POBEDA

By oliveandturtle

450K 39.7K 26K

İpek ve Atlas. İki ünlü dağcı, sıkı dost, hayata ve kadere ortak iki babanın çocukları. Sekiz yıl önce; dünya... More

Nefretin Başlangıcı
Özel Sebepler
Asla Asla Deme
Doğa Yürüyüşü
Darmadağın
Eğitilmez
Şarkı Listesi (YB Değil)
İddia
İntikam Planı
Oyun
Elma Bahçesindeki Ev
Kapı
Sorgulamalar
Düğüm
Karar
Sude'nin Gözyaşları
Domino Taşları
Utancın Külleri
Yaşattığının Bedeli
Seçilen Taraflar
Fırtınalı Bir Gece
Kendinden Vazgeçmek
Pobeda'nın Öncesi
Zirvede Bir Gece
Kaç Ya da Savaş
Elif'in Gözyaşları
Israrlı Bir Telefon
Bugün Çok Geç
Deniz Feneri
Zayıf Nokta
Bir Nikah Bir Cenaze
Yemin
Gidebilmek
Eninde Sonunda
Billie Jean
Veda
Korkuları Aşmak
Köprü
Solstis
Pobeda I
Adalet Terazisi
Tarafsız Bölge
Oyun Dışı
Pobeda 2 (1. kısım)
Pobeda 2 (2. Kısım)
Son Oyun

Eşik

7K 705 394
By oliveandturtle

Bölüm Şarkısı: Fleurie - Soldier

"Öyle sessizce öldüm ki defalarca, hiçbir zaman anlaşılmadı yokluğum." Ümit Yaşar Oğuzcan

Telefonuma yollanan konumu kontrol ettim bir kez daha. Varmam gereken adresin bir sokak gerisindeydim. Akşamüzeri saatlerinde hava ılıktı. Bahar mevsiminin tatlı rüzgarları normal bir günü daha bitirmek üzere olan insanlar için umut olmuş esiyordu. Benimse üzerimde Atlas'a ait bir tişört ve kendime ait uzun kollu bir hırka varken içim titriyordu. Sokağın sonuna gelince köşeyi döndüm. Navigasyonda yuvarlak sembolün işaret ettiği noktaya elli metre mesafedeydim artık. Ayaklarım geri gitse de dümdüz devam ettim. Bir binanın önüne geldim. Yaklaştı adımlarım benim yerime. Ben hiç yaklaşmadım oysa. Zillerdeki isimleri kontrol etti gözlerim. Ben aslında görmedim. Bir zili çaldı parmaklarım. Ben hissetmedim.

Tunç'un sokak kapısını açmasını, sonu belirsiz bir ameliyata girecek bir hastanın ameliyat saatini beklediği gibi bekledim. İnsanı ürperten bir sesle açıldı kapı. Asansörü es geçerek süreyi biraz daha uzatmak adına merdivenlere yöneldim. Bir apartman boşluğu ve seksen altı basamak sonra aralık kapının pervazına kolunu yaslamış halde gelişimi bekleyen Tunç'la göz gözeydim.

"Hoşgeldin." dedi dostane bir tavırla. "Asansörü neden kullanmadın?"

Sadece omuz silktim.

Sevdiğim adamın eve dönmesinden bir hafta önce beni ayağına çağırışında sempatik bir tavır aramak yersizdi. Tunç'tan bana iyilik, sağlık, esenlik gelebileceğini düşünmüyordum. Dolayısıyla dostmuşuz gibi yersiz yakınlıklara gerek yoktu. Duvar gibi bir suratla, benim için açtığı kapıdan içeri girdim. Eliyle yönlendirdiği salona doğru ilerledim. Gözü üstümde beni incelediğinin farkındaydım. Ne görüyordu acaba? Bana sorarsa eğer ben boğuluyordum. Kendi içimde bir fırtınanın içindeydim.

Tunç'un evi Atlas'la yaşadığımız evimizden büyüktü ve soğuk bir modernlikle dekore edilmişti. Evlerin, sahiplerinin kişiliğini yansıttığı teorisini doğrular bir havası vardı. Soğuk, modern ve elbette şık. Herşey iki rengin tonlarından ibaretti: Koyu gri ve bej. Koltuklar, duvarlar, televizyon ünitesi koyu renklerdeydi. Zemini kaplayan parkeler, halı, orta sehpa ve perdeler ise açık renkti. Üçlü koltuğun orta yerine oturup tam karşımdaki televizyon ünitesinin altında yanan bir şömine gibi gibi parlayan alevlere baktım. Gerçek değil görsel bir yanılsamaydı. Alevlerin canlı rengi ve derinliği ilk anda gerçekmiş hissi yaratıyordu. Bakışlarımı takip eden bakışları nereye dikkat kesildiğimi farketti.

"Görsel algı yanılması." dedi düşüncemi doğrulayarak. "Her gören gerçek sanıyor. Yarattığı etkiyi seviyorum."

"Seversin tabi. Yanılsama yaratmak senin işin ne de olsa." dedim.

Hafifçe gülümseyerek yanımdaki koltuğa oturdu. Fazla yakın değildi, uzak da sayılmazdı. Kuzguni bakışları yeşil gözlerimle eşleşti. Senin de işin, diyebilirdi, üstelik haklı olurdu. Demedi.

"Görüşmeyeli nasılsın?" diye sordu. Tavrı hem ciddi hem rahattı. İkisini aynı anda becerebilmek son derece ona hastı, artık şaşırmıyordum. Nefretiyle yoğrulmuş zırhından alıyordu bu gücü. Farkındalık eşiğini geçmekten kaynaklanıyor olsa gerek ben de rahattım. Hafifçe arkama yaslanıp bacak bacak üstüne attım.

"İyiyim." dedim.

"Bir şey içer misin?" diye sordu.

"Sigaran var mı?"

"Normalde evin içinde içmiyorum ama senin için bir istisna yapabilirim." diyerek yerinden kalktı.

Ben de normalde sigara içmiyordum zaten istisnam ona hastı. Elinde bir şişe viski, iki kadehle geri geldi. Sigara paketini cebinden çıkardı. Uzattığı paketten bir sigara çektim. Uzandım ona doğru, sigaramı yaktı. Bir tane de kendine yaktı. İkimiz de aynı anda zehri ciğerlerimize çektik. Gözlerini üzerimden ayırmadan önünde duran şişeye eğildi.

"İstemediğine emin misin?" diye sordu.

"Koy madem bana da." dedim. Çünkü yansındı bu gezegen. Kimin umrundaydı?

"Saat de daha erken. Yemek yedin mi diye sormadım. Bir şeyler ayarlayabilirim istersen."

"Tunç." dedim daha fazla tahammül edemeyerek. "Misafircilik oynamayalım. Ne konuşacaksak konuşalım. Sonra gidilecek bir evim var benim."

Tek kaşını kaldırarak güldü.

"Ne acelemiz var yeni geldin daha?"

Şimdi uzanıp önünde duran şişeyi almam ve beynini patlatmam kaç saniye sürer diye geçirdim aklımdan. Fazla sürmezdi. Fakat muhtemelen benden daha hızlı davranacağı için elimden kurtulurdu. Belki birkaç kadeh viski koşulları değiştirebilirdi. Belki ben içmesem, avantaj lehime dönerdi. Ama şimdi bunu hesaplamıyordum, çünkü burada olmaya tahammül edebilmem için alkol almak benim de yararımaydı.

Tek dikişte kadehi yarıladım. Yakıcı sıvı boğazımdan aşağı indiği an kusmak istedim. Tadı iğrenç değildi çünkü iğrenç kelimesi tarif etmeye yetersiz kalıyordu.

"İpleri elinde tutmaya bayılıyorsun, değil mi?" dedim sigaramdan bir nefes daha çekerek. Önce zihnim ardından gözlerimin gördüğü herşey dumanlar altında kaldı ve bu hislerimi birebir yansıtan bir durumdu.

"Cevabı biliyorsun zaten." dedi.

"Neden çağırdın beni buraya?"

"Ortağız ya biz. Konuşmamız gereken şeyler var takdir edersin ki."

"Atlas'ın eve dönmesine çok az kala çağırdığına göre odak noktası Kenan değil Atlas olsa gerek."

"Bak böyle zeki cümleler kurduğun zaman bayılıyorum işte." dedi sırıtarak. Kadehini kadehime tokuşturdu. "Ortaklığımıza."

"Böyle ortaklık olmaz olsun." deyip kadehimde kalanı bitirdim.

"Ya İpek sen, hayatımda gördüğüm en çelişkilerle dolu kızsın biliyor muydun? Muammadan ötesin benim için. Bilimadamları gelsin senin beynini incelesin." diye söylendi keyifli bir tavırla. Oysa keyif adına bir şey hissetmediğine emindim.

"Ne saçmalıyorsun Allah aşkına?"

"Aylarca bir hayalin peşinden koştun. Hayatını değiştirecek kararlar aldın. Değme cesurum diyenin atamayacağı riskli adımlar attın. Hayır imreniyorum da sana, bir kez olsun karşı karşıya gelmemene rağmen Kenan'ın burnunun dibine kadar sızdın. Ben yapamadım bunu bak ben düpedüz yanında duruyorum onun. Hala bugünü bile bir arada geçirdik, bana oğlunu ne kadar özlediğini anlattı..."

İçim sızladı apansız. Atlas'ı ben de çok özlemiştim ama sebebi bu değildi. Başka bir şey vardı. Tunç'a dairdi muhtemelen. Öz babası olan adama karşı ne kadar nefret duysa da, rolü gereği onun yanında olmak zorunda oluşunun yarattığı isyandı belki sebebi. Bu benim isyanım değildi. Tunç'la empati yapmak istemiyordum. Hayır, içimde ona dair herhangi bir his yaşatmak istemiyordum. Kesilip atılacak kangrenli bir bölge gibiydik birbirimizin içinde. Bir süre daha aynı gövdeyi paylaşacak ardından çekip gidecektik.

"Ben Kenan'ın sırtını sıvazlıyorum, senin böyle bir zorunluluğun yok. Hedefine giden yolda olabilecek en konforlu konuma sahipsin. Yine de mızmızlanıyorsun. Yüzdün yüzdün kuyruğuna geldin. Artık başka cümleler kurman lazım."

Bana eşlik eder hızda içtiği için onun kadehi de boşalmıştı. İçkilerimizi yeniledi.

Dürüst konuşmak her zaman değilse de bu gece benim işimdi.

"Doğru söylüyorsun, yola çıkarken aynı söylediğin gibiydim. Atlas'a aşık olmasam herşey başka olabilirdi." dedim.

Gözlerini devirdi.

"O savaşçı kız senin içinde hala, görebiliyorum. Konudan sapmışsın biraz sadece." dedi. "Hadi bir film izleyelim. Bu sıkıcı konuşmayı yapmak yerine biraz havamız değişsin."

"İyice saçmalıyorsun artık. Buraya film izlemeye gelmedim ben."

"Bir şans ver bak seveceksin diyorum."

Dalga geçiyordu benimle, bu her halinden belliydi. Vücut dilini aşıp konuşmalarına yansıyan rahatlığı hızlı tükettiğimiz alkolle birlikte artıyordu. Daha fazla itiraz etmeme müsade etmeden yerinden kalktı. İçeriden bir laptop getirdi, televizyona bağladı. Bilgisayarın içeriği büyük ekrana yansıyordu şimdi. Gezindiği klasörlerin isimlerini okumaya çalıştım ama buğulu zihnim odaklanmamı engelliyordu. O da zaten çok hızlı davranıyordu, ekrandaki yazılar hızla değişiyordu. Sadece rakamlardan oluşan bir klasörde durdu. Aradığı videoyu bulmuştu belli ki hiç zaman harcamadan oynat ibaresine tıkladı.

Sonra tek bir anını bile kaçırmak istemiyormuş gibi hızla koltuğa dönerek bu kez yanıma oturdu. İkimiz de ekranı tam karşıdan görüyorduk ve ekranda babam vardı.

"Pobeda. Birinci gün." diyordu ciddiyetle.

Boğazıma oturan yumruyu yutkunamayarak ekrana bakakaldım.

Kar kıyafetlerini giymemişti, normal kışlık kıyafetleri vardı üzerinde. Bulunduğu ortamda da kar yoktu zaten. Havalimanında olduğunu anlamama sebep olan anonslar duyuluyordu o konuşurken. "Alma Ata'dayız. Uçaktan yeni indik. Pasaport işlemlerimizi tamamladık. Atlas, Kenan ve ben, bizi bu gece kalacağımız otele götürecek aracı bekliyoruz." dedi. Kameranın açısı değişti. On beş yaşındaki Atlas'ı gördüm. İlk kez Pobeda'ya tırmanmayı denemenin öncesinde biraz gergin bir yüz ifadesi vardı. Kameraya el sallarken gülmedi. Kenan oğlunun hemen yanı başındaydı. Kameraya gözünün ucuyla bakıp önüne döndü. Keyifsiz bir hava vardı üzerlerinde. Bir kez daha ekranı babamın yüzü doldurmuştu. "Sekiz buçuk saatlik uzun bir yolculuktu." dedi ve ekran karardı.

Görüntü değişmişti. "Pobeda. İkinci gün." dedi yeniden babam. Bir kez daha havalimanındaydı. "Dün geceyi merkezde salaş bir otelde geçirdik. Burada yabancıların otelde kalması pek kolay değil. Zorluk çıkarıyorlar neyse ki bir şekilde hallettik. Eğer otelde yer bulamasaydık havalimanına dönüp geceyi burada geçirecektik ki dünkü yolculuğun üstüne katlanılır bir durum olmazdı. Burası çok büyük ve kalabalık bir havalimanı. Sürekli hareketlilik var. Birazdan inşallah kamp organizatörümüz Lera'nın bizi Bişkek'e götürmek üzere yolladığı Yevgeni'yle buluşacağız. Yeniden uçak yolculuğu sonra Bişkek."

Görüntü değişti. Bu kez ekranı kaplayan Atlas'ın suratıydı. Henüz on beş yaşındayken bile yakışıklıydı. Konuşmaya başladığında sesi kulağıma farklı gelince istemsizce gülümsedim. Aslında bu halini daha önce görmüştüm ama nerede gördüğümü düşünmekten hoşlanmadım ve düşünceyi zihnimden hızla uzaklaştırdım.

"Pobeda. Üçüncü gün." dedi Atlas, kalabalık bir yerde yürüyordu. Fakat yanında tanıdık yüzler yoktu. "Babam ve Timur Amcayla birlikte Bişkek'e geldik. Buraya varışımız biraz sorunlu oldu. Çünkü planladığımız üzere uçakla gelemedik. İstanbul'da vize alırken bize Karakol'da vize gerekmeyeceğini söylemişlerdi ama belli ki gerekiyormuş. Karakol vizemiz yok diye bize uçağa almadılar. Yevgeni'nin saatlerce uğraşıp bizim için aldığı biletlerimiz yandı." Bu esnada kamerayı çevirdi ve yanında yürüyen kendisinden daha ufak tefek kara kuru bir adam görüş açısına girdi. "Bu Yevgeni." dedi. Yevgeni sırıttı, ağzında birkaç diş eksikti ama sevimli bir tipi vardı. Atlas kamerayı kendine çevirip, anlamaya devam etti. "Yaşadığımız aksilik sonrası moralsiz bir şekilde otobüs terminaline gidip bulduğumuz ilk Bişkek otobüsüne bindik. Burada tabelalar çok karışık, yazılardan da hiçbir şey anlamıyoruz, neyse ki yanımızda Yevgeni var. Otobüs yolculuğu çok berbattı. Otobüsün içi tıkış tıkış kalabalık ve sıcaktı. Çok şükür Bişkek'e vardık. Buradan Karakol'a geçeceğiz ama en erken otobüs yarın sabahmış bu yüzden günü Bişkek'te geçirmek zorundayız. Babamla Timur amca otelde kalmayı tercih ettiler. Bense biraz etrafta dolaşmak istedim. Şuan bir pazar yerindeyiz." Kamera şimdi tezgahları çekiyordu. "Kayısı, vişne ve böğürtlene benzeyen bir meyve var." Böğürtlenimsi şeyden bir tane alıp tadına baktı. Yüzünü buruşturdu. "Tadı berbat." dedi gülerek. Tezgahlara paralel yürümeye devam etti. Kameranın görüş açısına giren insanlar ya dik dik bakıyor ya da el sallıyorlardı. Atlas içecek satan bir tezgahın önünde durdu. Yevgeni satıcıyla konuşuyordu. Atlas bekledi sonra Yevgeni Atlas'a döndü ve bozuk ingilizcesiyle tezgahtakilerin bira, limonata ve maden suyu olduğunu açıkladı. Atlas bira istedi. Uzattıkları içkinin tadına baktı. Ekranda gözükmezken iğrendiğini belirten bir ses çıkardı ve ardından biranın tadıyla ilgili küfür etti. Gülmekten kendimi alamadım.

Görüntü değişti.

Ekranda yeniden babam vardı.

"Pobeda. Dördüncü gün. Sekiz saatlik boğucu bir otobüs yolculuğu sonrası Karakol'a ulaştık. Aslında Bişkek'le Karakol arası kuş uçuşu kısa bir mesafe ama bölge dağlık olduğu için yol uzuyor. Mola yerinde Kımız içtik, daha doğrusu denedik. Ben sevmedim. Hafif alkollü ekşi ayran gibi bir tadı var. Atlas'da içemedi. Kenan sevdi. Atlas'ınkini de içti. Şuan Ala Tau dağ kampındayız." Kamerayı çevirdi. Ekrana muhteşem güzellikte heybetli dağlar ve küçük noktalar halinde konumlanmış çadırlar girdi. "Yarın yukarıdan gelecek arabayı bekliyoruz. Umarım gelir çünkü gelmezse 25 km.lik yolu yürümemiz gerekecek. Karakol'da birkaç aklimatizasyon tırmanışı yaptıktan sonra Khan Tengri'ye geçeceğiz. Khan Tengri piramiti beni şimdiden heyecanlandırıyor. Buradaki performansımız Pobeda'ya devam edip etmeyeceğimizi belirleyecek." Durakladı. Ardından devam etti. "Her ne kadar heyecanlansam da koşulları gereksiz zorlamaktan yana değilim. Deneyip göreceğiz."

Babamın sözlerinden sonra içim sıkıştı. Bu videonun tatlı hatıralardan ibaret olmadığının farkındaydım. Görüntü değişti. Kamerada yeniden Atlas vardı. Sırtında kendi kadar çantasıyla dağlık bir yolda yürüyordu.

"Pobeda." dedi durdu. Gülümsedi. Arkasından babamın sesi duyuldu. "Beş." Atlas devam etti. "Beşinci gün. Ala Tau'dan Karakol'a doğru yola çıktık. Beklediğimiz araba gelmedi. Biz de yürüyerek devam etmeye karar verdik. Babam bu karara pek memnun olmadı." Kamera soluk soluğa bir halde yürüyen Kenan'a döndü. Kenan kaşlarını çattı. Şu haliyle yanı başımda oturan Tunç'la birbirlerine o kadar çok benziyorlardı ki ürperdim. Ekran tekrar Atlas'a döndü. Atlas babasına hiç benzemiyordu. "Beşinci güne kadar hiçbir şey kolay ilerlemedi. Burada koşullar biraz çetin. Dün kampta ilk kez sabun kullanabildik. Kafamızı sabunlayıp kendi döktüğümüz sularla saçlarımızı yıkadık. Ne yazık ki duş gibi bir şey yok. Tuvaletlerde de su yok, tuvalet kağıdı yok hatta çoğu tuvaletin kapısı bile yok. Kaldığımız otellerde de durum böyleydi. Her neyse söylenmiyorum." Kaşlarını kaldırıp indirdi. "Khan Tengri ve ardından Pobeda bizi bekler." dedi heyecan dolu bir sesle.

Ekran karardı. İçim de kararmıştı.

"Biraz durdurur musun? Hava almam lazım." dedim. Tunç bekleme tuşuna bastı. Kolunu koltuğun arkasına atıp ışıl ışıl gözlerle bana baktı.

"İyi misin?"

"Bilmiyorum." dedim gergin bir şekilde. "Ne göreceğimi bilmiyordum, babamın son anlarına şahitlik ediyorum, biraz fazla geldi."

"Anlayabiliyorum."

"Bu kayıtlar nereye kadar sürüyor?" diye sordum.

"Pobeda'da bir kar mağarasının içine kadar çekim yapmışlar."

Soluğum kesilir gibi oldu.

"5. kampta mı?"

Kafasını ağır ağır sallayarak onayladı.

"Daha fazla izleyemem." dedim. Oturduğum yerde sanki elimden ayağımdan kan çekilmişti.

5. kamp babamın ömrünün son anları belki de son saniyeleri demekti. Ölümünün kayda geçip geçmediğini soramadım bile.

"Sorun değil." dedi Tunç ısrar etmeyerek. Gerçi edemezdi de. Zorla izletecek hali yoktu. Fakat kim bilir ne kadar zamandır elinde bulundurduğu bu videoyu bana izletmesinin ardında bir sebep vardı. Tahmin edebiliyordum.

"Atlas konusunda kararımı değiştirmemi istiyorsun." dedim çıkarımımı dile getirerek. Çünkü bu sonuca ulaşmak için videonun sonunu görmeye ihtiyacım yoktu. Ne üzerine konuştuğumuzu hatırlamak yeterliydi. Tunç iç çekerek kafasını yana eğdi.

"Aynı dili konuştuğumuz zamanlarda seni daha çok seviyorum." dedi. "Ve evet, sana aşktan daha gerçek hislerin olduğunu hatırlatmak istedim. Babana olan sevgin gibi. Şimdi burada babanla oturmak istemez miydin? Elinde tek bir fırsatın olsaydı, babanın sağ olmasını istemez miydin?" diye sordu. Hislerimin acı tadı genzimi yakıyordu, yana yana yutkundum. Cevap vermedim. Gerek de yoktu. Bunun üzerine, "Babanın yaşaması için birini feda etmek zorunda olsan bu videoda gördüklerinden kimi feda ederdin?" diye sordu.

Doğrudan bir soru sormadığını anlayabiliyordum. Fakat varmak istediği asıl sonuca kendi kendime varamıyordum. Ne demek istediğini anlamaya çalışan beynim çalışma hızından ve içimde filizlenen korkudan yanacaktı adeta. Aldığım alkol durumu hiç kolaylaştırmıyordu.

Bu yüzden sorusuna düpedüz cevap vermeyi seçtim.

"Kenan'ı." dedim.

Tunç buruk bir ifadeyle baktı yüzüme. Seçimime güler diye bekliyordum ama gülmüyordu. Bunun yerine,

"Başkasının babasını yani." dedi. "Atlas'ın yapacağı gibi."

Başkasının babasını feda ederdim.

Atlas'ın yapacağı gibi.

Atlas'ın...

Beynimin duvarlarına çarpan sözcükler iç odalarımda vınlama misali yankılandı. Uğuldadı kulaklarım, gözlerim karardı.

Tıpkı beyninden vurulan bir insanın tarif edeceği gibi.

Tıpkı beyninden vurulan bir insanın hissedeceği gibi.

Çünkü sanırım az önce ben beynimden vurulmuştum.

"Babamın ölümüne Atlas mı sebep oldu?" diye sordum, bu cümleyi nasıl kurabildim, kelimeleri nasıl dile getirebildim kendim bile anlayamadım.

"Bilsem bile bu sorunun cevabını sana ben veremem. Çok kişisel bir mesele çünkü. Bu video da veremez. Doğrudan muhatabına sorman lazım." dedi.

Soramazdım. Asla soramazdım. Şimdi bile kendini camdan aşağı at dese daha kolay gelirdi ama Atlas'a bu soruyu sormak... tanıştığımız ilk zamanlar konu hakkında konuşmak bile istemiyordu, zamanla birbirimize yakınlaştıkça anlatmaya başlamıştı biraz biraz... babamdan her bahsedişinde dolan gözlerini hatırlıyordum. Ve son olarak "Benim babam bile isteye kimseyi öldürecek biri değil." deyişini de... Kenan değilse tek bir şık kalıyordu geriye.

Bu yükle yaşayamazdım, hayır.

Düşüncelerimin beni ne kadar zorladığını, bir krizin eşeğine sürüklendiğimi gözlemleyen Tunç,

"Sakin ol." dedi yatıştırıcı bir sesle. Olamıyordum. "Herşey yoluna girecek." dedi. Hiç sanmıyordum.

"Ben babamı öldüren adamla mı evlendim?" diye sordum iç çekmekten zorlukla nefes alarak...yumruklarımı ve dişlerimi sıkarak. Gözlerimden perde perde akan yaşlara engel olamıyordum. İçim öyle bir yanıyordu öyle bir yanıyordu ki...ağlasam haykırsam yalvarsam geçmezdi.

Tunç soruma cevap vermeyince,

"Gerçeği biliyordun madem neden engel olmadın?" diye bağırdım.

"Benim işim değil." diye kestirip attı.

"Aynı amaç için çalıştığımızı söyleyebiliyorsun?" diye bağırdım. O hala sakindi.

"Kenan konusunda evet. Atlas benim meselem değil. Seni defalarca uyardım üstelik. Sen dinlemek istemedin. Küçük romantizminizin planlarımı etkilemesine izin veremezdim."

Ellerimi yüzüme kapayıp bir süre hıçkıra hıçkıra ağladım. Ben bitmiştim. Bitmiştim. İki gün sonra eve dönecek adama nasıl kocam diyecektim? Ona sormadan, gerçekleri ağzından duymadan yanında nasıl nefes alabilecektim? Sanki herşey yolundaymış gibi rol yapabilmek mümkün müydü bu saatten sonra?

Tunç, ağlayışımdan çok rahatsız oluyordu. Ben hıçkırmaya başladığımda yerinden fırlayıp stresli adımlarla salonda turlamaya başladı. Baş edememiş olacak ki,

"İpek ağlama." diye hayıflandı. "Kendi yaptığın çıkarıma ağlıyorsun şu an yalnızca."

"Ölmek istiyorum."

"Babanı Atlas öldürmemiş olabilir. Ben sana git bunu Atlas'a sor dedim. O yaptı demedim."

"Benimle oynamayı kes artık, kes! Nasılsa biliyorsun cevabı!"

"Benim bilmem hiçbir şeyi değiştirmez."

"Benim için değiştirir. Söyle!"

"Hayır." dedi kesin bir tavırla. Oturduğum yerden fırladım, kollarına yapıştım.

"Babamı Atlas mı öldürdü Tunç? Ben onun yüzüne bakacağım. Dayanamam. Yaşayamam bununla. Kendimi öldürürüm. Yemin ederim yaparım bunu. Bana gerçeği söylemek zorundasın."

Kollarını dokunuşumdan kurtardı.

"Saçmalama. Topla kendini."

"Yalvarırım söyle."

"İpek yeter. Yeter! Topla kendini!" diye bağırdı benden uzaklaşarak. Kararlı karanlık gözlerine baktıkça karardı ruhum. Katlanamadım. Çığlıklar atmak geldi içimden, bunun yerine ben de bir adım geriye atarak ondan uzaklaştım.

Kırmızılar inmiş gözlerimle, görmeden bilinçsiz bir şekilde arkamı döndüm, sayamadığım birkaç tekinsiz adımla mutfağın yolunu buldum. Işıkları yanmıyordu evin, ışıkları yanmıyordu zihnimin. Karanlık ruhumu baştan başa kuşatmıştı. Bu çektiğimiz çilelerin, bütün güçsüzlüklerimizin sebebi kararsızlıktı. Ve ben kararımı verdiğim an güçlendim. Buna bir son vermenin kendi ellerimde olduğunu anladığım anda baştan ayağa güçlendim. El yordamıyla çekmeceleri buldum. Bıçakları buldum. İçlerinden en büyüğünü buldum. Kendime saplamak üzere havaya kaldırdım.

Bir an kadar kısa sürdü. Tunç tüm gücüyle üstüme kapandı. Bileğimi benden olabildiğince uzaklaştıracak şekilde geriye çekti ve sıktı bıçağı bırakayım diye. Bembeyaz kesildi tenim. Canım çok yandı ama içim daha çok yanıyordu bu yüzden çığlıklar atmaya başladım. Bıçağı kolay kolay bırakmadım, çırpındım, uğraştım, savaştım. Ama Tunç çok güçlüydü. Kısa süre sonra elimin gücü kesilince bıçağın yere düşme sesini duydum.

Tunç bedenimi sıkıca kucaklayarak beni mutfaktan çıkarmaya çalışırken, haykırmaya, çırpınmaya devam ettim. Geçmiyor geçmiyor geçmiyordu. Salona bıraktığı anda sehpanın üzerindeki şişeye koştum. Tekrar yakaladı, kollarımı zaptettiği için serbest kalan ayaklarımla önüme gelen herşeye tekme attım. Ben bağırıyordum ama o da bağırıyordu artık. Salondan da uzaklaştırdı.

Karanlığın içinde yersiz yönsüz ilerlerken debelenmeye devam ettim. Ansızın vücudum yere doğru büküldü, yüzüm yumuşak bir zemine değdi. Ardından bedenim de o yumuşak yüzeyle bütünleşti. Bir yatakta mıydım? Hala bağırdığımdan olsa gerek yüzüme bir yastık kapandı. Nefesim kesilse de bir süre daha çırpınmaya devam ettim. Vücudumda bir ağırlık vardı. Ellerimi ayaklarımı olduğu yere sabitleyen bir güç. Göremediğim o ağırlığın Tunç'un gövdesi olduğunu tahmin ettim.

"Seni bayıltmak istemiyorum artık sus!" diye bağırdı. Biraz zaman geçti. Nefes alamadığım için kendiliğimden bayılmak üzereydim zaten, sesim kesildi. Yastık geri çekildi. Yüzüstü yatırıldığım yatakta, saçlarım yüzüme dökülmüştü ama geriye doğru bir bakışla Tunç'un üstümde oturduğunu görebiliyordum. Bağırmayı kestim, artık akacak yaş kalmadığı halde ağlamaya devam ettim. Sakinleştiğimden emin olunca üstümden çekildi. Derin bir soluğu koyvererek yatakta yanıma doğru devrildi. Yarı oturur bir pozisyondaydı, kaçabilirmişim gibi her an yeniden beni zaptedebilecek bir yakınlıktaydı. İkimiz de darmadağın haldeydik.

"Öfkeni anlıyorum." dedi. "Yemin ederim ki anlıyorum. Ama kendine zarar vermeni gerektirecek hiçbir şey yok."

Hıçkırdım hıçkırdım hıçkırdım.

"Atlas babanın katili değil İpek." dedi.

İç çektim. Hıçkırdım. İç çektim. Bir gecede kaç kez öldüm kaç kez dirildim...

"Karmaşık bir durum var ortada ama herhangi birine katil demek de kolay değil." dedi.

"Anlamıyorum." diye sayıkladım.

"Atlas'a soracaksın sana o anlatacak."

"Neden az önce söylemedin?"

"Benim meselem değil sana söylüyorum bunları konuşman gereken kişi ben değilim. İlk sorman gereken sorulardı bunlar, finale geldik artık. Buradan dönüş yok."

Ellerimi yüzüme kapattım. Yeniden ağlamaya başladım.

"Etrafımdaki herkes yalan söylüyor bana."

"Ben söylemiyorum."

"Ama sen de canımı çok yakıyorsun Tunç." diyerek ağladım.

Yüzünde öyle bir ifade vardı ki o an, tıpkı daha önce eve geldiğinde gördüğüme benzer bir kırılma anı, öncekinden daha uzun sürdü üstelik, bu sefer duygularını saklama gereği duymadı. Uzandı parmakları, yanağıma değdi belli belirsiz. Tenim ürpererek dokunuşundan uzaklaştım. Buruk bir gülümsemeyle beraber o da elini çekti.

"Günün sonunda herşeyi senin iyiliğin için yaptığımı anlayacaksın."

"Geç bunları, geçelim artık ben seni anladım." dedim. "Atlas'dan vazgeçmemi istediğini biliyorum. Bunun planının yürürlüğü için gerekli olduğu çok ortada. Bütün bu karmaşayı bu yüzden yarattığını biliyorum. Sen de Atlas babamın katiliyse kendimi öldüreceğimi çok iyi biliyorsun artık. Fakat gerçeğin tüm detaylarına ulaşana kadar ondan vazgeçmeyeceğim çünkü onu seviyorum."

"Vazgeçme. Sen anlat, o anlatsın. Hala siz diye birşey kalırsa ben verdiğim sözü tutarım."

"Ne zaman konuşacağım hemen gelir gelmez mi?"

"Hayır hemen değil. Hayatını normal bir şekilde yaşa. O zaten gözünü Everest bürümüş halde gelecek. Çok meşgul olacak finallere kadar, senlik bir durum yok. Sonra sen finallerine gireceksin."

"O da finallere girecek."

Bana ne dercesine omuz silkti. Tamamen bana odaklı konuşması dikkatimden kaçmamıştı.

"Finallerden sonra Pobeda'ya gidecektik." dedim. Kafasını iki yana salladı.

"Bunun gerçekleşeceğini pek sanmıyorum." dedi neredeyse hüzünlü bir ifadeyle. "Ama sen gerçekleşecekmiş gibi hazırlanacaksın tabi."

Daha fazla üzülemezdim bir gecede üzülme eşiğimi kat kat aşmıştım.

"Pobeda için yola çıkmadan önce öyleyse." dedim.

"Evet." dedi. "Bir yıkım başlayacak ve başladığında zaten zamanın geldiğini kendin anlayacaksın."

Continue Reading

You'll Also Like

118K 11.7K 20
Geçen yıllar yaşanılan her şeyi unutturur muydu? Akan giden zaman, aradan geçen onca gün birbirini seven iki kişinin içindeki aşkı bitirir miydi? Y...
169K 15.7K 44
Kerem Aktürkoğlu & Kumsal Yıldız
3.4M 167K 67
Hayatı boyunca kimseyi sevmemiş, tek derdi vatan, bayrak ve ülkesi olan asker ile hiç sevildiğini hissetmemiş, kalabalık içinde yalnızlığı hisseden b...
273K 17.6K 46
Ölen bir lider ve koltuğuna geçen varisi... En iyiler: #1 - b×b #1- gay #1- boyslove #2 - lgbt #2 - mpreg #2 - interseks #6 - bl #5- eşcinsel