

"Kovdun beni gitmedim bak. Gitmiyorum hiçbir yere. İstediğin kadar kov." dedi.

Gözyaşlarım omzunu ıslatırken, "Git." dedim.

Kafamı omzundan uzaklaştırıp gözleriyle gözlerimi sarmaladı.

"Gitmiyorum." dedi.

"Git."

"Gitmeyeceğim."

"Git Tunç."

"Gitmeyeceğim."

Elimle göğsünden ittirdim. Yerinden bile oynamadı ama bu öfkeme iyi geldi. İki elim yumruğa dönüştü. "Git!" diye bağırdım yumrukları savurarak. Kendini korumadı bile. "Git! Git! Git! GİT!"

Onlarca yumruk ve soluğum kesilircesine haykırışlardan sonra ellerimi kavradı. Direnmeye çalıştım ama ben çok yorgundum ve o çok güçlüydü. Yıkıldım. Bir kez daha yıkıldım yine, omzuna düştü başım, yıkıla yıkıla ağladım. Saçlarımı okşadı elleri, ben yatışana kadar sabırla bekledi.

Sonra kulaklarımı yerinden söküp ellerime almak istememe sebep olan o son cümleleri kurdu.

"Eğer hamileysen -biliyorum çok zor bir karar bu- ama bir bebeğe kıyamazsın sen. Kıyma zaten. Yalnız değilsin, ben varım. Benim hislerimin yönettiği şekilde değil. Sen nasıl olmasını istersen o şekilde, ister bir dost, ister bir arkadaş gibi. Ama ben varım."

Gözlerim boşlukta takılı kaldı. Hala inanamıyordum bana söylediklerine.

"Biraz uzan, olur mu? Benim kısa sürecek işlerim var. Sonra geri gelirim. Konuşuruz."

İnce bir örtüyle üstümü örttüğünü ve evden çıktığını hayal meyal duydum. Bedenim değil ruhum yorgundu, hem de çok yorgundu. Atlas'a sarılarak uyumanın özlemini hiçbir şey dindirmiyordu. Yoksunluğunu tüm hücrelerimle hissediyordum. Ama Atlas yoktu. Yoktu. Ve Tunç geri kalan ömrümü onunla birlikte geçirmeyi teklif ediyordu. Yaşamak istediğim hayat değildi bu. Yaşamak bile değildi bence. Ölmedim de bir şekilde, uyudum.


*******************


Kısa zaman sonra yanında alet çantalı biriyle geri döndüğünde kırılan kapıyı onarmaya geldiğini anladım. Kapının tamiri birkaç saat sürdü. Ben bu esnada bir uyudum bir uyandım. Sonunda akşam üzeri kendimi toplayıp yerimden doğruldum. Annemi arayıp biraz daha bu evde kalmak istediğimi söyledim. Telefonu kapatıp sehpanın üstüne bırakacaktım ki çalmaya başladı. Arayan numarayı tanımıyordum. Kalbim ağzımda atarken yanıtladım.

"Efendim?"

"İpek Hanım, merhaba. Ben Harun Görgülü. Dorukan ailesinin avukatıyım." dedi tok, yaşını başını almış bir erkek sesi. "Sizinle Atlas Bey hakkında görüşmek istiyorum."

Tunç salonun girişinde belirdi.

"Buyrun?" dedim telefona doğru, kalp atışlarım daha da şiddetlenirken.

"Müsait olduğunuz bir zamanda ofisimde buluşabilir miyiz?"

"Konu nedir?"

"Telefonda görüşebileceğimiz meseleler değil."

Herhangi bir şey söyleyemedim. Korku, endişe, merak kol kola girmiş, düşüncelerimi ele geçirmişti. Hiçbiri yenişemiyordu, bu yüzden ilk anda sağlıklı bir cümle kurabilecek durumda değildim. Adam da tutulduğumu anlamıştı, bir miktar tereddüt ettikten sonra,

"Boşanma işlemleri ve mal paylaşımı hakkında." diye açıkladı.

Kalbim kim bilir milyonuncu kez ortadan ikiye ayrıldı. Sanki herşey sıraya dizilmiş, üst üste geliyordu.

"Ben kendisine bu konudaki görüşümü net olarak ifade etmiştim." dedim sesim ve ellerim titremeye başlarken. "Mal mülk hiçbir şey istemiyorum."

Adamın sesindeki soğukkanlılık, soğuk sprey etkisindeydi.

"O da size bu konunun kendisi için ne kadar önemli olduğunu belirtmiş. Benimle paylaşılan bilgi bu yönde."

İstanbul'a döndüğümüzde senden isteyeceğim bazı şeyler olacak. Onları yapman benim için çok önemli. Lütfen sorgusuz sualsiz kabul edeceğine şimdiden söz ver.

Neyin peşindesin Atlas?

Tunç'un dikkatli bakışları üzerimdeydi.

"Ne zaman gelmemi istersiniz?" diye sordum.

"En kısa zamanda görüşmemiz uygun olur İpek Hanım. Yarın müsait misiniz?"

"Yarın öyleyse. Saat kaçta? Nerede?"

"Ben size saat ve yer bilgisini mesaj olarak ileteceğim. Görüşmek üzere."

Telefonu kapattım.

"Kapının tamiri bitti. Yiyecek bir şeyler söylemiştim bizim için. Onlar da geldi." dedi Tunç.

"Arayan Atlas'ın avukatıydı. Boşanma koşullarını görüşmek üzere beni yarın ofisine çağırıyor."

Birbirimize bakıyorduk hala. Tunç'un yüzündeki ifadeyi okuyamıyordum.

"Tahmin etmiştim." dedi sonra.

"Yemek yiyelim o zaman." dedim.

Normal davranmakla uzaktan yakından alakamız yoktu. Yine de çabalıyorduk. Hiçbir şey yiyebileceğimi sanmıyordum fakat her nasılsa Atlas'ın evinde oturmuş, Tunç'un aldığı hamburgeri kemiriyor ve Atlas'la nasıl boşanacağımızı düşünüyordum. Tunç,

"Kapının kilidini değiştirtmedim. Aynı kaldı." dediğinde yemeye çalıştığım son lokma boğazıma dizildi. Bıraktım.

"İyi yapmışsın."

"Bana kızgın mısın?" diye sordu.

Dalgın gözlerle halıdaki desenlere bakarak kafamı iki yana salladım.

"Değilim. Sadece çok fazla geldi söylediklerin. Kafamda bir yere oturtmaya çalışıyorum."

"Acele karar vermene gerek yok. İstersen önce boşanma işlerini halledelim. Sonra senin mali büroya vermen gereken bir ifade var. Yani elimden geldiğince ertelemeye çalıştım ama o kısmı da erteleyemiyorum artık. Bugün yarın bekliyorlar seni."

Sözde seçeneklerim vardı ama fena halde kapana sıkışmış gibi hissediyordum. Ertelenen herşey kapımdaydı nihayet, yığın yığın yağan bir kar kütlesi gibiydi, içine sığındığım evin girişini kapatmıştı. Doğru yerden çıkmam gerekiyordu ama kapı kullanılmaz durumdaydı. Bana yardım etsin diye Tunç'un gözlerinin içine bakmak en kolay seçenekti fakat ben bu çaresizliğe kapılmayacaktım.

"Hayır şimdi konuşalım. Bu konuyu bu akşam burada kapatalım ki sonradan konuşulmamış, içe atılmış bir şey kalmasın."

O da hamburgerinden geri kalanı bıraktı. Belli ki ne söyleyeceğimi tahmin edebiliyordu ve onun da iştahı kalmamıştı.

"Anlamadığımı söyledin ya ben seni anlamak istiyorum. Herhangi bir beklenti içine giremeyeceğin bir kadınla evlenmek istemek ne demek? Nasıl bir evlilik olur bu?"

Sıkıntılı bir nefesi koyvererek koltukta geriye yaslandı.

"Tam olarak benim içinde büyüdüğüm tarzda bir evlilik." dedi.

Ne kadar da doğru söylediğini farkederek irkildim. Tarih acımasızca tekerrürden ibaretti.

"Bildiğin gibi babam annemle, ona ve bebeğine sahip çıkmak amacıyla evlenmiş. Son derece de güzel yerine getirdi taahhüdünü. Annem ve ben, bir gün olsun ihtiyacını duyduğumuz bir şeyin eksikliğini hissetmedik. Bence bir insanı koruyup kollamak ve birlikte bir evlat yetiştirmek istemek aile olmak için yeterli. Bugüne kadar aşk benim anladığım bir şey değil derken hiç yalan söylemedim sana."

"Ama sen değiştin..."

"Değiştim, değişmedim...ne fark eder? Ben bu teklifi aşk için yapmadım. Sen beni sevmiyorsun, aptal ya da kör değilim."

"Bir ömür yaşanmaz ki böyle. Sana yazık değil mi?"

"Bu kararını benim vereceğim bir konu."

"Hayır değil Tunç... sağlıklı bir bakış açısı değil bu. Sen böyle bir anlaşmanın içinde büyüdün diye kendi isteklerini hiçe saymayı kabul etmen hiç sağlıklı gelmiyor kulağa. Senin kaderin değil bu. Bence bir evlilik sevgi ve saygıyı içermeli. Her ikisini de doğru oranlarda."

Kafası karışmış gibi bakıyordu yüzüme.

"Annem ve babamın arasında sevgi ve saygı var." dedi. "Daha çok saygı." diyerek kendini düzeltti.

Onu anlamak istediğim konusunda kararlıydım, bu yüzden,

"Nasıl bir aile, nasıl bir çocukluk tam olarak?" diye sordum.

Durdu, biraz düşündü. Bir sigara yaktı sonra, anlatmaya başladı.

Kolumu koltuğa, başımı da koluma yaslayıp, rahat bir oturuş aldım ben de dinlemeye başladım.

"Ormanlık bir alan içerisinde büyük bir ev. Çok odalı. İçindeki insan sayısı çok az. Annem, babam, ben varız. Babam genelde yok ama çok çalışıyor. Haftasonları filan görüyorum ben onu. Evi çekip çeviren bir aile var bizimle birlikte yaşayan. Kapıda da güvenlik. Güvenlikçiler evin içine girmezler. Ben sürekli koşuyorum, oynuyorum boş koridorlarında evin. Araba yarışları yapıyorum. Kendi kendime oyunlar üretiyorum. Genellikle yalnız bir çocukluk. Okula başlayana kadar evden dışarı pek çıkmadım ben. Annem zaten hiç çıkmazdı. O yıllarda babamın işi çok fazla tehdit içeriyordu, günlerce eve gelemediği oluyordu ve biz korunaklı alanda kalmak zorundaydık. Annemin durumu o dönem geçtikten sonra da devam etti, çünkü babamdan kaynaklanmıyordu, onunkisi özel bir rahatsızlık. Babam zamanla aşması için çok çabaladı, annem tedaviler gördü ama... babamla tanışmadan önce yaşadıklarının etkisiyle olmuş, aşamıyor hiçbir zaman. Dışarı çıkıyorsa mesela, mecburiyetten, kendini güvensiz hissediyor, acayip stres oluyor. Zorlamıyoruz artık biz onu öyle kabullendik."

Tunç Kenan'a annemi rüyanda bile göremezsin derken sadece mecazi konuşmuyordu demek, altında böyle bir rahatsızlığın yatması zaten yaralı yüreğimi biraz daha burktu.

"Kısacası okula başlayana kadar annem evde öğretmenlik yaptı bana. Renkleri, sayıları, okuma yazmayı önceden öğretti. Babamsa her zaman kontrollü, disiplinli biriydi. Her ne yapıyorsam sonuna kadar azimle gitmeyi ondan öğrendim. Bıkmak, sıkılmak, kaçmak, gitmek yok. Ama çocuksun, neye elini atsan çok geçmeden sıkılıyorsun. Babam uzun uzun nutuklar atardı, ondan da çok sıkılırdım. Yaşlı adam tabi." dedi, gülümsedi. Ben de gülümsedim. "Yaralanıyorum diye fazla izin vermezlerdi ama çocukluğumun en güzel günleri bahçede oynadığım günlerdi. Evle ilgilenen Murat abi, bahçede bir ağaç ev yapmıştı bana. Kaçıp kaçıp orada oynuyordum. Annem zorla çağırmasa geceleri bile orada uyurdum. Bayılıyordum doğada olmaya."

Bu özelliğini Kenan'dan aldığı belliydi. Küçük Tunç'u dinlemek keyifliydi. Müdahale etmedim.

"Her türlü hayvanı besledim. Sincaplar, kuşlar, börtü böcek. Kedi köpek zaten bahçede dolu. Hep böyle hayvanlarla kucak kucağa bir çocukluk."

"Güzel bir çocuklukmuş."

"Güzeldi. Ne zaman eve girip de odalar arasında annemi arasam, onu gizli yerinde ağlarken bulduğum zamanlar hariç. Çocuk aklıyla hiç anlamadığım bu ağlamalarından o zamanlar korkardım. Yıllar sonra sebebini öğrenince o korkular şekil değiştirdi işte. Bu da benim elimde değil."

Dalgın dalgın kafamı salladım. Tam bu noktada onu aslında açıklamak istediğimden bile daha iyi anlıyordum. Beni de en çok yaralayan anılarım annemin gözyaşlarını içeriyordu. En çok kamçılayan da o haksız yere akan gözyaşları olmuştu. Tunç'u bir gün olsun suçlayamamamın sebebi, aynı adama karşı duyduğumuz nefretti. Onun benden daha güçlü bir sebebi vardı üstelik. Nefret duyduğu adam onun öz babasıydı ve bir başka kadından olan oğlunu çok severken, Tunç'un doğmasını hiç istemememişti.

Hepimizi birbirine bağlayan bu hikayede ben en çok vaktinden evvel yitirdiğim babama, sonra da Tunç ve annesine üzülüyordum. Annesinin yaşadığı travmalar, bilinçli olmadığı bir şekilde Tunç'un da geleceğini şekillendirmişti. Fakat insan, nefretle de yaşamamalıydı. Çünkü nefret insanı içten içe zehirlemekle kalmıyor, sinsi bir yavaşlıkla tüketiyordu. Annem Kenan'ı affetmeyi seçtiği için karmaşık hisler içerisindeydim ama mutsuz değildim. Kaybettiğim ne varsa kaybettiğim yerde, yine içimde arıyor, ben de bir gün Kenan'ı affedebilmek istiyordum. Aynısını Tunç ve annesi için de diliyordum.

Düşüncelerimi -haddime düşmediğini de belirterek- açık açık Tunç'la paylaştım.

Gece ilerliyor, Tunç peş peşe sigaralar yakıyordu.

"Hastaneye gittim biliyor musun? Annemi ve beni son bir kez görmek istemiş...annem istese de gidemezdi tabi." Sigarasının külünü tablaya silkelerken dalgınlaştı. "Yıllarca yanında bulunduğum için ne zaman hesap kitap peşinde ne zaman samimi anlayabiliyorum. Özür diledi benden. Baya da samimi ama ne yaparsa yapsın içime işlemiyor." Omuz silkti. "Nefret de edemiyorum aslına bakarsan bir süredir hiçbir hissim yok ona karşı. Kendime ya da anneme bile üzülmüyorum artık. Onun ölüyor oluşuna da üzülmüyorum. Fazlasıyla karıştı herşey."

"Baban olarak görmüyorsun onu ama yabancı olarak da kabul edemiyorsun, zoraki bir sebeple de olsa yıllarca yakınında bulunduğun için. Karmaşanın sebebi bundan olsa gerek. Kendin bile farketmeden empati geliştirmiş olabilirsin ona karşı. Belki de affetmek çözecek bu düğümü. Kenan için değil elbette, kendin için. Kendi huzurun için."

"Onu baba olarak görmediğim doğru çünkü benim babam Korhan Alkan ama özünde ben, onun da kim olduğunu hiç unutmuyorum İpek. Onun yanında olduğum bir gün bile unutamadım. Hamile bıraktığı kadını sorumsuzca terk eden, o kadının bütün ömrünü bencilliğiyle ziyan eden bir adam o. Benim kabul edip etmemem bir şeyi değiştirmiyor, doğmamı hiç istemeyen bir adamın oğluyum ben. Ola ki, Kenan'ı affedebilsem bile gerçeklerimle barışabileceğimi sanmıyorum. Affetmeyi lafın gelişi söyledim zaten onu da yapabileceğimi hiç sanmıyorum."

"Ne istiyorsun peki?"

"Ölmesini istiyorum sadece. Ölümü sanki herşeyi temize çekecekmiş gibi."

"Bence sen ölmesini değil, artık bitmesini istiyorsun. Yıllar yılı kurgulanmış bir hayatı yaşamaktan yorulmuşsun. Artık kendin olmak istiyorsun."

Bir kez daha bana derin bir ifadeyle baktı.

"Yorulduğum doğru, bitmesini istediğim de... ama bu, tüm kalbimle onun ölmesini istediğim gerçeğini değiştirmiyor."

"Neden peki?"

"On yedi yaşında, gerçek babamın kim olduğunu ve anneme nasıl davrandığını keşfettiğimde aklımdan ilk geçen; keşke ölmüş olsaydı oldu. Çoktan ölmüş olsa, bende uyandırdığı bu nefret hükümsüz olurdu. Allah'ından bulmuş işte derdim. Bir kez kıyısından dönmüş ölümün. Kansere ikinci kez yakalanışıymış bu. Azrail'i bile kandırıyor adam, bu sefer ölür mü inan emin olamıyorum."

Sinirlerim fazlasıyla bozuktu. Güldüm, o daha çok güldü.

"İlk kandırışı da değil. Pobeda yolunda herkes geri dönmeye karar vermişken deli deli devam etmiş ya tırmanışa, orada da öldü gözüyle bakmışlar aslında ama ölememiş. Adam gerçekten ölemiyor." dedim.

"Diyorum sana."

Çok yanlış sebebimize bir süre daha güldük. Tunç'u Kenan'ın oğlu olarak tanımadığıma memnun olduğumu düşündüm içten içe. Atlas'ın yerinde olmadığına... her anlamda.

"Ölümü bendeki Kenan'ı dünya üzerinden silecek ve bana yeniden başlama fırsatı verecekmiş gibi hissediyorum."

"Bence kendini temize çekmek için kimsenin ölmesine ihtiyacın yok."

"Her neyse zaten, kendi elimle canını alacak değilim. O işi Allah'a havale ettim. Bu kez inşallah diyorum sadece."

"Ben kimsenin ölmesini istemezdim." dedim. "Bir babayı kaybetmenin nasıl bir his olduğunu biliyorum. Kimsenin bu hissi yaşamasını istemem." Tam şu anda neden yine hem ölmüş babamı hem de Atlas'ın babasını kaybetmek üzere oluşunu düşünüyordum? Gözyaşlarım yeniden yerlerini almış, çeperleri zorlamaya başlamışlardı.

"Seni üzmek değildi maksadım. Bizim durumumuz farklı biraz biliyorsun." dedi. "Keşke baban ölmeseydi İpek. Bunun için gerçekten üzgünüm."

"Çok fazla ölüm var bu hikayede. Babam, dayın... Ben de Kaya abi öldüğü için üzgünüm. Benim de çocukluğumda yeri olan bir insandı. Biz büyüyoruz, birileri ölüyor. Olayların geldiği boyut... büyümek başlı başına, beni mutsuz ediyor."

Dalgın dalgın kafasını salladı.

"Biliyorum." dedi. "Bazen benim de."

"Peki ya annen? O ne düşünüyor?"

Kaşları çatıldı.

"Annem Kenan'a karşı girdiğim mücadeleden habersiz."

Şaşırabileceğim daha fazla konunun kalmamış olması gerekiyordu. Belli ki yanılıyordum.

"Gerçekten mi?"

"Çok hassas bir kadın o. Şu zamana kadar anlamışsındır diye düşünmüştüm."

"Uğruna yıllarını adadığın bir plan var. Hiç değilse şu son olanları, Kenan'ın özrünü annene anlatmayı borçlu değil misin sence?"

"Değilim."

"Ben de giriştiğim bu oyundan annemi haberdar etmemiştim ama bak, günün sonunda yine anneme sığınıyorum. En baştan haberi olsaydı, engel olurdu bana biliyorum. O zaman da biliyordum da bugün artık pişmanlık duyduğumu dürüstçe kabul edebiliyorum. Çünkü annemin desteğini alsaydım bu kadar hata yapmazdım. Sen de annenden destek alırsan belki de daha kolay üstesinden geleceksin herşeyin."

"Sen gerçekten Atlas'a aşık olmak dışında bir hata yapmadın."

"Konu bu değil şimdi."

"Konu benim annem de değil."

"Konu nasıl annen değil? Hem nasıl bilmiyor? Sen annene babamın kim olduğunu itiraf ettirdim dememiş miydin?"

Sabrını ve az önceki uzlaşmacı tavrını yitirmişti.

"Evet İpek, itiraf ettirdim. O da o gün canına kıymaya kalktı. Bir daha böyle bir şeyin olmasına izin verir miyim?" diye söylendi.

Haddimi aştığımı böylelikle anladım.

"Özür dilerim." diyerek geri adım attım. Kocaman bir öflemeyle birlikte öfkesini kontrol altına aldı.

"Önemli değil." dedi. "Nereden bilecektin?"

Kalktım, bize kahve yaptım. Çünkü Atlas burada olsa şu anda o da aynısını yapardı.

Elimde fincanlarla döndüm, birini Tunç'a uzattım. Tekrar karşısındaki koltukta yerimi aldım.

"Yani Kenan ölünce, senin için herşey sona erecek. Peki ya Atlas?"

Gözlerinin içinde tehlikeli ışıltılar parladı söndü.

"Atlas'ın ölmesini hayal etmiyorum, bunu soruyorsan eğer." diye cevap verdi.

"Bunu sormadığımı biliyorsun."

"Ne cehennemde yaşarsa yaşasın da, buralara geri dönmesin. Hayatta herşeye sahip olunamayacağını da böylece öğrensin istiyorum."

Atlas'a olan kini kolaylıkla geçecek türden değildi. Faydası olmadığını biliyordum ama yine de söylemek istedim.

"Atlas'ın çocukluğu seninkinden çok daha kötü geçmiş." dedim. Tahmin ettiğim üzere kaşları eleştirel bir tavırla havalandı. Anlat anlat dinliyorum dercesine elini yanağına yasladı.

"Annesi babasından nefret ediyormuş, komik olan şu ki, annesi benim babama aşıkmış."

Çok saçma bir şey söylediğimi düşünerek tatsızca güldüm. Tunç hiç gülmedi.

"Anne babalarımız üniversiteden arkadaşlarmış ve annesi hep benim babama aşıkmış. Olmamış bir şekilde, Sude Kenan'la evlenmiş, çok sonra babam da annemle."

Ellerini gözlerine bastırıp alnını ovuşturdu: "Beynim yandı."

"Bir de bana sor. Ben bu yaşımda öğrendim, Atlas 15 yaşında Pobeda yolunda öğrenmiş. Bir de onu düşün."

Tunç yine umursamadığını belirtircesine gözlerini devirdi.

"Umursamayacağını biliyordum." dedim. "Sadece... Kenan'ın Sude'yi sapık gibi sevmesi, Sude'den olan çocuğunu sahiplenmeyi seçmesi ne senin ne de Atlas'ın suçu değil. Kenan'dan nefret etmeni sonuna kadar anlıyorum da, Atlas bu nefreti hak etmiyor."

Gözleri çakmak çakmaktı. Yine de hala kontrollü bir sakinliği vardı.

"Bir keresinde beni Kenan'ın oğlu olmakla suçlamıştın ya, asıl huyu suyu Kenan'a benzeyen Atlas. Bunu farketmemiş olamazsın."

Yumruk yemiş gibi oldum.

"Kenan hamile bıraktığı annemi soğukkanlılıkla terk edebildi. Atlas da aynı adamın oğlu, o da seni terk etti. Bu benzerlik senin de canını sıkmıyor mu?"

Hem de çok sıkıyordu.

"Yanlış anlamanı istemem ama Kenan, annenin hamileliğinden haberdar olmuş. Atlas'ın böyle bir ihtimalden haberi dahi yok."

"Yetişkin insanlarız. Kendisi bebeklerin nasıl dünyaya geldiğinden habersiz mi? Ne yaptığını biliyordur."

Tunç yine Tunç olmaktan vazgeçmiyordu. Yanaklarımın utançtan kızardığını hissedebiliyordum.

"Bu seninle konuşabileceğim bir konu değil." dedim.

"Biliyorum. Tamam neyse. Ne demek istediğimi anladın." dedi.

"Anladım." dedim, derin bir nefes aldım. Tunç'un beni kışkırtmasına izin vermeyecektim. Bu konuşmanın gidişatını görebiliyordum ama bu kadar yol almışken ona söylemek istediklerimi, gerçek düşüncelerimi beni kızdırarak yok etmesine izin vermeyecektim. "Çok daha fazlasını da anladım üstelik. Şimdi sana seni anlatacağım." dedim.

Bu kez rolleri değişmiş gibiydik. Ne duyacağının merakıyla yüzüme bakarken iyi mi yoksa kötü mü bir şey geleceğini bilemeyerek tereddüte düşen şimdi oydu.

"Sana çok kızdığım bir anda Kenan'ın oğlusun demiştim, doğru. Kim olmak istediğimize kendimiz karar veriyoruz ve senin de içinde, kontrol etmen gereken karanlık bir taraf var. Tıpkı benim içimde de olduğu gibi. Hepimizin var. Karanlık taraflarımızın bizi tanımlamasını kabullenmek doğru değil ama mutlaka onlardan almamız gereken dersler var. Ben son aylarda önce kendi yaptığım hatalardan, sonra da anne babalarımızın yaşadığı her olaydan dersler çıkarmam gerektiğini öğrendim. Sense ölümden medet ummadan içindeki eser miktardaki Kenan'ı zaptetmelisin." dedim.

Kahvemi içtiğim aralıkta derin bir sessizlik oldu. Evin içinde çıt bile çıkmıyordu.

"Sorumsuz bir adamın oğlu olduğunu söylüyorsun kendin, hatta Kenan'a o masada sende olmayan bende de yok demiştin ya, işte bunlar yanlış. Senin çok sağlam bir vicdanın ve kabullenmekten bile korktuğun bir kalbin var Tunç. Eğer Kenan'ın oğlu olsaydın, bana en fazla bebeği aldırmaya yardım etmeyi teklif ederdin. Çünkü o senin de söylediğin üzere bencil bir adam, hem de çok bencil. En yakınlarının bile başını yakabilecek kadar kötü kalpli. Sense bana ömürlük bir fedakarlık teklif ettin. Anla ne kadar onun oğlu değilsin. Seni annen ve Korhan Bey, çok güzel yetiştirmişler. İçindeki karanlıktan kendi isteğinle arındığın gün sen de gün ışığına çıkacaksın. Ben bugün seni anladım. İçindeki gerçek seni gördüm. Ve bugün ilk defa seni tanıdığıma gerçekten memnun oldum."

Yüzünde apaçık bir şaşkınlık ve buruk bir gülümseme belirmişti.

"Fakat gerçek şu ki..." diye devam ettim. "Bebek yok. Hamile değilim. O kutusunu gördüğün testi yaptım, sonuç negatif çıktı."

Kısacık an için dondu kaldı. Ardından söylediğimi yeni yeni anlıyormuş gibi dudaklarının arasından incecik bir nefes bıraktı ve kafasını sallayarak beni onayladı.

"En zor günümde yanımda olduğun için teşekkür ederim. Teklifini de, fedakarlığını da asla unutmayacağım. Fakat biz seninle hiçbir koşulda, bir araya gelemeyiz. Atlas beni ne şekilde terketmiş olursa olsun, hiçbir zaman ona karşı kötü hisler olmayacak içimde. Ama sana karşı da Tunç, sana karşı da kötü hislerim yok. Hele nefret! Hiç etmiyorum. Çok şeyler paylaştık. Yerin bende hep özel olacak ama romantik bir anlamda değil. Böyle bir ihtimal söz konusu bile olamaz. Bunu bilmeni ve anlamanı isterim."

Çaba gösterip, kırık dökük gülümsedim. Çoktandır kolunu koltuğun kolçağına yaslamış, elini de yanağına yaslamıştı. Biraz düşünceli, dalgın bir haldeydi yine de o da gülümsedi. Şu haliyle çok çocuksu görünüyordu. Yirmi dört yaşında bir adamdı, fakat tam karşımda böyle masum, dalgın bir yüzle otururken gözümün önünde küçük bir oğlan çocuğuydu.

"Bebek olmadığına sevindim aslında, yanlış anlamazsan." dedi.

"Anlamam tabi. Benim de üstümden dünyalar kalktı." dedim.

"Her işte bir hayır vardır derler. Yeniden başlayacaksın hayata. Günün birinde Atlas'ı unutmayı başardığında sevgini gerçekten hakeden bir adam bulup ondan çocuk sahibi olabilirsin."

İçime oklu kirpilerin batmasına engel olmuyordu sözcükleri.

"Geleceği düşünmek için henüz erken." dedim. "Beni geç, bence asıl sen, yeni keşfettiğin sevebilme kapasiteni doğru kişiye sunarsan eğer kıskanılacak bir sevgili olursun."

Oturduğu yerde gözleri kapanıyordu. Hafifçe gülümsedi.

"Dediğin gibi; geleceği düşünmek için henüz erken." dedi. Ağır ağır yerinden kalktı. "Gideyim ben artık. Yarın kaçta gideceksin avukatın yanına?"

Telefonuma baktım.

"Öğleden sonra iki yazmış."

"İyi, ben sabah gelirim. Adamın yanına da beraber geçeriz."


*******************


Tunç gittiğinde bir gün daha güneşini yitirmiş, ufka doğru kayıp gitmişti. Yazın ortasında olmamız günün kararmasına engel değildi. Evin ışıklarını yakmadım. Dışarıda, sokakta oynayan mahalle çocuklarının gürültüsü vardı. Geri kalanlar evlerine çekilmiş, belki haberleri açmış izliyordu. Bense hala Atlas'ın evinde Atlas'ın yokluğuyla yüzleşiyordum.

Bütün bu karmaşa sona erdiğinde bir gün geri dönecek miydi? Bir gün duygularımız ölecek, iki eski tanıdık gibi bir araya gelecek, hayatımızda olan bitenleri tıpkı Tunç'la paylaşabildiğim gibi dostane bir şekilde paylaşabilecek miydik? Geçecek miydi sahiden? Uğruna akıttığım gözyaşlarım hala göz pınarlarımda nöbet bekliyordu. Bir gün geçecektiyse bile şayet henüz geçecekmiş gibi hissettirmiyordu. Ne onu ne de kendimi bir başkasıyla düşünemiyordum. Sonsuza dek yalnız kalırdım da bir başkasını kalbime sığdıramazdım. Sonsuza kadar...

Evin ıssız sessizliğinde, salon koltuğunda uzanırken bile buram buram kokusunu soluyordum. Evin her yerinde izi ve kokusu vardı. Belki de ev değil ruhumdu izini bıraktığı. Belki de o ev bendim ve ona kucak açmıştım. Şimdiyse kucağımda kocaman bir boşlukla kalakalmıştım. Tıpkı göğüs kafesimde duran, sökülesi yüreğim gibi, acı dolu bir boşluk.

Bu terkedilmişlik hissiyle barışmak bence bir yerde riyakarlıktı. Terk edilmek çok can yakıcıydı ve canını yakanı velev ki affedebiliyordu da insan yaşadıklarını katiyen unutmuyordu. İnsan hala severken dumanı tüten bir canlıydı. Bense hala Atlas'ın aşkıyla tütüyordum. Ne bu ömürde, ne de varsa şayet ahirette, bana yaşattığı sonsuz güzel duyguyu acı verici herhangi bir şeyle değişmek ya da unutmak istemiyordum. Mutluluklarımı acıyla değişmek istemiyordum.

Bittiyse, bitsindi. İlişkimizin bitmesi kabullenebileceğim bir şeydi. Evliliğimizin bitmesi de aynı şekilde. Fakat aşkın bitmesini kabullenemezdim. Onunla ya da onsuz, ben onu sevmekten asla vazgeçmeyecektim.

Gözlerimden ince ince akan yaşları silmeden ellerimi kafamı dayadığım yastığın altına sıkıştırdım. Gözlerim, karşımdaki kitaplığın bir rafında duran kar küresine odaklandı. Ah Pobeda. Bana bin yıllık anılar yüklenerek geldin. Kalbimi ağırlıklarla doldurdun. Ama ben bana yaşattığın herşeyi iyi ve kötü tüm hisleriyle birlikte sevdim ve kabullendim.

Tıpkı Atlas gibi. Tıpkı sevdiğim adam gibi.


**************


Guguk kuşunun ötüşüyle gözlerimi açtım. Sanki evin içinden gelen bir tıkırtı duymuştum. Etrafımı henüz net göremez bir haldeyken yerimden sıçradım. Kütüphanenin üstündeki saat bir kez daha sabahın beşini gösteriyordu. Gecenin karanlığı seyrelmişti fakat tam olarak aydınlanmamıştı. Yine de salonda benden başka kimsenin olmadığını görebiliyordum.

Korkak adımlarla antreye çıktım. Antre boş. Mutfak boş. Derin bir nefes alıp, nefesimi içime hapsettim. Parmak ucuna basarak yatak odasına ilerledim. Islak halde yere çıkardığım gelinlik bıraktığım yerde duruyordu. Yatak odası boş. Sauna boş. Balkon boş. Son olarak, banyonun ışığını açarak kapıyı tek hamlede ittim. Banyo önceki gün bıraktığım kadar pis bir haldeydi ve neyse ki orası da boştu. Tuttuğum nefesi derin bir şekilde koyverdim. Rahatlayarak salona döndüm. Öylece girişte kaldım.

Kar küresi, uykuya dalmadan önce aklımdan geçirdiğim son şeydi ve şimdi uyuduğum koltuğun hemen dibinde, sehpanın üzerinde duruyordu. Muhtemelen uyumadan önce onu oraya ben bırakmıştım. Yarım akıllının teki olduğumdan hatırlayamıyordum. Koltuğa otururken küreyi elime aldım. Gayriihtiyari bir şekilde evirdim, çevirdim, salladım. Bembeyaz kar taneleri heybetli dağın üstüne ağır ağır dökülürken şaşkınlıkla gülümsedim. Evrenin bize farklı işaret yöntemleri vardı.


Tunç birkaç saat sonra geldi. Geceki huzurlu vedalaşmamızın ardından bu sabah gergin görünüyordu. Yüzünü görür görmez;

"İyi misin?" diye sordum. Sanki o da beni incelermiş gibi bir süre yüzüme baktıktan sonra kafasını salladı.

"İyiyim." dedi.

"Kötü bir haber almışsın gibi sanki?"

"Yoo." dedi. "Az önce buraya gelirken yolda avukatımla görüştüm. Atlas'ın mal varlığı üzerindeki tedbir kararının kaldırılmasını istedim."

Sanki göğsümde bir pervane vardı da pır pır pır ediyor, içime soğuk soğuk cereyan üflüyordu.

"Ee?" dedim.

Hala tepkilerimi izleyen bir tavırla,

"Son olarak ne teklif edildiğini sordum bir de." dedi.

"Ben istemiyorum dedikçe, para pula dönüyor mevzu." diyerek öfledim. "Bana ne teklif edildiğini zaten biliyorsundur. Kulübün yarısını teklif ediyorlarmış. Anneme de zamanında babamın kulübe ortak olurken verdiği kadar parayı iade edeceklermiş. Komik ötesi geliyor kulağa." dedim öylesine bir havada.

"Bana da diğer yarısını teklif ediyorlar. Ne kadar komik olduğunun farkındayım." dedi.

Başladığım yerde hedeflediğim noktaya ulaşmıştım. Babamın nasıl öldüğünü öğrenmiş, çoktan hak edilen özürü almıştım. Çektiğimiz maddi manevi sıkıntılara karşılık kulübün yarısı tıpkı geçmişte babama ait olduğu üzere yeniden bize ait olacaktı. Ve bir de para veriyorlardı üstüne. Kağıt üstünde yeterince makul bir anlaşmaydı.

"Kabul edecek misin?" diye sordum.

Umursamıyormuş gibi omuz silkti.

"Ne kadar umrumda değil biliyorsun. Ben senin ne yapacağını merak ediyorum."

"Kaç kere daha söylemem gerekiyor? Ben kimseden bir şey istemiyorum."

Kalbim güm güm çarpıyordu. Tam şu anda bu çarpıntının Tunç tarafından fark edilmesi hiç iyi olmazdı. Olabildiğince sakin kalmaya çabalayarak;

"Annem alsın bir şey alınacaksa. Alsın, sonra da Antalya'ya dönsün. Sana yeterince zahmet verdik burada zaten. Otelin masraflarını annemin alacağı paradan öderiz." dedim.

"Saçmalama İpek. Otel babamın. Benim de para verdiğim yok." dedi.

"Üff. Bıktım senin şu herşeyin sahibi olmandan ha." diye yalandan takıldım. İşin aslı çılgın bir tempoyla çarpan kalbimi biraz olsun yatıştırmaya çalışıyordum.

Söylediklerimi tartar gibi bir ifade vardı şimdi yüzünde,

"Peki ya sen? Senin hiçbir şeyin olmayacak mı?"

"Olmasın."

"Annenle birlikte Antalya'ya dönmek istemiyorsun anladığım kadarıyla. Nerede kalacaksın? Sınavlara girmediğin için bursunu kaybettin. Herşeyi nasıl karşılamayı düşünüyorsun?"

"Çalışır, öderim." dedim belli belirsiz, neredeyse duyulmayacak bir tınıda. Gözlerini iri iri açtı.

"Hangi işte mesela?"

"Bilmiyorum." Sanırım biraz öfkelenmeye başlıyordum. "Daha önce bir ailenin çocuklarına oyun ablalığı yaptım. Kütüphanede çalıştım."

Bilmiş bilmiş kafasını salladı.

"Anlıyorum."

"Ne ya?" dedim çıkışarak. Güldü.

"Sakin."

"Beni çileden çıkaran sensin."

"Amacım bu değil. Gerçekten ne düşündüğünü anlamaya çalışıyordum. Yaptığın işleri küçümsediğimden değil ama bu şekilde geçimini sağlayamazsın."

"Bir kere okula devam edeceğimden emin değilim. Belki yeniden hazırlanıp, bir devlet okulunu kazanırım. Okulun ödemeleri olmazsa çok büyük bir masrafım kalmaz."

"Öyle ya da böyle. Sana sunulan teklifi kabul etmeni istiyorum İpek. Bunu bir arkadaş tavsiyesi olarak al."

"Gerçekten mi?"

"Evet gerçekten. Atlas bütün imzaları atmaya hazır bir şekilde geri dönmüşken, direnmek süreci uzatır, senin canını daha çok yakar. Tamam de geç, bitsin gitsin. İkiniz de yolunuza bakarsınız."

Uyuşturmadan ameliyat yapmak diye buna diyorlardı sanırım. Veya uyuşturmuş muydu? Sanırım uyuşturmuştu çünkü her yer uğulduyordu, oturduğum yer altımdan çekiliyordu ama ben olduğum yerde öylece durmuş Tunç'un son derece sakin yüzüne bakıyordum.

"Atlas geri mi dönmüş?!"

Tunç gözlerini gözlerimden ayırmadan sandalyesinde geriye yaslandı. Ağır ağır kafasını sallayarak onayladı.

Atlas geri dönmüş...

"Ve bana hiç haber vermemiş mi?"

"Yani ayrıldık diyorsun, buna göre..."

Ayrılmıştık. O ana dek ayrılmamışsak da o an itibariyle kesinlikle ayrılmıştık.

Bendeki, adına kalp denilen organ sanırım az önce patlamıştı. Kesici, delici, yanıcı parçalar dört bir yana savrulmuş, içimi bir afet yeri misali talan etmişti. Ölüyordum. Çünkü böyle yaşanmazdı. Öyleyse nasıl nefes alabiliyordum hala? Ve hangi kuvvetle sorular sorabiliyordum daha?

"Ne zaman dönmüş?"

"Bilmiyorum."

"Tutuklanmış mı?"

"Tutuklanmışsa da bırakmışlar demek ki."

"Demek ki?"

"Avukatımdan öğrendiğim serbest bırakıldığı."

"Şimdi nerede kalıyormuş peki?"

"Bilmiyorum İpek. Ben nereden bileyim?" diye parladı. Onun tepkisini irdeleyemeyecek bir haldeydim.

"Beni aramadı, görmedi, konuşmak bile istemedi." diye sayıkladım.

"Şimdi gittiğimizde avukatın ofisinde olur herhalde."

"Oraya gidemem." dedim. "O beni görmek istemiyorsa, karşısına çıkacak değilim. Yollasınlar evrakları. İmzalarım ben."

Tunç'un bir kalbi vardı, pekala ama henüz o kalbi aktif olarak kullanmıyordu. Ben, severken terk edildiğim adamla yüzleşmeye ne kadar hazır değilsem o da bendeki bu duygu karmaşasını o kadar anlamıyordu.

"İpek boşanıyorsunuz. İki medeni insan gibi görüşebilirsiniz. Kısa sürecek zaten."

Annemi otelden biz aldık. Tunç'un arabasının içinde, avukatın ofisine giderken binbir duyguyu aynı anda hissediyordum. Atlas'ı görmeye dair duyduğum korku, Atlas'ı görmeye dair duyduğum endişe, Atlas'ı görmeye dair duyduğum kalp kırıklığı hissi ve Atlas'ı görmeye dair duyduğum heyecan birbiriyle yarışıyor, çelişiyordu. Kalbim tonlarca ağırlıktaydı ve taşıması bu kadar imkansız hissettirirken, bir de benden medeni bir insan gibi davranmam bekleniyordu.

Ulus'ta bir apartmanın ikinci katındaydı ofis. Bina oldukça eskiydi ama içi tertemiz çamaşır suyu kokuyordu. Asansörü yoktu. Mermer basamakları çıkarken bayıldım bayılacak bir haldeydim. Annemin elini sıkıca tuttum. Boğazımdaki yumru, ağzımın içine kadar yükselmişti sanki. Bu anları nasıl sağ atlatacaktım, hiçbir fikrim yoktu. Her dakika saatler kadar uzun ve zordu.

Kapıyı Tunç çaldı. Yirmili yaşlarında kısa, siyah saçlı genç bir adam açtı.

"Hoş geldiniz. Ben Harun Beyin asistanıyım. Lütfen buyrun." diyerek bizleri içeri aldı.

İki odalı bir apartman dairesiydi burası. Avukatlık bürosu olarak dekore edilmişti. İlk bakışta, kapısı açık odaların içerisindeki ofis düzeneği masaları ve bilgisayarları görebiliyordum. Asistanın yönlendirmesiyle diğerlerinden daha büyük bir odaya doğru ilerledik. On kişilik yuvarlak bir masa vardı burada ve masanın başında,  Sude Dorukan oturuyordu. İçeride yaşlıca bir adam daha vardı. Atlas yoktu.

Biz içeri girdiğimiz anda yaşlı adam ayağa kalktı. Şık takım elbisesinin ceketini düzelterek elini bizlere uzattı.

"Hoş geldiniz İpek Hanım. Tunç Bey. Ben Harun Görgülü."

Masanın bir ucunda oturan Sude, bizimle birlikte ayağa kalkmıştı. Öncelikle annemin elini sıktı. Ardından hızlı bir şekilde bizim de elimizi sıkıp yerine oturdu.

Bizler de Harun Bey'in yönlendirdiği şekilde yerlerimizi aldık. Sevdiğim adamın annesinin şimdi tam karşımda duran yüzüne baktım. Atlas'ın evinde panik ve endişe içerisinde gördüğüm halinden farklı görünüyordu. Bugün ne panik içerisindeydi ne de endişeliydi. Kederli bir güzellik vardı yüzünde. Sakin ve derin nefesler alıp veriyordu. Kesinlikle yaşından genç görünüyordu, lacivert gözleri ise eşine az rastlanır bir güzellikteydi.

Yüzünün ana hatlarıyla Atlas kesinlikle annesine benziyordu. Sude'nin mimiksiz suratındaki ifade bile bana Atlas'ın suratsız suratını anımsatıyordu. O suratı ne kadar özlediğimi farkederek içim çekildi.

Ben Sude'yi incelerken Sude de beni inceliyordu.

"Nasılsın İpek?" diye sordu.

Ona karşı bir zamanlar ne kadar tepkili olduğumu düşündüm. O günler çok eskide kalmış gibiydi. Sude'yi Atlas'ın annesi ve annemin eski bir dostu olarak görmek geçmişin bütün öfkesini baskılıyordu. Üstelik sesinde gizlenmiş neredeyse şefkatli denebilecek bir tını vardı ki, o tını da ona karşı gardımı almamı imkansız hale getiriyordu.

"Eh işte." dedim başka ne diyeceğimi bilemeyerek. "Siz?"

"Eh işte." dedi o da. Gülmekle gülmemek arası bir ifadeyle. Sanıyorum ki ikimizin de iyi olmaktan fersah fersah uzak oluşumuzu açıklamanın daha iyi bir yolu olamazdı.

"Atlas yok mu?" diye sordum kendimi tutamayarak.

"Atlas gelmeyecek İpek." dedi. Sesinde yine o belli belirsiz tını vardı fakat bu sefer mideme bıçak saplanmış gibi hissetmemi engellemiyordu. "Bizim de işimiz kısa sürecek...diye umuyorum."

"Evet. Amacımız o." dedi Harun Bey sözü devralarak. "Tunç Bey, sizin avukatınızı bekleyelim mi? Yoksa hemen başlayalım mı?"

O ana dek sessiz bir şekilde oturan Tunç,

"Beklememize gerek yok. Ben hazırladığınız sözleşmeyi telefonumdan yollayacağım. Kendisi bize tapuda katılacak." dedi.

"Bu işleri hızlandırır." dedi Harun Bey onaylayarak. Hiç bekletmeden Tunç'a doğru bir evrak uzattı. Tunç fotoğrafını çekti. Bana daha fazla evrak uzattı.

Anlaşmalı boşanma dilekçesi çoktan yazılmış ve Atlas tarafından bizzat imzalanmıştı. Annemin de ifade ettiği üzere benden çok daha önce kararını veren Atlas, benden beklentilerini ailesiyle paylaşmış hatta bununla da kalmamış ayağının tozuyla ülkeye döner dönmez boşanma dilekçemizi imzalamıştı. Hafif eğik yazılmış büyükçe bir A harfinin etrafından karizmatik çizgilerle dolanan Dorukan yazısına baktım. Bu imzayı ikinci kez görüyordum. İlkini benimle evlenirken atmıştı.

Masanın altından hala elimi tutan annem destek verircesine elimi sıktı. Fazla düşünmedim artık, gerçekten de şu noktada uzatmanın alemi yoktu. Kendi adımın yazılı olduğu yere -İpek Öztürk Dorukan- imzamı attım ve attığım anda aslında hiç varolmamış bir kişinin evliliğini sonlandırdığını düşündüm. Ben İpek Özgen'dim. İpek Öztürk oyunu kılıfına göre oynamak üzere kurgulanmış bir kişiydi ve ben aslında hiçbir zaman İpek Öztürk olmamıştım. Belki de bu yüzdendir, benim için tarihe karışan bu tarihi anda yaralanmayı beklediğim kadar yaralanmadım. Hemencecik olup bitmişti.

Tunç'un bile yetişemediği bir hızla imzayı atmış olmam Tunç'u tedirgin etmişti.

"Bir dakika! Niye imzaladın ki hemen? Ne verdiler? Belki vaatlerini yerine getirmediler. Bakabilir miyim ben şu evraklara?"

"Kırk kere konuşuldu herşey! Sözümüzü tutmayacak insanlar değiliz." diye çıkıştı Sude.

"Herşey sözleşildiği gibi Tunç Bey." dedi Harun Görgülü gayet serinkanlı bir tavırla. "İpek Hanım ve annesi mağdur edilmeyecekler. Endişeniz olmasın. Buyrun bakabilirsiniz."

Tunç, imzaladığım kağıdı önüne yeni almıştı ki telefonu çalmaya başladı. Ekrana baktı, yüzünü buruşturdu ve,

"Bunu yanıtlamam lazım." diyerek hızla odadan çıktı.

Kapı arkasından kapandığında önce derin bir nefes alan anneme, sonra gülmeyi pek beceremez denilen Sude'nin yüzündeki kurnaz tebessüme baktım. Sude,

"Güzel zamanlama, değil mi?" dedi anneme bakarak. Annem de gülümseyerek onu onayladı.

"Gerçekten hanımlar vaktimiz oldukça dar. Hızlıca devam edelim." dedi Harun Bey.

Burada her ne dönüyorsa, ben kesinlikle anlamıyordum an itibariyle.

"İpek Hanım, az önce imzaladığınız evrakı işleme koymayacağız. Sizden bir başka versiyonunu imzalamanızı istiyorum." dedi yaşlı adam.

"Boşanmıyor muyum?" diye sordum gayri ihtiyari.  Sude'nin gözleri hüzünle perdelendi.

"Böyle olması gerektiği için gerçekten üzgünüm İpek'cim." dedi.

Pekala. Boşanıyordum.

Verdikleri yeni evrakı çok hızlı bir şekilde inceledim. Ek bir sayfa vardı ve mal paylaşımı maddelerine bakılacak olursa buna paylaşmak denilemezdi. Atlas herşeyi bana bırakıyordu.

Beşiktaş'taki ev, elma bahçesindeki ev, daha önce bahsini bile duymadığım Antalya ve Bodrum'da iki ev, çeşitli şehirlerde arsalar... yüklü miktarda para... neredeyse bir sayfa dolusu mal mülk sürüp gidiyordu...bununla beraber dikkat çekici bir detay olarak, kulübün yüzde elli hissesi. Çünkü diğer yüzde ellisi gerçekten Tunç'a veriliyordu.

Anneme döndüm. Annem herşey yolunda dercesine kafasını salladı. Ben de bir kez daha imza attım. Sude ve annem de kendi paylarına düşen evrakları imzaladılar. Harun Bey, imzalanan evrakları klasörüne yerleştirdi. Uzanıp Tunç'un kalktığı yerde duran az önce imzaladığım kağıda baktım. Orada gerçekten de kulübün yüzde elli hissesi ve belli bir miktar da para yazılıydı. Muhtemelen babamın ortaklık için yatırdığı paraydı bu. Artık iyice kafam karışmıştı.

"Ne demek bütün bunlar?" diye sordum.

"Harun Bey, Kenan'ın değil kayınpederim Cevdet Dorukan'ın avukatıdır İpek. Bu bilgiyi herkesle paylaşmıyoruz."

"Anlayamıyorum."

Harun Bey açıkladı: "İpek Hanım, sizinle paylaşmakla yükümlü olduğum bilgi şu: Ortak bir tanıdığımız, yasal işlemler tamamlanır tamamlanmaz, size vereceğim karttaki numarayı aramanızı diliyor. Mümkünse en kısa sürede." derken babacan bir tavırla gülümsüyordu.

Bana uzattığı kartı aldım. Bir kartpostaldı. Üzerinde Rumeli Feneri Kalesi'nin bir fotoğrafı vardı. Kartın arkasını çevirdim. Orada bir telefon numarası vardı ve altında şöyle yazıyordu: "Belki de bir dünyanın sonu başka bir dünyanın başlangıcıdır."

Nefes almıyordum, hayır, son birkaç saniyedir kesinlikle nefes almıyordum.

Tunç kapıdan içeri girerken kartı hızlıca çantamın içine tıkıştırdım.

"Avukatım aradı. Savcı dün geri çektiğim şikayetime kafayı takmış. Mesai bitmeden bugün acil olarak savcılığa gidip yeniden ifade vermem gerekiyormuş. Başıma bela olmaktan hiç vazgeçmiyorsunuz." diye söylenirken Harun Bey'e bakıyordu.

Harun Bey onun hiç değilse yaşına hürmeten duyması gereken saygıdan yoksun tavrını hiçbir tepki göstermeden karşıladı. Bana öyle geliyordu ki yüzünde mimik bile kıpırdamamıştı. Tunç, asık bir yüzle hala önünde duran kağıtları inceledi.

"Ne eksik ne fazla. Tam olarak söylediğiniz gibi." dedi memnuniyetsiz bir tavırla. Kendisine devredilen kulübün yüzde ellisini içeren evrakı bir çırpıda imzaladı. Bana ve anneme döndü. "Sizin için herşey yolundaysa, benim için de yolunda."

"Evet. Üstünde mutabakata vardığımız meblağ buydu yani kabul ediyoruz." dedi annem yapıcı bir tavırla.

"İpek?" diye üsteledi çünkü benden emin olmak istiyordu.

"Ben iyiyim Tunç." dedim artık bıkarak.

Kafasını salladı.

"Öyleyse birlikte çıkalım. Sizi tapu işlemleri için nüfus idaresine bırakalım. Avukatım ve ben savcılıkta işimiz bittikten sonra gelebileceğiz."

"Sorun yok."

Dediği gibi oldu. Annem ve ben onun arabasına bindik. Sude ve Harun Bey bir başka araçla bizi takip ettiler. Arabada kimsenin ağzını bıçak açmadı. Son anda avukatından gelen arama ve beklenmedik savcılık daveti Tunç'un keyfini iyiden iyiye kaçırmıştı. Bütün bu süreçte beni aşan, Tunç'u bile aşan bir oyun sahneleniyordu. Benimse başım dönüyordu. Tapu dairesinin önünde araçtan inerken,

"İşiniz biter bitmez beni ara." dedi Tunç.

"Tamam." dedim ona sadece.

Annemle yan yana adımlarla binanın basamaklarını çıktım. Hayatımda bugüne kadar birkaç kez devlet kurumlarında işlerim olmuştu. Hiçbiri burada olup biten kadar hızlı gerçekleşmemişti. Harun Bey vekaletini üstlendiği müvekkillerinin yerine imzalar attı. Ben de muhtemelen yüzlerce imza attım. Bizden hariç her detay biz daha oraya gelmeden önce hazırlanmıştı. Yarım saat bile sürmeden bütün işimiz bitti.

Yeniden temiz havaya çıktık.

Farklı bir rüzgar esiyordu şimdi.

"Herkes için hayırlısı olsun." denildi kapıda. Birer kez daha el sıkışıldı. Annem ve Sude birbirlerine sarıldılar. Sonra Sude, hiç beklemediğim anda -muhtemelen kendini bile şaşırtarak- bana da sarıldı. Birkaç saniye öyle sarılı kaldık.

Ayrıldık sonra. Birbirimize baktık.

Ben onun yüzünde oğlunu gördüm ve o benim gözlerimde babamı gördü. Bir şey söylemedik, sözlere dökülemeyecek yoğunlukta bir kavrayış anıydı.

Orada vedalaştık.

Tunç'un bizi alması için yolladığı araçla, bizzat Tunç'un babasına ait otele geçtik. Yolda telefonla görüştüğüm Tunç'a işlemlerin çok çabuk hallolduğunu anlattım.

"Ben bu akşam uğrayamayacağım yanına. İşlerim bitmedi hem de çok yorgunum. Aile mahkemesi boşanma duruşmanızı perşembe olarak belirlemiş. İstersen beraber gidebiliriz."

"Olur." dedim. Perşembeye dört gün vardı.

Otel odamıza girip kapıları kapattığımızda anneme ne bildiğini sordum, hiçbir şey bilmediğini söyledi.

"Ben sadece senin mutluluğunu istiyorum İpek."

"Ama bu mal paylaşımı konusundan haberdardın."

"Evet sadece bu kadarından."

"Neden kabul ettik peki biz bunu?"

"Bu bir ricaydı. Atlas'ın senden istediği en önemli şeydi. Doğrudan söylerse kabul etmeyeceğini düşünüyordu."

"Haklıydı. Öyle bir iki şey değil çünkü gördün değil mi? Annesinin yaşadığı ev hariç neyi var neyi yoksa bana devretti. Hala inanamıyorum."

"Sen dememiş miydin? Atlas öngörülerinde yanılmaz diye. Bir sebebi vardır mutlaka."

Annemin yüzünde muzip bir gülümseme vardı.

Kaşlarımı çatarak "Umarım." dedim.


Aynı hafta perşembe günü İpek Öztürk ve Atlas Dorukan resmi olarak boşandılar. Duruşmaya ben gittim. Atlas mazeret göstererek katılmadı. Hakim yine de bizi tek celsede boşadı.

Bir hafta sonra Kenan Dorukan vefat etti. Bunca yıl insanlara verdiği bunca hasara rağmen yine de hatırı sayılır bir çevresi vardı. Annem ve ben cenazeye katılmadık ama duyduğumuz kadarıyla kalabalık bir tören olmuştu.

Ben, bu esnada yeniden bir başvuru yaptım ve eski soyadım olan Özgen'e döndüm. Sadece bir hafta içerisinde bu da aradan çıkmış oldu.

Yasal süreçten geriye son bir işlem kalmıştı. Her ne kadar Tunç, dilekçesini çoktan geri çekmiş olsa da, savcılık soruşturma dosyasını kapatabilmek üzere benim de ifademi almak istiyordu. Bu yüzden, son kez buluştuğum Tunç'la birlikte Çağlayan Adliyesine gittim. Adliye koridorları çocukluğumdan aşina olduğum yerlerdi ve beni birçok insanın hastanelerde hissettiğinden daha beter şekilde geriyordu. Neyse ki kısa sürdü. Savcının odasında bana da dosyayı kapatmaya yönelikmiş gibi görünen birkaç basit soru soruldu. Atlas'ın sözleri kulaklarımda çınlarken benden ne söylemem isteniyorsa, onları söyledim.

Sana neyi ne kadar bildiğini sorabilirler. Bilmiyorum diyeceksin. Hiçbir şeyi bilmiyorsun. Sen kandırıldın.

"Eski eşim Atlas Dorukan'la aynı okulda okuyorduk. Ben onu sporcu kişiliğiyle tanıdım. Gelirini spor yaparak kazanıyordu. Babasıyla ortak yürüttüğü işlerden habersizdim, hiçbir şey bilmiyorum. Ben kandırıldım."

Son cümlelerim esnasında dolu dolu olan gözlerimle ağladı ağlayacak bir ifade vardı yüzümde. Fazla duygusaldım. Sesim de titremişti.

Tunç bile etkilenmiş bir ifadeyle bakıyordu yüzüme.

"Yalandan yere nasıl bu kadar kolay ağlayabiliyorsun?" diye sordu arabada baş başa giderken.

"Gözlerini kırpmadan sabit şekilde bakarsan gözlerin sulanır ve bu da seni ağlayacakmış gibi gösterir. Biraz daha sabredersen ağlarsın da."

"İyi bir oyuncusun İpek. Bu yönünü hep takdir ettim."

"Değilim aslında. Bu çok basit, kızsal bir numara."

Keyifli keyifli güldü.

"Yok yok... iyi oyuncusun. Herkese, her konuda rol yapabiliyorsun da, Atlas'a olan duyguların konusunda yapamıyorsun, seni de o kurtardı."

"Ne demek şimdi bu?"

"Sana bir şey itiraf edeceğim."

"Demek geliyor..." derken ellerimi ön konsola pata pata vurarak tempo tuttum. Aramızda eğlenceli, dostane bir hava vardı. Tunç hala gülüyordu.

"Uçaktan tek başına indiğinde Atlas'la birlikte bana oyun oynadığınızı düşündüm."

Hayretle gözlerimi açtım.

"Yok artık!"

"Sizi alanda karşılayacağımı öğrenmişti ve seni yalnız yollayarak beni şaşırtmayı hedeflemişti. Başardı da. Bu beklemediğim bir hamleydi."

"Ee?"

"Ee'si senin de oyuna dahil olduğunu ve beni davadan vazgeçirmek için seni kullandığını düşündüm. Çok öfkelendim."

"Ama bu çok boktan bir teoriymiş."

"Öyle değildi aslında bak; biz eskiden Atlas'la gerçekten arkadaştık, birlikte çok satranç oynadık. Atlas hayatın da bir satranç tahtası olduğunu düşünürdü. Ona inanılmaz hak veriyorum bu konuda. Satranç düşünmeyi, ileri görüşlülüğü, en önemlisi de oyunu okuyabilmeyi gerektirir. Satrançta en iyi diye bir şey yoktur. En iyi her zaman değişebilir çünkü oyun masasında yapılacak hamleler, atılacak adımlar ve gösterilecek performans zamana göre değişebilir."

"Kulağa zekice geliyor."

"İkimiz de zekiyiz ama bu oyunu yalnızca birimiz kazanacaktık."

Ve beni oyuna sürdünüz.

"Benim teorim, Atlas'la gerçekte hiç ayrılmadığınızdı ama öyle olmadığına beni sen ikna ettin." dedi. "Seni onun evinde, üzerinde gelinlikle kafayı yemiş bir halde gördüğümde oyun oynamadığını anladım. Atlas'ı hala seviyordun ama bitmişti, bittiğini gözlerinde gördüm. Senin ona ve aşkına inancın kalmamıştı. Yine de olanları yüreklilikle karşılamandan çok etkilendim. Bu yüzden Atlas'ın mal varlığı üzerindeki tedbir kararını kaldırttım."

"Bir dakika. Ama sen ısrar ettin bana? Atlas ne verecekse al dedin!"

"Çünkü sen de rahat bir hayat yaşa istedim. Senin de istediklerin olsun istedim. Beni reddetmen sorun değildi de, ona döneceğini bilsem, boşanma davasından tek bir kuruş almana müsade etmezdim. Ben o tedbir kararını senin için kaldırttım İpek. Sana inandığım için. Atlas rahata ersin diye değil."

Hayretle bakıyordum yüzüne.

"Bana karşı hislerin vardı sözde. Ama Atlas'a olan hırsın yüzünden beni de harcayacaktın yani öyle mi?"

"Sözde değil. Sana dair herşey gerçek. Ama kusura bakma İpek, bu da kişisel bir mesele değil. Amacım seni harcamak değildi. Ben sana benimle bir gelecek fırsatı sundum. Atlas'ın kazanmasını istemiyordum sadece. Seni de, babasından kalan mirası da, kısacası herşeyi kazanmak istiyordu o ama böyle bir dünya yok."

"Beni çok şaşırttın."

"Niye şaşırıyorsun ki? Atlas konusunda bir gün olsun değişti mi benim fikirlerim?"

Gayet tutarlı biriydi aslında, şaşırmam garipti gerçekten.

"Haklısın." dedim.

"Neyse geçti gitti sonuç olarak. Artık barış düzlemindeyiz."

Kafamı salladım. "Bitti ha sonunda?" dedim. Sesimde inanmakta güçlük çeken bir hava vardı.

"Gerçekten bitti." O ise rahattı.

"Bugün yeni hayatımın ilk günü."

"Bundan sonrasını nasıl değerlendirmeyi düşünüyorsun?"

"Bir vakıf kurmak istiyorum babamın adına. Spora hevesli bizim gibi gençlere destek olacağım. Tıpkı en başında hayal ettiğim gibi. Babamın adını yaşatmak istiyorum."

"Kulüpte bir ara yeni düzen hakkında toplantı yapmamız gerek."

"Evet. Yönetimi anneme devredeceğim ben. O da karışmaz senin işlerine. Sen istediğin gibi yönetirsin ama senin için sakıncası yoksa kulübe babamın adını vermek isterim."

"Yok canım, ne sakıncası olsun?"

"Çok teşekkürler Tunç."

"Rica ederim, ne demek... Okul konusunda bir karar verdin mi?"

"Şimdilik vermedim. Bir süreliğine tatile çıkayım diyorum. Annemle beraber Antalya'ya döneceğim. Orada düşünür annemle birlikte bir karar veririz."

"İyi bakalım."

"Sen ne yapacaksın?"

"Valla yazın geri kalanında buralarda olacağım ben. Geri döndüğünde ararsın, haberleşiriz."

"Olur."

Otelin önüne gelmiştik. Artık veda zamanıydı.

"Benim için yaptığın herşey için teşekkür ederim. Ben belki de en çok senden öğrendim şu hayatta." dedim.

Biraz kafası karışmış gibi olduysa da üstünde durmayıp gülümsemeyi seçti.

"Rica ederim İpek Özgen." dedi. "Seni tanımak güzeldi."

"Seni de Tunç..." dedim ve içtenlikle gülümsedim. "Seni de."





"Satranç hakkında, hayat için çok uzun olduğu söylenir ama bu satrancın değil, hayatın kusurudur."

Irning CHERNEV





Benim için hazırladığı valizi alırken annemi öptüm.

"Beni haberdar etmeyi unutma."

"Söz. Bu kez herşeyden haberdar edeceğim."

Harun Bey'in verdiği numarayı aradığımda telefonu açan kişi bana belirttiği saatte, Rumeli Feneri'nde olmamı ve oraya taksiyle gitmemi söylemişti. Konuştuğum sesi tanımıyordum.

Yine de söylenileni yaptım.

Atlas'ın bana kalenin burçları önünde oturduğumuz o gün evlenme teklifi ettiği Rumeli Feneri, yazın bu en sıcak günlerinde bile esinti alıyordu. Taksiden indiğimde rüzgardan uçuşan saçlarımı zorlukla zaptetmiştim. Burası bizim için en özel yerdi. Biz burada birbirimize sonsuzluk sözü vermiştik. Atlas'ın beni neden buraya getirttiğini anlayabiliyordum. Çimenlik alana doğru yokuş yukarı bir miktar yürüdüğümde, tepenin yukarısında bekleyen siyah aracı gördüm. Etraf gün ortasında ıssızdı. Tereddüt bile etmeden beni beklediğinden emin olduğum araca doğru yürüdüm.

Ön koltukta tek başına oturan takım elbiseli şoför yaklaştığımı gördüğünde,

"Hoşgeldiniz İpek Hanım." diyerek araçtan indi. Kapımı açtı. Binmeme yardım ettikten sonra valizimi de bagaja yerleştirip, yola çıktı.

"Sizi neden buradan aldığımı merak ediyorsunuzdur mutlaka. Cevdet Bey, takip edilmediğinizden emin olmak istedi." diye açıkladı.

"Cevdet Bey mi? Cevdet Dorukan mı?"

"Evet. Ben onun için çalışıyorum."

"Aa." dedim, aptalca bir şey söylemişim gibi hissettim, daha fazla aptalca şeyler söylemek istemiyordum. Şayet kendimi bir koyverecek olsam ilk olarak Atlas nerede'den başlar ve muhtemelen kendisi hakkında ağıza alınmayacak hakaretlerle devam ederdim. Bunun yerine, "Cevdet Bey'lere mi gidiyoruz?" diye sordum.

"Hayır İpek Hanım." dedi adam, "Sizi havalimanına götürüyorum. Uçağınızın kalkmasına fazla zaman kalmadı aslına bakarsanız."

"Aa." dedim bir kez daha. "Yolculuğum nereye peki?"

"Atlas Bey, bunun size sürpriz olmasını istedi."

"Öyle mi istedi?" diye mırıldandım, öfkeli bir tavırla içime içime kurularak.

Sürprizine karşılık sürpriz bulacaktı, hiç şüphesiz. Fakat şimdilik öfkemi erteleyecektim. Demek bana sürpriz olmasını istemişti. Onu öldürecektim. Tabi elbette öncelikle kendim meraktan ölmezsem.

İlgili havayolunun kontuarına yanaşıp pasaportumu uzattığımda, görevli kız kendiliğinden biletimi basıp uzattı. Elimde bir değil iki bilet tuttuğumu tam o anda anladım. Üstlerinde farklı isimler yazan iki bilet. İpek Özgen ve Atlas Dorukan.

Daha ben, ne olduğunu idrak edemeden, arkamdan yaklaşan adımların gölgesi düştü üstüme. Nefesimi tuttuğumda, nefesini ensemde hissedebiliyordum. Kalp krizi geçirmemek için arkamı dönmedim. Ama bu yine de sesini duyduğumda kalp krizi geçirmemi engellemedi.

"Yaptığımı telafi etmeye yaptığım yerden başlamak istedim. Bu kez elinde iki bilet olsun istedim."

Yaşlar gözlerimden usul usul inerken,

"Seni öldüreceğim biliyorsun, değil mi?" dedim. "Ömrümün sonuna dek nefret edeceğim senden."

"Kısa bir ömürden bahsediyorsun aşkım." dedi kollarını omuzlarıma sarar ve sırtımı göğsüne yaslarken. "Oysa ki sonsuza dek nefret etmeni tercih ederim. Benden sonsuza kadar nefret et ki, sonsuza kadar kendimi sana affettirebilmek için çabalama fırsatı bulabileyim."

"Senden sonsuza kadar nefret edeceğim." diyerek onu onayladım.

"Sonsuza dek nefret et ki, ben de sonsuza dek öpebileyim gözyaşlarından." dedi. Yüzünü eğdi, yaşlarla kaplı gözlerimi öperken gözlerimi yumdum. "Sonsuza dek nefret et ki, ben de sonsuza dek benim için öfkeyle çarpan kalbinin sesini dinleyebileyim." Ellerini ellerime kenetledi ve ellerimizi kalbimin üstüne yasladı. Kalbim şu anda bile çıldırmış gibi bir hızla çarpıyordu. "Bana öfken hiç dinmesin. Sonsuza dek, say, dök, söyle... söyle ki, o güzel dudaklarındaki öfkeyi dudaklarımın arasında yatıştırabileyim." Beni usulca kendine doğru çevirdi. Ondan nefret ediyordum ve ondan sonsuza dek nefret edecektim bu yüzden beni öpmesine izin verdim.

Dudaklarının arasında ölüyordum ve her an her saniye yeniden doğuyordum.

Delilikti bu! Delilikten öteydi! Kendine zarar vermenin en zarif ve en savunmasız biçimiydi.

"Seni hiçbir zaman affetmeyeceğim." dedim.

"Affetme aşkım, ben affedemeyeceğin kadar çok zararlar verdim sana. Ama yine de bana döndün ya, sonsuza dek kölen yapabilirsin beni." Salya sümük bir halde gülümsedim.

"Deli."

"Sana deli. Sana köle. Seninim ben. Ölüyorum senin için."

"Ben de..." dedim, yaşları yutkundum. "Ben de seninim. Ben de ölüyorum senin için."

İçi heyecandan çekilir gibi nefesini tuttu, baktı gözlerimin içine, mutlu mutlu baktı böyle, mutlu mutlu oldum ben de. Balonlar uçtu kalbimden göğe. O kadar güzeldi ki yüzü ama o kadar güzel... ve ne kadar özlemiştim. Özleye özleye tükenmiş, bitmiştim. Bir daha görür müyüm diye düşündüğüm gözlerine içim eriye eriye, doya doya baktım. Sadık bir köpek yavrusu gibi yüzünü yüzüme sürttü.

"Kaçırmamamız gereken bir uçağımız var. Kavga etmeye yolda devam edelim mi?" diye sordu.

Güldüm.

"Edelim."

Elimi tuttu yeniden, sıcacık oldu içim. Güçlü güçlü tuttu elimden. Büyük adımlarıyla yürüdü o yine ve ben de ona yetişebilmek için koştum.

Sonsuza dek koşabilirdim. Çünkü sonsuzluk bizimdi.

Atlas'ın beni ne sebeple feda ettiğini anlamıştım. Babam içindi. Babamın adı gururla yaşayabilsin diye, aşmamız gereken büyük bir Tunç engeli vardı. Bu oyunda benim kazanabilmemin yolu, öncelikle benim feda edilmemden geçiyordu. Tunç'u onun içindeki nefrete hitap ederek aşamazdık, vicdanına seslenmek zorundaydık. Onun bir kalbi vardı, o kalbi çalıştırmak ve onunla kalpte hesaplaşmak zorundaydık. Ne yazık ki bunu yapabilecek tek kişi bendim ve Atlas'ın bu uğurda yaptığı akıl almaz bir fedakarlıktı. O benim sevgime güvenmiş ve inanmıştı, peki ya ben ona inanacak mıydım? Beni bıraktığı müddetçe ben, bu oyunu her halükarda kazanırdım fakat ona geri dönmeyebilirdim. İşte Atlas böylesine büyük bir risk almıştı.

Beni bıraktığı için ondan sonsuza dek nefret etmeye hakkım vardı ama fedakarlığının bedeli olarak elde ettiklerim için de sonsuza dek minnettar kalacaktım. Kurulacak bir vakıf ve sahibi olduğumuz spor kulübüyle birlikte babamın adı gururla yaşayacaktı.

Ve ben, Atlas'ın uzattığı o eli tutarken gururla İpek Özgen'dim artık. Timur Özgen'in kızı.

Yalansız, oyunsuz ve özgürce.

Havada yeni bir başlangıcın ve rengarenk yaz çiçeklerinin taze kokusu vardı.

Sonsuzluğu yeniden tanımlamak lazımdı. Bir dünyanın sonu başka bir dünyanın başlangıcıydı.

Ve bizim sonsuzluğumuz el ele tutuştuğumuz bu anda yeniden başlayacaktı...


SON


Daha sonra daha uzun bir veda yazısı ve ilave bilgilerle yeniden döneceğim. Geç olsun güç olmasın diyerek bölümü paylaşıyor sizleri kocaman öpüyorum.

Bugüne dek benimle olduğunuz için çok teşekkürler.

Her biriniz kalbimde kocaman kocaman yerler edindiniz. Burada, satır aralarında ve twitterda ve bazılarınızla (onlar kendilerini biliyor) whatsappta konuştuğumuz her şey kalbimde en güzel izler bıraktı, bırakıyor ve bırakacak daha... siz beni bırakmadığınız müddetçe ben sizi hiç bırakmam ki.

Hoşgörün, affedin, hayatınızda yalnızca güzelliklere yere açın. Aşkla, sevgiyle kalın.

Görüşmek üzere.

Continue Reading

You'll Also Like

ZAYİ By Hilâle Aşar

General Fiction

3.3K 404 23
İzbe bir sokak arasında dövülerek bırakılmış bir kadın... Uyandığında kendi ismini bile hatırlamıyor. Kendisine yardım eden hiç tanımadığı yaşlı bir...
1M 102K 52
"Bu senin düğün istemeyen halin miydi?" diye sordu Yavuz duruşunu bozmadan. Nefesini düzene sokmaya çalışan İnci "Sana nikahı bastım diye dans ettim...
2.4M 106K 71
Bu imkansızdı işte ... "" Sözlüyüm ben ."" Dedi Havin . Cesur'un ise Havin'in bu tavrı hoşuna gitmişti. Her ne kadar ondan uzakta yaşamış olsa da Hav...
NALE By M.Sevda 🕊

General Fiction

553K 38.1K 35
Benimle yalnız kaldığı ilk anda hesap soracağını sanırken o bambaşka bir şey yaptı. Uzandı, tek seferde kendine çekti beni. Göğsüne sığmamı sağlarken...