POBEDA

Par oliveandturtle

450K 39.7K 26K

İpek ve Atlas. İki ünlü dağcı, sıkı dost, hayata ve kadere ortak iki babanın çocukları. Sekiz yıl önce; dünya... Plus

Nefretin Başlangıcı
Özel Sebepler
Asla Asla Deme
Doğa Yürüyüşü
Darmadağın
Eğitilmez
Şarkı Listesi (YB Değil)
İddia
İntikam Planı
Oyun
Elma Bahçesindeki Ev
Kapı
Sorgulamalar
Düğüm
Karar
Sude'nin Gözyaşları
Domino Taşları
Utancın Külleri
Yaşattığının Bedeli
Seçilen Taraflar
Fırtınalı Bir Gece
Kendinden Vazgeçmek
Pobeda'nın Öncesi
Zirvede Bir Gece
Kaç Ya da Savaş
Elif'in Gözyaşları
Israrlı Bir Telefon
Bugün Çok Geç
Deniz Feneri
Zayıf Nokta
Bir Nikah Bir Cenaze
Yemin
Gidebilmek
Eninde Sonunda
Billie Jean
Veda
Eşik
Korkuları Aşmak
Köprü
Solstis
Pobeda I
Adalet Terazisi
Tarafsız Bölge
Oyun Dışı
Pobeda 2 (1. kısım)
Son Oyun

Pobeda 2 (2. Kısım)

10.8K 921 1.3K
Par oliveandturtle

Atlas'ın çantasından çıkan kullanıla kullanıla eskimiş, her yeri işaretlenmiş haritayı inceledim.

Pobeda yolunda ilk ana durağımız olan Ala Tau Dağ Kampına Bişkek üzerinden gitmeye çalışmanın, üstüne bir de bu yolculuğu uçak yerine otobüsle yapmanın zorlu bir tercih olduğunu coğrafi düzlemde açıkça görebiliyordum. Doğruca güneye inip sınırı geçmek yerine batı yönde ilerleyip Issık Kul gölü çevresinden dolaşarak Karakol'a varmayı seçmiştik. Bu rotanın eskinin kısıtlı imkanlarıyla tercih edilecek bir rota olduğu anlaşılabiliyordu. Keza uçakla ilk olarak Bişkek'e inmiş olsaydık yine bu tercih anlaşılır olurdu. Fakat günün koşullarında benim için manevi değeri olmasından başka bir makul sebebimiz olmaksızın bu yolu seçiyorduk.

İkimizde de geride bıraktığımız fırtınalı gecenin yorgunluğu vardı. Otelden günün ilk ışıklarıyla sorunsuz şekilde ayrıldığımızda uykulu ve sessizdik. Sairan adı verilen merkezdeki otobüs terminalinde Alma Ata'dan Bişkek'e giden iki tür araç vardı. Matruşka adı verilen, minibüs benzeri, son derece döküntü araçlar fiyat olarak normal otobüslerden pahalıydı ancak bize sınır geçişinin Matruşka ile daha kolay olacağı söylenmişti ve Atlas'a bakılırsa bu değerlendirilmesi gereken bir unsurdu. Uzun bekleyişlerin hali hazırda sıcak ve bunaltıcı olacak bir yolculuğun eziyetini arttıracağını düşünüyordu. İki kişilik ödemeyi yapıp varış sürelerimizi hesapladıktan sonra ana kamptan bizi almaya gelecek arkadaşlarıyla konuşarak yer ve saat bilgisini netleştirdi.

Çok geçmeden hareket ettik. Sınırdaki evrak kontrolü gerçekten bize söylendiği gibi kısa sürdü. Alnımdan akan teri silerek asfalttan tüten dumanı izlediğim sınır bekleyişi esnasında Atlas'ın öngörüsünde ne kadar haklı olduğunu anlamıştım. Her zamanki gibi... İşlemler tamamlanır tamamlanmaz yola devam ettik. Artık Kazakistan sınırları içerisindeydik. Bir süre daha yol aldıktan sonra derme çatma bir pazar yerinde ilk kez gerçek bir mola verdik. Durduğumuz mola yerini Tunç'un izlettiği videodan hatırlıyordum. Babamın buradaki konuşmaları hafızamda tazeydi, sanki an be an yeniden yaşıyordum. Atlas sessizdi. Onun bu uzadıkça uzayan sessizliği yüreğimi ağırlaştırıyordu. Yolculuğun geri kalanı boyunca babamın dünya gözüyle gördüğü son medeniyetin üzerinde bulunduğumuz topraklar olduğu düşüncesi zihnimi hiç terketmedi ve gittikçe artan ağır bir melankoli ruh halimi derinden derine kuşattı. Öğle saatlerinde ulaştığımız Bişkek yolculuğumuz toplamda beş saati bulmuştu.

Kendimi adım atamayacak denli yorgun hissediyordum, yine de sorduğunda bunu Atlas'a itiraf etmek istemedim. Çünkü o kendince planını yapmış, birileriyle haberleşmişti çoktan. Bişkek'te oyalanmak istemediğini, bir an önce Karakol'a ulaşmak istediğini biliyordum. Ona ek masraf çıkarmak da istemiyordum bu yüzden yola devam ettik. İkinci kez bindiğimiz Matruşka ilkinden de beter bir haldeydi. Sarı renkliydi, dışı paslanmıştı, boyası dökülüyordu. Yine insan istifi bir şekilde içine doluştuk. İkili koltukta Atlas'ın yanında oturuyordum. Bakışlarımı sabitlediğim camda bir adet kara sinek vızır vızır vızıldayarak uçmaya çalışıyordu. Yol ilerledikçe aracın içindeki hava git gide ısındı. Oksijen miktarı hepimize yetmez oldu. Kısa süre sonra yüzleşeceğim yüksek irtifaya bağlı oksijensizlik problemleri göz önüne alınınca durum biraz ironikti. Bana göre çok daha iyi durumda görünen Atlas'a aklimatizasyon çalışmalarının otobüsün içinde başladığına dair şaka yaptığımda gülüştük. İletişim kurduğumuz sayılı anlardan biriydi. Zorunlu haller dışında neredeyse hiç konuşmuyorduk.

Saçlarımı basit bir lastikle tepeden topuz yaparak biraz olsun sıcağın bunaltıcılığını azaltmaya çalıştım. Daha çok yolumuz vardı. Git git bitmek bilmiyordu. Yolların bozukluğundan ötürü sürekli zıpladığımız aracın içinde kafamı zangır zangır titreyen sinekli cama doğru yasladım. Nasıl bir haldeydim ki derhal uyuyakaldım.

Çok huzursuz, çok rahatsız bir uykuya düştüm. Sürekli savrulan aracın içinde savrulan bedenim gibi ruhum da başı boş, savruk ve kimsesizdi. Rüyamda hiçbir yere varmayan koridorlar boyunca kan ter içerisinde koşuyor, bir türlü açılmayan kapılar yumrukluyordum. "Baba!" diye haykırıyordum, cevap gelmiyordu. Oysa sesimi duyacağına öylesine emindim ki ciğerlerim patlarcasına baba baba baba diye haykırmaya ve bir köşeyi daha dönerek koşmaya devam ettim. Bir anda koridor bıçak gibi kesildi. Önümde bembeyaz pamuk örtüyle kaplanmış, uçsuz bucaksız bir uçurum belirdi. Ayak parmaklarımın uçları sınırda kaldı, toz toprak döküldü uçurumdan aşağı, bense düşmekle düşmemek arasındaki seçim sanki kendi irademe kalmış gibi, orada öylece kararsız bir halde kalakaldım. Martı sesleri duydum gökyüzünde. Kafamı kaldırdım göğe ama tek bir martı bile göremedim. Son kez ve faydasızca seslendim boşluğa doğru: "Baba!" Tam da o anda onu gördüm. Uçurumun dibinde, beyazların üstünde, kanlar içerisinde... yerde yatan babam değildi. Atlas'tı. Korkuyla çığlık attım.

"İpek!"

Gözlerimi açtım. Başım her nasılsa Atlas'ın omzundaydı. Adeta yerimden sıçradım. Gerçekte de kan ter içinde kalmıştım ve Atlas'ın bana bakan gözlerinde endişe vardı.

"İyi misin?" diye sordu. Kesik kesik nefesler alırken hayatta oluşuna, bana bu şekilde endişeyle bile olsa bakışına şükrettim.

"Kabus gördüm." dedim soluk soluğa.

"Bana da öyle geldi."

Ter ensemden akıyordu ama titriyordum. Sinir, stres, anılar herşey çok yoğunlaşmıştı. Bir şey söylemek istedim, mesela iyiyim, gibi. Söyleyemedim. Çok şükür sen de iyisin, gibi. Onu da söyleyemedim. Dokunmak istiyordum ona, yüzüne, yanaklarına. Sıcaklığını hissetmek, yatışmak istiyordum ama o böylesine mesafeliyken kıpırdayamıyordum bile. Karşısında öylece, iri iri açılmış, cam gibi gözlerle bakmayı sürdürünce birdenbire oflarcasına bir soluğu koyverdi ve beni kendisine doğru çekerek başımı göğsüne yasladı.

Teninin kokusu, bu sıcaklık öyle bir özlemdi ki içimde sessiz haykırışlara dönüştü. Çığlık çığlık oldu içim. Sırtımı sıvazlayan eli, en büyük yaraları bile iyileştiren bir merhem gibiydi. Yokluğunu düşünemedim. Fazla da düşünmedim bunun üstüne. Sadece dile getirdim. Yüzümü gömdüğüm göğsüne doğru,

"Sana bir şey olursa katlanamam." diye fısıldadım. Dondu eli. Dondu bedeni.

"İpek..." dedi sitem edercesine.

"Yapamam. Yaşayamam."

"Yaparsın İpek. Yaşarsın."

"Konuşma böyle." derken isyanları kuşanarak geri çekildim.

"Asıl sen konuşma böyle!" Görünen o ki, isyan karşılıklıydı.

"Nasıl bu kadar zalim olabiliyorsun?"

Yüreğim batan, acıtan kırıklarla doluyken, yaşların gözlerime hücum etmesi kaçınılmazdı.

"Ben miyim zalim?" dedi hayret edercesine. "Ben mi oynadım seninle?"

İçime oturmuştu cümlesi.

"Pişmanım."

"Keşke daha önce pişman olsaydın."

"Keşke babanın tarafını tutmasaydın."

"Yine de anlatmazdın."

"Anlatacaktım!"

Artan hararetim yüzünden yükselmeye başlayan sesim, otobüsteki diğer insanların dikkatini çekiyordu. Ellerimi ağzıma kapadım. Yaşlar gözlerimden süzülerek akarken kafamı iki yana salladım. Onunsa gözlerinde acı alevler parlıyordu.

Benim aksime ses tonunu kontrol etmeyi başararak;

"Neredeyiz sevgilim bak!" dedi.

Sevgilim deyişine derin bir öfke, acı ve kinaye gizliydi. Omuzlarımdan tutup nazik bir şekilde beni arkama bakmaya yönlendirdi. Camdan dışarı baktım. Göz alabildiğine uzanan turkuaz mavisi suyun rengi gözlerimi aldı.

"Burası neresi?"

"Issık Kul gölü. O karşıda gördüklerin ise..." Resmen nefesim kesilmişti. Sözü onun yerine ben tamamladım.

"Tien - Shan dağları..."

Piramit biçimindeki muhteşem zirvesiyle Khan Tengri... ve Pobeda...

Babamın hiç erişemediği Zafer zirvesi ve kim bilir neresinde yatan cansız bedeni artık ufuk çizgisi uzaklığındaydı. Yanı başımda duran sevdiğim adamınsa ayak bastığı anda Kar Leoparı ünvanını hakettiği yerdi orası. Bir kez daha karman çorman hisler içerisindeydim.

"Herşeyi geriye alabilmek isterdim. Kötü anılarını silebilmek, yaşadığın tüm acıları unutturabilmek isterdim." dedi fısıldarcasına. Pobeda'nın karlı zirvesi gözlerimizin önündeydi, en büyük engelin birbirimizin hayatındaki varlığımız olduğunu kanıtlarcasına, tüm heybetiyle yükseliyordu. Söylemese de biliyordum ne söyleyeceğini fakat o yine de söyledi; "Ama yapamam." dedi. "Unutturamam."

******************


Gecenin bir körü vardığımız Karakol'da bizi karşılamaya genç irisi bir kız geldi. Yaşça ikimizden de büyük görünüyordu, fakat yirmilerinde olduğunu tahmin edebiliyordum. Atlas'ı gördüğü an kar yanığı yüzünde kocaman bir gülümsemeyle boynuna atıldı. Hayretler içerisinde bir adım geri çekilip ikiliye baktım. Atlas benim yanımda yaşanan bu sahneden dolayı rahatsız ve biraz da çekingen bir tavırla kızın kollarından sıyrıldı. Sırtına dostane bir şekilde pat pat vurdu ve Rusça olduğunu tahmin ettiğim dilde basit bir şeyler söyledi. Kız da ona aynı şekilde cevap verdikten sonra mavi gözleri benim üzerime çevrildi.

Birbirimizi ilk kez görüyor olmamıza rağmen bana karşı tavrının da soğuk olduğunu söyleyemezdim.

Atlas bizi birbirimize: "İpek bu Valeria. Valeria bu İpek." diye tanıttığında,

"Lera." diyerek onu düzeltti ve mesafeli bir tavırla uzattığım elimi sıkmak yerine beni de kendisine doğru çekerek sarılmayı seçti. Ardından aksanlı ingilizcesiyle; "Hoşgeldiniz." dedi.

Gülümsemeyi denedim ama hala burada neler döndüğünü tam olarak anlamış sayılmazdım bu yüzden mesafeli bir ifadede karar kıldım. Minibüsten bizimle birlikte inen diğer yolcular çoktan gitmişlerdi. Karanlık, küçük terminalde sadece üçümüz kalmıştık. Lera, bizi almaya geldiği araca doğru yönlendirdi. Üstü açık bir arazi aracıydı bu. Gündüz ter içinde kaldığımız yolculuğa kıyasla yakınlarına ulaştığımız dağlık bölgede serin bir hava vardı. Atlas çantalarımızı arkaya salladıktan sonra aracın ön tarafına doğru ilerleyip çevik hareketlerle Lera'nın yanına otururken kendi çantasından çıkardığı hırkasını bana doğru attı. Son anda yakaladığım hırkayı gözlerimi devirerek kenara koydum ve surat asarak arkaya oturdum.

Aracın üstü açık olduğu için hızla ilerlediğimiz arazi yollarında esen rüzgar anında donmama sebep oldu. Beş dakika daha sadece tişörtle oturursam kesinlikle donacaktım. Öndekilerin umrunda değil gibiydi. Görünen o ki, Atlas bana bahşetmediği nezaketini ve konuşkanlığını Lera'dan sakınmıyordu. Duyabildiğim kadarıyla konuşmaları bu yıl kampta kimlerin olduğuna ve tırmanış koşullarına dairdi. Lera, Atlas'ın gelmesine şaşırdığını söylüyordu. Atlas bu konuda yorum yapmak yerine kafasını çevirip geriye doğru bir bakış attı.

"Hırkayı giysene." diye seslendi.

Kollarımı göğsümde kavuştururken soğuktan bütün tüylerimin diken diken olduğunu hissedebiliyordum.

"Üşümüyorum ben." diye cevap verdim.

"Üşümüyorsun. Donuyorsun."

"Sen işine bak."

Kafasını onaylamaz bir tavırla iki yana salladı. Bakışlarımı başka yöne çevirdim. Atlas, Lera'ya duyamadığım bir şeyler söyledi. Araç anında durunca istemsiz bir şekilde öne savruldum.

"Noluyor?"

Atlas'ın suratı beş karıştı. Şimdi de o bana bakmıyordu. Lera kolunu şoför Nebahat gibi koltuğunun sırtına doğru atarak bana döndü ve yine o aksanlı ingilizcesiyle;

"Hırkayı giymezsen yola devam etmeyecekmişiz." dedi.

"Ya Allah Allah! Giyerim giymem!" diye celallendim.

Lera, Türkçe anlamadığı için haliyle son söylediğime karşılık boş baktı. Atlas ise kafasını göğe kaldırıp ıslıkla bir melodi tutturdu. Lera ufaktan öfkelenmeye başlıyordu.

"Kardeş giy gitsin." dedi.

Sırf bu çocuksu inadı daha fazla uzatmamak için hırkayı giydim. Giydiğim anda da yeniden hareket ettik.

Yeni bir kararla Ala Tau Kampını es geçip, hazır araç bulmuşken Karakol deresi yakınlarındaki ana kampa gideceğimizi biliyordum. 1800 m yükseklikteki ilk kampta durmak yerine 2500 m yükseklikteki ana kampta konaklamanın aklimatize olmakla uzaktan yakından alakası olmayan vücudumda nasıl bir etki yapacağını ise bilmiyordum. Fakat bu konuda Atlas'ın gereksiz risk almayacağına güvenen bir yanım vardı.

Ana kampa ulaştığımızda ay ışığının aydınlattığı Karakol deresinin yanına konumlanmış büyüklü küçüklü çadırların rengarenk görüntüsü görüş alanımı doldurdu. Henüz haziran ayının başlarındaydık ve kamp alanı şimdiden kalabalık görünüyordu. Geç bir saatte olduğumuz için herkes çadırlarına çekilmiş, uyuyordu. Etrafa müthiş bir sessizlik ve huzur hakimdi.

Lera, kamp alanında eşyalarımızı araçtan indirmemize yardım ettikten sonra kendi kaldığı yere doğru ilerleyip gözden kayboldu. Atlas ise dere kenarında çadır kurabileceği düz bir zemin aramakla meşguldü. Ben artık yorgunluktan ayakta duramaz haldeydim. Üstümde Atlas'ın kocaman hırkası, sırtımda ise kendi ağırlığıma denk çantamla bir kayanın üstüne oturup karları erimemiş görkemli dağların çevrelediği gölün üstünde parlayan aya ve yıldızlara baktım. Ah, ne güzel bir yerdi burası. Havası ne kadar temiz, ne kadar ferahtı. Normal bir insanın içi açılırdı fakat benim içim yanıyordu. İçimde isten, tozdan, közden göz gözü görmüyordu.

Atlas sonunda ideal yeri bulmuştu. Çantasını yere indirip bağlarını çözdü. Çadırı kurmak çok zor değildi, hele onun için hiç mesele olacağını sanmıyordum. Yardım etmek gibi bir niyetim şu an için yoktu. Kendi çantamı sırtımdan indirdim. Rulo haldeki uyku tulumumu çıkardım. Ayağa kalktım, ayaklarımla pat pat vurarak etrafımı şöyle bir düzledim. Tulumu yere serdim. Aynı anda Atlas'ın çadırı kurmayı bırakmış beni izlediğini farkettim.

"Napıyorsun orada sen?" diye sordu.

"Sen ne yapıyorsan ben de onu yapıyorum."

"Bir tane çadırımız var."

"Sana iyi geceler öyleyse."

"İpek...çadırı ikimiz için kuruyorum."

"Öyle mi? Boşuna zahmet ediyorsun. Ben uyku tulumumda uyuyacağım."

"İpek..."

"Ne? İpek, İpek, İpek." diye parladım. "Çocuk mu azarlıyorsun yoksa adımı mı ezberliyorsun?"

"Şşştt." dedi. Oysa ben çok öfkeliydim ve bu çocuk muamelesi yapan tavrına tahammül edemiyordum. Sırtımı dönüp aksi tavırlarla yamuk serdiğim uyku tulumumu düzelttim.

Evet farkındaydım, etrafta insanlar uyuyordu. Bense son zamanlarda ses tonumu ayarlama konusunda bazı sıkıntılar yaşıyordum. Botlarının bastığı taşları ezerken çıkardığı seslere dayanarak bana doğru yaklaştığını söyleyebilirdim fakat ellerinin omuzlarımı kavramasını hiç ama hiç beklemiyordum. Kalbim göğüs kafesimin içinde hapsolmuş bir kuş gibi çırpındı. Ona döndüğüm anda yüzümdeki ifadeden dolayı ne yaptığını anlayarak ellerini çekti ve bocalayan bir tavırla iki yana bıraktı. Parmak uçlarını birbirine bastırdığını görebiliyordum çünkü yüzüne değil ellerine bakıyordum. Önceki gece otel odasında yaşadığımız olayın ardından bir an için elini tutuşumu...o eli çekmeyerek bana bir an için sanki herşey yoluna girecekmiş gibi hissettirişini düşünüyordum. Özür dilerim deyişini, sarılırken... sarılırken, bir gece önce ve bugün otobüsteyken. Sarılışını düşünüyordum ve bana evimde hissettirişini.

O ne düşünüyordu, bilmiyordum. Sıkıntılı nefesini içine hapsetti.

"Hadi gel bana yardım et." dedi. "Çadırı kurmayı bitirip uyuyalım bir an evvel. Çok yorulduk ikimiz de."

"Lera yardım etsin."

"Çocukluk bu yaptığın."

"Eski sevgililerinden biri herhalde. Görür görmez sarıldı sana."

"Sana da sarıldı."

"Aynı şekilde değil."

"On beş yaşından beri tanıyor beni. Farkı bu."

"Ne söyledin ona geliyorum derken? Kiminle geliyorum dedin?"

"Herhangi bir detay vermedim. İki kişi geliyoruz dedim."

"İpek dedin ya tanıştırırken, sadece İpek diye tanıttın beni."

"Ne diyecektim?"

"Ne mi diyecektin?"

"Evet. Ne dememi isterdin?"

Buna vereceğim cevabın tıpkı otobüste yaptığı şekilde bana tokat gibi geri döneceği ortadaydı.

"İstemiyorum ben bir şey. Zor olmuştur tabi senin için." diyerek kaçmayı seçtim.

Delici bakışlarının çeperinden sıyrılıp, diğer çadırlardan daha uzak bir konum olan su kenarına doğru yürüdüm. O kadar kolay bırakmayacaktı. Peşimden geldi.

"Neymiş zor olan?" diye üsteledi.

"Önemli değil biliyor musun? Eski sevgilin olsa da umrumda değil, sonuçta biz..." dedim sustum.

Tek kaşı havada devam et dercesine kafasını eğdi. Dudaklarımı kemirdim. Ne söyleyecektim? Kağıt üzerinde evliyiz mi? Yalancıktan evliyiz mi? Biz aslında hiç biz olmadık mı? Bunları bana söyleyen kendisiydi zaten, bu cümleler beni yakıyordu, onun için bir şey ifade etmezdi.

"Umrumda değil." diye tekrarladım. Birbirimize baktık, baktık, baktık. O söylemesini istediğim şeyleri söylemeyecekti ve ben çok gereksiz zorluyordum.

"İyi." dedi sonunda, burnundan soluyarak. "Umrunda değilse, gel de yardım et."

Kalbimin derinliklerine temelli çöreklenen o sızıyla birlikte gardımı düşürdüm ben de sonunda. Beş karış bir suratla onun peşinden yürüyen ben oldum bu kez. Suratsız suratını takınmıştı yüzüne. Çadırı kurmamız kısa sürdü. İçini hazırladık ve gayet tatsız, keyifsiz bir şekilde eşyalarımızı taşıdık. Önce ben girdim. Çadırın içi dışarıya göre sıcaktı. Uyku tulumuna gerek kalmamıştı. Üstümü değiştirip eşofman bile giymek istemiyordum. Hırkayı çıkarıp bir kenara koyduktan sonra kotumla birlikte alelacele yorganın altına girdim. Atlas da botlarını çadırın dışında çıkarıp içeri girdiğinde ona bakmak istemedim. Küçücük alanda birbirimize fazlasıyla yakın olacağımızı biliyordum. Kalbim şimdiden normalinden hızlı çarpıyordu.

Profesyonel dağcılıkta böyle şeylere bakılmazdı. Kimi zaman canını kurtarmak için sığındığın çadırın içinde doğa ana kadın, erkek ayrımını sıfırlıyor, herkesi insan olmakla eşitliyordu. Gelgelelim, Atlas'la bizim birbirimize çekim duymadığımız herhangi bir an olmadığı için profesyonelliği de tıpkı Atlas'ın botları gibi çadırın dışında bıraktığımızı düşünüyordum. Bunu daha önce birlikte yaptığımız kampta kanıtlamıştık. Bütün geçmiş güzel anılar gibi o anları düşünmek de üzüyordu artık. Atlas yorganın altına girerken ona arkamı döndüm ve mümkün olduğunca duyulmayacak nefesler almaya çabaladım. O da beni rahatsız etmemeye çabalayarak yerleşti. Fakat kocamandı. İstese de istemese de birbirimize değiyorduk. Otel odasında, çift kişilik büyük yatakta olduğu gibi değildik, uzaklaşacak mesafem kalmamıştı. Bu yüzden kıpırtısız kalmam gerekiyordu. Biraz zaman geçti. Kollarını başının altında birleştirmiş düşünceli bir halde uzandığını bilmek için onu görmeme bile gerek yoktu. Sığ nefes alışverişlerini duyabiliyordum. Ne o uyuyabiliyordu ne de ben uyuyabiliyordum. Konuşmuyorduk da.

Biraz daha zaman geçti. Kalbim yerinden çıkarcasına çarpıyordu, artık bu eziyete katlanamıyordum. Yorganı üzerimden savurarak yerimden kalktım. Saniyeler içerisinde çadırın fermuarını açıp dışarı fırladım.

"Nereye gidiyorsun?" diye seslendi arkamdan.

Durmak, daha fazla düşünmek, ona daha fazla yakın olmak istemiyordum. Ayakkabılarımı bağcıklarını bağlamadan ayağıma geçirip göle doğru koştum. Bir kayalığın üstünde son buldu koşum. Oturdum, gözlerimden akan yaşları kendi başıma silerken burada olduğu gibi her anda -geçmişte de, günümüzde de- güçlü olmak zorunda olduğumu, çok yorulduğumu, artık güçlü kalamadığımı düşündüm. Bana 'güçlü olmak zorunda değilsin' deyip kucak açan adamın sevgisini yitirdiğimi ama aslında o adamı hiç haketmediğimi ve belki de sanrılardan ibaret bu aşka hiç sahip olamadığımı düşündüm. Kararlar almış, kararlar bozmuş, pek çok sözümden onun uğruna dönmüştüm. Beni sevmesini, beni herşeyden çok sevmesini ve ne olursa olsun benden vazgeçmemesini dilemiştim. Her dileği kabul olmuyordu insanın. Vazgeçmişti işte. Tıpkı bir zamanlar Kaya'nın beni acımasızca tehdit ettiği gibi babamın kim olduğunu öğrenmesi benden uzaklaşmasına yetmişti. Ve ben, geçmişte de günümüzde aynı yapayalnızlık hissiyle sınanmaya devam ediyor, kendi gözyaşlarımı kendim siliyor, yüreğimde ne kadar çabalasam da yatışmayan bir aşkın sancılarıyla kıvranıyordum.

Bir zaman sonra sessizce gelerek yanıma oturdu. Dudaklarımı kanatırcasına ısırarak ağlamamı durdurmaya çalışıyor, sözümona ay ışığının gölün yüzeyindeki yansımasına bakıyordum. O ise dosdoğrudan bana bakıyordu. Kendimi acındırmak istemedim.

"Uyusaydın ya sen. Ben gelirdim sonra." dedim.

"Olmuyor İpek. Biz bu şekilde soğumuyoruz." dedi konuyu en ufak dolandırmadan. Oysa soğumak şöyle dursun ben alev almış yanıyordum. "Dinmiyor böyle. Çözemiyoruz da. Neyi çözeceğiz zaten... Kördüğüm bu. Kendi başımıza kalmalıydık. Sakinleşip kafamızı dinlemeliydik. Hala bir aradaymış gibi yapıyoruz. Sana zor geldiğini biliyorum. Ben de farklı durumda değilim."

"Kafama sıçayım." dedim bir kez daha yaşlar gözlerimden dökülürken. "Ben takıldım peşine. Ne zorum vardı sanki? Gidiyordun işte. Gitseydin..." Akıp giden yaşlar gibi içim de dökülürken bakışlarımı ona doğru çevirdim. "Bırakıp gitseydin beni."

Sessizliği geceyi ve beni delik deşik ederken o sadece, "Anlamıyorsun." dedi.

Artık dayanma eşiğini aştığım yerdeydik.

"Anlamıyor muyum? Madem anlat! Bak peşinden koşuyorum ben. Bak! Ağlaya zırlaya bir hal oldum. Bir yanım babanın bize çektirdiklerine, hak yemesine ve senin de buna göz yummana nefret kusuyor, bir yanım yine de sen diyor. İçime yıldırım düştü. Ben ikiye ayrıldım. Cayır cayır yanıyorum ve sen, asla yardım etmiyorsun. Geçmişte küçüktün hadi edemedin. Gerçekleri görüyorsun. Bugün de etmiyorsun. Baban yüzüme baka baka beni aşağılıyor, sen susuyorsun. Ben sana neyi neden yaptığımı anlatıyorum, köpek gibi pişman oldum, diyorum. Sen susuyorsun. Benim babam sen yaşa diye ölmüş Atlas ben bu gerçeği kabullendim. Sana öyle çok değer vermiş ki kendinden vazgeçebilmiş. Tek yapman gereken elimi tutmak, affedecekmişim ben seni. Ama edemiyorum... edemiyorum çünkü susuyorsun. Bugüne kadar sadece, dün gece Tunç yüzünden delirdin ve sadece dün gece beni korkuttuğun için özür diledin. Bundan önce söylediğin tek şey bana karşı mahcup olduğun oldu. Mahcuptun bana karşı madem neden telafi etmeye çalışmıyorsun? Neden? Neden beni birlikte yaşadığımız o evde terkedip gitmeye kalkıyorsun? Hiç mi inancın yok bize? Konuş artık, susma."

Her sözüm birer darbeydi, yüzünden geçen duyguları, sarsıntıları, ay ışığının parlaklığına rağmen gözlerinden geçen bulutları görebiliyordum. Neydi bu kadar zorlandığı? Neydi bu kadar içinde taşıdığı? Artık bana anlatmak zorundaydı. Yutkundu. Bakışlarını gözlerimden çekti. Ellerini birleştirip öne eğildi. Tam da o anda, boynundaki kolyeyi farkettim. Eğildiği anda tişörtünden dışarı çıkmıştı. Ucunda ise bir yüzük vardı. İçinde adımın yazılı olduğu bir yüzük. Bir eşini kendi göğsümde taşıdığım altın halka. Atlas, sarkan yüzüğü parmaklarının arasına aldı.

"Sana, seni hiç sevmedim de demiştim o gece. İnanmış mıydın buna?" diye sordu. "Sana, her söylediğime inanır mısın sorgusuz sualsiz?"

"İnanırdım... Herşeye rağmen babanın yanında durduğunu gördükten sonra artık inanmam."

"İnanma İpek. Herkesin her söylediğine inanma. Kaya'ya inanmışsın, Tunç'a inanmışsın, annem gelmiş konuşmuş seninle ona bile inanmışsın. Kendi annen bir şeyler anlatmış sana, inanmışsın. Bana inanma."

"Ne demek istiyorsun? Ne demek bütün bunlar?"

"Bir tek bana sormadın. Herşey için geç olmadan bir tek bana gelmedin. Sana belki de bir tek ben yardım edebilirdim. Sen bir tek bana gelmedin."

"Ne diyorsun sen Atlas?"

Aklıma düşen ihtimaller inanılmazın ötesindeydi. Kalbim duracak gibiydi, deli gibi istiyordum konuşmasını ama bir o kadar da ödüm patlıyordu söyleyeceklerinden. Gözleri gözlerime kenetlendi. Anlamamama ihtimalim hiç kalmasın diye tane tane,

"Babamın yaptığı usülsüzlükten haberdardım." dedi. Durakladı. "Dört - beş yıl olmuştur öğreneli."

Zihnimde panik çanları çalıyordu. Buna rağmen ses tonum yaşadığım dehşeti yansıtabilmekten çok uzaktı.

"Ve hiçbir şey yapmadın mı?"

"Yaptım İpek, yaptım. Esas mesele de bu. Susuyorum şimdi ya, sussam sana dert konuşsam bana." diye dert yandı.

"Ama konuşmak zorundasın." dedim. Nasıl diyebildim, kendim de emin değildim. "En baştan anlat herşeyi."

"En başı derken..." diyerek söze başladı. "bence birden çok yerde kırılma noktası var bu hikayede. Bana sorarsan... babanı ardımızda bırakıp babamla birlikte eve dönüşümüz bir başlangıç anı. Evde içine düştüğümüz o buhran, annemin çıkmamak üzere girdiği depresyon, kavgalar ve sonu DNA testine varan o süreç..."

"Baban senden emin olmak için DNA testi mi istedi?"

"Bugün Tunç'un kendi oğlu olduğunu ne kadar kolay kabul ettiğini görünce kulağa garip geliyor değil mi?"

O buruk şekilde gülümserken benim içimde parçalanan küçük taşlar gökyüzünden yere hızla düşmeye başladı. Düştüğü yerde biz vardık. Düşen dökülen de bizdik, dökülenlerin etkisiyle parçalanan da. Velhasıl parçalanıyorduk tekrar tekrar. Onaylanmayı beklemiyordu, onaylamadım ben de, öylece baktım yüzüne. O ise devam etti,

"Annem kötü bir psikolojideydi, kavgalardan yılmıştı, babamın isteğini kabul etti. Benim o kadar ağırıma gitti ki onun kadar kolay kabul edemedim. Sonunda annem yalvarınca, yani onun o gözyaşları dinsin diye... sırf bu çile bitsin diye kabul ettim. Babama şunu söyledim; kendi huzurun için annemi ve beni küçük düşürüyorsun. O testin sonucu pozitif çıkacak ve sen beni oğlun olarak kabul edeceksin ama o saatten sonra ben seni babam olarak kabul etmeyeceğim. Buna razıysan testi yaptıralım dedim."

"Razı geldi mi peki?"

"Geldi."

Şoka girmiştim.

"Sonra?"

"Sonrasını biliyorsun aslında. %99.9 oranında Kenan Dorukan'ın oğlu olduğum onaylandı ve ben sonraki sekiz yıl boyunca babamla konuşmayı reddettim."

Gözümün önünde tülden bir perde kalkmıştı sanki. Her zaman önümde duran bir gerçeği ilk kez tümüyle algılıyordum. Öylesine şaşkındım fakat bir o kadar da aydınlanmış hissediyordum.

"Bir başka kırılma noktası da benim bunun üzerine sizin evinize gelmek istemem sanırım. Bahçelievler'deki evinize geldim. Annenle konuşmak istiyordum. Daha önce gitmem gerekirdi biliyorum. Kendimi ancak toplayabilmiştim, yani karşısına çıkacak... ve herşeyi konuşacak kadar. Elimden bir şey gelirse diye sormak için... geç kalmıştım. Taşınmıştınız. Apartmandan çıkarken bir komşunuza denk geldim, nereye taşındığınızı bilmiyordu. Kimse nereye taşındığınızı bilmiyordu."

"Antalya'ya taşınmıştık." dedim zorlukla yutkunarak.

"Özür dilerim." dedi. "Geç kaldığım için, babamın yaptıkları için. İstediğin kadar özür dilerim senden. Çünkü ne yaşadıysanız, sebebi istemeden de olsa annemle ben olduk, bu nefreti biz yarattık. Olanlardan sonra annemle babam evleri ayırdılar, evlilikleri kağıt üzerinde bir hal aldı. Ben, öz be öz onun oğluydum ama onunla ilişkimi kesmiştim. Babam yalnız kaldı. Yalnızlaştıkça hırçınlaştı. Yaptıklarının, yaşadıklarının acısını bir yerden çıkarmak istemiş olmalı, sizden çıkaracağını tahmin bile edemezdim."

Artık yutkunamıyordum, içim dışım her yerim yanıyordu. Bir şekilde cümle kuracak gücü toplayabildim,

"Bütün bunlara rağmen bize üç yıl boyunca para gönderdi. Babam hayattayken olduğu kadar iyi durumda değildik ama bilmiyorum... neden yapıyordu ki bu yardımı?" diyebildim.

"Karşılıksız bir yardım niyeti yokmuş, verdiklerini misliyle almak üzere planlarını hazırlıyormuş, sadece siz farkında değilmişsiniz..."

Hak vererek kafamı salladım. "Ve sonra sen öğrendin?"

"Üniversiteye yeni başlamıştım. Yılın çoğunu tırmanışlarla geçiriyordum. Kulübe ara ara uğruyordum. Babamı gördükçe kafamı çeviriyordum. Öyle bir dönemdi. Babam bu sırada kulübün üst katında, eskiden Kaya'nın yaşadığı çatı katında kalıyordu. Bir gün biri benden oradan bir şey almamı rica etti. Babam kulüpte değildi o gün. Evine girdiğimden haberi yoktu. Başkası istemese asla da girmezdim zaten. Çalışma odasına girdim. Üstünde Timur Özgen'in adı yazılı evraklar çalışma masasının üstünde öylece duruyordu."

Resmen kalbim ağrıyordu. Bizim hayatımızı alaşağı eden herşey, birkaç sayfa evraktan ibaretti ve o evraklar Atlas'ın önüne öylece çıkıvermişti.

"Ne yaptın?"

Bir eli diğerinin üstünde sıkıntılı bir ifadeyle parmaklarını kıtlatıyordu. Bir düğümün çözülme anındaydık. Bakışları içimi çok ama çok acıtıyordu.

"Söyle Atlas, ne yaptın?" dedim dayanamayarak.

"Babamdan habersiz birer kopyasını aldım. Annene ulaşamıyordum, evrakları annenin avukatına yolladım." dedi.

Saniyeler boyunca baktım, baktım, baktım.

Atlas, evrakların birer kopyasını almıştı.

Atlas, evrakların birer kopyasını avukatımıza yollamıştı.

Öyleyse herşeyin sona ermesi gerekiyordu. Davayı kazanmamız gerekiyordu.

Ama öyle olmamıştı.

"Bu işte bir yanlışlık var." dedim.

Bunu dememi bekliyormuşçasına derin bir kederle gözlerini kapadı, geri açtı.

"Bu işte birden çok yanlış var İpek. Annenin avukatını babamın çoktan satın almış olması bu yanlışlıklardan sadece birisi."

"Aman Allah'ım! Biliyordum!" dedim yerimden fırlayarak. İfademi kontrol edebilecekmişim gibi ellerimi ağzıma, yanaklarıma, tüm yüzüme bastırdım. Ay ışığıyla aydınlanan o kumsalda çıldırmışçasına ileri geri turlayan başı boş adımlar attım. "Ah! Biz ne aptaldık! Ne aptaldık! O adamla babanın beden dilleri, babanın elini bizim avukatımızın omzuna koyuşu... gözlerimle görüyordum. Biliyordum! Ama anlayamamışım."

Hayretle yükselen sesim, son cümlelerde kendime dair hissettiğim hüsranla birlikte düştü. Hala ellerim, yaşadığım dehşeti yansıtırcasına yüzümün iki yanındaydı. Atlas'ın tepesinde dikiliyordum şimdi. O ise, yüzünde üzgün bir ifadeyle yerinden kıpırdamadan kapıldığım dehşeti izliyordu.

"Ben bilmiyordum." dedi. "Herşeyi mahvettim."

"Nasıl?"

"Avukat, evraklar eline ulaştığında babama haber vermiş olmalı. O gece babam eve geldi. Çok büyük bir kıyamet koptu. Anneme ne yaptığımı söylemiştim ben. Annem o gece, bu benim intikamım Atlas, evrakları yollayanın sen olduğunu asla kabul etmeyeceksin, dedi. Babamın karşısında durdu. Ben yolladım, dedi. Her zamanki gibi onlar savaştı, ben de yıllardır süren bir kabusun tekrarını izledim."

"Annene evrakları vermiş miydin?"

"Onda da bir kopyası vardı, evet."

"Peki o neden bir şey yapmadı?"

"Babamın yaptırım gücü diyelim... babam annemin -ve dolayısıyla benim- elimizi kolumuzu bağlayacak yaptırımlarla döndü. Adaletin tecellisi başka bahara, başka insanların insafına kaldı. Annem günün birinde, benim artık babamın arkasını toplamaya çalıştığımı öğrendiğinde, elindekilerle birlikte Korhan Alkan'a gitti. Babama olacaklar karşısında benim iyiliğimi gözeterek şeytanla bir anlaşma yaptı. Sense herşeyden habersiz, gittin Kaya'dan yardım istedin ve bu anlaşmanın son imzası oldun. Herkes kaybetti İpek. İstisnasız hepimiz kaybettik."

Yine ve yine ağlıyordum. Kenan Dorukan adi, şerefsiz bir dolandırıcı olmasa, babama, anneme ve bana kin beslemek yerine kendi hatalarının bedelini üstlenmeyi becerebilse, Sude Dorukan kocasından nefret etmek yerine onu biraz olsun sevebilse, Atlas önce annesini sonra babasını korumaya mecbur kalmasa... iki berbat ebeveynin himayesinde bir yanlıştan bir yanlışa savrulmasa...

Babam, daha en başında Kenan Dorukan diye biriyle arkadaş bile olmasa...

Babam, Kenan Dorukan diye biriyle ortak iş yapmasa...

Babam, Kenan ve Atlas'la birlikte Khan Tengri'yi es geçip Pobeda'ya tırmanmasa...

Bir sistemin başlangıç verilerindeki küçük değişikliklerin büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurmasına kelebek etkisi adı veriliyordu. Amazon Ormanları'nda bir kelebeğin kanat çırpması Abd'de kasırgaya sebep olabiliyordu. Birden çok değişkenle birlikte bambaşka yazılabilecek bir hikayeydi bizimkisi. Yapılan türlü seçimlerin sonucu annem ve benim bir kasırganın ortasında kalmamızla son bulmuştu. Bugün görüyordum ki, o kasırgayı yaratanlar da bizden iyi durumda değildi.

İsyanım çok derindi.

"Allah kahretsin sizi... seni, babanı, anneni... olayları buralara sürüklemek yerine kendi bataklığınızda boğulsaymışsınız keşke... bizden ne istediniz?" diye feryat ettim.

Yüzüne bakmaya daha fazla tahammül edemeyerek arkamı döndüm. Sahile doğru yürüdüm. Yerdeki çakılları tekmeledim. Ay ışığına çevirdim yüzümü. Çarpık bir ailenin iç sorunlarının gölgesinde harcanıp giden yıllarımıza ağladım. O kadar yozlaşmışlardı ki, kendi sorunlarını çözmekten bile acizlerdi. Sadece birbirlerinin canını yakmakla kalmamış, ellerini değdikleri herşeyi köreltmişlerdi. Annem, arkasından dönen bunca dolaptan haberdar mıydı? Yoksa boşuna mı bunca sene bir kabusun içinde debelenmişti? Bana yansıtmamaya çalışarak tüm yükü sırtlanırken, onun da ömründen giden yılların hesabını şimdi kim verecekti?

Taşların üstüne oturmadım da adeta çöktüm. Atlas bir zaman sonra arkamdan geldi.

"Yanına oturabilir miyim?" diye izin istedi. Boşluğa bakarken umrumda değil dercesine omuz silktim.

"Benim inandığım doğrular ve gerçeklerim çok zaman önce birbirine karıştı. Birden çok kez, hür irademe kalsa seçmeyeceğim seçimler yaptım. Doğru bulduklarımı savunamadım, yanlış bulduklarım boyumu aştı, arkasında kaldım, arkasında da durdum. Yalan değil. Boğazıma kadar batmış haldeyim ben. Binlerce kez özür dilesem senden, değiştirmez hiçbir şeyi. Yine de dilerim istediğin kadar. Ben kimseyi seni sevdiğim gibi sevmedim İpek. Kimseye bağlanmak istemedim, kimseyle gelecek düşünmedim. Neden, görüyor musun neden? Özür dilerim seni sevdiğim için. Özür dilerim hayallerinin içine sıçtığım için. Bir telafisi mümkünse bu yaşananların, o da birbirimizi azad etmekten ibaret. Beni affetmek istiyordun ya, affetme. Beni sevme İpek. Beni affetme. Kendine yeni bir hayat kur buradan dönünce. Benim sana sunabileceğim bu bok çukurundan çok daha iyi bir hayatı hak ediyorsun sen." dedi.

Sözlerinin kesiği canımı acıtırken, sanki dindirebilirmişim gibi kollarımı kendi bedenime doladım. Anlattıklarının kendi dilimden dökülen tezahürü cümlelerle onu anladığımı söylemek istiyordum. Ne olursa olsun ona kin tutamayacağımı bilsin istiyordum. Fakat gücüm an be an çekiliyordu bedenimden ve ses tonum coşkulu olmaktan çok ama çok uzaktı.

"Ben seni affetmişim, affetmemişim ne farkeder? Sen babanı affettin Atlas..." dedim, "Ölüyor diye affettin, kabul, ölüme çare yok. Görüşmeyerek sekiz yıl yitirdiniz, belki de onu kaybolan yılların hatrına affetmek istedin. Yalnız ölmesin istedin belki de. Vicdanlı birisin, biliyorum. Bunu aklamaya çalışmıyorsun. Babanı affetmeni sağlayan vicdanının sesi, bana gelince hiç dinmeyecek, söylemiyorsun ama bunu da biliyorum. Anlıyorum. Hiçbirini kabul etmesen ve onaylamasan bile babanın suçlarını üstüne aldın. İstesen de istemesen de sen de kirlettin ellerini. Baban ölecek, benim babam gibi. İki ölü adamın çocukları olacağız. Bu değiştirmez mi peki bir şeyleri? Ben seni kandırdım. Sen de babanın ne yaptığını bile bile, onun yaptıklarını temize çekmeye çalıştın. İkimiz de suçluyuz... eşitlenecek miyiz babanın ölümünde?"

Kafasını iki yana salladı.

"Hayır İpek...senin de söylediğin üzere benim ellerim hep kirli kalacak." dedi.

İçimdeki küçük İpek çaresizce boynunu büktü çünkü küçük bir kız çocuğunun hayalleri kumdan kaleler gibi güçsüzdü. Birkaç cümle yetmişti yıkılıp gitmesine. Atlas'ın eli yanağıma değdiğinde ben bile boynumu büktüm o anda. Gözyaşlarım avucuna aktı. Boynumun kuytusunda kaldı eli.

"Sana herşeyi geriye almak isterim ama yapamam demiştim." dedi.

Elini çekti. Gözlerimi kapadım.

"Keşkelerim bitmiyor..." dedi sayıklarcasına. "ama bitmesi gerekiyor. Timur amcanın kızıyla sevdiğim kızın asla aynı kişi olmaması gerekiyor. İkisini birbirinden kesinkes ayırmam gerekiyor. Yapamıyorum. Yapamıyorum... Görüyorsun ya İpek, herşey sende düğümleniyor. Bana yardım etmen gerek. Buna birlikte son vermeliyiz."

Artık ona hak veriyordum. Gözlerimi açtım.

"Boşanırız dönünce." dedim sanki bu en basit şeymiş gibi. Dudaklarını birbirine bastırdı. İkna olmadığımı düşünüyor gibiydi.

"Neden mecbur olduğumuzu anlamanı istiyorum. Babamın batırdığı işleri üstüme aldığımda herşeyi aklayamadım, vakit yetmedi. Döndüğümüzde ne kadarından aklanacağım, ne kadarı üstüme kalır bunu kestiremiyorum. Her koşulda, benimle evli olduğun sürece sen de risk altındasın. Anlıyor musun beni? Yaşadığın eve bir kez daha haciz gelmesini istemiyorum. Benimle olan yasal bağını en kısa zamanda kesmen gerekiyor."

Bir soğukluk gelip geçti bedenimden. Ürperdiğimi ondan gizlemeye çalışarak kafamı salladım.

"Anladım." dedim.

"Sana neyi ne kadar bildiğini sorabilirler. Bilmiyorum diyeceksin. Hiçbir şeyi bilmiyorsun. Sen kandırıldın." dedi beni ikna etmeye çalışırcasına.

Başından beri onu kandıran bendim, şimdi beni kandırıldığıma ikna etmeye çalışması çok tatsız bir ironiydi. Kendime yabancılaşmış gibi hissediyordum.

"Her söylediğine kabul. Boşanırken senden maddi hiçbir şey istemiyorum. Sen de bunu kabul et." dedim. Kafasını hafifçe eğdi.

"Benden sonra sıkıntısız bir hayat sürmeni istiyorum." dedi.

"Senden sonrası seni ilgilendirmiyor." derken oldukça nettim. Burun delikleri daralıp genişledi.

"Bunu kabul edeceksin." dedim inatla. Burnundan soludu.

"İyi." dedi isteksizliği buram buram hissedilirken.

Bir süre sadece sustuk. Geleceğin belirsizliği eşliğinde, kim bilir hangi düşünceler denizinde daldık gittik. Bir zaman sonra,

"Sonunda konuşabilmemize seviniyorum. Kolay değildi bunları anlatmak." dedi.

"Sustukça büyür içinde. Anlatmak isteyip de anlatamamak nasıldır iyi bilirim."dedim.

"Herhalde o yüzden bu kadar iyi karşıladın." Sesindeki ironi sezilebilir düzeydeydi.

Benimle ilgili gerçekleri öğrendiğinde onun nasıl şoka girdiğini anımsadım.

"Bence hala şoktayım." dedim. Gülümsemedi ama ifadesi yumuşamıştı.

Ay bir yandan batarken ufukta yeni bir günün ilk ışıkları belirmeye başlamıştı.

"Biraz kendi kendine kalsan daha iyi olur aslında. Sana imkan tanıyacağım." dedi.

"Nasıl?"

"Eve dönmek istersen dönebilirsin. Ben bir süre daha buralarda olacağım."

"Hayır, burada kalacağım." diye direttim. "Sen ne zaman dönüyorsan ben de o zaman döneceğim Türkiye'ye."

İki yana, taşlara dayadığı ellerini çırparak tozlarını silkeledi. Kendi kalkarken benim de kalkmama yardım etmek için elini uzattı. Uzattığı eli tuttum. Bir kez daha, içimde bir şeyler koptu gitti dokunuşuyla. Bitmiştik. İçimin bir yanı da bitip tükenmişti bu son bitişle birlikte. Hayallerim gibi duygularım da yok olmuş gibiydi. Sönmüş bir volkandım sanki. Harap ve bitap. Tahribat içerisinde. Ellerimiz çabucak ayrıldı. Ben yine kendi başıma ve yine ayaktaydım bir şekilde. Yan yana yürümeyi sürdürdük.

"Öyleyse bir süre sen kampta kal. İrtifaya alış. Ufak tırmanışlar yap. Ben Khan Tengri'yle Pobeda'nın kampına gideyim. Oraları bir göreyim. Bu yıl ortam nasıl bir kolaçan edeyim. Tırmanmak istiyor musun hala?"

Arabada konuşurlarken Lera, bu yıl zirvelerde geçen yıla oranla çok daha iyi koşulların beklendiğinden, bu yüzden de hali hazırda gelmiş olan dağcılar kadar pek çoklarının yolda olduğundan bahsetmişti. Kağıt üstünde Pobeda tırmanışını gerçekleştirmesi imkansız biriydim. Fakat önümde bol bol aktif antrenman yapıp, kendi sınırlarımı keşfedebileceğim bir ay vardı. Sonrasında neler olacağını kimse bilemezdi.

Kafamı salladım.

"Çok çalışman gerek öyleyse. Seni emin ellere bırakacağım." dedi. O emin eller, kendi elleri değildi. Görünen o ki, hiçbir zaman da olmamıştı. "Benim dönmem iki haftayı bulur. Sonra da bakarız işte. Tırmanır mıyız... döner miyiz... konuşuruz."

"Tamam."

"Biraz uyuyalım şimdi."

Buz kütlesi gibiydim.

"Ona da tamam." dedim.

"Yarın giderim ben. Çadırda sen kal. Ben bu esnada dışarıda, uyku tulumunda..."

Buz kütleleri de üşürdü.

"Hayır, çadıra gel." dedim.

Kararsız kaldı, baktı bir an öylece. Ne düşündü bilinmez. Kafasını salladı sonra. Çadıra girdik birlikte. Uyumaktan öte neye halimiz kalmıştı ki? Kendi bölgeme geçtim, yorganın altına sığındım hızlıca. O da zorlaştırmadı bu işi. Kendi yerini aldı. Birbirimize sırtımızı döndük. Uykuya direnecek halde değildim. Kalbim bile duyulmayacak kadar cılız bir şekilde çarpıyordu artık. Tüm çarpıntılar dinmişti.

Konuşmuştuk ve bu kez gerçekten sona ermişti.

Uyumak istiyordum sadece.

Uyumak ve bambaşka bir gerçekliğe uyanmak...


*******************


Uyandım fakat gözlerimi açmadım. Çünkü o da uyanmıştı, farkındaydım. İçimi eriten kokusu buram buram yakınımdaydı. Uykuda farketmeden yüz yüze dönmüş olmalıydık. Sığ nefes alışlarını dinlerken kalbim çığlıklar içerisindeydi. İçim içime sığmıyor, baharda buzları çözülen bir nehir gibi coşkun sele dönmüş, taşıyordu. Gözlerimi açarsam uyandığımı anlar ve benden uzaklaşır diye ödüm kopuyordu. Çadırın içi soğuktu, Atlas'ın teni sıcaktı. Yaklaştım. Çadırın zemini sertti, Atlas'ın teni yumuşaktı. Biraz daha yaklaştım. Kalbimin gürültüsünü kulaklarımda duyabiliyordum artık. Kanım tenimin altında gürül gürül kaynıyordu. Kendi düzensiz soluk alışverişlerim yerine onun huzurlu sesine odaklanabilmek için yüzümü biraz yukarı kaldırdım. Tam da o anda dudakları dudaklarımı karşıladı. Kalbim büyüdü dokunuşuyla. Arzuyla yoğrulan bedenim şaşırmakla vakit kaybetmeden içgüdüsel bir şekilde ona doğru çekildi. Dudaklarım davetkar bir şekilde aralanırken, kolları bedenimi sardı ve beni kendi üzerine çekti. Gözlerim, alevden birer kütleye dönüşmüş gözlerine kavuştuğunda tereddüt dahi etmedim. Bu yoksunluk beni tüketiyordu artık. Üstümdekileri büyük bir telaşla çıkarırken, onun da kıyafetlerini çıkarmasına yardım ettim. İkimiz de komik denecek kadar sabırsızdık. Dudaklarımız bir an bile ayrılmadan göğsümü göğsüne yasladım. Beni sımsıkı kendine bastırdı. Sıcaklığı aklımı başımdan alıyordu. Tenlerimiz bütünleştiği an baştan ayağa ürperdiğimi hissettim. Bu bütünlük ihtiyacım olan her şeydi. İkimiz de arzudan ve tutkudan başı dönmüş bir haldeydik. Bunca zaman kendini geride tutmanın onu da tükettiğini görebiliyordum. Şu an herşey o kadar kusursuzdu ki, bir anını bile başka hiçbir şeyle değişmezdim. Gözlerinden gözlerime akan bu hissin bir adı varsa eğer bu sadece ve sadece aşktı. İçinde isimlerimizin yazdığı yüzüklerimiz tekrar tekrar birbirine çarpıyordu. Fakat şiddeti Atlas'ın hissettirdiklerinin şiddeti karşısında yok hükmündeydi. Dudaklarım omzuna değdi, geniş omzu sesleri hapsetti. Bir elim ensesinde bir kolum omzuna sarılmış bir halde, beni saran kollarının arasında kendimi kaybettim. Kaybettiğim yerde yeniden doğdum. Yeni bir ben, acılarından arınmış, yeni bir ben, aşkla tamamlanmış... O, yapamayacağını, telafi edemeyeceğini söylediği her şeydi. O, her şeydi. Ben henüz içimde yeni uyanan bu bilinçle arınmanın eşiğindeyken, onun da benim kollarımda kendini kaybetmesi fazla uzun sürmedi. Az önce üşüdüğümü sanmıştım. Oysa şimdi ikimiz de ter içindeydik. Alnımı alnına yasladım. Koyverdiğim soluğumu öperek karşıladı. Kabuslar hemen yanı başımızda, kuytudaydı. Dünyaya geri dönmeyi hiç istemiyordum. Dünyanın getirdiği bir dünya sorumluluk, suçluluk duygusu ve utanç vardı. Atlas da gerçekliğimizin farkındaydı. Saçlarımın arasına, boynumun kuytusuna son bir öpücük kondurduktan sonra beni üzerinden indirdi. Yorganı üstüme örttü. Yatakta yana kayıp üzerine giysilerini geçirdi. Çadırın fermuarını açarak dışarı çıktı. Peşinden gitmeyerek onu kendi karmaşasıyla baş başa bıraktım. Kendi iç sorgularım buram buram artar ve beni gerçek dünyaya çağırırken gözlerimi kapattım. Yeniden uyumayı seçtim.



*******************


Yaşananın üstüne hemen konuşmadık.

Atlas beni yemeğin hazır olduğunu söylemek için uyandırdığında, kalkıp önce barakaların olduğu yere giderek tembel tembel duş aldım. Sonra Lera ve diğer dağcıların olduğu kalabalık masadaki yemeğe katıldım. Atlas'la yan yana oturuyorduk. Masada neşeli bir sohbet dönüyordu, bizim birbirimize söylenecek bir şeyimiz yoktu. Sanırım ikimiz de olan bitenden utanıyorduk. Ara ara göz göze geliyorduk. Yarattığı heyecan dev bir girdap gibiydi, aklımı başımdan alıyordu fakat bu olanları aklım almıyordu. Sanki ilk kez birlikte olmuştuk. Resmi olarak kocam olan adamın gözleri gözlerime değdiğinde heyecandan resmen yüzüm kızarıyordu ve onun da benden farkı yoktu.

Gün ışığını hiç görmeden bir günü daha devirmiştik. Yemeğin ardından göl kenarında ay ışığının altında oturdu herkes. Kimileri kahve kimileri rus votkası içiyordu. Şarkılar söylendi. Anılar paylaşıldı. Ömrünü burada sonlandırmış dağcılar için yazılmış bir rus marşı söyledik birlikte. Ben biraz ağladım. Babamı burada yitirdiğimi öğrendiklerinde Lera başta olmak üzere birkaç kişi benimle birlikte ağladı ve babamın anısına bir tur daha votka shot içildi. Birileri sarhoş olmuştu. Birileri erkenden yatmaya çekildi. Atlas ve ben ne yapacağımızı bilemez bir halde baş başa kaldık. Gözlerini gözlerimden kaçırarak,

"Uykun var mı?" diye sordu.

Gözlerine değil ayağımın dibindeki koyu renkli taşlara bakarak,

"Biraz var." diye cevap verdim. "Senin?"

"Benim de." dedi.

Elini uzattı. Elini tuttum. Yürüdük ellerimiz ayrılmadan. Çadırın içine önce o girdi. Azıcık bükülse kırılacak kadar gergin hissederek peşinden ilerledim. Yatağa uzandı.

"Çadırın ışığını yakma." dedi.

Yakmadım. Gece uzundu. Ve biliyordum ki, ikimizin de aslında hiç uykusu yoktu.


*******************


Gecenin güne döndüğü saatlerde başımı omzuna yaslamış, kokusunu ciğerlerime hapsederken,

"Ayrılma konusunda dünyanın en başarısız çifti olabiliriz." diye mırıldandım. "Bu kaçıncı oldu?"

"Sayamıyorum artık..." dedi. Düşünceliydi. "İmkansızları oynuyoruz." diye ekledi.

Hafifçe yer değiştirip biraz aşağı indim ve başımı kalbinin tam üstüne yasladım.

"Ben senin imkansızlığını seviyorum Atlas Dorukan." dedim.

Kalbinin atışları en az benimki kadar şiddetlendi. Geri çekildi birden. Yüzümü ellerinin arasına aldı.

"Bir daha söyle." dedi.

Bu garip, huzursuz mutluluğu tarif edecek doğru bir sözcük yoktu çünkü bu hissin eşi, benzeri yoktu.

"Ben senin imkansızlığını seviyorum." diye tekrarladım.

Gözlerini usulca, sakince kırptı. Bir kelebeğin kanat çırpışı gibi eşsiz, özel, sevgi dolu bir andı. Gür kumral kirpiklerin ardındaki o ela gözlere baktıkça içim büyüyordu. Bakışlarındaki duygu yoğunluğu gözlerimi kaçırmak istememe sebep olacak kadar fazlaydı. Yaklaştı. Dudakları ağır ve yoğun bir tempoyla dudaklarımın üstüne kapandı.

Yatışmıyordu, birbirimize olan ihtiyacımız hiç bitmiyordu.

"Sikeyim." dedi sitem edercesine. "Senden vazgeçemiyorum. Bu kadar güzel bir şeyi yok etmek istemiyorum. Ne kadar inkansız görünürse görünsün, bir yolu olmalı."

"Bir yolu vardır mutlaka." diyerek onu onayladım.

"Bana biraz zaman ver. Bizim için bir yolunu bulmaya çalışacağım."

Ben ona ömrümü adamıştım, biraz zaman konu bile değildi. Şimdi gidiyordu. Gidebilirdi.

"Nereye gidersen git. Kalbin benimle kaldığı sürece fazla uzaklaşmış sayılmazsın." dedim.


Atlas o sabahın ilerleyen saatlerinde, tepeden gelen bir helikoptere binerek Pobeda'nın ana kampına gitti. Orada yapacak fazla bir şey olmadığını biliyordum. Daha önce defalarca tırmandığı bir dağda macera arayacak biri değildi. Yaşadığımız yoğunluğun ardından düşünmek ve plan yapmak üzere biraz mesafeye ihtiyacı olduğunu anlıyordum. Yukarıda uydu bağlantısı ve benim bulunduğum yere oranla daha fazla teknolojik imkanlar vardı. Türkiye'de hukuki bir süreç ilerlerken Atlas'ın önceliğinin benimle birlikte tırmanış yapmak olmadığını da kabul etmem gerekiyordu. Tırmanış yapmak benim kendimi oyalama biçimimdi. Öyle yaptım ben de.

Sonraki haftalar boyunca Lera ve onun gibi tecrübeli hocaların liderlik ettiği üniversite kulübü üyeleriyle birlikte çok çeşitli tırmanışlar yaptım. Rus öğrenciler tecrübe açısından benim gibilerdi fakat fiziksel anlamda benden çok daha güçlülerdi. Onların temposunu yakalamak için kendimi zorlama eğilimim vardı. Pes etmeyi gururuma yediremiyordum ama bazen vücut kendi el frenini çekiyor, bir adım daha gitmiyordu. Lera'nın gözünü her daim üstümde hissediyordum. Bir tırmanışta tepeden düşen beklenmedik taşların etkisiyle yaralanan bir genç, arkadaşlarının yardımıyla yanımızdan indirilirken, onun kanayan yüzüne değil de kendisine bakmamı sağlayan ve kararan gözlerimi odaklamam için durmaksızın konuşan kişi de Lera'ydı. Anlaşılan Atlas, hakkımda bilinmesi gereken herşeyi anlatmıştı.

Kamp günden güne kalabalıklaşıyordu. Birbirini tanıyanların dostluğu, kamptaki samimiyeti arttırıyor, tanışmayanlar da birbiriyle çabuk tanışıyor, kaynaşıyordu. Ben genellikle sessizdim ama yabanilik de etmiyordum. Kısa sürede irtifa dağcılığıyla ilgili elimden geldiğinde çok şey öğrenmeye, kendimi geliştirmeye çabalıyordum. Aktif geçen gündüzlerin etkisiyle akşamları erkenden bayılırcasına uyuyakalıyordum. Atlas'dan haber yoktu ama yukarıdan birbirinden güzel haberler geliyordu. İki zirvede de hava güzel gidiyor, özellikle temmuzda tırmanış için uygun koşullar bekleniyordu. Aklimatizasyonunu tamamlayan tecrübeli dağcılar birer ikişer diğer kampa çıkmaya başladılar. Çok geçmeden Khan Tengri'de Ukraynalı bir grubun zirve yaptığı haberi geldi. Bu haber moralleri yükseltmiş, yazın devamında iki büyük dağı denemek isteyenleri şevklendirmişti. Bir akşam yemekten sonra Lera'yla baş başa oturuyorduk.

"Sence ben de bu sene Pobeda'yı deneyebilir miyim?" diye sordum. Biraz tereddütlü gibiydi. Cevap vermeden önce elindeki şişeyi kafasına dikip dibini buldu. Ben tek bir shot içsem kafam güzel oluyordu, şişeyi içmesine rağmen onda gözle görülür bir sarhoşluk belirtisi yoktu.

"Atlas'a bağlı. O çok tecrübeli bir dağcı. Senin bebek bakıcılığını üstlenmeye bir itirazı yoksa..."

Gülüştük.

"Gerçek fikrini soruyordum." diyerek göz devirdim.

"Pobeda çok tehlikeli bir yer İpek. Gereksiz risk almamak gerektiğini en iyi senin bilmen gerekiyor." dedi. Kafamı sallayarak onu onayladım. "Sen kendini nasıl hissediyorsun?"

"Yeterince özgüven sahibi değilim."

"Birdenbire fazla yüklendin kendine. Hırslısın. Çok istiyorsun biliyorum. Ama bazen biraz soğumak gerekiyor. Buradaki kulüp öğrencilerinin hiçbiri ilk senesinde Pobeda'yı hedeflemiyor. Senin de yüksek irtifada ilk senen."

Atlas on beş yaşında gelmişti buraya ve bir aylık antrenmanın sonunda doğruca Pobeda'yı denemişlerdi. Düşündükçe, oğlunu intihardan farksız bu karara sürükleyen Kenan'a tekrar tekrar hayret etmekten kendimi alamıyordum. Kendi babam bile onlara onay verdiğine göre çılgının tekiydi gözümde.

"Atlas ilk senesinde Pobeda'yı denemişti." dedim. Lera'nın bana dönen bakışlarında aynı anda endişe ve hüzün vardı.

"Bu hiç de akıl karı bir karar değil İpek. O tırmanışın dolaylı sonuçlarıyla sen babanı kaybettin. Atlas'ı da çok rahatlıkla kaybedebilirdin."

İyileşmeyen yara yerlerim sızım sızım sızladı.

"Biliyorum."

"Kader çok garip. Bugün senin de babanın izinden giderek dağcılıkla uğraşman ve o acı olaya rağmen Atlas'la bir arada olman her kötü olayın içinde bir iyilik barınabileceğinin kanıtı gibi adeta. Atlas'la yaşlarımız daha yakın, dolayısıyla onunla daha çok sohbetimiz var ama babanı da buraya geldiği son seneden hatırlıyorum. Çok disiplinli ve düzgün bir insandı. Atlas'la babasından daha çok ilgiliydi. Ölümü büyük bir yıkım oldu. Atlas'ın bir gün olsun kendini suçlamaktan vazgeçmediğine eminim. Ama dağcılık böyle bir şey işte. Sen elinden gelen bütün önlemleri almakla yükümlüsün. Gerisi doğanın takdiri. İçinde kendine dair en ufak bir şüphe varsa, Pobeda'ya tırmanmak için ısrar etme. İkiniz de herhangi bir yıkım daha yaşamamalısınız."

Lera'nın sözleri içimde çok derinde bir yerlere dokunmuştu. Keşke tam da şu anda babama fikrini sorma şansım olsaydı. Gerçi sorsaydım, ne söyleyeceğini bilir gibiydim. Vazgeç bu sevdadan derdi.

"Atlas'ın buraya seninle gelmesine bile şaşırdım aslında." diye devam etti Lera. "İnternetteki ortak konuşma grubumuza Everest'te zirve yaptıktan sonra yazmıştı. Büyük başarı. Ben orada kalır sanıyordum. Çok da güzel bir teklif almış."

Bir an için doğru duyduğumdan emin olamamıştım.

"Teklif mi?" diyebildim.

Lera'nın sözünü sakınmak gibi bir niyeti yoktu.

"Everest'e turistik tırmanışlar yaptıran Yeni Zelanda kökenli bir şirket var. Sahibi Adam Skyver. Yaşayan efsanelerdendir, adını duymuşsundur belki."

Duymuştum tabi. Bahsettiği kişi, sosyal medya hesaplarımı kapatmadan önce takip ettiğim, dağcılık sporunda adı dünya çapında duyulmuş, başarılarıyla hayranlık uyandıran biriydi.

"Atlas'a iş teklif etmiş, öyle mi?"

"Evet. Cidden güzel bir teklif hem de."

"Atlas kabul etmemiş mi?"

Lera nihayet sorularımdaki garipliği farketmeye başlamıştı.

"Bunu bana mı soruyorsun?" diye çıkıştı.

"Evet çünkü bana anlatmadı." dedim doğrudan.

"Kusura bakma İpek'cim, bize yazdığında henüz bir cevap vermemişti. Bu yüzden ben de bilmiyorum."

Düşüncelere büründüğüm endişeli sessizliğim Lera'nın ortalığı çınlatan komik hıçkırığıyla bölündü.

"Bu neydi şimdi?"

"Sarhoş oldum da ben. Hık!"

"Ya yok artık. Hiç belli olmuyor!"

"Hıçkırıyorum, daha nasıl belli -hık- ??"

"En iyisi git yat sen."

"Dasvidanya kardeşim."

"Asıl sana dasvidanya."


İki hafta demişti. Üç hafta geçmişti. Ben hala geri gelmesini bekliyordum. Kendisi gelmese de hiç değilse bir haber yollasa iyi olacaktı artık. Haftalardır telefonumu kullanmadığım böylece aklıma dank etti. Üniversite kulübünden internetlerini kullanmayı rica ettim. Her konuda olduğu gibi bu konuda da çok yardımsever davrandılar. Telefon ekranının üstündeki wifi simgesi aktif hale geldiğinde içimde içgüdüsel olarak baskın gelen negatif bir his vardı. Yanılmıyordum. Ardımda bıraktığım ne kadar dert varsa, geri dönmemi beklerken hepsi adeta sıraya dizilmişlerdi.

Annemin mesajlarından mide kanaması geçirmeme sebep olacak kadar baskın bir endişe ve üzüntü yayılıyordu. Bir şeylerden haberdar olduğu belliydi. Ama neyi ne kadar öğrendiği anlaşılamıyordu, her birinin sonu nerede olduğumu ve iyi olup olmadığımı öğrenmek istediğini ifade eden cümlelerle sonlanıyordu. Ona nerede olduğumu söyleyemezdim ama hiç değilse iyi olduğumu söylemek zorundaydım. Kısa bir mesaj yazdım.

Okuldan mail gelmişti. Final sınavlarına girmediğim için bütün derslerden kaldığım ve dolayısıyla bursumu kaybettiğim belirtiliyordu. Bunu zaten biliyordum.

Sınıf arkadaşlarım bir şeyler yazmıştı. Belli ki benden haber alamayan ve varlığımı önemseyen herkes hakkımda endişe ediyordu.

Sedef bir şeyler yazmıştı. Hakaret dolu sözler. Şaşırtmadı. Kuyruk acısına bakılırsa, Korhan Alkan'ın yörüngesine girip de Tunç'u bile kandırdığı o son oyunundan sonra Tunç'tan ağzının payını aldığı ortadaydı. Aralarında olup biten hiçbir şey beni ilgilendirmiyordu. Bence birbirlerine layıktılar ve ikisini de görmek ya da duymak istemiyordum bir daha.

Yabancı bir numaradan mesaj gelmişti. Kalbim endişeyle adeta ağzımın içinde atarken mesajı açtım.

"İpek, eğer ki bu mesajı görüyorsan, lütfen oğluma bir an önce haber ver. Babasının durumu ağırlaştı. Bu gece hastaneye kaldırıldı. Doktorlar fazla vaktinin kalmadığını söylüyorlar. Sude Dorukan."

Elim ayağım uyuşmuş bir halde mesajın gönderildiği tarihe baktım. İnanması güçtü ama mesaj önceki gece geç bir saatte gönderilmişti.

Nefesim sıkışıyordu. Ellerimi yüzüme kapattım. Bir kaç kez derin nefesler aldım. Fazla uzak olmayan bir yerden bir helikopter sesi duyuyordum. Haftada en fazla iki kez gelen helikopterle yukarıdaki kampa ulaşılıyordu. Bir şey yapmak zorundaydım. Ne yapmalıydım? Ne yapacaktım? Babası ölmek üzereydi. Atlas'ın haberi bile yoktu. Öyleyse ona ulaşmalıydım.

Aynı anda ekranıma az önce orada olmayan bir mesaj düştü. Telefonumu açtığımı bilircesine tam da o anda gönderilmişti.

Gönderenin, tüm bedenimin ürpermesine sebep olan bir adı vardı. Mesaj Tunç'tandı ve kısaydı.

"Mutlu haberi almış olmalısın. Geri dönmenizi dört gözle bekliyorum güzelim. Özellikle Atlas için bazı sürprizler hazırladım."

Aklım başımdan gitmişti. Panik halde barakadan çıktım. Yaklaşmakta olan helikopterin rüzgarı saçlarımı savururken, neredeyse daha durmadan içine atlayacaktım. Lera da peşimden dışarı fırlamıştı. Birileri sesleniyor, sanırım beni uyarmaya çalışıyorlardı ama ne duyuyor ne dinliyordum. Lera, kolumdan çekerek beni güvenli bir mesafeye uzaklaştırmayı başardı.

"Ne yapıyorsun sen?"

"Atlas'a gitmem lazım! Yukarıdaki kampa gitmem lazım!"

"Sakin ol."

"Lera, anlamıyorsun. Bırak beni. Bırak ne olursun."

"Sakin ol diyorum. Çünkü Atlas geldi."

Çırpınmayı bıraktım. Helikopterden inen Atlas'ı görünce gözlerim yuvalarından fırladı. Daha da beni tutabilene aşkolsundu. O bana ben ona doğru koştuk.

"Aşkım?" derken onun da gözleri korkuyla açılmıştı. "Sen iyi misin?"

"Ben iyiyim, iyiyim." dedim, kesilen soluğumu cümlelere yetiştirmeye çabalıyordum. "Ama baban... durumu..."

Anlatamayacağım anlayınca telefonumu çıkarıp ona doğru uzattım. Annesinin mesajını okurken yüzü kaskatı kesilmişti.

"Hemen dönmemiz lazım." dedim. Yüzündeki katı ifade sabit bir hal alırken beni onayladı.

Lera ve diğerleri neler olduğunu öğrenmeye çalışıyorlardı. Onlara hızlıca olan bitenden bahseden ben oldum. Çadırı ve eşyaları toplamamız birkaç saat aldı. Tozu dumana katmış bir halde yollara düştük. Saatler hızla geçti. Atlas'la birlikte yol alırken birbiriyle yarışan duygularım içerisinde en baskın olan hala endişeydi.

Son bir kez göremeden babasını kaybetmesini istemiyordum. Bir çok şey yaşanmıştı, bugün burada kaçak bir hayat sürmemizde Kenan'ın suçu olduğu kadar, oynadığım oyundan dolayı benim bile suçum vardı. Vicdan, içimizdeki vahşi çığlıkların prangalara vurulmuş sesi, bizim kendimize ettiğimiz işkenceler içerisinde en gösterişlisiydi. Vicdanıma bir yük daha bindirmek istemiyordum. Fakat kendimle ilgili kaygılarım bununla son buluyordu. Dalgın ve düşünceli bir halde yolculuğu sürdüren Atlas'ın duygularını daha çok önemsiyordum. Yanında olduğumu belirtircesine elini okşadım. Dalgınlığından yarı sıyrılarak bana döndü.

"Hiçbir şey konuşamadık. Herşey çok hızlı gelişti." diye söze girdim.

"Ne konuşacağız ki?" dedi boş boş.

"İki hafta diyerek gittin üç haftayı geçti dönüşün. Ne yaptın bunca zaman? Senden hiç haber alamadım. Hep merak ettim."

"Düşünüyordum. İşlerim vardı. Geri dönüşümüzü planlıyordum bir yandan."

"Bu şekilde ani olmasını beklemiyordun tabi." dedim hüzünle.

"Bu şekilde ani olmasını asıl sen beklemiyordun İpek." diye yapıştırdı. "Yola çıkarken ben eninde sonunda böyle bir haber geleceğini biliyordum. Adam kanserin son evresinde. Belki yetişemeyeceğim bile... göze alarak çıktım bu yola ben. Buralara kadar da sen istiyorsun diye geldim."

Hiç beklemediğim ters tavrı yüzünden bastıramadığım gerginliğim yüzümden okunuyor olmalıydı.

"Benim yüzümden diyorsun yani." dedim acı acı.

Geri adım atıp atmadığı belli olmayan bir cümle kurdu.

"Kusura bakma Pobeda'ya tırmanamayacağız."

Cümleyi olduğu gibi alıp, herhangi bir yöne çekmeden, dümdüz değerlendirmeyi seçtim.

"Lera'yla son konuştuğumuzda ben zaten vazgeçmiştim tırmanıştan. Bu sene kendimi hazır hissetmiyorum. Gereksiz risk olurdu." dedim.

Kaşları hafifçe havalanırken sadece kafasını salladı.

"Yasal sorunlar çözüldü mü? Geri dönmemizde senin için bir sakınca yok, değil mi?" diye sordum.

Aklını her ne kemiriyorsa -bir kez daha- bana anlatmamakta kararlı görünüyordu. Tahmin etme hakkımı kullanamıyordum çünkü artık bu noktada bütün tahminler sıfırlanıyordu.

"Hayır yok." dedi kısa ve net, sonra yeniden sustu.

Sessizlik...sessizlik büyüdüğünde içimizdeki şeytanlar dile geliyordu. Onlara geçit vermek istemiyordum.

"Lera bana, Adam Skyver'dan aldığın teklifi anlattı. Sen hiç bahsetmemiştin." dedim.

İçimi ürperten bir şekilde soğuk soğuk güldü.

"Ona sıra gelmemiş demek."

"Haklısın. Bilmeni istiyorum sadece, kabul etseydin de seni yargılamazdım. Olan biten bunca şeyden sonra..." dedim. Ne dediğimi biliyor muydum o an aslında çok da emin değildim. Görünen o ki, boşa kürek çekiyordum.

"Benim için dönmene gerek yoktu diyorsun yani." derken hala o soğuk gülüş vardı yüzünde.

"Dert etme. Herkes gidecek başka bir yol bulurdu kendine." diye yapıştıran ben oldum bu kez çünkü içimi yakan tavrına daha fazla tahammül edemiyordum.

Son sözüm her nasılsa canlandırmıştı onu.

"Ne olurdu dönmeseydim, diye düşünelim bir an için..." dedi, neredeyse tehditkar bir ifadeyle. "Seni hiçbir açıklama yapmadan terkedip kendi kıçımı kurtarmanın derdine düşseydim herkes için daha mı iyi olurdu acaba? Bana bir şey olmazdı, orası kesin. Tunç'la bir olup babama yüklenirdiniz ki başına gelecekleri zaten çoktan haketmiş biri. Sen bana çok kızgın olacağın için şimdi tüm gücünle reddettiğin o teklifleri kabul ederdin. Tunç intikamını alırdı. Babam çok geçmeden ölürdü. Annem özgür kalırdı. Sen..." dedi, devamını getirmedi, zorlukla, sıkıntı dolu bir nefes aldı. "Ben ne bok yemeye geri döndüm öyleyse?" diye sordu. Cevap ortadaydı ve her zamankinden daha az acıtmıyordu. "Herkes beni başıma gelebileceklere karşı uyardı. Ama ben ardımda bıraktığım o kız için, beni sevmekten başka hiçbir suçu olmadığına inandığım o kız için geri döndüm... hikayenin gerisini biliyoruz. Yani dönüp dolaşıp bu konuyu açıyoruz farkındayım sevgilim ama kaşınıyorsun sen de biraz."

Dilimi yutmuş gibiydim.

"Gerçekten de herkesin gidecek başka bir yolu varmış aslında." diyerek zalimliğini noktaladı.

"Öyle demek istemediğimi biliyorsun!" dedim isyana gelerek. "Hala seni hiç sevmemişim gibi davranma bana. Daha ne yapmam lazım sen ikna etmek için? Ne zaman bitecek bu inadın? Yeter artık Atlas, taş olsa çatlar. Yeter!" diye diye yıkıldım.

Sanki birdenbire bir rüzgar esmiş, yüzündeki maskeyi uçurmuş gibi oldu, ruh hali birdenbire değişmiş, gözleri gözlerimle eşleşmişti. Orada en az benimkine eş bir korkuyu gördüm. İnanamadım gördüğüme ve o da asla itiraf etmeyecekti ama oradaydı, bir şey vardı onu korkutan, neydi, keşke bilebilseydim... keşke.

"İpek..." dedi, içi yanarcasına, derin derin iç çekti. "İpek." dedi tekrar. Sesine yeniden o tanıdığım, o sevdiğim adamın sevildiğimi hissettiren gerçek duyguları yüklenmişti. Yüzümü ellerinin arasına aldı. "Benim güzel sevgilim, ben sana inanıyorum ama sen bana inanacak mısın? İşte asıl mesele bu. Çok büyük bir sınav var önümüzde. Umarım beni affedecek gücü yüreğinde bulursun. Sen beni seçtiğinde, ben zaten hep senin olacağım." dedi.

Çelişkili ruh hali beni de bir uçtan bir uca savuruyordu. Yanımda oturan, canlı kanlı Atlas'tı ama değişken kişiliği beni fena halde afallatıyordu. Çok savrulmuştuk, hala sürüyordu kasırga ve biz hala şiddetle savruluyorduk. Birbirimizden başka tutunacak dalımız yoktu. Aynı şekilde ben de onun yüzünü avuçlarımın arasına aldım. Ellerim yanaklarında küçücük kalmıştı. Gözleri hüzün bulutlarıyla kaplıydı.

"İyi olacağız sevgilim." dedim, söylediğime tüm kalbimle inanarak. "Sabırlı ol. Bu her neyse, korkmuyorum ben, gelsin. Biz bunu da atlatacağız."

Her nasılsa gözlerinin içi daha da bulutlandı. Yanaklarını saran ellerimi ellerine aldı, tek tek öptü.

"İstanbul'a döndüğümüzde senden isteyeceğim bazı şeyler olacak. Onları yapman benim için çok önemli. Lütfen sorgusuz sualsiz kabul edeceğine şimdiden söz ver."

Kaşlarımı çattım.

"Neden ne istediğini şimdi söylemiyorsun?"

"Vakit, doğru vakit değil. Şimdi söylersem kabul etmezsin." dedi.

"Beni korkutuyorsun." dedim.

Bir hışımla elinden kurtardığım ellerimi yeniden ellerinin arasında zaptetti.

"Seni çok seviyorum. Sonsuzlukla ilgili sözlerimizi unutmadım İpek. Ben o sonsuzluğa hala inanıyorum." dedi. O sonsuzluk, ölümde ve kalımda bir arada olmamızı içeriyordu. Ölümde... ve kalımda...

Aklıma getirdiklerimden delicesine korkarak,

"Neler oluyor? Ne demek bütün bunlar anlayamıyorum." diye sitem ettim.

Koskoca bir yol geçmişti, havalimanına yaklaştığımızı anlamamı sağlayan park halinde uçakları ve hava trafik kontrol kulesini görebiliyordum. Eve dönüyorduk. Fakat ev neden şimdi gözümde korkutucu bir şeydi?

Araç dış hatlar terminalinde durdu. Atlas, "Gel." diyerek elimden tuttu. Birlikte indik araçtan. Sırt çantalarımızı yüklendik bir kez daha. Havalimanının mermer döşemelerine baka baka attığım adımlar büyüdükçe büyüyor sanki ayaklarım geri gidiyordu. İçeri girdik. Havalandırmaya rağmen içerisi kalabalık ve boğucuydu. Belki de nefes darlığı çeken sadece bendim. Ayakta durmakta zorlandığımı farkeden Atlas beni bir kenara oturtup, bilet işlemlerini ikimiz adına halletti. Getirip biletimi ve pasaportumu bana verdi. Uçağın kalkmasına fazla zaman kalmamıştı. Hızlı hareket etmemiz gerekiyordu. Ekranlara doğru yürüdüm.

Bilette yazan kapı numarasına baktım. Fazla kalabalık olmayan pasaport kuyruğuna baktım. Arkamı dönüp Atlas'a baktım.

Olduğu yerde duruyor gibiydi. Bir şeyler fena halde yolunda gitmiyordu, anlamadan daha önce hissettim.

Sonra, elinde bilet tutan kişinin yalnızca ben olduğumu farkettim.

"Hayır." dedim.

Bir büyük adımda yaklaşarak beni kollarına aldı.

"Gitmek zorundasın aşkım." diye fısıldadı.

"Teklifi kabul ettin!" diye feryat ettim, sesim neredeyse çığlık atarcasına çıktı. "O adamın teklifini kabul ettin, değil mi?"

"İpek lütfen."

"Beni yalnız başına gönderemezsin Atlas! Gidemem sensiz, nasıl giderim?! Delirdin mi? Ben sensiz nasıl giderim?"

"Lütfen daha fazla zorlaştırma."

Parça parça parçalandım. Yıkıldım, kollarına tutunarak ayakta kaldım.

"Atlas baban ölüyor! Nasıl gelmezsin? Babanı son bir kez görmeyecek misin? Veda etmeyecek misin? Yapma gel! Dönelim birlikte. Gel ne olur..." Ben geri çekilip gözlerine bakmaya çalıştıkça o da beni kollarının arasında tutmaya çalışıyordu. Giden bendim. Kalan oydu. Fakat beni bir türlü bırakmıyordu. Ve ben kendimi yerlere atarcasına, iki göz iki çeşme bir halde ona yalvarıyordum. "Ne olur gel. Gidemem ben sensiz! Gidemem Atlas! Yapamam, söyledim sana yaşayamam! Söyledim, biliyorsun, yaşayamam ben sensiz. Kabuslar gördüm. Anlamıyor musun? Kabuslar gördüm, babam gibi bir uçurumdan aşağı düşüyordun. Babam sanmıştım ama düşen sendin. Ölüyordun. Sana bir şey olursa yaşayamam ben. Lütfen, vazgeç bu karardan. Hadi lütfen, gel benimle."

Nihayet geri çekildi. Ela gözlerinde parlayan yaşları gördüm. Nutkum tutuldu öylece kaldım. Bir adım geri çekildi. Yanağına bir damla yaş düştü.

O bir damla yaş bir ömre bedeldi. Benden koskoca bir ömür götürdü.

Bir adım daha uzaklaştı. Görmemi istemiyordu belli ki bana arkasını döndü.

Fırtınanın içinde bir toz zerreciği misali uçuşurken ben, beni orada öylece terkeden, eve yalnız dönmemi isteyen adama,

"Nereye gidiyorsun?" diye sordum.

Durdu. Elini yatıştırmak istercesine gözlerine bastırdı, sonra bana döndü, sildiği gözlerinde hala yaşlar parlıyordu.

Zorlukla yutkundu ve,

"Nereye gidersem gideyim..." dedi.


Kalbin benimle kaldığı sürece fazla uzaklaşmış sayılmazsın.

Bölüm Şarkısı 1: Şebnem Ferah - Hoşçakal


💔

Bu bölüm bizi finale taşıyan, finalden önceki son bölümdü.

Önümüzdeki bölüm final yapacağız.

😓

Kalbim şu an nasıl atıyor bilseniz koşa koşa gelirdiniz. Hadi sarılalım sıkı sıkı 🥰🥰

Çok yorum yapın ne olur... her satırında, her paragrafında iziniz kalsın. Çünkü Pobeda'yı ölümsüz kılacak olan sizlersiniz.

Sevgilerle 💕

Bölüm Şarkısı 2: Mor ve Ötesi - Oyunbozan

Continuer la Lecture

Vous Aimerez Aussi

958K 56.7K 73
"Hiç bir aile karesinde yerim yokmuş ki benim" Ben Buse. Buse Yalın olarak doğmuştum ve şimdi Buse Gamzeli olarak ölecektim. Bu ruhu ölmüş, bedeni ya...
1.2M 6.3K 5
Genel kurgu #1 🌟 Mavi Kelebekler Serisi 1. Kitap. Kalbimde Saklı adı- Güz Sarmalı olarak değişmiştir. Öfkeyle boynunu sağa sola yatırıp kemiklerin...
293K 18.7K 48
Ölen bir lider ve koltuğuna geçen varisi... En iyiler: #1 - b×b #1- gay #1- boyslove #2 - lgbt #2 - mpreg #2 - interseks #6 - bl #5- eşcinsel
GELECEK Par VeraHare

Fiction générale

146K 7.4K 17
Tüp bebek merkezinde tüplerin karışması sonucu kocası yerine hiç tanımadığı bir adamdan hamile kalmıştı Mahru. #1İhanet/24.5.2024 #1Mahru/24.5.2024 #...