Sıfıra Doğru

By GeceninSonDuragi

26.3K 2.7K 837

Mihrimah Alçin, Las Vegas'ta sıradan ailesiyle, pek sıradan olmayan bir hayata gözlerini açmıştır. Dünyada b... More

1. BÖLÜM ❄️ Gerçekliğe Düşüş
2. Bölüm ❄️ Av
3. Bölüm ❄️ Kumar
4. Bölüm ❄️ AvivaLante
6. Bölüm ❄️ İlk Ateş
7. Bölüm ❄️ Düşüşler ve Kayboluşlar
8.bölüm ❄️ Rüzgârın Fısıltısı
9. bölüm ❄️ Sonsuz Okyanus
10. Bölüm ❄️ Nefes Nefese
11. Bölüm ❄️ Tehlike
12. Bölüm ❄️ Maça Ası
13. Bölüm ❄️ Soylular ve Soysuzlar
14. Bölüm ❄️ İntikam Hırsı
15. Bölüm ❄️ Tutsak
16. Bölüm ❄️ Güven
17. Bölüm ❄️ Hissiz
18. Bölüm ❄️ Palavra
19. Bölüm ❄️ Ateşin Oğlu
20. Bölüm ❄️ Alev Alan Duygular
21. Bölüm ❄️ Kader Çarkları
22. Bölüm ❄️ Karanlığın İç Yüzü
Özel Bölüm - Asır Han Petrova
23. Bölüm ❄️ Kontrolsüz

5. Bölüm ❄️ Tek Nefes

1.1K 143 44
By GeceninSonDuragi

Hellooo nasılsınız? Ay ben bitiğim galiba djrjfjrkfkrk

Çoksel bi bölüm oldu, beğenirseniz yıldızı tamamlar mısınız?⭐

Ulaşmak isterseniz:
Ig: arivirane

.

Bölüm şarkıları:
Bon Jovi- You Give Love A Bad Name
Scorpions-Still Loving You
Mabel Matiz- Aşk Yok olmaktır

.

5. BÖLÜM
"TEK NEFES"

Gözlerimi kapatarak dileğimi diledim. 'Bir gün özgür olmak istiyorum.' Gözlerimi açtığımda mumun aydınlattığı loş ışıkta bana gözbebekleriymişim gibi bakan annem ve babama sırayla baktım. İkisi de ne dilediğimi delicesine merak ettiğinin farkındaydım ancak söylemeyeceğimi bildikleri için ikisi de sormuyordu.

"İyi ki doğdun Mihrimah, iyi ki bizim kızımızsın. On yedinci yaş günün kutlu olsun biriciğim." İkisi de iki yanımdan sarıldığında gülümsedim. On altıncı yaş günüm bir önceki dileğimle aynıydı, özgür olmak ancak on yedi yıldır aynıydı her şey. Değişen hiçbir şey yoktu.

Gözlerimi araladım. Gördüğüm rüya on yedinci yaş günümdendi. Mutlu olduğumu sandığım bir gündü çünkü yaklaşık on yıldır dışarıya çıkmayı istiyordum.

Hafif nemlenmiş kirpiklerimi kırpıştırdım. Çevreme bakındım. Ah evet, kulübemdeydim. Şimdi özgürdüm ama istediğim özgürlük bu değildi. Ben aşık olmak istiyordum. Dizilerde, filmlerde ya da kitaplarda gördüğüm gibi ruh eşimi bulmak istiyordum. Belki evlat edinebilirdim, belki ayrı eve çıkabilirdim. Üniversiteye gidebilirdim. Okuma yazma bilmeyen birisi üniversiteye gidebilirse tabii.

Bu haldeyken özgür olmaktansa ailemin yanında hapis hayatı yaşamayı tercih ederdim. Güven hissini özlemiştim, burada kimseye güvenmiyordum. Sıcak yuvamı özlemiştim AvivaLante oldukça soğuktu. Gülümsemeyi özlemiştim buraya geldiğimden beri yaptığım tek şey somurtmaktı. Alışmam gerektiğinin farkındaydım, alışamazsam uyum sağlayamaz ve afallardım. Bunu biliyordum ancak elimde değildi. Dışarıdan farklı içeriden bambaşka biri olmak hiç kolay değildi.

Alt dudağımı dişlerimin arasına alarak bir müddet düşündüm. Öncelikle burada çevremi kurmalıydım ki Hill Adası'na giderken zorlanmamalıydım. Ayrıca olası bir yakalanma durumunda ise güç toplamam gerekiyordu, okçuluk ve diğer dövüş sanatlarını ezbere bilmeliydim. Ben güçlü olmak zorundaydım çünkü başka çarem yoktu.

Hırsla üzerimdeki yorganı attım ve ayaklarımı yatağımdan aşağı sarkıttım. "Kendine gel Mihrimah, eve dönmek istiyorsan akıllı davranmak zorundasın." Açık kahverengi saçlarımı elimle geriye ittim ve yataktan kalkarak dolabımın karşısına geçtim. Beni ayakta tutan tek şey bir gün aileme dönebilecek olmamdı, bütüm bu olanları ardıma bırakıp Dünya'ya geri döndüğümde aileme her şeyi anlatmak, benim için psikolojik tedavi ayarlamalarını isteyecektim. İhtiyacım olan bir tedaviydi.

Dolabımdan siyah bir tayt ve üzerine siyah kalın bir askılı çektim. Hava soğuktu ancak antrenman yaptıkça terliyordum ve soyunmaya utandığım için terlediğimle kalıyordum. Dün boğazlı kazağı giyerek hata yapmıştım, aynı hataya tekrar düşmemek için askılı almıştım dolaptan.

Üzerime de bir ceket seçerek yatağın üzerine attım ve banyoya girerek suyu ayarladım. Ilık bir duş aldıktan hemen sonra saçlarımı kurutarak tepeden sıkıca topladım. Bugün kendimi ayrı bir özgüvenli hissediyordum çünkü eğer dün hiç kimseye yakalanmadıysam bugün yakalanma ihtimalim daha düşüktü.

Yüzüme baktım öylece boş bir şekilde aynada. Hâlâ bana garip geliyordu. Gözlerim aynıydı, kahverengiydi ancak farklıydı. Daha biçimsizdi. Eskiden gözlerim kıvrımlıydı ve daha kısıktı, benim hoşuma giderdi şimdi ise tam tersiydi. Dudaklarım incelmişti ve eski dudaklarımla kesinlikle alakası yoktu. Yanaklarım kemikten ibaret gibiydi, yüzüm daha keskindi, küçücük çenem vardı. Önceden kendimi seksi bulan ben şimdi sıradan buluyordum. Beğenmemiştim ancak değiştiremezdim de. Efruz'un bu bedeni nasıl yarattığını bilmiyordum ama fazla da üstelemiyordum çünkü burası büyülü bir evrendi.

Başımı olumsuz anlamda sallayarak banyodan ayrıldım ve yatağımın üzerine attığım giysileri hızlı bir şekilde giyindim.

Zaten başka alacak hiçbir eşyam olmadığı için kulübemden ayrıldım ve patika yolda ilerlemeye başladım.

Hava her zamanki gibi çok soğuktu, bu sefer rüzgar değil kuru soğuk vardı. Ağaçların yaprakları hafif hafif oynuyordu. Ufak çıtırtılar eşliğinde yoluma devam ediyordum. Biraz olsun yalnız kalmak bana çok iyi gelmişti, kendimi boğuluyor gibi hissediyordum. Her şey üzerime geliyordu, konuşmak istiyordum içimdeki her şeyi dökmek istiyordum ancak dilime öyle bir kilit vurulmuştu ki ne ben çözebiliyordum ne de başkasının çözmesine izin veriyordum. Neler olduğunu henüz kavrayamadığımdan ya da hâlâ şok içerisinde olduğumdandı belki de, bilemiyordum lâkin buna bir son vermem gerektiğinin, artık bir adım atmanın zamanının geldiğinin farkındaydım. Eğer ben AvivaLante'ye hakim olamazsam o beni karanlık, dipsiz ormanlarına yutacaktı.

Derin bir nefes çektim ciğerlerime. Hızlı yürüşümün ardından dün ok atmaya geldiğim yere geldimde duraksadım, hemen önümde duran ağacın arkasına saklandım.

Asır buradaydı ve tek başına çalışıyordu. Saçları dağılmıştı, ellerinde beyazdan çok griye dönmüş sargı bezleri vardı, üzerinde tişörtü yoktu ve altında siyah eşofmanıyla ortada nereden geldiğini bilmediğim kum torbasını yumrukluyordu. Burasının ok atma yeri olduğunu sanıyordum, daha önce kum torbasının varlığını bile fark etmemiştim. Öyle dikkatsizdim ki, çevremde olup biten her şeyi es geçiyordum.

Tedirginlikle dudaklarımı birbirine bastırdım. Geriye doğru adımlayacakken olduğum yerde kaldım. Asır, Yeraltı Tanrısı'nın oğluydu, büyülü şeyleri biliyor olabilirdi. Yani izlediğim tüm fantastik filmlerde öyleydi en azından. Eğer gerçekten de biliyorsa, onunla yakınlaşırsam bana yardımcı olabilirdi.

'Ailene dönmek için.'

Derin bir nefes aldım ve yaptığım bencilliği görmezden gelmeyi denedim. Gözlerimi kapatarak tekrar arkamı döndüm ve ağaçların arasından çıkarak Asır'a doğru adımladım.

Aramızda dört beş adım kala geldiğimi anlamış, kum torbasını sabit kalması için tutmuştu. Tedirginliğimi kenara bırakarak aramızda birkaç metre kala durdum. Yüzündeki ifadeden hoşnut olmadığını anlaşılıyordu.

"Günaydın." Bakışlarını bana çevirdi. Baştan aşağı vücudumu süzdüğünde istemsizce yalancıktan öksürdüm.

"Sana da." Bana kısa bir yanıt verip verip yanımdan ayrılacağı sırada konuşmayı devam ettirmek için tekrar soru sordum.

"Nasılsın?" Yanından ilerlemeye başladım. Boşluk kadar siyah gözlerini bana çevirdi. Gözleri yorgun bakıyordu, her şeye rağmen keskin bakışlarıyla bunu gizlemeye çalıştığı belliydi. Burada işlerin nasıl ilerlediğini bilmediğim için yorum yapmadım.

"İyiyim?" dedi sorarcasına. Ağaçların yanına geldiğimizde herhangi bir ağacın dalına astığı spor çantasını alarak fermuarını açtı. Gerginlikle gülümsedim, beni yanında istemediğini bakışları ve verdiği cevaplarıyla belli etmişti dürüstçe ama ben yanında kalmaya devam edip onunla arkadaş olmaya çalışacaktım. Çünkü ben bir arsızım.

"Ben nasılım?" Çantasından çıkardığı su şişesinin kapağını açarak dudaklarına yasladı. Adem elması her yutkunuşunda hareket ederken bakışlarımı ondan çektim. Tamam, istediğim gibi gitmiyordu işler ancak neden bu kadar ters davramdığını anlamış değildim. Acaba akıl okuma yeteneği mi vardı? Onun hakkında düşündüklerimi bildiği için mi bana bu derece tersdi? İyice paranoyak olmaya başladın Mihrimah.

Aklıma konuşacak konu getirmeye çalışıyordum ancak yanında o kadar gerilmiştim ki söyleyecek tek söz bulamıyordum.

"Fena değil." Şişesini tekrar yerine koydu ve fermuarını çekti. "Hoşçakal." Yanımdan geçip gittiğinde daha fazla üstelemeden omzumun üzerinden ona baktım.

"Küstah." Tek eliyle sırtına doğru attığı çantasıyla küçük dağları ben yarattım edasıyla ormanın içine doğru yürüyordu. Ardından ilgimi çeken bir şey oldu. İlgimi çekiyordu çünkü ben bunu daha önce görmüştüm, ben bunu daha önce başka bir zamanda yaşamıştım...

Asır alev aldı, kırmızı ışıklar saçıldı. Dudaklarım şaşkınlıkla aralandığında titreyen elimi dudaklarıma doğru götürdüm. Yükselen dumanla birlikte etrafa kül tarzı tozlar yayıldı, Asır kayboldu. Şaşkınlıklıkla adımlayacağım sırada burasının fantastik bir evren olduğu aklıma geldi. Ve Asır'ın da Yeraltı Tanrısı'nın oğlu olduğu...

Dudaklarımı birbirine bastırdım ve omuzlarımı düşürerek bir süre kaybolduğu yere baktım. Benim de böyle yeteneklerimin var olup olmadığını sorguluyordum şu anda. Eğer olsaydı gerçekten havalı olabilirdi ancak ben kontrol dahi etmeyi bilmediğimden yanlışlıkla uzay boşluğuna falan uçardım.

Öğreneceğim çok şey vardı, farkındaydım ve en güçlüsü olmak için de çalışacaktım.

*

"Kahraman Uri'nin doğuşu, Mare ve bilinmeyen bir siren kökünden gelmektedir. Uri o kadar iyi bir kılıç ustasıdır ki, tek başına dünyada hayatta kalabilmiştir yıllarca..." Dirseklerimi sıraya yaslayarak bize geçmiş tarihle ilgili kahramanları anlatan Kheiron'a odaklandım. O kadar masalsı anlatıyordu ki uyumama ramak kalmıştı.

Oysa benim dışımda herkes yanındaki kişiyle konuşuyordu.

Evet şu an o kamp alanının ortasında daha önce tapınak olduğunu düşündüğüm binadaydım. Burası melezlerin bilim, tarih, sanat, matematik gördüğü yerlerden birisiydi. Okumayı bilmeyen bir insanın matematik, bilim, fizik ya da tarih görmesi bence saçmalıktan ibaretti ama bana verilen programa uymak zorunda olduğum için kendimce köşede bilgi topluyordum.

Kheiron benim dersi dinlediğimi düşündüğü için daha da ayrıntılı anlatmaya başlamıştı. Benim dışımda dinleyen kimse yoktu çünkü, herkes başka işlerle uğraşıyordu. Amacım burada inek öğrenci olmak falan değildi, sadece en iyisi olmak istiyordum.

Dersin bittiğine dair birkaç şey söyledikten sonra masasına ilerleyip elinde tuttuğu parşömene bir şeyler yazmaya başladı.

Bende yanımda aldığım çantanın içerisinde lazım olur diye kattığım defteri hiç yazı yazmamış olmama rağmen geri yerleştirdim.

Sabahki Asır'ın kaybolmasının ardından kendim kum torbasıyla biraz uğraşmıştım, tabii pek beceremediğim için bir süre sonra pes etmiş ve çalılıkların kenarına tekrar oturmuştum.

Saatler sonra yerimden kalkmış ve hafifden dolmaya başlayan kampı gezmiştim biraz. Öncelikle mis gibi yemekler kokan bir yer bulmuştum. Üstelik ücretsizdi. Zaten burada param da olmadığı için çok mutlu olmuştum görünce. Tek sorun yemeklerin hiçbirisini daha önce görmemiştim, evet güzel kokuyorlardı ama görünüşleri çok garipti. İlk başta çekinsem de kadına anlatmış, bana uygun bir yemek koymasını rica ederek pek andırmasa da biraz olsun bizim yemeklerimize benzeyen yemekten tatmıştım.

Derslikten çıkacağım sırada Kheiron'un seslenmesiyle durdum, ve yavaş adımlarla ona doğru yaklaştım. Hâlâ görünüşleri beni ürkütüyordu beni ancak revirde Kheiron'un uyarısından sonra daha dikkatliydim.

"Mihrimah, nasılsın?"

"Teşekkür ederim, iyiyim siz nasılsınız?" Yalnız olduğum için birisinin bana iyi olup olmadığımı sorması garip hissettirmişti.

"İyiyim ben de, derste çok dikkatliydin, fazla heveslisin sanırım?" Zoraki bir şekilde gülümsedim ve çantamın sapını sıkıca tuttum gerginlikle.

"Ben burasıyla ilgili daha çok bilgi sahibi olmak istiyordum da..." Dedim biraz da çekinerek. Aslında herhangi bir açık vermekten korkuyordum. Efruz beni bilinçsiz bir şekilde göndermişti ve bilgileri kendim öğrenmek zorundaydım, eğer bir yerde basılmak istemiyorsam oyunu güzel kavramalıydım.

"Öyle mi? O zaman senin için harika bir fikrim var, gel benimle." Ardından bir şey söylemeden hızlı bir şekilde yürümeye başladı. İlk başta afallasamda ardından ona ayak uydurarak peşinden ilerlemeye başladım.

Merdivenler indik, çıktık, koridordan koridora atladık. Kapılar açtık ve kapattık. Sonunda taş duvarlarda örme, tahta kapılı bir bölgeye geldik. Etraf duvarlara asılı küçük meşalelerle aydınlatılıyordu, oldukça ürkütücü ve garip bir yerdi.

Aklımdan binbir türlü düşünce geçeceği sırada Kheiron kapıyı ardına kadar açtı, içeriye doğru adımladı.

Dudaklarımı birbirine bastırdım ve kararsızlıkla birkaç adım attım.

Çevreye baktığımda gördüklerimle gözlerim yere düşmüş gibi oldu. Birbirine yapıştırdığım ellerimi sıkmaya başladım. İstemsiz bir şekilde yutkundum ve iri iri açtığım gözlerimi çevrede gezdirdim.

Burası bir kütüphaneydi ancak kütüphane demeye iki yüz şahit gerekirdi. O kadar büyüktü ki...

Kütüphane dönerli bir şekildeydi, yavaş yavaş alt ve üst olarak ayrılıyordu ve duvarlar ise kitaplıktı. Her kat görünüyordu buradan ve her katta ikiye ayrılan bir yer vardı. Oturma alanı olduğu belliydi ve çok estetik duruyordu. Yine loş ışıklarla karanlık görüntü biraz olsun azalmıştı, etraf oldukça sade ve şıktı.

Birkaç adım daha attım. Korkuluğa yaklaştım ve aşağı baktım. Sonu görünmüyordu. Ardından yukarıya baktım, evet bir sonu vardı ancak orası ise camla kaplanmıştı ve masmavi gökyüzü görünüyordu.

Kütüphaneye aşık olmuş olabilirdim.

"Ben..." Ne diyeceğimi bilemez bir şekilde gözlerim çevreyi taramaya devam etti. Etraf çok güzel sayfaları sararmış, eski, tozlanmış kitap kokuyordu. Kokuyu içime çektim gözlerimi kapatarak.

Kitaplardan nefret eden ben o an keşke dedim. Keşke okumayı biliyor olsaydım.

"Etkilenmişe benziyorsun." Kheiron'a döndüm. Döner yoldan sola dönmüş ve oturma alanına geçmişti. Kaybolmamak adına takip ettim onu.

"Çok beğendim gerçekten." Yanına vardığımda gözlerimi tekrar tekrar hayranlıkla kırpıştırdım.

Uzun, meşe ağacından yapıldığı belli olan masalar ve tahta sandalyeler vardı. Modern bir yer değildi kesinlikle ancak oldukça antika olduğu belliydi. Sarı, altın rengi kullanmak yerine daha çok kahverengi, gri ve gümüş kullanılmıştı. Bunlar göz yormaktan daha çok estetik bir hale getirmişti burayı.

Duvarların her yeri kitaplıktı ve tek bir boşluk bile olmadan kitap doluydu. Belki de Efruz'un benden istediği kitap burada olabilirdi. Hill adasında olduğunu söylemişti ancak ne kadar emindi bundan? Tahminimce buraya girmesi yasaktı ve belki de kitap huradaydı...

Belime doğru süzülen ürpertiyle yutkundum tekrardan.

"Bu kütüphaneye pek gelen giden olmaz, yeni nesil melezler..." Cümlesinin devamını dinleyemedim çünkü çevreye hayran olmakla meşguldüm.

"Mihrimah?" Bana doğru seslendiğinde irkilerek ona döndüm.

"Efendim?"

"Kütüphane her zaman açık, istediğin zaman gelebilirsin." Zoraki bir şekilde gülümsedim ve dudağımın iç kısmını kemirmeye başladım.

"Aslında..." Yirmi bir yaşındaki birisinin nasıl okumayı bilmediğini açıklayacaktım?

Kaşlarını kaldırarak bana baktığında gözlerimi devirdim ve bir anda söyledim. "Ben okumayı bilmiyorum." Bu cümleyi söylerken dişlerimi istemsizce birbirine bastırdım. Ne kadar da aşağılayıcı bir cümleydi öyle.

Ancak Kheiron sanki normal bir şeymiş gibi gülümsedi ve ellerini yüzüme yerleştirmek için kaldırdı. Aynı anda ürkek hareketlerle geriye çekildiğimde sorun yok, dercesine bakarak yaklaştı tekrardan ve ellerini şakaklarımdan saç diplerine yerleştirdi.

Saç diplerimin yandığını hissettim. Kalbim tekledi, nefes alışverişlerim hızlandı.

Dudağımın kenarını dişlerimin arasına alırken gözlerimi kapattım. Büyü yapıyordu yanılmıyorsam, çözemediğim dilde bir şeyler fısıldadı ancak hemen ardından söylediklerini anlamaya başladım.

İçimden söylediklerini tekrar ettim ancak bu İngilizce veya Türkçe değildi. Daha önce bu dilin hangi dil olduğunu bile bilmiyorken, ki kendi dilimi yazıp okuyamıyordum bile, söylediklerinin yazılışlarını aklımdan canlandırdım birer birer. Söylediği her bir hece sanki zihnimin karanlık patikasına ışık tutmuştu.

Saç diplerimin kazındığını hissettiğimde yüzümü buruşturmamla Kheiron ellerini geri çekti.

"Bazı melezler özledir Mihrimah, ancak tamamen kusursuz değillerdir." Masaların arasından yürümeye başladı. "Zaten..." Omzunun üzerinden hemen arkasında kalan bana baktı. "En özel şeyler zoru başaranlar değil midir?" Şaşkın gözlerle onu izledim ancak söylediklerinden tek edindiğim anlam benim saklamam gereken kimliğimden bir açık verdiğimdi. "AvivaLante, her başarılı kahramanın bir kusuru olacağına dair iz bırakmıştır," Göz ucuyla bana baktı ve dudağının kenarı kıvrıldı. "Umarım bu kez de yanılmaz."

Yutkundum ve yüzümün yanmasına engel olamadım. Bir şey söylemeden tırnaklarımı avuç içlerime bastırmaya başladım.

Kheiron önüne dönerek ilerlemeye devam ettiğinde her ne kadar ayaklarım geriye kaçmak istese de yapmadım ve onu takip ettim. Kalp atışlarım hızlanmış, nefesim sıklaşmıştı. Gözlerim hızlı hızlı etrafı tarıyordu olası bir durumda geldiğim yolu unutmamak için.

Kheiron bir tuvalin önünde durdu. Bu tuval tüm taş duvarı kaplıyordu, boyu yaklaşık üç ben yapabilirdi. Tuvalde alevler içerisinde kalan bir anka kuşu vardı, çevresini küller sarmıştı ancak portre o kadar eski duruyordu ki yüzyılları saklamış gibiydi içinde. İhtişamından ödün vermemişti, kızıl turuncu arası tüyleri hâlâ pırıl pırıldı. Etrafında döndüğünü simgeleyen küller ise oldukça gerçekçiydi. İstemsizce yutkundum.

"Tanrılarımızın atası, Zümrüd-ü Anka, Locus," Ellerini tuvale doğru uzattı. Arasında santimler kala durdu ve fısıldayarak tuvali yok etti. "Bizleri yarattığında her özel insana da birer kusur bağışlamıştır." Yok olan tuvalin arkasından taşlı bir yol gözüktü.

Heyecanla bakışlarımı bir yola bir de Kheiron'a çevirdim. O ise önümden normal bir şekilde ilerlemeye başladı.

Burası çok karanlıktı ancak ufak ateşlerle aydınlatılmalar yapılmıştı. Uzun geniş bir koridor gibiydi ve etrafında heykeller bulunuyordu.

Heykeller o kadar gerçekçiydi ki, bir an canlanacaklarını düşündüm.

"Bu kibir olabilir," Eliyle bir tarafı işaret ettiğinde meraklı bakışlarımı o yöne çevirdim. Oldukça genç duran bir kadın vardı. Ayaktaydı ancak yüzünde kendini bilmiş bir ifade vardı. Tam adımlayacakken oluşturulmuş bir heykeldi, gözleri kısık, dudağının kenarı kıvrıktı. Saçları omuzlarının hemen aşağısına geliyor ve kendinden emin bir şekilde yürüyormuş gibiydi. "Anastia Vertova... Oldukça büyük bir savaşçıydı, Sybil melezleridendi. Huzursuzluğu yaşadığından geldiği yere uğursuzluk getirdi. Çabaladı ve savaşçı oldu, kendi efsanesini yazdı ancak kibir... Kibir o kadar büyük bir silahtır ki taşımak oldukça ağırdır." Başını eğdi ve devam etti. "Anastia'nın sonu da Huzursuzluğuk Tanrısı Sybil'in getirdiği lanetle hüsran oldu." Ardından adımladı.

Gözlerimi zorlukla Anastia'nın heykelinden ayırdım, başka heykellerde gözlerimi gezdirdim.

"Avalong Tombris... Efsaneleri aşmış bir kahraman... Kemik Büyücüsü'nün oğlu... Sonunu getiren bencillik oldu." Uzun koridorda adımlaya devam etti. Bana boşlukta kaybolmuş melezlerin taşlaşmış heykellerini efsaneleriyle birlikte anlatmaya devam etti bir süre. Her birisini ayrıntıyla dinledim, heykellerinde dikkatle baktım ve hemen arkasında duran yazıtlarını dikkatlice okudum.

Adımlarımı duraksatmama neden olan bir şey oldu, yutkunmak istedim ancak o an vücuduma felç düşmüş gibiydi, kıpırdayamadım.

Konuşmak, istedim ancak sesim parçalandı. Kayboldu.

Nefesimi tuttum ve öylece baktığım yere bakmaya devam ettim.

Koridorun sonunda yan yana birbirinin aynısı iki heykel vardı. İkiside kadındı ve benim eski görünüşümle birebir aynıydı. Öyle ki bu durum istemsiz bir şekilde kaşlarımın çatılmasına, tenimin ürpermesine neden oldu. Omurgamdan aşağı bir sıcaklık aktı. Kalp atışlarım olduğundan hızlı, göğüs kafesime sığamaz hale geldi. Dizlerim titrmeye başlamıştı. Ellerimin titremesini yumrukla gizleyebiliyorken vücudumu saklayamamak acizlikti.

İki heykelin arkasındaki yazıtlardan birisi boştu, bu heykelin benim olduğunu düşünmeme neden oldu çünkü diğeri oldukça dolu ve keskin hatlarla yazılmıştı.

Efruz'un heykelini izledim bir süre. Ellerini çok hafiften iki yana açmış ve sanki bana doğru adımlayarak büyü yapıyor da birisi görüntüyü durdurmuş gibiydi. Gözleri gri, dudakları kırmızıydı. Dudağının kenarının kıvrılmasından dolayı tek yanağında bir gamze vardı ve bu onu tatlı göstermesi gerekirken oldukça ürkütücü yapmıştı.

Üzerinde her zaman giyindiği siyah dar pantolon ve siyah kalın askılı atlet vardı, tabii kot ceketi. Saçları belinin biraz yukarısında, dalgalıydı rüzgardan savrulmuşcasına.

Arkasındaki yazıtı okudum.

"Kül Varisi, Locus'ın kanını taşıyan bir yaratıcı. Küllerinden doğan bir Anka. Efruz Andaç, tüm evrenin başına gelebilecek en karanlık varlık. Gözlerindeki grilik, aklından geçen belirsizlikleri, elleri güçlerini, gülümsemesi ise intikamını simgelemekte, doğumun sancısı AvivaLante'nin ağrısıdır, Domus Deorum'un siyah incisi, galaksinin kutsağıdır. Tanrı'lardan kaçan bir Garpin, yaratıcılığın bir simgesidir."

"İlgini çeken bir heykel olacağını biliyordum, önsezilerinde iyisin." Onu duymazlıktan gelerek yanındaki benim olduğum heykele baktım. Dümdüz öylece duruyordum, diğer tüm heykellerin bir pozu varken benim dümdüz bir vücudum vardı ve üstelik yüzüm de yoktu.

Gözlerim yazıtıma kaydı, bomboştu.

"Bunlar..."

"Hayır bu iki varlık hâlâ hayattalar." Melez dememesiyle dikkatimi ona verdim.

Bakışlarımdan anlamış olacakki sözlerine devam etti. "Locus, zamanla çarpıştığında kendisini yaktı. Ateş ve kül olarak kendisini iki parçaya ayırdı." İfadesiz yüzünü Efruz'un heykeline çevirdi. "Onun en büyük kusuru ise dengesizlikti. Her kitapta yer alan denge, uyum onda yoktu." Bakışlarımı yanındaki diğer heykelden ayırmadım. Söyledikleri şimdi mantıklı gelmeye, taşlar yerine oturma başlamıştı.

"Onun bu büyük laneti bir gün felaketi olacak..." Arkasını dönmüş gidecekken onu durdurdum.

"Peki ya o?" Diyerek yanındaki heykeli gösterdim.

Omzunun arkasından gösterdiğim heykele baktı.

"Kıyametimiz hâlâ gelmedi şükürler olsun ki..." Demesiyle olduğum yere mıhlanmam bir oldu. Gözkapaklarım ardına kadar açıldığında dizlerimin titrmeye başladığını hissettim.

Bir şeyler söylemek istedim. 'ben kıyamet değilim,' demek istedim ancak tek sözcük çıkmadı dilimden.

"Neden ona kıyamet dedin?" Kekeleyerek sorduğum soruyla bakışlarını benden çekerek heykele çevirdi.

"Çünkü o bir yok edici..." Çünkü o bir yok edici. Çünkü o bir yok edici... "Kıyamet."

Cümle zihnimde defalarca tekrara düştü. Boş bir odada yankılandı, duvarlara çarparak dağıldı.

Gözlerimin yandığını hissettiğimde dudağımı dişlerimin arasında aldım ve sıkı sıkıya yumruk yaptığım ellerimi serbest bıraktım.

Ezberlemek istercesine daha tamamlanmamış heykelime baktım. Daha beni tanımadan düşman bellemişlerdi ve haklıydılar, ben bir yok ediciydim.

Olmayan yüzüme baktım, sonra da vücuduma. Anka'nın ateş parçası olduğumu anlamıştım artık, kendisini yakarak yok ettiği için yok edici olarak biliniyordum, Efruz ise küllerinden doğduğu için yaratıcı olarak... Bu gerçekle sarsıldım defalarca.

Bunların hepsi bir rüyadan ibaret olmalıydı, gözlerimi açtığımda her şey eski hâline geri dönmeliydi. Odamda uyanmalıydım, tüm bu melez kamp kabusundan kurtulmalı anneme ve babama sarılmalıydım.

Yapamadım.

Ben o kabustan uyanamadım.

Dudaklarımdan hıçkırığın kaçmaması için elimi bastırdım sıkı sıkı.

Her ne kadar serbest bırakmaya çalışsam da boşta kalan elim istemsiz bir şekilde tekrar yumruk olmuş ve tırnaklarımı avuç içlerime bastırmaya devam etmiştim. Canım acıyordu belki ama hissetmiyordum, kulaklarımdaki yoğun gürültüden kendime odaklanamıyordum.

"Mihrimah?"

Buğulu bakışlarımı Efruz'un heykeline çevirdim, o heykeli bu yüzden koridorun sonuna yerleştirmişlerdi. Çünkü o bir yaratıcıydı.

Aklıma dolan cevapsız soruları kenara iterek arkamı döndüm ve titreyen bacaklarıma komut vererek koşmaya başladım. Arkamdan seslenen Kheiron'u duymazdan geldim, gözlerimdeki yaşları sildim.

Hıçkırığımı yuttum defalarca, yaşlardan görmeyen gözlerimi defalarca temizledim ancak saniyeler içinde tekrar bulanıyorlardı.

Merdivenleri inerek binadan çıkmayı hedefledim, çarptığım melezlerden özür dileyerek hızlıca ayrıldım o mekândan. İçimde tutup biriktirdiğim birçok duygu vardı, yanılsama vardı. Çözemediğim sorular, cevapsız cümlelerim vardı.

Koştum, titreyen dizlerime inat koştum.

Ormanın içine girdim, ağaçların arasından süzüldüm. Kendimi yalnız hissetmek için nefesin ciğerlerime ulaşamayacağı kadar koştum.

En sonunda bir ağacın dibine çöktüğümde sırtımı ve başımın arkasını gövdesine yasladım. Gözlerimi sımsıkı kapatarak yüzümü buruşturdum. Kheiron'un 'çünkü o bir yok edici' cümlesi zihnimde tekrarlanıyordu.

Her tekrarda bir kez daha yıkılıyordum sanki.

Gözlerimden yaşlar ardı arkasına dökülüyordu, engelleyemiyordum. Bahsettiği kişinin ben olmama olasılığını düşünüyordum. Ben yok edici olamazdım, ben lanet olamazdım. Ben bu kadar kötü bir varlık olamazdım. Ben kıyamet olmazdım.

Zamanın olmayan sesini ilk kez o an duydum. Benim için durdu, ağaçlar konuştu. Hayrkımak, sesimi ailemin olduğu evrene duyurmak istiyordum. Ailemin ve babamın beni buradan çelip çıkarması için yalvarabilirdim. Ben ki daha önce evinde hapis hayatına mahkûm bırakılan Mihrimah, hiç bilmediğim bir evrende kıyamet olduğumu öğrenmiştim. Bu yaşadıklarım artık kabus değildi, ben dipsiz bir çukurda boşluğa doğru yüzüyordum, benim kaderim buydu.

Ben lanetliydim.

Soğuk hava içimde bir ürpertiye neden oldu, soğuk toprak beni titretti ve kendime gelmem için birkaç şey fısıldadı adeta kulağıma.

Ağır bir şekilde yaşlarla ıslanmış kirpiklerimi araladım.

Uğultular yavaş yavaş azaldı, görüşüm netleşti ve karşımdaki bedeni daha rahat seçtim.

"Pek iyi görünmüyorsun?" Yasladığım başımı ağaçtan çektim ve karşımda beni izleyen Asır'ın önünde küçük düşmemek için toparlanmak adına gözlerimdeki yaşı elimin tersiyle sildim. Nasıl buraya geldiğini, neden burada olduğunu bilmiyordum.

Burnumu çekerek yerden kalktım sarsakça ve gülümsemeye çalıştım gözlerimdeki yaşlara inat.

Yine simsiyah giyinmişti. Siyah gözleri yüzümü ve vücudumu tarıyordu, bunu kötü niyetli yapmadığının farkındaydım. Gözlerim elindeki kılıça değdi ancak kılıç anında bileğine sarıldı ve bileklik görevi görmeye başladı, o an aklıma revirde gördüğüm bıçakla aynı bıçak olduğu düştü.

"İyiyim, teşekkür ederim."

Başını salladı ve kara gözlerini çevrede bir tur gezdirdi. "Gidebilirsin o zaman,"

Kaşlarımı çattım ve anlamak için yüzüne baktım. O ise bakışlarını benden çekmiş biraz ilerideki ağacı kesiyordu.

"Anlamadım?"

"Çalışmamı bölüyorsun," Gözlerimi kırpıştırdım ve bir şey söylemek için dudaklarımı araladım ancak söyleyecek hiçbir şey yoktu. Sinirle dişlerimi dudaklarıma geçirerek gözlerimi kapattım.

Zaten sinirliydim, öğrendiklerim sinirlerimi altüst etmişken daha çok damarıma dokunuyordu ama hayır, onunla tartışmayacaktım.

"Peki." Geldiğim yönün aksine doğru ilerlemeye başladım hırslı adımlarla. Birkaç kez adımı seslendi ama umursamadım, arkamdan geldiğini botlarının çıkardığı adım seslerinden anlayabiliyordum ancak durmadım. Orman sanki tapulu malıydı, bir de kibarmış gibi önce iyiliğimi sormuştu. Gerçekten kaba birisiydi ki bu kadar patavatsız konuşabiliyordu.

Ne kadar yürüdüm bilmiyordum, kafamdaki sesler daima konuştuğu için yürümek dışında durup bir saniye bile soluklanmamıştım. Asır hâlâ peşimdeydi ancak bir süre sonra bana seslenmeyi bırakmış, öylece takip etmişti. Peşimden gelmesi canımı daha da sıktığı için inadına daha çok yürüyordum. Lakin o ise sülük gibi takılmıştı. Özür dileyecek ise onun bu kabalığını unutmayacağımı net bir şekilde söyleyecektim.

Bir uluma duyduğumda durdum. Sinirli, hırslı bakışlarımın yerini ürkek bakışlar aldı. Asır'a doğru yavaşça döndüğümde o ise çevresine bakarak bileğindeki bilekliği kılıca çevirdi. Birkaç adımda bana yaklaşarak kolumdan tuttu, zaten simsiyah olan gözlerinin ton ton kararışını izledim.

"Neler oluyor?" Fısıldayarak merakımı gidermeye çalıştım ancak Asır'ın umrunda olmadı, gözleri fıldır fıldır etrafı tarıyordu, kılıç tutuşu hafifti ancak elinden düşecek kadar değil, nefes alışlarını sabit tutmaya özen gösterdiğini fark ettim. Bir tilki edasıyla kulaklarını kaldırmıştı. Çevreyi inceliyordu, aynı şeyi duyduğumuzu biliyordum lakin ben ne olduğunu anlayamışken o çoktan silahını kuşanmıştı.

"Kutluslar..." Yutkundum ve birkaç adım geriye çekildim. Kampta bariyer olduğunu sanıyordum, zararlı varlıkların kampa gelmesini engelliyordu ama Asır'ın neden bu kadar tetikte olduğunu anlayabilmiş değildim. Gerginliği beni germeye yetmişti.

"İyi ama kampta bariyer-"

"Bariyeri geçeli yaklaşık yarım saat oluyor sayın gerizekalı." Gözkapaklarımı ardına kadar açarak bakışlarımı yan profiline çevirdim. İlk önce bana gerizekalı demesine sinirlenecektim fakat bariyeri çoktan geçmiş olmamızı algılamamla çenemi kapatmıştım. Bariyerin dışında vahşi hayvanlar vardı ve Asır burada beni bırakıp gidebilirdi, üstelik onun burada tecrübesi varken benim hiç yoktu. Yem olmak için hiç iyi bir gün değildi.

Yutkundum ve ikimizi de sakinleştirmek adına konuştum. "Yok, biz yanlış duyduk sanırım. Sessizce bariyerden içeri kaçarsak harika olur, hadi." Onu kolundan çekiştirmiştim ki yerinden kıpırdamadan gözleri çevreyi taramaya devam etti.

Kolunu kendisine çekip bana doğru döndü, bir şey söylemeden geldiğimiz yolda ilerlemeye başladık. Korkuyla kollarımı birbirine sardım ve soğuğu yutmaya çalıştım, her bir parçası boğazıma düğüm düğüm takıldı.

Hayır, dedim kendime. Hayır şimdi düşünemezsin. Önce kampa dönmeliyiz.

Daha birkaç adım atmışken arkamızdan yükselen hırlama sesiyle gözlerimi ardına kadar açmam ve Asır'a bakmam bir oldu. Oysa bunu bekliyormuş gibi arkasına dönerek beni de kendi arkasına çekti.

Her şey ağır çekimde olmuştu sanki. Kalbim ağır çekimde hızlanmış, Kutlus ağır çekimde üzerimize doğru atılmış ve Asır ağır çekimde kılıcını çekmişti.

Çığlık atmam daha fazla vahşi hayvanı toplayacağı için dudaklarımı ellerimle kapattım ve geriye doğru sendeledim.

Asır kılıcı Kutlusa doğru savuracağı sırada koluna doğru darbe yemesiyle savrulmuş, gövdesi ağaca çarpmıştı. Gözlerimi korkuyla kapatmak istedim ancak Kutlusun bana dönen bakışlarıyla olduğum yerde mıhlanmaktan başka hiçbir şey yapamadım.

Geriye adımlamak istedim, kaçmak istedim ancak olduğum yerde kalmıştım. Efsanelerden çıkmış bir yaratık olmalıydı. Boyu benden uzundu, ağzından salyaları dökülüyordu, gözleri kırmızı ve tüyleri koyu griydi. Canavar olduğu belliydi, Asır'ı yaralamıştı ve şu an onun ne hâlde olduğunu bilmiyordum.

"Gelme..." Kendimin bile duymadığı sesle fısıldadım ancak yavaş ve ağır adımlarla ilerlemeye devam etti.

Sonunda işlevlerimi bulduğumda geriye adımladım ancak o bile o kadar yanlıştı ki ağaç köküne takılarak yere düşmüştüm. Sonumun geldiğini fark etmiştim artık, aileme kavuşamadan bir canavar yüzünden ölecektim.

Hıçkırarak ağlamaya başladım en sonunda, üstümde biriken tüm yükleri atmak için ağladım.

Kutlus'un hırlaması kesildiğinde ona baktım. Gözlerini gözlerime dikmiş, hırlayan dişleri kapanmıştı.

Tek patisini kırarak yere eğdi başıyla gövdesini. Yutkunarak ne yaptığını anlamaya çalıştığım sırada acı bir ses duyuldu, girdiğim şoktan yüzüme sıçrayan kanla çıktım. Ardına kadar açtığım gözkapaklarımla Kutlusun yere yığılışını izledim hemen ardından gelen Asır'ın vücudunu.

Yutkundum ilk önce.

İdrak etmek için kendime zaman tanıdım, tekrar tekrar o kanın yüzüme sıçrayışını yaşadım, boşluktan aşağı düşer gibi uyandım kabustan.

Asır kılıcını az önce can vermiş kutlusun koyu grimsi tüylerinde temizledi ruhsuzca, hemen ardından etrafı kolaçan ederek bileğine sardı. Siyah hareleri bana değdi, kaşları çatıldı. Göğsü hiddetle inip kalkıyordu, yaralanıp yaralanmadığını bilmiyordum ancak kutlustan aldığı darbe büyüktü, ona rağmen beni ölmekten kurtarmıştı.

Islak kirpikler, yaşlı gözler ve kızarmış yüzle ona bakıyordum. Bedenimin ne hâlde olduğunu bilmiyordum ancak ayak bileğimde bir ağrı hissediyordum. Yaşadığım şoku henüz atlatabilmiş değildim, evinden ayrılamayan bir kız olarak az önce devasa bir kurdun saldırısına uğramıştım ve o kurdun kanı yüzüm dahil tüm vücudumdaydı. Hayır böyle bir şey olmuyor, sadece kabus.

Yutkunarak gözlerimi Asır'ın koluna çevirdim, kan vardı fakat kanın onun mu yoksa Kutlusun kanı mı olduğuna karar verememiştim, Kutlus ona saldırdığında geriye savrulmuştu ancak buradan bakılınca büyük, keskin pençeleri vardı.

Bana yaklaştı büyük adımlarla, derin ve yorgun bir ses vererek "İyi misin?" Diye sordu. Cevap veremedim o an. Kalakaldım, dilim tutuldu. Yüzü yüzümün birkaç santim ötesindeydi, nefesi buhar hâline yüzümü yalayıp geçiyordu, benim kadar çok etkilenmediği belliydi ancak ben korkudan ne diyeceğimi bile bilmiyordum.

Gözlerimi kolundan Kutlusun açık kalan kırmızı gözlerinden ayıramıyordum, bana öyle bir bakmıştı ki zarar vermeyeceğine saniyelik de olsa inanmıştım ancak o şu an yerde kanlar içindeydi.

"Merak etme, yeraltında özellikle eğleneceğim onunla." Bakışlarımı Asır'a çevirdiğimde o ise keskin bir şekilde gözlerime bakıyor, ifadelerimi ölçüyordu. Benden bir ses duymayı beklediğinin farkındaydım fakat ses tellerim düğümlenmişti. Sanki yaşadığım şokla birlikte tüm uzuvlarımı yitirmiştiö.

"Gidelim," Yanımdan geçip ilerlemeye başladı. Toparlanmak için bir müddet gözlerimi kapatsam da Asır'ın beni burada bırakıp gidebileceğinden emin olduğum için hızlı davrandım. En azından denedim.

Sarsak bir şekilde yerden kalktığımda ayak bileğimin acısını umursamadan adımlayarak Asır'a yetişmeye çalıştım.

"Bekle beni biraz," Bakışlarımı sırtından çektim. Hızlı adımlarla yanına vardığımda tekrar yürümeye ve beni arkada bırakmaya başladı. Gözlerimi devirerek kendi kendime söylenmeye başladım.

"Ölürsün sanki iki dakika beklesen, atlı koşuyor ya peşinden." Seke seke ona yetişmeye çalıştım. Eğer kalkanın dışındaysak burada daha kim bilir ne canlılar vardı ve hiç alışık olmayan ben yem olmak istemiyordum. En azından Asır bana göre oldukça tecrübeliydi. O kurtulabilirdi belki ama ben ölmek istemiyordum henüz.

Durduğunu gördüğümde bende hızlıca yetiştim. Tek kaşını kaldırarak yanına yetişen bana baktı. "Anlamadım?" Bana meydan okuyucu bir bakış attı. Beni burada bırakıp gitmekle tehdit ettiği gözlerinden anlaşılıyordu ve bu kavgada kazanan olmak istemediğim için -beni burada bırakıp gitmesi işime gelmezdi- safa yattım hemen.

"Neyi?"

Gözlerini devirerek bıkkınca bir nefes bıraktı, tek kolunu dizlerimin altından diğerini de sırtımdan geçirerek beni kucağına aldığında nefesimi tutarak çığlığımı yuttum. O anki heyecanla boynuna sarıldım ve tedirginlikle aşağı inmek için kıpırdandım.

"Ne yapıyorsun sen? İndir beni!" Bana kısa bir bakış atarak ilerlemeye devam etti. Heyecanla kalbim tekledi. Ani hareketi kalbim kafeslerini zorlamasına neden olmuştu, hayır bunu belli ederek küçük düşmemeliydim. "Duvara mı konuşuyorum, indir dedim!"

"Beni yavaşlatıyorsun, korktuğumdan değil ama kalkanın dışındayız farkında mısın bilmiyorum." Sinirle dişlerimi birbirine sıkıca kenetledim.

"Korktuğundan değilde neyden acaba?"

"Başka bir Kutlusa yem olmak istiyorsan seni hemen burada indirebilirim." Ayaklarımı sallamayı bırakarak çenemi kapattım. Henüz ölmeye hazır değildim ancak bu davranışını hiçbir zaman unutmayacaktım, bir gün acısını çok fena alacaktım. Çenemi kapatarak kollarımı göğsümde birleştirdim ve yüzümü biraz daha ondan uzak yere çevirdim. Zafer kazanmış bir 'hıh' sesi çıkararak "Ben de öyle düşünmüştüm." Diye mırıldandı.

*

"Kheiron!" Asır adımlarını hızlandırarak binaya girdi. Çevredeki melezler bize far görmüş tavşan gibi bakıyordu, nedeninin üzerimizdeki kanlar olduğunun farkındaydım.

Tedirginlikle çevreye bakındım Kheiron'u görebilmek adına, uzaktan bize doğru koşan iki senator vardı. Asır da fark etmiş olacak ki oraya doğru ilerlemeye başladı seri adımlarla. Hâlâ kucağında olan ben kollarımı düşmemek adına ensesine doladım gergince.

"Kalkanın dışında Kutlusa rastladık, kaçarken düştü." Sentorlardan birisi koşarak gittiğinde Asır da kucağında benimle birlikte ilerlemeye başladı. Kaşlarımı çatarak ona baktım fakat o bana değil, başka bir şeye odaklıydı: revire doğru ilerlemekke.

Kendisi resmen koluna pençe yemişti ve bu hayvanın nasıl bir canlı olduğunu bilmiyorduk, pençesinde zehir taşıyabilirdi ya da benzeri bir şey oysa benim bileğime odaklanmıştı. Benim bileğim iki gün uyumamla geçerdi zaten.

Bir şey söylemeden Asır'ın koşturmasını takip ettim. Sonunda revire girdik, beni sedyeye bıraktı ve doktorun gelmesini bekledik. Sonrasında her şey normaldi. Doktor sadece incittiğimi söylemiş ve birkaç gün kalması için sargı sarmıştı, önemli bir şey değildi. Doktorun kulağına Asır'ın da yaralı olduğunu söylediğimde ne kadar itiraz edip iyi olduğunu söylese de doktor ona da bakmış, koluna burasının bitkilerine özel krem sürmüş ve sargılamıştı.

Doktora o kadar yalvarmıştı ki bir sorunun olmadığını açıklamaya çalışırken, onları gülerek izlemiştim biraz da olsa. Sonunda kazanan doktor olduğunda geriye kalan sadece Asır'ın bana olan öfkeli bakışlarıydı.

Revirden çıktığımızda değneklerle yavaşça yanında yürüyordum. O bana bir şey söylemese de yavaş yürüdüğüm için sinirlendiğinin farkındaydım, ben de isemiyordum ancak doğru düzgün adım bile atamıyordum ki. Tekrar beni kucağına aldığında bu sefer yaygara çıkaracağımı bildiğinden olsa gerek sesini de çıkaramıyordu.

Yavaş da olsa yürüyerek kulübeme vardığımızda konuşmak için ona döndüm, zoraki bir şekilde gülümsedim. Sonuçta bugün hayatımı kurtarmıştı, eğer peşimden gelmeseydi belki de o Kutlusa yem olacaktım ve kimse beni bulamayacaktı. Üstelik kurtarmasından sonra beni kampa taşımış ve her ne kadar Kheiron'un uzun ısrarı sonucu olsa da kulübeme bırakmıştı.

"Teşekkür ederim." Simsiyah gözlerini gözlerimden ayırmadı. Gür kirpiklerinin perdelediği gözleri kısıldı biraz, bir şey söylemedi. Konuşmak adına bir şeyler daha söyledim, bana karşı tavırlarının sert olduğunun farkındaydım ve eğer Yeraltı Tanrısı'nın oğlunu yanımda tutmak istiyorsam suyuna gidip kendimi sevdirsem iyi olacaktı.

"Bugün hayatımı kurtardın, üstelik salya sümük halime de katlandın ve beni -zorla da olsa- kulübeme bıraktın." Derin bir nefes vererek dudaklarımı birbirine bastırdım. "Mahçup oldum, borcumu en kısa zamanda ödeyeceğim." Kaşları çatık dursa da bir şey söylemedi ilk önce, kafasında dönen çarkların sesini dinledim bir süre.

"Bir şey değil." Arkasını dönüp ilerlemeye başladığında ne dediğimin farkında olmadan adını seslendim. Durdu, omzunun üzerinden bana baktı.

O an neden böyle bir şey yaptığımı düşündüm ancak cevabını bulamadım.

Bir süre sustuğumda o da bir şey söylemedi ve yoluna devam etti. Ben de küçük adımlarla kulübeme girdim ve sırtımı kapıya yaslayarak gözlerimi kapattım.

*

Saçlarımdaki havluyu çift kişilik yumuşak yatağa gelişi güzel fırlattım ve odanın her köşesinde duran kitaplıkta kitaplara yöneldim. Kheiron'un anlattıklarından sonra kendim hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak istiyordum, basit bir varlık olmadığımın farkında varmıştım elbette ancak kim olduğumu anlamak benim için çok zordu.

Telaşla ellerimi eski kitaplarda gezdirdim ancak hepsi sıradan efsanelerden başka bir şey değildi. Sinirle sağlam ayağımın yere vurdum ve sakinleşmek için derin nefesler vererek gözlerimi kapattım.

Her şey çok karışıktı. Çözüm arayamıyordum, arasam bulamıyordum ve nereden başlayacağımı bilemiyordum. Önümde sayısız yol vardı, benden o yollardan birisini yürümemi istiyorlardı ancak ben daha ayrımdayken düşmeye başlamıştım. Nasıl yürüyebilirdim ki o yollardı?

Ne kadar sakinleşmek için ayakta o şekilde durduğumu bilmiyordum ancak en sonunda karnımdan aç olduğuma dair birkaç belirti geldiğinde gözlerimi devirerek kulübemdeki mini buzdolabına ilerledim. Dolabı karıştırdım ancak içerisinde hiç doğru düzgün bir şey yoktu. Geldiğimden beri burada Tushu yemeğinden yiyordum çünkü tek bildiğim yemek oydu ve şimdi elimde hiç kalmamıştı.

Daha yeni yatıştırdığım sinirlerimin tekrar alevlenişini seyrettim. Alt dudağımı dişlerimin arasına alarak buzdolabım kapağını sertçe kapattım ve ellerimi ıslak saçlarıma daldırarak bir süre düşündüm. Yemekhaneye gitmem şarttı artık.

Pes edererek komodinin çekmecesinden tarak aldım ve döner demir merdivenleri çıkarak terasa ulaştım. Burası tamamen açık alandı, kenarlar koruyucu demirle süslenmiş ve oturmak için sadece iki sandalye ve ortasında bir sehpa konulmuştu. Tabi bir de gölgelik.

Dudağımın kenarı kıvrıldığı sırada ağır adımlarla ilerleyerek bir sandalyeye oturdum ve ıslak saçlarımı gözlerimi çevrede gezdirerek taramaya başladım.

Buradan tabii ki her yer görünmüyordu ancak diğer melez kulübelerini görebiliyordum, henüz hiçbirisini tanımıyordum ve tanımak şu anlık da istemiyordum. Tek istediğim bir an evvel bu evrenden ayrılmaktı.

Hırsımı almak istercesine sahte açık kahverengi saçlarımı sertçe taradım. Gözlerimin önüne birkaç gün önce olan Asır'la aksiyonumuz geldiğinde elim anlık duraksasa da bu duraksama beni daha da hırslandırmış ve elimde olmadan onlarca saç telimin kopmasına neden olmuştum.

Saçlarımın açıldığına kanaat getirip geriye yaslandım ve bir süre soğuk havanın seyrine vardım. Buraya geldiğim günkü gibi ayaz vardı yine. O kadar soğuktu ki bazen dişlerim birbirine çarpıyor, bazense kaskatı kesiliyordum.

Bir süre öylece soğukta bekledim. Düşündüm dakikalarca. Kendime bir çözüm yolu aradım, Efruz'un benden başka neler sakladığını düşündüm.

Sanırım buradan sonra kendi başıma devam etmem gerekiyordu, Efruz'un kuklası olarak beni yönetmesine izin veremezdim. Eğer işler onun istediği gibi giderse sonumun ne olacağını kestiremiyordum açıkcası.

Kendi kafamca taslakta bir plan oluşturarak terastan indim ve banyoya girerek saçlarımı kuruttum. Hemen ardından guruldayan karnımı sakinleştirmek adına yemekhaneye doğru yola çıktım.

Burada, geldiğim ilk günden beri, soğuk hava vardı. Hiç güneş açtığını görmemiştim, benim dünyamda mevsimler vardı ancak kış ayında bile yalancı güneş olurken burada güneşe dair hiçbir şeye rastlamamıştım.

Dünyayla yakından uzaktan alakası yoktu kesinlikle. Bastığım toprak zemin sanki canlıydı, her şey canlıydı. Binaların esiri değildik sanki biz doğanın esiri gibiydik. Bunun ne anlama geldiğini bilmiyordum fakat sadece hissediyordum.

Hızlı adımlarla yemekhaneye girdiğimde çevreyi kolaçan ettim. Onlarca masanın sadece yarısı doluydu. Çekingen ifadeyle köşedeki tabletin tekini aldım ve açık büfeden yiyecek seçmeye başladım. Gördüğüm tüm yiyeceklerin görünüşü ve kokusu farklıydı, bazı kokular tanıdık olsa bile bazılarına burun kıvırmadan edememiştim.

Hoşuma gitmese de karnımı doyurmak için birkaç yemek alıp oturmak için boş bir yer seçtim. O sırada bana doğru hunharca sallandığıı gördüğüm elle ilk önce kaşlarımı çatsam da bu kişinin Malvin olduğunu görmemle çattığım kaşlarımı düzelterek oraya doğru ilerledim.

Dido, Mirza ve Asır da yanındaydı. Çekingen bir gülümsemeyle yanlarına vardım ancak oturmadan hepsine selam verdim. Dido gülümseyerek yer açacağı sırada Malvin yanındaki Mirza'yı kalçasıyla düşürürcesine itmiş, oturmam için kolumdan çekmişti.

"Yavaş Malvin, yavaş!" Göz ucuyla Mirza'ya bakarak özür diledim. Sonuçta benim yüzümden olmuştu. Başını önemli değil dercesine sallamış, kötü bakışlarını Malvin'e yönlendirmişti.

"Hoş geldin. Uzun zamandır göremedik seni, nasılsın?" Elimden geldiğince gülümseyerek Dido'yu yanıtladım.

"İyiyim, sağ ol... Hâlâ keşfetmeye çalışıyorum diyelim..." Gülümseyerek tabletimdeki çubukları aldım. Ah, bu çubuklar burada da mı vardı?!

"Yanlış yerleri keşfediyorsun." Çubuklarla olan bakışmamı keserek Asır'a döndüm sorarcasına. Oysa bana bakmadan önündeki alet-edavatla uğraşıyordu.

"Aslında hayır, daha geçen gün Kheiron sayesinde öğrendiğim kütüphaneye gidip bilgi toplayacağım." Mirza yüzünü buruşturdu ve gri tonlu içeceğini dudaklarına yaslayarak konuştu.

"İnek öğrenci." Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum.

Malvin "Bence onun yerine biz sana ormanı gezdirelim." Dediğinde kaşlarımı kaldırdım. Tamam ormanı da gezmek istiyordum fakat önceliğim kesinlikle bu evrendi.

"Bu evreni öğrenmem için sanırım tarihten başlamam gerekiyor." Onu reddetmenin verdiği buruklukla gülümsedim ve çubukları elime alarak nasıl yiyeceğimi düşündüm. Tamam bu çubukları biliyordum, hatta Çinli vatandaşların bu çubukları kullandığını da biliyordum ancak ben çinli ya da AvivaLante'nin bir vatandaşı değildim.

"Bence de, tarihden başlaman daha doğru olur. İstersen sana eşlik edebilirim." Dido'yla birlikte parmaklarımın arasına kıstırdığım çubukları sabit tuttum.

"Çok iyi olur." Birbirimize gülümsediğimizde içimden arkadaş edinme fırsatım olduğu için sevinç dansı yaptım. Belki çok yakın olamayacaktık filmlerdeki gibi ama yine de heyecanlanmamak elde değildi.

"Sanırım yemeyeceksin?" Mirza'nın sorusuyla çubukları bıraktım ve tableti önüne doğru ittim. Başımı olumsuz anlamda salladım.

Malvin gözlerini devirdiği sırada Asır başını uğraştığı makineden ayırmış kaşlarını kaldırarak bana bir de yemeğe bakmıştı. Bakışlarımı kaçırarak çevrede gözlerimi gezdirdim.

"Mirza!" Bir bağırış duyduğumda başımı yana doğru çevirdim. Tanıdık simayla kalp atışlarımın hızlanması bir oldu. Nefesimi tuttum, dudağımın altını dişlerimin arasına aldım. Beyaza yakın sarı saçlarında gezindi ilk önce gözlerim. Hemen ardından o gün de sürdüğü kırmızı ruja...

İstemsizce bir anda yükselen öfkemle tırnaklarımı avuçlarıma batırdım. Elime dokunan yumuşaklıkla elin sahibine baktığımda sorgulayan şekilde Dido'nun baktığını gördüm. Duygu Tanrıçası'nın kızıydı, muhtemelen öfkemi hissetmişti.

Bir şey söylemeden önüme döndüm ve elimi çektim. Sakin kalmaya çalıştım ancak kızın yüzüne o tokatı geçirmek istiyordum. Ormanda karşılaştığımızda ondan oldukça korkmuştum, ne yapacağımı bilememiştim fakat elimde büyük bir koz vardı şimdi, ben Mihrimah değildim.

"Otursana Tiana," Adının Tiana olduğunu öğrendiğim kız Mirza'nın dudaklarından çıkan sözle hemen yanına oturmuş ve kısa saçlarını geriye iterek kırmızı dudaklarını aralamıştı.

"Beni özlediniz mi?" Ya, çok özledim seni. Başımı olumsuz anlamda sallayıp bakışlarımı çevrede gezdirdim, birkaç melez kapıdan içeriye gülüşerek giriyorlardı, benden küçük duruyorlardı fakat bin küsur yaşlarında olduklarını düşünmüştüm istemsizce. Dido'nun zoraki gülümsemeyle Tiana'ya bakarak "Çok..." Dediğinde gülmeden edemedim. Sanırım o da ondan hoşlanmıyordu.

Çevrede gezdirdiğim bakışlarım Asır'ın bana odaklanmış olan gözlerine değince duraksamadan edemedim. Kaşlarını çatmıştı, bir şeyleri okumaya çalışıyor gibiydi. Ne gibi yetenekleri olduğunu bilmediğimden gözlerimi hızlıca kaçırarak Tiana'ya çevirdim. Şimdi gözlerimden kimliğimi okuma yeteneği falan vardır, başıma en son almak istediğim bela olurdu kendileri.

O sırada Tiana'nın bakışları bana dönmüş ve yüzü düşmüştü. "Selam canım, sen kimsin?" Tekrar alevlenen öfkemle kaşlarımı olabildiğince çok çatarak 'bana yaklaşma' mesajını vermeye çalıştım, tabii ne kadar anlaşılmıştı orası mechuldü.

Eğer adımı söylersem beni tanıyabilirdi çünkü ormanda karşılaştığımız gün ona Mihrimah Alçin olduğumu söylemiştim, beni enseleyebilirdi ancak bu kadar kişinin arasında da adımı söylemezsem daha fazla şüphe uyandıracaktım.

"Mihrimah." Dedim sadece. Ondan şaşırmış, dehşet ifadeleri beklerken o hiç umursamamış gibi yüzünü ekşitmiş, bana çevirdiği bakışlarını Malvin'e yönlendirmişti.

İlk önce şaşırsam da durumun işime geldiği için üstelemedim ve Malvin'e kur yapan Tiana'yı görmezden gelmeye çalıştım. O sırada ayağıma yediğim darbeyle yerimde sıçradım, bakışarımı Dido'ya diktim.

Gözleriyle kapıyı işaret ettiğinde aynı şekilde gözlerimle onu onayladım. Çoktan tüyme zamanımız gelmişti bile.

Biz izin isteyip masadan kalktığımız sırada Mirza ve Asır da ayaklanmış geriye sadece 'imdat' diye fısıldayan Malvin kalmıştı. Bu haline üzülsem de elimden bir şey gelmediği için dudaklarımı birbirine bastırarak el sallamakla yetindim.

Mirza, Dido, Asır ve ben yemekhaneden ayrdıldığımızda yüzüme çarpan soğukla geri içeriye girmeyi denedim ancak Dido ensemden yakalamış ve beni yürütmeye başlamıştı bile.

"Beyler biz kütüphanede oluruz, işiniz olmazsa gelirsiniz." Elini ensemden çekerek Adını hâlâ bilmediğim devasa binaya doğru ilerledik. Sonunda merakıma yenik düşerek binanın adını sordum ve aldığım yanıtsa sadece 'fakülte' olmuştu. Böyle fakülte mi olur, dediğimdeyse bana kaşlarını kaldırarak bakmış ve açıklamamı istemitşi.

"Fakülte eğitim gördüğümüz yer değil mi?"

"Evet, biz burada da eğitim görüyoruz." Merdivenleri tırmanmaya başladık.

"Ama burada eğitim dışında birçok şey var, Dünya'da böyle değil. Ayrıca tapınağı da andırıyor, büyük sütunlar, devasa kapılar, büyük derslikler..." Gülümseyerek koluma girdi ve dikkatlice yüzümü süzdü.

"Dünya'da işler nasıl işler pek bir bilgim yok ama burada işler böyle yürür güzelim, bu fakülteye ben de meraklı değilim. Her gün aynı yüzleri görmekten bıktım, seninle keşke yer değişirebilsek..." Kıkırdadığımda o da gülmüş ve birlikte fakültenin içinde ilerlemeye başlamıştık.

Kütüphanenin içine girdik, Dido kolumdan çıkarak kitapların arasında gezinmeye başladı. Bende herhangi bir kitap arıyordum. Aslında aradığım belirli bir kitap yoktu ancak tarihin başını bulsam hiç fena olmazdı.

Bunları öğrensen ne olacak, yakın zamanda ayrılacaksın zaten buradan. Diyen iç sesimi umarsamadan başımı olumsuzca salladım ve parmaklarımı tozlu kitapların arasında gezdirdim. Birçok efsane kitabı, yaradılış kitabı, türeyiş ve yok oluş kitapları vardı ancak ilgimi hiçbirisi çekmemişti.

Kheiron'un bana yaptığı okuma büyüysüyle gözlerim sanki açılmıştı, ben önceden bakıyor fakat göremiyorken şimdi görebiliyordum. Belki biraz geç kalmıştım ancak sonuçta artık okumayı biliyordum.

Dakikalarca kitap aradık Dido'yla. Sonunda çaresizce oturma bölümüne geçerek oturdum ve çenemi avuç içime yaslayarak yüzümü astım. Nereden başlayacağımı bilmiyorken nasıl her şeyi öğremecektim ben? Öyle ki milyar yıllar vardı, evrenin oluşumu bile bu kadar eskiyken kim bilir kaç kitap vardı.

"Mihrimah!"

Önüme bir kitabın adeta fırlatılmasıyla yerimde sıçarayarak bakışlarımı Dido'ya diktim.

Gülümseyerek çenesinin ucuyla kitabı ışaret ettiğinde heyecanla birlikte kitabın kapağını araladım.

Locus: Bir - Domus Deorum

Locus adını görmemle birlikte Kheiron'un ankadan bahsettiğini hatırladım. Yutkunarak sayfayı parmaklarımın ucuyla okşadım, çevirmeye cesaret edemiyordum. Kheiron'un söyledikleri beni yeterince korkutmuşken üstüne bu kadar bilgiyi hazmedemezdim belki de.

Yutkunarak Dido'ya baktım tekrar. Yanıma sandalye çekmiş ve heyecanla bana bakıyordu.

Zoraki bir şekilde gülümseyerek ilk sayfayı çevirdim. Harfler yerleşti, kahverengi yazılar anlam kazandı, zihnimde yankılandı.

Dudağımın iç kısmını dişlerimle eşeledim, göreceklerim beni yanıltabilirdi, kaybolabilirdim, bataklığa saplanabilirdim, düşebilirdim, ayağım kayabilirdi ancak hakkım olan gerçekleri öğrenmekten de vazgeçemezdim.

Karnıma kramp girdi sanki olacaklardan haberdarmışcasına. Yüzümü istemsizce buruşturdum, dişlerimi birbirine bastırdım.

Kalbim sıkıştı, parmaklarım titremeye başladı. Aldığım nefes ciğerlerime inemedi. Daha sayfayı çevirmeden gözlerimin önüne küçük benekcikler gelmeye başlamıştı bile.

Sayfayı çevirdim olanlardan kaçamayarak.

O an yirmi bir yıllık hayatımı sorguladım, ben neydim?

Yazıları okudum tane tane, bir ilkokul çocuğunun ilk cümleleri gibi heceledim içimden. Nefesimi sessizce bıraktım, havaya karışmasına izin verdim. Sonra tekrar bir nefes çektim, onu bırakmadan tuttum. Tek dayanağım oymuşcasına o tek nefese tutundum.

Ben bir uçurumdan atladım, atladım fakat dibini göremiyordum.

Bir ses duyuyordum ama etraf boşluktan ibaretti.

Ben vardım ama aslında yok oluyordum.
Yüzüm silinmişti önce, ardından sesim kaybolmuştu... Şimdi de benliğimi yitiriyordum.

*

Saat 2yi çeyrek geçiyor uyusam iyi olucak fmfmsmdmdm

Diğer bölümde görüşürüz, oy butonuna tıklarsanız beni çok mutlu edersiniz. İyi gecelerrrrrr.

Ig: arivirane

-GeceninSonDuragi

Continue Reading

You'll Also Like

483K 81.4K 71
❝Karanlık çöktüğünde parlayan tek yıldız benim. Ben, sonsuz ışığın başladığı yerim.❞ Eleta tanıdığı bütün kişiler tarafından yalanlarla kandırılmıştı...
165K 10.6K 53
~Fantastik~ "Öfkenin ve dansın zarafeti, olacak her şeyin sebebi... ~ Yaratıkların kol gezdiği, tehlikenin hüküm sürdüğü dünyada; onları avlamak için...
185K 12.9K 22
Tüm diyar, doğudaki savaş yüzünden kaosa sürüklenmiştir. İmparatorluğu ayakta tutmanın ve Wisteria'yı kurtarmanın tek yolu ise Saige Nerth ve Zaiden...
329K 4.4K 24
Kocam ve arkadaşımın inlemeleri koridorda yankılandı. Gabriel, "Bir saniye bekle burada," dedi, kapıyı açtı. Öne doğru hamle yapmak istedim, koluyla...