POBEDA

By oliveandturtle

451K 39.8K 26K

İpek ve Atlas. İki ünlü dağcı, sıkı dost, hayata ve kadere ortak iki babanın çocukları. Sekiz yıl önce; dünya... More

Nefretin Başlangıcı
Özel Sebepler
Asla Asla Deme
Doğa Yürüyüşü
Darmadağın
Eğitilmez
Şarkı Listesi (YB Değil)
İddia
İntikam Planı
Oyun
Elma Bahçesindeki Ev
Kapı
Sorgulamalar
Düğüm
Karar
Sude'nin Gözyaşları
Domino Taşları
Utancın Külleri
Yaşattığının Bedeli
Fırtınalı Bir Gece
Kendinden Vazgeçmek
Pobeda'nın Öncesi
Zirvede Bir Gece
Kaç Ya da Savaş
Elif'in Gözyaşları
Israrlı Bir Telefon
Bugün Çok Geç
Deniz Feneri
Zayıf Nokta
Bir Nikah Bir Cenaze
Yemin
Gidebilmek
Eninde Sonunda
Billie Jean
Veda
Eşik
Korkuları Aşmak
Köprü
Solstis
Pobeda I
Adalet Terazisi
Tarafsız Bölge
Oyun Dışı
Pobeda 2 (1. kısım)
Pobeda 2 (2. Kısım)
Son Oyun

Seçilen Taraflar

8.6K 842 545
By oliveandturtle

Bu bölüm ile ilgili yorumlarınızı daha bir merakla bekliyorum. Özellikle bölüm sonu görüşmek üzere...

Şarkı: Imany - Lately

Atlas'ın kalabalık amfiyi tarayan bakışlarının beni bulması sadece birkaç saniye sürdü. Öncesi ve sonrasıyla o birkaç saniyenin etkisi; evrenin mevcut yaşı, on iki ay, elli iki hafta ve üçyüzaltmışbeş günden oluşan bir takvime aktarıldığında saniye bile değil yalnızca kısacık bir ana denk gelen büyük patlama teorisi gibiydi. Büyük Patlama Teorisi'ni hepiniz bilirsiniz. Tüm galaksilerin, gezegenlerin ve yıldızların oluşmasına sebep olan o meşhur büyük patlama. Atlas'ın içinde sayısız rengi barındıran gözlerinin bir buçuk ay sonra benim gözlerime değdiği an işte böyle bir andı.

Kendi içimde bölünüp milyonlarca parçaya ayrıldığımı hissetmeme rağmen bir bütün halinde kaldım ve güzel yüzüne bakarken gözlerimi kaçırmadım. O ise, hiçbir tepki göstermeden kafasını çevirdi, sonra da sınıfın benden uzak bir ucuna gidip oturdu. Anladım ki, geçtiğimiz bir buçuk ayda onun için de bir şeyler değişmişti.

Sınıf arkadaşlarımın ona dair "Oha, bu ne!" gibi tepkilerini duymamaya ve sinirlerimi kontrol altında tutmaya odaklanarak bakışlarımı önüme bırakılan sınav kağıdına çevirdim. İlk beş dakikalık dikkat dağınıklığının ardından etraftan soyutlandım ve yirmi - yirmi beş dakika boyunca kağıdı yırtarcasına yazdım da yazdım.

Kafamı tekrar kaldırdığımda ister istemez ilk baktığım yön, biraz önce Atlas'ın oturduğu yer oldu. Sınıfın büyük çoğunluğu çıktığı için kalabalık seyrelmişti. Onun oturduğu yer de boştu. Öylece geldi, öylece gitti diye düşündüm. Son kontrolün ardından tamamladığım sınav kağıdımı, zeka dolu, inceleyici bakışları altında Aylin hocanın masasına bıraktım, ben de çıktım.

Kapının önünde cevapları karşılaştıran bir kalabalık vardı. Tüm fakültede sınavlar devam ettiği için, her yerden fısıldaşmalar halinde sınav, soru, vize, final, ortalama, gano, çan eğrisi kelimeleri duyuyordum. Sınıf arkadaşlarımın yanına doğru yürüdüm.

"Nabersiniz?"

"Cuma günkü sınavın sorularını ele geçirdik. Fotokopi için kantine iniyoruz."

Sen de ister misin diye sormalarına gerek bile yoktu tabi ki. Böyle bir bilgi edindiğinizde kuzu kuzu siz de kantine iner, bir fotokopi de kendinize çektirirdiniz. Kantin tam bir ana baba günüydü. Gönüllü arkadaşım Alican sayı belirleyip, fotokopi makinesine doğru ilerlerken ben biraz arkalarda kaldım. Yerin altında kapalı bir ortam olan kantinin karanlık atmosferi oldum olası bunaltırdı beni, kalabalık ve tost makinesinde kalan yanmış ekmek kokusu ise ayrı bir sıkıntıydı. Oturacak yer olmadığı için sırtımı çıkışa yakın bir duvara yasladım. Alican'ın fotokopilerle beraber bir an önce gelmesini diledim. Aynı anda etrafını çevreleyen kızlarla beraber gülüşen Atlas'ı gördüm. Uzun boyuyla görülmeyecek gibi değildi. Yine de ilk anda gördüğüme inanamadım. Birlikte yürüyorlardı, çekilsem de çekilmesem de saniyeler sonra bulunduğum yerden geçeceklerdi. Üç... iki... bir. Yeniden göz gözeydik.

Yanındaki sarışın kız verdiği notlar için teşekkür ederken, diğerleri Aylin hoca hakkında atıp tutuyorlardı. Kızların bazılarını tanıyordum. Üçüncü sınıftaydı bunlar. Sadece benim değil, fakültenin tanıdığı tiki con con tiplerdi. Gözlerimi devirip bakışlarımı kaçırdım. Atlas'ın gülümsemesi yüzünde dondu. Ona bakmamama rağmen nezaketen bir,

"Selam." dedi yanımdan geçerken.

"Selam." dedim ben de yeni farketmişim gibi. Kızlar ilerlerken o geride kaldı.

"Nasılsın?" dedi. Gerçekten merak ettiğinden değil de, laf olsun diye sorduğunu buram buram hissettim.

"İyi." dedim. Yine de tavır yapmaya hiç hakkım yoktu. Tavrımı değiştirdim bu yüzden, alttan aldım. "Sen nasılsın?"

"İyi." dedi. Soğuktu kesinlikle. Norveç kadar. Belki daha fazla. Buzullar kadar.

"Ne zaman döndün?" diye sordum.

"İki gün önce."

"Norveç güzel miydi?" Elindeki su şişesini kafasına dikerken, kafasını sallayarak onayladı.

"Şimdi gitmem lazım. Arkadaşlarım bekliyor." dedi ve aynı buzulları kuşanan tavrıyla birlikte yürüyüp gitti. Bense zihnimde yankılanan cümlesiyle ardında kalakaldım. Arkadaşlarım bekliyor. Arkadaşlarım...

Sen kimsin peki? Hiç kimse.

İçim dört yandan ejderha ateşi altında kaldı. Mücadelesini verdiğim konuda ne kadar geride kaldığımı görebiliyordum. Çok değil kısa zaman önce Atlas benim yanımdaydı. Konuşurken gözlerimin içine bakar, söylediklerimi değil söylemediklerimi bile anlamaya çalışırdı. Şimdiyse, birkaç gülüş ve günlük konuşmalardan ibaret arkadaşlıklara benden daha çok vakti vardı ayıracak. Haksız mıydı peki? Değildi. Çünkü beni ondan ayıran sebeplerimi hiç bilmiyordu. Ona anlatmayı ne kadar çok istediğimi, nasıl bir sıkışıklığın içinde kaldığımı bilmiyordu. Onun tanıdığı, kendisinden duygusuz cümlelerle ayrılan bir İpek'ti. Eninde sonunda Tunç'la yaşananı öğrendiğinde bir daha yüzüme bakmayacağını bilsem de, bundan daha önce gerçek düşüncelerimi bilmesini istedim. Affedilmek için değil, anlaşılmayı dilemek için hiç değil... bundan sonrasında kendi vicdanımda huzura kavuşabilmem için gerçek İpek'i tanımasını istedim. Sedef'e verdiğim sözden de öte bir durumdu bu.

Fotokopileri bile unutarak kantinden çıktım. Roket mi takmıştı nedir? Ortalıkta görünmüyordu. Fakültenin çıkışında az önceki kızları gördüm. Atlas yanlarında değildi. Fakat onun hakkında konuşuyorlardı. Tahmin ettiğim gibi, hepsi için notlar bahane Atlas şahaneydi. Aradığımı elli metre kadar ileride tek başına motor parkında buldum. Hızla yanına doğru yürüdüm. Aslında söylemek istediğim, müsait bir zamanında biraz konuşabilir miyiz demekti. Ama bunun yerine...

"Ne gerek var ki yalan söylemene? Arkadaşların beklemiyormuş seni." dedim. Çenemi tutamamıştım resmen. Atlas şaşkın ama ciddi bir ifadeyle bana döndü.

"Yanımda gördüklerin değil de başka arkadaşlarım bekliyor olamaz mı?" dedi. Bir kaldım tabi.

"Olabilir."

"Ne istiyorsun İpek?" diye sordu. Ne istiyorum öyle mi? Ne istiyorum? Düşmanca ayrılmamıştık biz. Bu kadarını haketmiyordum.

"Bende bir sweatshirt'ün kalmıştı. Geri döndüğüne göre bir ara geri vereyim." dedim.

İkide iki, planladığımdan tamamen farklı cümleler kurmayı başarışımı tebrik ettim. Aslında seni seviyorum'lar havada uçuşurken birbirimizi çileden çıkaracak sözcükler üretmek bizim için normal bir durumdu. Fakat bin yıl öncenin bin olay öncesinin normaliydi bunlar. Şimdiyse soğukluğu, umursamazlığı çok fena canımı yakıyordu. Ben kendi kendimi hançerlemekle meşgulken, Atlas yüzüme ciddi ifadesiyle bakmayı sürdürdü.

"Gerek yok, sende kalabilir." dedi.

"Kalmasın." dedim. Varlığıma tahammül etmek zor geliyormuş gibi derin bir iç çekti.

"Tamam. Bir ara alırım. Şimdi müsadenle." Kaskını çözmek üzere önüne döndü.

"Ne zaman gelirsin?" diye sordum. "Sweatshirt'ünü almaya."

Resmen burnundan soludu bunun üstüne.

"Sedef'e ver, o da Tunç'a versin. Ben Tunç'tan alırım." dedi.

Nefes alamadım.

Yutkunamadım.

Arkamı dönsem şimdi koşa koşa uzaklaşsam nasıl olur, diye düşündüm. Tabi ki onu da yapamadım. Tepkisizliğim ilgisini çekmişti.

"Bir şey mi oldu?" diye sordu.

"Sedef'le aramız iyi değil." dedim kısaca.

Ve Tunç'la da değil. Bu arada Sedef'le Tunç ayrıldılar. Neden biliyor musun? Benim yüzümden. Bir dinlesen herşeyi anlatacağım ama sen iyisi beni dinleme.

Sorgulayacak kadar önemsemedi. Kolundaki saatine baktı.

"Dışarıda işlerim var. Akşamüzeri yurtta olursan uğrar alırım."

"Tamam. Gelmeden ararsın."


Akşama doğru, hava yavaş yavaş kararırken, sinir bozan oda arkadaşım Hande'nin kulaklığından taşan aşırı gürültülü müziği eşliğinde Atlas'ın gelmesini bekliyor, stres içinde odada dört dönüyordum. Sweatshirt'ü vermek bahanesiyle yanına indiğimde konuşmayı teklif edecektim. Kurmayı düşündüğüm cümleleri içimden ne kadar tekrarlarsam tekrarlayayım, konuya nasıl gireceğime bir türlü karar veremiyordum.

Hande birdenbire "Başımı döndürüyorsun. Dursana artık." dedi kulağındaki yüzünden kendi sesini duyamayıp bağırarak. Durdum. Gözlerimden ateş saçarak baktım. Benimle münakaşaya girmemek için gözlerini kaçırdı.

"Bana bak bana!" diye bağırdım ben de. Duymadığı için bakmadı. Yanına gittim ve kulaklığın tekini kulağından çektim.

"Napıyorsun sen?" diye diklendi.

"Ben sana karışıyor muyum? Sen de bana karışamazsın."

"Hep karışıyorsun. Sorunlusun sen."

"Sen daha çok sorunlusun. Bu kaçıncı odan? Herkes kovalamış seni. Bir daha şikayet alırsan yurttan atılacağını biliyorum."

"Ya siktir git, oda arkadaşınla kavga edip kızın oda değiştirmesine sebep olan sen değil misin?"

Böyle mi duyulmuştu? Peki bu asosyal bitli nereden duymuştu? Sedef'in hakkımda konuştuğunu öğrenmek moralimi bozmuştu. Hande'ye verecek cevap bulamadım bir an. Sanki ilk olarak sataşan o değilmiş gibi,

"Beni rahat bırak." deyip kulaklığını geri taktı. Daha fazla onunla aynı havayı solumak istemiyordum. Atlas'ın ne zaman geleceği belli değildi. Bahane ettiğim sweatshirt'ü de yanıma alarak sırt çantamı hazırladım ve kütüphaneye gitmek üzere yola çıktım.

Atlas aradığında bir zamanlar motorla peşimden geldiği ağaçlık yolda yalnız yürüyordum. Yeniden aynı yolda yürüyeceğimiz için deli gibi çarpmaya başladı kalbim. Bu yolda ilk yürüdüğümüzde onu başımdan atmaya çalışmakla meşguldüm. Şimdiyse, binmemi isterse eğer motoruna tereddütsüz binerdim. O nereye gitmek isterse, tepki göstermeden giderdim. Eğer imkan tanırsa, anlatılacak birkaç şeyim vardı. Herşeye razıydım da buzul bakışlarını görmeye razı değildim bir kez daha.

Telefonu yanıtladım.

"Geldin mi?"

"Hayır." dedi. "Uğrarım demiştim ama gelemiyorum. Kusura bakma."

Sanki yıldızlar karardı, tek tek düştüler gökyüzünden. Birdenbire karardı her yer.

"Ya." dedim sadece.

"Sweatshirt'ü istersen yak, istersen kesip at."

Fazla geldi bu kadarı. Beni ben yapan gerçeklerimi anlatmaya dair hayalimi beyaz bir çarşaf gibi düğümlediğim umutlarımın ucunda sallandırdım. Dilimin ucuna yığıldı kelimeler, anlatamadım.

"Atlas..."

"Efendim?"

"Hiç."

Telefonun bir ucunda o sustu, bir ucunda ben. Gözümün önünden geçen anıların yarattığı fırtınaya kapıldım. Ağaçlarla kaplı bu yolda motoruyla yanımdan takip edişi, pizzacıda eve gitmemiz için ısrar edişi, konuşmak üzere gittiğimiz dönercide susup birbirimize bakışımız, evinin mutfağında öperek susturmayı teklif edişi, elma bahçesindeki evde ilk kez birlikte uyuyuşumuz, çocukken tırmandığı yüksek ağacın altında oturuşumuz ve babaannesiyle dedesini anlatışı... çok fazlaydı. Ve dahası da vardı. Tutkunun esiri olup da birbirimizi dövüşerek sevdiğimiz o anlar... çıplak halde birbirimize sarılarak uyuduğumuz o gece... fakat bende kaldığı gibi kalmamıştı onda, hepsi silinmişti artık. Anılarım, sararmış birer fotoğraf karesiyken toz toz oldu, döküldü. İlk rüzgarda uçup gitti.

"İpek."

"Efendim?"

"Hiç."

Titreyen benim sesimdi sadece. Benimkinin aksine onun sesi katıydı.

"Kapatıyorum."

"Tamam."

Kapattık. Anladım ki ben, bitti'nin kurallarıyla oynamayı hiç bilmiyormuşum. Kimse bu kadar zor olacağını öğretmiyordu insana. Öğretseler de yaşamadan öğrenilir miydi? Sanmıyordum. İçimden canımı söküp alıyorlarmış gibiydi. Adımlarım beni kütüphanenin kapısına kadar getirdi fakat berbat ruh halimle içeri giremedim. Gözden uzak bir köşeye yürüdüm. Merdivenlerin ilk basamağına oturdum. Ellerimi yüzüme kapadım ve içim çıkana kadar ağladım.

Neyin ne olduğunu bilsem de, bilmek kabullenmeye yetmiyordu. Bir zamanlar o ve ben, el eleydik. Bir zamanlar, kalbi kalbimin üstünde nasıl da delicesine çarpıyordu. O günler, binlerce ışık yılı uzaklıktaydı. Gözyaşlarım tükenene kadar ağladım. O gece ders çalışamadım. Başım zonklayarak odaya döndüm. Hande'yi ortalıkta görmeyişime sevinerek yatağa girdim. Güç bela uyuyakaldım.


Ertesi günkü sınavım öğleden sonraydı. Fazla zor bir ders değildi neyse ki vizesinden de yüz almıştım. Öğleden önce yaptığım birkaç tekrarla birlikte sınava girdim. Başarılı bir kağıt verip çıktım.

Yeniden ders çalışma maratonuna girmeden önce iki sınav arası bir günlük boşluğum vardı. Yurda döndüm. Hande'nin saçını boyarken leş gibi kirlettiği banyoyu ovaladım. Zamanında bunu yaptığımda Sedef'in söylediklerini hatırlamak içimi sızlatıyordu. Zamanında o banyoyu niye ovduğumu hatırlamak ise daha da kötü hissettiriyordu. Banyoyu kendim girebilecek kadar ovup, iyice temizledikten sonra sıcak suyun altında uzun, dinlendirici bir banyo yaptım. Ardından üstümü değiştirdim ve havam değişsin diye yemek yemeğe kampüse yürüdüm.

Okulun kafeleri fazla kalabalık değildi. Oturanlar da hem yemek yiyor hem ders çalışıyorlardı. Tesadüfen ablasıyla yemek yiyen Buket'le karşılaştım. Buket'in ablası, dört sene önce okuldan mezun olmuş, şimdi kendi bölümünde asistanlık yapıyordu. Buket'in de son senesi olduğundan sıklıkla böyle okulda buluştuklarını biliyordum. Beni görünce el sallayıp yanlarına çağırdı. Ayıp olmasın diye uğradım.

"Ablamla tanışmış mıydınız? Betül. İpek."

"Memnun oldum."

Ablası çok benziyordu Buket'e. Aynı tipik yuvarlak surat, çekik gözler, koyu renk saçlar. Saçlarını bile ikisi de aynı şekilde tepeden at kuyruğu yapmışlardı. Tıpkı kardeşi gibi onun da cana yakın bir tavrı vardı.

"Ben de memnun oldum. Buket'in hep bahsettiği ablasıyla tanışabildim nihayet. Gerçi ikiz gibisiniz. Söylemesen ikizin sanırdım."

Gülüştüler.

"Evet hatta bazen ablamı benden küçük sanıyorlar." dedi Buket. Betül'e açıkladı. "İpek bizim dağcılık kulübünden."

"Aaa, ufacık tefeciksin, sen de mi tırmanıyorsun bunlar gibi?"

Ben de güldüm. Fazla tıfıl sayılmazdım ama tabi kulübün iri gelişmiş bazı üyelerinin yanında ufak kalıyordum.

"Evet. Yani ayrıldım gerçi kulüpten ama. Eskiden tırmanıyordum. Ya sen? Hiç ilgilendin mi Betül abla?"

"Yok güzelim. Ben akademik kafalıyım. Kapalı ortamda minimal solunumla yaşamımı sürdürebiliyorum. Gerekli gördüğümde fotosentez bile yeterli oluyor."

Komik kızdı.

"Ayakta dikilmesene öyle. Otur." diye ısrar etti. O an Buket'in yüzündeki ifadeye dikkat etsem oturmazdım muhtemelen ama hani insanın basireti bağlanır ya birden, dalgınlığıma geldi, oturdum.

"Sen niye bıraktın kulübü?"

"Dersler filan..." diye geveledim. Betül abla iyi niyetli olduğundan emin olduğum şakacı bir üslupla,

"Hiçbir şey değilse bile o Atlas adı verilen canlı kulübe devam etmek için iyi bir sebep. Tablo gibi çocuk valla bak bak dur." dedi. Tam o anda Buket'in yüzünün renkten renge girdiğini farkettim. Ablası ise devam etti: "Nerede kaldı o hergele? Mehmet'le beraber geliyorlardı hani?"

Popoma iğne batmış gibi sıçradım.

"Tebrikler Betül." dedi Buket sitem ederek. "Beş dakikada nasıl dev pot kırılır, canlı kanıtı oldun resmen. İpek'le Atlas çıkıyorlardı. Yeni ayrıldılar." diye açıkladı. Betül çok utandı.

"Affedersin. Bilmiyordum. Boş boğazlık ettim."

"Önemli değil." dedim. Gerçekten iyi niyetli olduğunu anlamıştım. Konunun içinde olmasam söylediklerini eğlenceli bile bulabilirdim ama bu koşullar altında, herşey yolundaymış gibi rol yapamazdım.

"Atlas geliyorsa madem, kalkayım ben." dedim.

"Kalkma demek istiyorum ama..." dedi Buket arada kalarak.

"Yok yok. Huzursuzluk olur şimdi." Toparlandım. Gitmek üzere ikisini de öptüm.

"Konuşmuyor musunuz?" diye sordu.

Benim cevap vermeme gerek kalmadı. Atlas yanında Mehmet'le beraber içeri girdi. Kızların yanında beni gördü. Yüzünde öflercesine bıkkın bir ifade oluştu. Bakışlarını kaçırdı.

"Cevabımı aldım." dedi Buket. Bense kendimi çok ama çok kötü hissettim bu tavrı karşısında. Hani sanki peşinden koşuyordum da sürekli karşısına çıkan yapışkan kızın tekiydim. Gururum kırıldı, utançtan yerin dibine geçtim. Elimden geldiğince yüzüme yansıtmamaya çalışarak Buket'e,

"Görüşürüz." dedim.

Omzumdaki sırt çantamı düzelttim. Bakışlarımı önüme diktim. Mecburen onun geldiği yöne ilerledim. Yan yana geçerken zaman yavaşladı sanki. İki masa arasındaki dar boşlukta, yana çekildi geçebilmem için, ben de çekildim ama istemeden kolu koluma değdi. Kafamı kaldırıp da yüzüne bakmadım. Gözlerim boşlukta kaldı. Tıpkı kendim gibi. Ben boşlukta kaldım. Geziden döndüğümüz gün, otobüste yan yana oturduğumuzda, birbirine değen omuzlarımızın bile kalbimin atışını hızlandırdığını hatırladım. Sonra o muzip bakışlarını, gülen yüzünü, çocuksu bir tavırla omzuma öpücük konduruşunu hatırladım. O Atlas gitmişti artık. Başka biri gelmişti yerine. Ve o başka birinin katılığı karşısında canım acıyordu benim. Bunca zaman sonra ona dokunmak dikenli tellere dokunmaktan farksızdı artık.

Kolumu yaralı bir canlı gibi hızla geriye çektim. Kapüşonumu kafama kapattım. Gözlerine bakmadan, iki yabancıymışız gibi yürümeye devam ettim. Birkaç adım sonra kapıya çıkmıştım. Serin havayı soludum. Oksijene kavuşan ciğerlerim asit dökülmüş gibi yanıyordu. Bu duruma alışabilecek miydim? Geçecek miydi bir gün? O an için imkansız gibi geliyordu.

Amaçsız adımlarla yürüdüğüm bir süreden sonra her nasılsa yolunu bulduğum yurda döndüm. Atlas peşimden gelmedi. Ne sanıyordum ki hala? Gelir mi sanıyordum? 'Bilerek böyle davranıyorum, aslında hala seni seviyorum' demesini mi bekliyordum? Belli çok beklerdim.

Kafam dağılır belki diye odaya girmeyip etüd odasına çıktım. Orada bir sürpriz daha bekliyordu beni. Tam ben girerken Sedef dışarı çıkıyordu. Beni görünce bir an yüzünün şekli değişti. Bir huzursuz oldu. Toparlandı sonra.

"Selam." dedi.

"Selam." dedim sadece.

Hakkım olmayan kırgınlıklar yaşıyordum peş peşe. Kendi terkettiğim halde bana hiç muamelesi yapan Atlas'a kırgındım. İhanet etmeme rağmen odadan ayrılışı hakkında konuşan Sedef'e kırgındım. Bitmeyen bir kabusun içinde gibiydim bu yüzden suskun kalmayı seçtim. Sedef, yaşlarla nemlenmiş gözlerimi gördü.

"İyi misin?" diye sordu. Kafamı salladım ama yaşlar iyice hücum etti gözlerime. Görmesin diye hızla yürümeyi seçtim, kolumdan tuttu.

"İyi değilsin."

"Değilim Sedef." dedim yaşlar dökülürken. "Bırak boşver."

"Konuşmak ister misin?"

"Teşekkürler. Gideyim ben."

"İpek." dedi vazgeçmeyerek. "Atlas'la mı ilgili?"

"Belki de sen konuşmalısın onunla." dedim aniden dökülerek. "Karşısına taşı koysan onu bile benden daha çok dinler şu an." Sedef'in yüzü burkuldu.

"Yüzleşmek zor geliyorsa demek ki hala seviyor seni." dedi.

"Hiç sanmıyorum. Öfleyip pöflüyor beni görünce. Bir tavırlar bir haller. Bitirmiş belli. Önceden anlattığı türde peşinden koşan tiplerden hiç farkım yok gözünde."

"Sanmıyorum."

"Ne biliyorsun ki sen? Nereden biliyorsun?"

"Seni yanından ayrılamayacak kadar seven birinden bahsediyoruz. Atlas zor biri. Senden terkedişinin intikamını alacak ama emin ol kendi canı daha çok yanıyordur şu an."

"Öyleydi belki ama bitirmiş işte. Gördüğümden daha ziyade hissediyorum bunu. Tavırları buz gibi. Ne istiyorsun İpek, ne var İpek, sweatshirt'ümü ister at, ister yak İpek..."

Sedef gülümsedi. Ben iyice cinlendim.

"Gülüyorsun tabi gül. Hak ediyorum herşeyi. Arkamdan konuşmanı da hak ediyorum."

"O nereden çıktı?" dedi ciddileşerek.

"Hande söyledi. Kavga ettiğimizi söylüyormuşsun."

"Ooo bakıyorum yeni oda arkadaşınla kaynaşmışsınız. O bitliye söyle benim asabımı bozmasın."

"Anlaşmak mı? O odadaysa odadan çıkıyorum ben. Elimde kalacak yakında." Sedef'in bitli deyişini ayrıca beğenmiştim.

"Konuşmadım ben kimseyle." dedi Sedef. "Oda değiştirmek için yönetime başvurduğumda sebep istediler. Anlaşamıyoruz, dedim. Yeterli değilmiş. Kabul etmediler yani. Ben de kavga ettik dedim ikna edici olmak için. Tutanak yazdırdılar. O zevzek kız bir tek orada görmüş olabilir. Veya yönetimdekiler söylemişlerdir. Başka kimseyle konuşmadım çünkü."

Bir buruklaştım söylediklerinden ötürü. Çünkü tüm olanlara rağmen hala selam veriyordu bana, kavga dahi etmemiştik. Asilceydi tavrı.

"Sen nasılsın?" diye sordum. "Yeni oda arkadaşınla geçinebiliyor musun?"

İçini çekti.

"İyi sayılırım. Evet, iyi kız."

"Sevindim."

"Atlas'ın katılığı geçer. Şimdi sınavlarımız daha önemli."

"Sanmıyorum." dedim bir kez daha. "Neyse, sınavlarında başarılar."

"Sana da. Görüşürüz."


Haftanın geri kalanı, hızlandırılmış çekimde geçti. İki sınava daha girdim. Zaten birinin sorularını ele geçirmiştik, diğeri de fazla zorlamadı. Göz açıp kapayıncaya kadar hafta sonu gelmişti. Sedef'in ve Atlas'ın yokluğunda odada Hande'yle vakit geçirmek istemediğimden kütüphaneye gittim. Kütüphanenin huzurlu ortamını seviyordum. Biraz ders çalıştım. Sıkılınca bilgisayardan film izledim. Saatler su gibi geçti. Havanın kararmak üzere olduğunu farkedince şaşırdım. Neredeyse akşam oluyordu. Toparlanıp yurda döndüm. Odama giden koridorda Sedef'le karşılaştım. Bir sıkıntısı var gibiydi, iyi görünmüyordu.

"Neyin var?"

"Oda arkadaşımla tartıştık."

"Neden?"

"İçeri gizlice kedi almış. Ya çok tatlı, bembeyaz bir şey ama benim kedi tüyüne çok fena alerjim var. Ben yukarıda ders çalışırken saatlerce yatağımın üzerindeymiş hayvan. Çarşafları değiştirdim. Odayı havalandırdım. Yok yok, duramıyorum içeride."

Alerjinin etkilerini birebir gözlemleyebiliyordum. Ağzı, burnu akmaya başlamıştı. Gözlerinin kenarları kızarmıştı ve kollarını kaşıyıp duruyordu.

"Çok kötü etkilemiş seni belli oluyor."

"Deli gibi uykum var, uyuyamıyorum." dedi. Aniden aklıma gelen fikri fazla düşünmeden dile getirdim.

"Bu gece benim yatağımda yat. Ben de seninkinde yatayım. Yarın odayı temizletirsiniz."

Tereddütlüydü.

"Olur mu diyorsun?"

"Olur tabi. Neden olmasın?"

Uzatmadı.

"İyi madem."


Pazar sabahı erkenden kalktım. Geceden yanıma aldığım spor kıyafetlerimi giydim ve benim yatağımda uyuyan Sedef'e hiç uğramadan kampüse yürüdüm. Basit bir kahvaltı yaptıktan sonra kampüs servisiyle Beşiktaş'a indim. Gri renkli, yağmurlu bir gündü. Fakat henüz sabahın erken saatlerinde yağmur etkili değildi, ince ince çiseliyordu. Kapüşonumu kafama geçirmem korunma açısından yeterli oldu. Telefonuma indirdiğim koşu uygulamasını açtım. Beşiktaş sahilden Bebek'e kadar beş kilometre boyunca koştum.

Avrupa yakası sahil şeridi gerçekten seyrine doyulmaz bir Boğaz manzarasına sahipti. İstanbul deyince duyduğunuz bildiğiniz hemen herşey bu şeritte gözlerinizin önündeydi. Sahildeki balıkçılar. Mütevazi balıkçı sandalları. Devasa silüetiyle Boğaz köprüsü. Ortaköy camisi. Denize sıfır villalar. Şaşaalı gece kulüpleri. Bir şehri soluduğun havayla birlikte içine çekmek gibiydi bu yolda yürümek. Koşarak gittiğim yolu yürüyerek geri döndüm. Sağlam bir spor olmuştu. Herkesin güne yeni başladığı uykulu saatlerde kendimi tamamen ayılmış ve zinde hissediyordum.

Yeniden servise binmek üzere Akaretler tarafına yürüdüm. Bu kadar gelmişken böyle de bir sporun üstüne bir kahveyi hakettim diye düşünerek, yolun karşı tarafındaki meşhur kahve zincirlerinden birinin şubesine girdim. Her ne kadar Atlas'ın yaşadığı semte gelmiş olsam da onu görebileceğim ihtimali zerre geçmiyordu aklımdan. Bir kere onun evi, kaç kilometre yukarıdaydı bulunduğum yere. Sokaklarda henüz insan bile bulunmayan bir saatte ne işi olacaktı ki dışarıda? Sıcak evinde uyuyordu muhtemelen.

Sanıyormuşum...

Ben kahveciye girerken, Atlas aynı anda dışarı çıkıyordu. Hatta neredeyse çarpışıyorduk. Uykulu olduğundan olsa gerek inanamadı ilk anda. Ben de inanamadım. Yarı açık gözlerle çatık kaşlarla baktı yüzüme. Öylesine sevimliydi ki bu hali, o buzul bakışları kuşanmamış halini öylesine özlemiştim ki, aramızdaki soğukluğu unutup gülümsedim birden.

"Günaydın." dedim.

Gözlerini kapadı, geri açtı.

Buzullar geri gelmişti.

"Günaydın." dedi. "Sen hayırdır burada?"

Bir kez daha aynı çakıllı yola girmeyi kaldıramadım.

"Haklısın." dedim acı acı. "Geceyi seninle geçirmediysem benim ne işim olabilir burada?"

Yüzündeki bocalayan ifade böyle bir cevabı beklemediğini belli ediyordu.

"Onu kastetmedim."

"Önemli değil." dedim ve yanından geçerek içeri girdim. Şimdi istediği gibi gidebilirdi. Söyleyeceğimi söylemiştim nasılsa. Gerçi umrunda olmadığı belliydi de, zırhında ufacık bir delik açacak bir cümle kurabilmiştim sonunda.

"Orta boy flat white lütfen."

"Onu kastetmedim." dedi ısrarlı bir şekilde arkamdan gelerek.

"Ben de sana önemli değil dedim." Dükkanın içindeki insanların ilgisini gereksiz yere üzerimize çekmiştik.

"Neden buradasın?"

"Neden gibi görünüyor?" Baristanın uzattığı kahvemi aldım. "Seni görmek için gelmedim. Yeter."

Tartışmamızı dinleyenlere daha fazla rezil olmamak için dışarı çıktım. Atlas da aynısını yaptı.

"Şu servisi görüyor musun?" dedim arnavut kaldırımlı yolun biraz aşağısında duran okul servisini işaret ederek. "Okuldan buraya saat başı ücretsiz olarak getiriyor, götürüyor. Ama sen nereden bileceksin ki?"

"Hep bu yüzden, değil mi? Senin çok iyi bildiğin benimse hiç bilmediğimi iddia ettiğin şeyler yüzünden..." Sustu.

Kafamı hafifçe yana çevirdim dinliyorum dercesine gözlerimi kıstım.

"Devam et."

"Devam edecek bir şey yok." dedi yürüyüp gitmeye niyetlenerek. "Devam eden bir şey yok."

"Beni dinlemediğin sürece de etmeyecek zaten."

Gözlerinden ateşler saçarak geri döndü.

"Dinlemedim mi? Yurdun önüne geldiğimde sormadım mı sana? Her ne kadar farklı bir sebebin olduğuna inanmak istesem de, senden duyduklarıma inanmayı seçtim ben."

"Farklı bir sebebim vardı. Hazır değildim söylemeye. Fakat sen böyle davrandıkça, anlıyorum ki hiçbir önemi yok söyleyip söylemememin. Çünkü benim dışımda herkesi dinlemeye hazırsın. Bana gelince, sadece çıkarımların var inanmak istediğin. Peşin peşin yargıların var. Kesip atmak öylesine kolay senin için. Bu kesinliğin yüzünden belki de gerçek beni hiç tanımadığını kabullenemiyorsun. Duymak istediklerini duymayı kabulleniyorsun sen sadece."

"Öyle mi diyorsun?" Sesi tehditkar ölçüde alçaldı. "Son bir buçuk ayda, gece gündüz her an aklımda olan tek cümleyi söyleyeyim mi sana?" Yüzü yüzüme yaklaştı. Gözlerimin tam içine baktı. "Kalbini kırmak istemiyorum."

Bir buz çatlağında yürüyordum da, bastığım zemin parçalanarak beni çukurun içine çekmişti. Yüreğime saplanan sivri bir buz parçası keskinliğindeydi cümlesi. O cümleyi ona kuranın ben olduğumu bilmek hafifletmiyor, aksine güçlendiriyordu etkisini. Söyleyecek söz bulamadığımdan susmayı tercih ettim. O ise devam etti.

"Yani diyorsun ki ben, duymak istediklerimi mi kabulleniyorum sadece? Duygularımın sende karşılığı olmadığı için kalbimi kırmak istemeyişini duymak istemiş olamam herhalde. İstemiş miyimdir ya da? Defalarca kez farklı hissettiğimi itiraf ettiğim kızın bir gecede terkedip gitmesine hazırlamışımdır eminim kendimi. Kimseye açmadığım kadar içimi açtığım bir geceden sonra eminim terkedileceğim aklıma gelmiştir. En savunmasız halimi görmesine izin verdiğim biri için hiçbir şey ifade etmediğimi öğrenmek kalbimi kırmamıştır kesinlikle. Duygusuz itin tekiysem demek ki."

Tüm kırgınlığı, tüm öfkesi yerli yerindeydi. Çok daha iyi anlıyordum şimdi. Gözlerimi gözlerinden kaçırıp, bakışlarımı önümdeki kaldırıma dikerek,

"Haklısın." dedim. "Ama yaptığım herşeyin bir sebebi vardı."

Yeterli gelmemişti belli ki kurduğum cümle. Yatışamayan öfkesi atmaya çalıştığım adımları savuşturmaya yarıyordu sadece. Gözlerine baktığımda yarattığım öfkenin dinmediğini görebiliyordum. Belli ki boşuna çabalıyordum. Asla anlamıyordu.

"Çekip gitmeseydin, daha önce de konuşabilirdik." dedim.

Böylece belki ben de bazı hataları hiç yapmamış olurdum, diyemedim. Kaya abinin verdiği gözdağı umrumda değildi o an. Bir başkasına zarar vermemek adına susmak umrumda değildi. Gemileri yakmayı göze almıştım artık. Nasılsa ben çırpındıkça batıyorsam, her sözüm, her davranışım bumerang gibi geri dönüp beni vuruyorsa, biraz da başkaları batsındı artık benim yerime, biraz da başkaları yüklensindi bu öfkeyi. Ben artık kaldıramıyordum.

"Kusura bakma hayat senin kurallarınla ilerlemiyor." dedi.

Çaresiz ve kabullenmeye hazır bir sesle,

"Seninkilerle mi ilerliyor?" diye sordum. "Sanki yaşamıyorum sen gittiğin günden beri. Her yer karanlık. Yolumu bulamıyorum, baş edemiyorum. Söyle senin kuralların mı geçerli? Çünkü bana öyle geliyor ki çoktan kaybetmişim seni. Anlatacağımı dinlediğinde yine de kaybedeceğimi bilsem de anlatmak istiyorum. Tüm çabam bu yüzdendi ama artık dayanamıyorum. Konuşsam duymuyorsun. Bağırsam duymuyorsun. Sussam aynı. Ne yapayım sen söyle."

Öfkesi durdu.

Gözbebeklerinin içindeki adalet terazisinin bir aşağı bir yukarı sallanan kefeleri de durdu.

Geri döndüğü günden beri kuşandığı buzulları kendi isteğiyle kaldırdığı anda kırılganlığımı gördü.

Nihayet. Ne söylediğimi anlamaktan uzak tavrına bir son verdi. Elindeki kahve kartonunu çöpe atarak bir büyük adımda yanıma döndü ve özlemekten halsiz düşmüş bedenimi kollarının arasına, dudaklarımı dudaklarının himayesine aldı. Ve ben hiç direnmedim. Tüm olmamazlığına karşın oluyordu. Birbirine ait bir bütünün iki parçasının bir araya gelmesi gibiydi. Tartışılmaz derecede yanlıştı fakat tüm düşünceleri susturacak kadar doğru hissettiriyordu. İşte o zaman, her yere gidebileceğimi, Atlas'ın da gidebileceğini ama nereye gidersek gidelim, kalbimin hala aynı yerde, onda olduğunu ve atmaya devam ettiği sürece de onda kalacağını anladım.

"Çok özledim." dedi. "Sana karşı hissettiklerimi bile bile kollarımın arasından kayıp gitmeni anlatamadım kendime. Boşa koysam dolmadı, doluya koysam olmadı. Uzaklaşmayı seçtim ben de. Şimdi söyleyeceklerinle tüm kötü günleri unutturabileceksen anlat. Yeniden benim olacaksan, gitmeyeceksen bir daha anlat dinlerim istediğin kadar. Başa sararım her şeyi. Ama bitecekse bir kez daha, hem de başlamadan bitecekse, anlatma boşver. Ben de bunu kaldıramam çünkü."

Bu ne biçim bir çıkmaz sokaktı? Dön dolaş aynı kapının önünde duruyor, o eşiği bir türlü geçemiyordum. Bilmiyordu ki benim gerçeklerim, kontrolünü çoktan yitirdiğim bir geminin dümenini tutmak gibiydi. Anlatmak da istiyordum, onunla kalmak da. Fakat anlattığım anda kalıp kalamayacağımı kendisi belirleyecekti.

Bir başkasına anlatmakla ona anlatmak kesinlikle aynı şey değildi. Çünkü o diğerleri gibi değildi. Atlas benim için herşeyin başladığı yerdeydi. Eğer ki bitecekse herşey, bittiği yerde yine o olacaktı. Bu yüzden ona anlatmak bambaşka bir cesaret istiyordu. Derin bir nefes alıp dibini göremediğim bir denize dalmak gibiydi ona anlatmak. Yaşamak için tek şansı, ciğerlerine doldurduğu tek nefesle dalmak olan bir dalgıç gibi aldım o nefesi.

İçimi eriten kollarında, sığındığım güvenli limanımda kalmak, gözlerimi kapayıp benim için yaktığı meşalelerin ateşinde ısınmak öylesine kolaydı. Bir ben vardım benden içeri. Yüreğimi toz toz dökülen kuru bir kabuğa çeviren yokluğunun hasarlarını giderebilirdim. Sadece bir anlık sonsuzluktu istediğim. Sadece anlık bir teselli. Herşeyin düzelebileceği yalanına inanabileceğim bir an. Kokusunu doya doya içime çekebileceğim, kalbini yeniden kalbimin üstünde hissedebileceğim bir an.

Ve ben o anı sonuna kadar değerlendirdim.

Sonra...tam da ben ağzımı açmak üzereyken çalan telefonuyla dağıldı dikkati.

Bir an önce kapatmak ister gibi sabırsız bir tavırla eline aldığı telefonunun ekranında babam yazdığını gördüm. Parmağını, düşünmeden uzattığı reddet kelimesinden çekti. Aramayı yanıtlamayı seçti. Kendiliğinden sıyrıldı kolları bedenimden. Yüzünde ciddi bir ifadeyle birkaç adım uzaklaştı kaldırımda. Fakat hala konuştuğunu duyabileceğim bir mesafedeydi.

"Efendim baba?" dedi.

Kalbim güm güm atmaya başladı.

"Dün gece konuştum avukatınla. Önemliydi aslında, aradım seni, açmadın..."

Kalbimin temposu biraz daha arttı.

"Savcılıktan gelen kağıdı araştırmaya başladı çoktan. Bu isimsiz müvekkil kimmiş öğreneceğiz merak etme. Hayır sen düşünme bunları şimdi, sen sadece..."

Kulaklarım uğulduyordu artık kalbimin gümbürtüsünden.

"Benim de aklımda aynı kişi var. O veya başkası, yakında öğreneceğiz zaten. Tamam. Kendine iyi bak. Görüşürüz."

Telefonu kapattı. Bana döndü tekrar. Ağır ağır yürümeye başladı.

Beynimin içinde peş peşe dinamitler patlıyordu. Ellerimi yüzüme kapayıp yere çökme isteğimi zorlukla zaptettim. Gözlerim donuk bir şekilde Atlas'a bakıyor, ağzından çıkan inanması güç cümleleri zihnimde tekrar tekrar geri sarıyordum. Saniyeler içerisinde olup bitmişti çünkü yaşadığım dehşetten habersiz bir şekilde yanıma dönen Atlas'a hislerimi yansıtmamayı başardım. Şoktan kurumuş dudaklarımı her nasılsa kıpırdattım ve sakin tuttuğum sesimle,

"Babanla barışmışsınız." dedim.

"Evet." dedi ciddi bir ifadeyle.

"Nasıl oldu?"

"İnan dile getirmek istemiyorum. Söylemek gerçek kılıyor kabullenmek istemediklerimi."

Ne demek istediğini zerre anlamasam da çılgın alarmlar çalıyordu beynimin odacıklarında. Sağlam kalan tüm hücrelerim kaçıp gitmek ister gibi çığlıklar atıyor, kafamın içini kaosa çeviriyorlardı.

"Sevindim sizin adınıza. Fakat telefonda konuştuklarınıza şahit oldum da istemeden... yolunda gitmeyen bir şeyler mi var?"

Kafasını salladı.

"Babam, dostları kadar düşmanları da olan biri. Bunca yıl, uzak kaldığım için anlamadığım herşeyi yeni yeni anlamaya başladım. Özellikle son zamanlarda yüzünü göstermeyen köpekbalıkları yüzüyormuş meğer çevremizde. Birilerinin artık babamın yalnız olmadığını anlaması gerekiyor. Tarafını seçenlere karşı ben de seçiyorum tarafımı. Babamı seçiyorum tabi ki." Yeniden kollarının arasına çekip elini yanağımda gezdirdi. "Ama benim için endişelenmeni gerektiren bir durum yok. Hukuk yoluyla çözülecek meseleler." dedi.


Birilerinin babamın yalnız olmadığını anlaması gerekiyor.


Tarafını seçenlere karşı ben de seçiyorum tarafımı.


Babamı seçiyorum.


Anladım ki, görünmez ellerin çalıştırdığı kronometrenin çılgınca dönen oku her durduğunda, bir ucu beni bir ucu Atlas'ı gösterecekti her defasında. Ve bir kez daha. Ve bir kez daha.

Anladım ki, oyun bitmemişti hala.

Continue Reading

You'll Also Like

640K 13.8K 12
Bir Sage Taylors Romanı... Londra sosyetesinin büyük mirasyedilerinden biri olan Olivia Kelly altı ay içinde tanışıp âşık olduğu varlıklı ve yakışıkl...
107K 9.4K 21
Ailesinin zoruyla tatilini fındık toplamaya gitmek için harcayan Enes'in başına Ordu'nun mafyası musallat olur.
109K 9.4K 22
Kapak: sırmanur Tam arabama ilerlerken durdum bir anda. Kapıyı açmaya çalışan elim havada kaldığında kırgınlığı üzerime geçirmiştim bir hırka gibi. D...
797K 45.3K 40
Alperen: Hem senin benimle konuşmak ile alakalı o 'düşünce'lerine ne oldu? Alperen: Gerçekten yazmadığımı görünce sen mi yazmaya karar verdin? Şüheda...