POBEDA

By oliveandturtle

450K 39.7K 26K

İpek ve Atlas. İki ünlü dağcı, sıkı dost, hayata ve kadere ortak iki babanın çocukları. Sekiz yıl önce; dünya... More

Nefretin Başlangıcı
Özel Sebepler
Asla Asla Deme
Doğa Yürüyüşü
Darmadağın
Eğitilmez
Şarkı Listesi (YB Değil)
İddia
İntikam Planı
Oyun
Elma Bahçesindeki Ev
Kapı
Sorgulamalar
Düğüm
Karar
Sude'nin Gözyaşları
Domino Taşları
Utancın Külleri
Seçilen Taraflar
Fırtınalı Bir Gece
Kendinden Vazgeçmek
Pobeda'nın Öncesi
Zirvede Bir Gece
Kaç Ya da Savaş
Elif'in Gözyaşları
Israrlı Bir Telefon
Bugün Çok Geç
Deniz Feneri
Zayıf Nokta
Bir Nikah Bir Cenaze
Yemin
Gidebilmek
Eninde Sonunda
Billie Jean
Veda
Eşik
Korkuları Aşmak
Köprü
Solstis
Pobeda I
Adalet Terazisi
Tarafsız Bölge
Oyun Dışı
Pobeda 2 (1. kısım)
Pobeda 2 (2. Kısım)
Son Oyun

Yaşattığının Bedeli

8.5K 840 314
By oliveandturtle

Şarkı: Imany - No Reason No Rhyme

Gecenin karanlığında kendimden kaçmak ister gibi koşarken, ardımda bıraktığım kaostan kopmuş, zihnimin içinde, geçmişin huzur bozan korkularının yarattığı dehlizlerde kaybolmuş bir haldeydim.

Antalya.

Yankılanarak çalan korkutucu bir zil tonu vardı ev telefonunun. Annem ütü yapıyordu o esnada, ben ders çalışıyordum. Elindeki işi bırakmamak için benim bakmamı isteyen annemin yaşadığım sıkıntıdan haberi yoktu. Basit bir istekti sadece bense korkuyla dolmuştum çoktan. Tanımadığım yetişkin bir erkek sesinin ahizenin diğer ucunda, korkularımın kabusa döndüğü yerde beni beklediğini biliyordum. Bir süre önce başlayan bu aramalar, genellikle annemin işte olduğu, benimse okuldan dönüp evde yalnız kaldığım saatlere denk geliyordu. Bir iki kez annem evdeyken de aramıştı. Telefonu farklı biri açtığında kesinlikle konuşmuyor, o gün bir daha aramıyordu. Eğer açan bensem konuşmaya başlıyordu. Bütün derdi benimleydi. Tanımadığım bir adamı başımıza musallat ettiğim için öylesine korkuyordum ki kendimi suçlu hissederek anneme anlatamıyordum.

Salondan koridora doğru idam mahkumu gibi ağır adımlar attığım yürüyüşüm belki on adım sürdü ama ömrümden on yıl götürdü. En sonunda açılmak üzere yılmaksızın çalmaya devam eden telefonun krem rengi ahizesini kaldırdım.

"Efendim?" dedim.

Karşı tarafın sesimi tanımaya çalıştığı anlık bir sessizlik oldu, ardından,

"Nasılsın güzelim?" diye cevap verdi.

"Allah'ın belası hayvan." diye fısıldadım ahizeye. "Geber, öl." Karşılığında duyduğum ses, nefretimden keyif alan bir insanın mide bulandıran kıkırdamasıydı.

Telefonu hemen o an kapattım. Arkamı dönmeden yeniden çaldı.

"Kızım açsana şu telefonu!" Annem açıp kapattığımı farketmemişti. Yutkunarak yeniden açtım.

"Arama artık. Arama yeter." dedim.

"Neden ama güzelim?" dedi derinden gelen o tok, kalın ses tonuyla. "Neden korkuyorsun ki benden? Ben sadece seninle sohbet etmek istiyorum."

"Bir daha ararsan polise şikayet edeceğim."

Aynı anda salondan annemin sesi yükseldi.

"İpek, kim arıyor?"

Ses dalgaları atmosferin dışında yayılmaz. Çünkü sesin yayılması için hava gereklidir. Salonda annemin önünde durduğu ütü masasıyla, koridorda tam olarak önünde durduğum telefon sehpası arasında ne kadar hava partikülü varsa hepsini annemden yükselen ses dalgaları yutmuş gibiydi. Çünkü annemin sesi ahizeyi dalga dalga aşıp karşı tarafa ulaşırken ben, korkudan nefes alacak hava dahi bulamıyordum.

"İpek..." dedi sapık, öğrendiği her harfin keyfini çıkararak. Öyle bir söyleyişi vardı ki ona verdiğim zevk yüzünden kendi ismimden tiksindim. "Eminim tenin de ipek gibidir senin." Boşlukta bir kibritin çakılma sesini duydum. Ahizenin ucundaki kişi sigarasından derin bir nefes çekti. "Seni yakından görmek için sabırsızlanıyorum."

Bir an için bir soğuma geldi vücuduma. Titremedim de birden katılaştım. Ahizeyi elimden uzaklaştırdım ve sıkmaktan bembeyaz kesilmiş parmaklarıma baktım. Elimin bittiği yerde başlayan kasılmış bileğime, sıkmaktan ortaya çıkmış damarlarıma baktım. Hiç çekici görünmedim kendime. Herşey netleşti birden gözümün önünde.

"Ben de karşıma çıktığın an bıçağı boğazına saplamak için sabırsızlanıyorum." dedim.

Ardından telefonu kapattım. Çok sakin tavırlarla mutfağa gittim. Mutfak çekmecesinden bir ekmek bıçağı aldım, telefonun kablosunu keserek kopardım. Anneme,

"Yanlış numara. Ben bakkala gidiyorum." dedim.

Ayağıma giyilmekten tabanları açılmış bir çift spor ayakkabı geçirdim. Portmantodaki montumu çekip aldım. Anahtarlıktaki anahtarlarımı aldım. On üç yaşında bir İpek'tim. Telefona çıkıp sapığı korkutacak bir babasının olmadığını bilen, bir an önce büyümek ve güçlenmek zorunda olan bir kız çocuğu. Kendini evinde bile güvensiz hisseden bir genç kız. Korkmaktan yorulmuş, içine atmaktan dolmuş...

Uçmak isteyip de neden uçamadığını iyi bilen bir kuş gibi, kanatlarından biri kırık. Hep biraz yalnız, hep biraz eksik olan.

On üç yaşında bir İpek'tim. Elinde ekmek bıçağıyla karşısına çıkacak sapığı görüp de öldürmeyi ve içinde yaşadığı kabustan kurtulmayı dileyen. Görmeyen gözlerle yürüyen... yürüyen...yürüyen.

Tunç ve Sedef'i geride bırakmış koşarken ne yöne ilerlediğimin farkında değildim. Açıkhavada ilerliyordum. Şehrin siyahına karışmış flu bir ışık demetinden ibaretti gördüğüm. Dişlerimi dudaklarıma geçirmiş kanatırcasına ısırırken gözlerimden akan yaşları tutamıyordum. Yüzümü kırbaç gibi döven rüzgar gözyaşlarımı daha yüzümden dökülmeden kurutuyordu. Çok yakınımdan hızla geçen bir arabanın acı kornasıyla irkilerek kenara çekildiğimde Zorlu'dan çıkmış, Barbaros yokuşundan aşağı yürüyordum.

Saat kaç bilmiyordum. Gecenin üçü. Sabahın beşi. Karanlığın en yoğun anında, bir ben vardım bir de kendi vicdanımda kendimi idam ettiğim o an. Gözlerimi açıp Tunç'u gördüğüm o an hissettiğim dehşet dikenli bir zırh gibi tenimi kuşatmış haldeydi. Ne yaparsam yapayım gerçek değişmeyecekti.

İçimdeki kötülükten kaçamayacaktım.

Atlas'ın beni defalarca uyarmasına ve ben de onu onaylamama rağmen Tunç'un yanında bulmuştum kendimi. Kısa süre sonra gerçekleşecek ihanetimi bilmeden bana dair sahiplenici cümleler kuran iyi niyetli Sedef'i düşünüyordum. Neler olduğunu tahmin ederken yüzünde beliren o son bakışı gözümün önünden silemiyordum. İçimde biriktirdiklerim yüzünden olmak istediğim insanın yanından bile geçemiyordum. Deney kabından cam tepsiye dökülen simsiyah yoğun bir karışım gibi ben artık saf kötülüktüm.

Nasıl bu kadar kontrolden çıkabilmişti herşey? Ben nasıl, nasıl böyle büyük bir hataya düşebilmiştim? Atlas'ı tanıdığım günden sonra keşfettiğim bu güven duygusuyla tetiklenmişti herşey. Öylesine güçlü bir şekilde hayatımı sarmalamıştı ki, yokluğuyla gelen devasa boşluk, babamın yokluğuyla başlayan bir süreci yeniden harekete geçirmişti. Kendimden daha çok güvenebileceğim birine duyduğum bu ihtiyaç, bir türlü kapanmayan bir yaranın iltihaplı kökü gibiydi. Uzun sürse de kimseye ihtiyacım olmadığı yalanına kendimi ikna ettiğim bunca yıldan sonra, Atlas'ın çepeçevre sardığı hayatıma ne kadar da kolay alışmışım meğer. Ne kadar da farketmeden... Ve şimdi, yüzünü bir kez olsun görmeden geçirdiğim bir buçuk ayın ardından yokluğuyla baş etme konusunda büyük çuvalladığımı anlıyordum. Tunç'a duyduğum anlık güvenin, kimseye değil de ona babamın ölümünü anlatmamın ve sonra yan yana oturduğumuz o an yaşananların başka bir açıklaması olamazdı. Herkesin içinde yok etmek istediği bazı yönler vardı. Benimki bana bile fazlaydı.

İyi bir insan olmaktan, kendinden emin olmaktan, kararlı olmaktan ne kadar uzak olduğumu görebiliyordum.

Yanlıştım. Çok yanlıştım. Yanlış olmanın hissettirdiği bu utanç aynada görsem kendimden yüz çevireceğim bir boyuttaydı.

Yokuş aşağı adımlarım beni deniz kenarına ulaştırdı. Sahil şeridi gecenin başındaki kadar kalabalık değildi. Çoğunluk dağılmış, ortalıkta tek tük alkol almışlar, arkadaş grupları veya kimseyi umursamayan çiftler kalmıştı. Hepsi kendi halindeydi, kimse kimseye bulaşmıyordu. Şehir hatları Üsküdar Vapur iskelesinin yanındaki bankların birinde birbirine sokularak oturmuş bir çift vardı. Keskin soğuk altında boş olan diğer banka oturdum. Ceketimin kollarını parmak uçlarıma kadar çekiştirdim. Gözlerim ve burnum akmaya devam ederken hemen yanıbaşımda durmuş masumiyetin simgesi kara gözleriyle bana bakan iri sarı bir sokak köpeği gördüm. Gözlerindeki o bakış içimdeki masumiyeti çoktan yitirdiğimi düşündürdü bana. Ben o gece, ben olmayı hiç sevmedim. Ben o gece, zamanı geriye almak istedim.

Hayalimdeki İpek, sıcak yüzünden tepeden topladığı saçlarıyla oturduğu salonda yerinden kalktı. Haberlerin yayınlandığı televizyonu henüz Atlas'ın haberi yayınlanmadan önce kapattı. Üniversite tercihlerini değiştirdi. Bir devlet üniversitesi kazandı. Günlerin daha uzun, havanın daha sıcak olduğu bir Anadolu şehrinde okumaya başladı. Yepyeni insanlar tanıdı. Yalan söylemedi. İsmini değiştirmedi. Planlar yapmadı.

Aynaya baktığında gördüğü yüzden utanmadı.

Hayalimdeki bu an, oyunun bittiğini anladığım andı.

*************

Yürüye yürüye yurda döndüğümde gün iyice ağarmıştı. Sedef'le karşılaşsam ne diyeceğimi bilmiyordum. İstediğini sayıp dökse haklıydı. Yaptığım benim de ağırıma gidiyordu. Sesimi çıkarmazdım. Kısıtlı zaman süresince bir arada olacağımızı düşünerek bir cesaret içeri girdim.

Yoktu. Odada terkedilmiş sessizliği vardı. Tam karşımda masanın üzerinde duran kar küresini gördüm o an. Herşeyin başladığı dağ aşamayacağım en büyük engelimdi. Olmak isteyip de olamadığım herşey yüzünden canım çok yandı. Ben ne babamın kızı olabilmiştim, ne Atlas'ın sevgisini haketmiştim, ne Sedef'in dostluğunu. Üzerimdeki elbiseyi ağlaya ağlaya çıkarıp katladım. Sedef'in yatağının üstüne bıraktım. Kendime ait bir şeyler giydim. Sonra yatağın altında duran büyük valizimi çıkardım. Fazla eşyam yoktu. Ne varsa içine doluşturdum. Unuttuğum varsa da umursamadım. Çabucak bitmişti herşey.

Amacını, umudunu, kendini yitirmiş olarak son kez indim yurdun merdivenlerini. Buraya ilk geldiğim günden beri ne kadar değişmiştim. Önündeki deftere başkasına imza attırdığımız, türlü yalanlarla kandırdığımız güvenlikçi abinin yanından geçtim.

"Az önce geldin. Nereye böyle İpek?" diye sordu babacan bir tavırla. Sonra elimdeki valizi farketti. "Yeni yıl sabahı o valiz ne?"

"Eve gidiyorum abi."

"Sınavlara evde mi çalışayım dedin yoksa?"

"Öyle sayılır." dedim daha fazla meraklanmasın diye.

"İyi yapmışsın, iyice çalış bakalım. Allah zihin açıklığı versin."

"Sağ ol abicim." dedim. Mümkün değilmiş gibi gelse de yüzüme gülümsemeyi andırdığını umduğum bir ifade oturtmayı başardım. "Haydi görüşürüz."

"Güle güle git. Hayırlı yolculuklar."

Demir sürgüyü çekerek dış kapıyı açtım. Kampüse doğru yürüyüp, okul servisleriyle Beşiktaş'a gidecek, oradan da otobüs yazıhanesine gidip bilet alacaktım. Telefonumdan otobüs saatlerine baktım. Akşam üzeri kalkacak bir otobüs vardı. Kafamı telefondan kaldırdım.

Yurdun önünde taksiden inen Sedef'le göz göze geldim.

Elimde büyük çekçek valizim, kafama çektiğim kapüşonlumlaydım. O ise, geceki güzel elbisesinin üstüne giydiği uzun siyah kabanı, ince topukluları, geceden kalma saçı ve dağılmış makyajıylaydı. Ne söyleyeceğimi bilemeyerek öylece karşısında durdum. O da bir an durdu önce, sonra hayalkırıklığını silah gibi kuşanan bakışlarıyla bana doğru yürümeye başladı. Tabanlarıma çivi çakmışlar gibi yerimde sabit kaldım. Tam olarak da öyle hissediyordum o anda. Tüm vücuduma çiviler saplanıyordu bakışlarıyla.

"Gidiyor musun?" diye sordu. Her yeri dağılmış topuzuna, ağladığı için akmış göz makyajına daha yakından baktım. Kafamı sallayarak onayladım. "Git. Bir daha da asla geri dönme." dedi.

Kafamı salladım.

"Başka adam mı kalmadı?" dedi adım adım yürüyüşünü sürdürerek. "Ne geçiyordu aklından? Atlas olmadı Tunç'la mı deneyeyim dedin? Böyle kucaktan kucağa gezecek misin? İnsanın bir sınırı olur be! Bir utanması bir limiti olur. Ben seni en yakınım saydım." Gözlerim utancın yaşlarına bürünürken, o yaşlar dökülmesin diye kendimi sıkıyor, susuyordum. Sedef'te benden farksızdı. Sesinin titreyen tonuna hakim olmaya çabalamasına rağmen o akıp giden yaşlara engel olamıyordu. "Sana güvenmiştim! Geçmişte sana nasıl baktığını görmeme rağmen ona da güvenmiştim! Sen Atlas'ı seviyordun, o da beni seviyor diye düşündüm. Ben ne aptalmışım." dedi hıçkırıkları arasında.

Ne diyecektim ki? Hayır öyle değil mi diyecektim? Alkol etkisi var ya da yok gözümün önünde Atlas'ın gölgesi düşmüş yüzüyle Tunç'un yanında oturan ben değil miydim? Atlas'a hissettiklerimin binde birini hisseder miyim acaba diye elimi Tunç'un yanağına uzatan ben değil miydim? Tunç benden aldığı cesaretle beni öperken ben neredeydim, orada değil miydim?

"İnkar et!" diye bağırdı Sedef öfkesini atamayarak. "Olmadı de, öpüşmedik de. Tunç yalancı orospu çocuğunun biri, seni sevmediği için yalan söylüyor, ben asla böyle bir şey yapmam de." Onu vuran yıkım benim de içimden delerek geçti. Kahroluyordum. Bıraktım ben de kendimi artık. "İpek ben seni böyle tanımadım. Harbi kız dedim, dürüst kız dedim. Asla düşünmezdim böyle birşeyi yapabileceğini. Hem inanmıştım Atlas'ı sevdiğine. Bitti dedin sustun, konuşmadın hiç. Sandım ki bitiren Atlas'tı. Öyle perişan görünüyordun çünkü üstüne varmak istemedim, hatta Tunç bile öyle sanıyordu uzun zaman. Çok sonra öğrendik senin bitirdiğini. Neler oluyor sana? Başından beri istediğin Tunç muydu? Açıkça söyle."

Tunç'la ikimizi yan yana gördüğü ilk andan beri aynı ithamları üzerime savuran Atlas'a öfkelendiğim zamanları hatırlamak, demir çivilere basa basa yürüdüğümü hayal etmek gibiydi. Aynı cümleyi bir kez de Sedef'ten duymak o çivilerin derimi keserek beni parçaladığını hissetmek gibiydi.

"Ben hep Atlas'ı sevdim." dedim içim yanarak. "En çok da sevmemem gerektiği halde sevdim. Ama onunla olan hiçbir şey dışarıdan göründüğü kadar basit değil."

"Ne demek istiyorsun?"

"Sana anlatamadığım bazı diğer şeyler var. Hepsi çok üst üste geldi, kaldıramadım, kendi yarattığım yığının altında kaldım."

"Bu kadar basit olmaz İpek. Bu kadar basit cümlelerle çıkamazsın işin içinden. Ben sana güvenmiştim. Ben seninle birlikte eve çıkmak istiyordum. Tunç'a ondan vazgeçeceğimi ama senden vazgeçmeyeceğimi söyledim daha dün gece!" Haklı isyanı karşısında suskun kalarak gözlerimi kaçırdım. "Bir gece sürmedi, bitti herşey. Diyor ki, çok sarhoştuk. Seni o öpmüş, senin suçun yokmuş. Ama önemi yok. Sen de suçlu olduğunu düşünüyorsun, belki de benim bilmediğim bir şeyler var. Orada değildim sonuçta. Ne söylerseniz onu gerçek sanacak kadar aptalım."

"Dün gece Tunç'la olan, aklımın Atlas'la dolu olduğu, onu çok özlediğim ve özlemekten saçmaladığım bir anda gerçekleşen bilinçsiz bir olaydı. Hiçbir his içermiyordu. Çok üzgünüm. İmkanı olsa herşeyi geriye alırdım."

"Ama alamazsın." dedi acı acı. "Sen bir şey hissetmedin, peki ya o?"

İşte bu soruya cevap vermek kendi adıma konuşmaktan çok daha zordu. Tunç adına konuşmayı düşünmek bu olay karşısında zaten kısıtlı olan cümlelerimi hepten tüketiyordu. Ben hala onun bazı şeyleri Atlas'ın inadına yaptığını düşünüyordum. Yine de düşüncemi Sedef'le paylaşmak iyiden iyiye anlamsız geliyordu. Çok eskiden konuşulmuş konulardı bunlar. Kapandı deyip geçmiştik. Kapanmıyormuş demek. Arkadaşız diye düşünen ben hatasız değildim. Aksine, Tunç'un geçmişte bana olan davranışlarını bile bile dün gece onlarla dışarı çıkan ben de onun kadar hatalıydım. Fakat Sedef bir cevap bekliyordu, bu yüzden,

"Tunç için de bir şey ifade ettiğini düşünmüyorum." dedim. Kafasını iki yana salladı.

"Birinizden biri yalan söylüyor. Bense ikinizden de tiksiniyorum ve yüzünüzü görmek istemiyorum bir daha."

"Beni görmeyeceksin." dedim elimdeki valizi işaret ederek. "Gidiyorum ben."

Valize ilk kez görüyormuş gibi baktı.

"Nereye gidiyorsun?"

"Okulu bırakıyorum."

Sitem dolu derin bir iç çekerek, sabır dilercesine bakışlarını göğe dikti. Kederli ama kendinden emin bir şekilde bakışlarını bana çevirdi.

"Okulu bırakmana sebep olan kişi olmak istemiyorum."

Sırtını yurdun duvarına yasladı. Çantasından bir sigara çıkarıp yaktı. Yatışan gözyaşlarını silerek makyajını iyice dağıttı. Ben de onunla birlikte duvara yaslandım. Aramızda bir miktar mesafe vardı, yine de yan yanaydık.

"Sebebi sen değilsin, Tunç da değil. Ben ortadan çekilince belki daha kolaylaşır işler. Yeniden konuşur, çözersiniz belki, belki o da daha aklı başında davranır. Ben Atlas yüzünden gelmiştim bu okula." dedim itirafın ilk kıvılcımını tutuşturarak. "Atlas yüzünden de gidiyorum. Bu son olay, ne kadar büyük saçmaladığımın bir göstergesi oldu sadece. Çok özür dilerim yaşattığım herşey için. Umarım bir gün beni affedersin."

Sorgulayan gözlerle bakıyordu yüzüme.

"Dün gece istememene rağmen binbir zorlamayla çıkardım seni dışarıya. Olanlarda benim de payım var." dedi çuvaldızı kendine batırarak. "Her geçen gün gözlerimin önünde dağılmana seyirci kaldım. Arkadaş olarak yapabileceğim şeyler vardı. Hatta bana bir gün gerçeklerini anlatacağını söyledin ama ben oturtup seni karşıma nedir diye sormadım. Bencilce davrandım. Arkadaşlığımızın bu şekilde bitmesini istemiyorum."

"Geçmişte kaldı artık. Bir önemi yok."

"Hayır İpek, bu şekilde gitmeyeceksin. En azından bana, seni bu hale getiren gerçeklerini anlatmayı borçlusun. Böyle gidersen hakkımı helal etmem sana. Herşeyi konuşmalıyız sonuna kadar. Ben de alacağım kararlarda enine boyuna düşünmeliyim senden sonra. Gitmeden önce bana anlatmak zorundasın."

Ne farkeder ki diye düşündüm. Nasılsa herşeyin sonuna gelmedik mi?

"Tamam. Nasıl istersen." dedim.

"Acıdan ayaklarımın üstüne basamıyorum artık. Odaya çıkıp üstümü değiştirip geleceğim."

"Ben burada bekliyorum."

Birkaç dakika sonra, üzerinde salaş eşofmanları ve spor ayakkabılarıyla, monta atkıya sıkıca bulanmış halde geri geldi. Makyajını silmişti ama saçları hala aynı darmadağın görünümündeydi. Valizimi yurt güvenliğine emanet bıraktık. Sessiz ve düşünceli adımlarla kampüsün içine yürüyüp, açık olan kafelerden birinde oturduk. Bende hiçbir şey yiyecek iştah yoktu. Başım zonkluyordu. Eminim Sedef'te öyleydi. Buna rağmen kahvaltılık bir şeyler ve iki çay söyledi.

"Madem seviyordun, Atlas'ı neden terkettin?" diye sordu. İçim yeniden bir harlandı Atlas'ın adı geçince. İçmeyeceğim halde önüme gelen çayın içindeki kaşığı yalandan karıştırdım. Nereden başlasam, nasıl anlatsam diye düşünürek kafamı toplamaya çalıştım.

Atlas'ın yüzünü televizyonda gördüğüm ilk anda kurduğum plandan başladım anlatmaya. Babalarımızın dostluğundan, Atlas'ı aslında çocukluğumdan beri tanıdığımdan ama onun bundan haberinin olmayışından bahsettim. Sonra işin karanlık yüzünü anlattım. Kenan Dorukan'ın yaptıklarından ve babamın ölümünün ardından çektiklerimizden bahsettim. İçimde dolu dolu bir nefretle geldiğim bu şehirde, kim olduğumu gizleyerek girdiğim hayatında Atlas'ı tanıdıkça nefretimin biçim değiştirişinden, intikamdan ve maddi beklentilerden vazgeçişimden bahsettim. Her ne kadar inkar etmek istesem de, hakkındaki düşüncelerim iyi yönde değişse de, Atlas'ın Kenan Dorukan'ın oğlu oluşunu değiştiremezdim. Oyuna devam ettiğim takdirde ona vereceğim hasarı önlemek için onu terkettiğimi anlattım. Masaya oturduğumuzda Sedef'in yüzünde olan o tiksinç bir böcekmişim gibi bakışı ben anlattıkça tamamen değişti. Şekilden şekile girdi. Benimle kurduğu empati yüzünden kendiyle çeliştiğini yüzünden okuyabiliyordum.

"Cevaplarını almadan mı gideceksin?" diye sordu sağduyunun tarafında kalmayı seçerek.

"Çıkamıyorum işin içinden." dedim, dışarıda ani bastıran yağmur gibi içimden dışıma taşan sellerin arasında boğularak. "Onu geri istiyorum Sedef. Onu geri istediğimi kendime bile itiraf edememekten öylesine yoruldum ki. Uykuda bilinçsizce ellerime kenetlenen ellerini özledim, gözlerinin sıcacık bakışını özledim, gülüşünü özledim, kıskançlıklarını, öfkelerini, hissettirdiği güveni özledim. Baş edemiyorum bu yoksunlukla. Kalsam olmuyor. Bak nelere sebep oldum istemeden. Kendimi tanıyamıyorum artık. Sen tiksiniyorsun ya benden, haklısın diyorum tepeden tırnağa, ben de tiksiniyorum artık kendimden. Gitsem de herşey eksik kalacak. Varsın kalsın. Benden gitsin, yenildim ben bu yenilgiyi kabulleniyorum. Bu yüzden gidiyorum." diye döküldüm bir solukta.

Sedef de benimle birlikte allak bullak olmuştu.

"Çok zor bir durumdasın. Babanın ölümünde etkisi var mı bilmediğin bir adama aşık olmak korkunç bir his olmalı. Çok daha iyi anlıyorum şimdi içinde bulunduğun açmazları. Ama bence, gidemezsin İpek. Gitmek çözüm değil çünkü. Ok yaydan çıkmış çoktan. Kaya abi mi bu adı her neyse, senin göremediğin büyüklükte bir planı tetiklemiş. Olaylar senin boyunu aşmış çoktan. Gitsen de değişmeyecek bu durum. Kalmalısın. Kalmalı ve bu gizemli üçüncü kişi kimse ona zarar vermeden Atlas'a karşı dürüst olmanın bir yolunu bulmalısın. Gerçek neyse ondan duymalısın. Bir yolu vardır mutlaka. Başka bir yolu vardır her zaman. Yüreğin onun için yanarken..." dedi, sustu. Tunç'u düşünerek olsa gerek yaşlar damladı gözlerinden, "gitmek de çözüm değil, bitirmek de... sana bunları söylememem gerekiyor biliyorum. Hatta senden şu anda nefret etmem gerekiyor ama edemiyorum."

"Merhametini haketmediğim kesin. Hatalıyım hem de çok..."

"Hatalısın." dedi kesin olarak. "Ama Tunç senden daha hatalı. Benden daha iyi biliyordu zaaflarını, bunu kullandı. Şimdi ben daha iyi biliyorum sendeki karmaşayı ve daha iyi görebiliyorum yaşananları. Sana karşı bir şey hissediyor muydu o kısmı muamma, belki de Atlas'a karşı bitmek bilmez hırsı sebep olmuştur. Her iki koşulda da çok yanlış birini sevmişim. Sen olsan da olmasan da üzerdi beni. Eninde sonunda olurdu bu, sadece bunu yaşatan sen olmasaydın keşke. Çünkü sen, çok değerli biriydin benim için. Kendi karmaşam da çok yoğun... nasıl çıkarım bu işin içinden, affedebilir miyim seni bilmiyorum ama..." Durdu bir süre, söylemek istemez gibi tereddüt etti. Sesini düşürdü sonra, yıkık dökük bir tonda; "Affetmek istiyorum." dedi tırnaklarını kemirerek. "Atlas'a olan duygularının büyüklüğünü gördüm. Herkes için ikinci bir şans olmalı. Ama bunun yolu kaçmak değil, yüzleşmek. Herşeyi dürüstçe konuşmak."

Kafamı iki yana salladım.

"Daha fazlasına hazır değilim."

"İpek." dedi kaskatı bir şekilde. "Senden rica etmiyorum. Bana anlattıkların hala senin sırrın. Fakat sadece şimdilik. Atlas geri dönecek. Hazır olman ne kadar sürerse sürsün ona gerçekleri anlatacaksın. Tunç'la yaşadığın bu şey dahil. Tüm tepkisine göğüs gereceksin. Ya batacaksınız ya da çıkacaksınız bu işin sonunda ve bu da bana yaşattığının bedeli olacak."

"Ya anlatmazsam?" dedim katılığı karşısında hayrete düşerek.

"O zaman ben anlatırım." dedi.

***************

O günün devamında Sedef, yurttaki odasını değiştirmek için başvuru yaparken, ben de valizimdeki gereksiz yükü boşalttım. Sadece ders notlarımı ve birkaç parça kıyafetimi alarak, bir haftalık bir uzaklaşma ihtiyacıyla Antalya'ya giden otobüse bindim. Yolda önce bir boğaz ağrısı başladı, diken diken oldu boğazım yutkunamaz oldum. Başımın ağrısı dayanılmaz boyutlara vardı. Önceki geceden alkolün etkilerine yordum. Sıcak bir şeyler içtim, ilaç aldık, uyumaya çalıştım. Antalya'da otobüsten inerken kafamı dik tutamaz haldeydim. Hapşırık tıksırık derken evin kapısını çaldım. Sürprizim karşısında şok geçiren anneme sarılırken neredeyse kollarına yığılacaktım.

"İpek? Neyin var senin?" Her anne gibi hemen elini alnıma dayadı. "Yanıyorsun sen."

Sonrası, yatak döşek yatmakla, çorbayla, ilaçlarla, anne şefkatiyle geçen üç gün. Biraz olsun ayaklandığımda ders çalışmaya kapandım. Hastalık, ağır ruh halimi kamufle etmişti. Annem evde olduğum için o kadar mutluydu ki, beni iyileştirmeye ve sınavlarıma iyi hazırlanabilmeme odaklamıştı kendini. İçinde bulunduğum kaosu anlamıyordu, anlasaydı da anlatmazdım zaten. Alışıktık ikimizde. Ben anlatmazdım. Annem de sorgulamazdı. Bir hafta böylece hızla geçti.

İstanbul'da bir kez daha otobüsten inerken, herşeye rağmen bir haftalık sakinliğin iyi geldiğini düşünüyordum. Fırtına öncesi sessizlik gibiydi tıpkı.

Artık Sedef'le paylaşmadığım odama yeni bir kız gelmişti. Odanın kapısını açtığım an kulaklarım sağır oldu dinlediği müziğin gürültüsünden. Ufak tefek dağınık bir tipti. Gözüme ilk çarpan zaten bu dağınıklığı ve yurtta yasak olmasına rağmen içtiği ama atmaya tenezzül etmediği belli olan bira şişeleri oldu. Geldiğimi görünce, elindeki cips paketini bırakıp pis ellerini pijamasına sildi ve bana elini uzattı. At kuyruğu topladığı siyah saçlarının diplerinin yağlı oluşu dikkatimi çekti.

"Hoşgeldin." dedi bana hiç de hoş gelmeyen bir gülüşle birlikte. "Ben Hande."

"İpek." dedim istemeye istemeye elini sıkarak. "Hangi bölümdesin?"

"Biyoloji. Sen?"

"İşletme."

"Memnun oldum."

"Ben de." dedim nezaketen. "Müziğin sesini biraz kısar mısın?" diye ekledim elimdeki çantayı bırakıp. Yokluğumda yatağımın üstüne attığı kıyafetleri kaşlarımı çatarak kucakladım ve sahibine uzattım.

"Sahiden mi?" dedi yapmacık gülüşü anında çarpılarak.

"Efendim?"

"Daha içeri gireli beş dakika olmadan bana patronluk mu taslayacaksın?"

Gözümün önüne yavaşça inen kırmızı perdeyi görmezden geldim. Sakin bir ses tonuyla,

"Yarın finaller başlıyor, insanlar ders çalışıyorken bu kadar yüksek sesle müzik dinlemek kaba bir davranış."

"İyi de odamın içinde dinliyorum."

"Benim de odamın. Ve ben rahatsız oluyorum. Kıyafetlerini de bir daha benim yatağımın üstüne bırakmazsan sevinirim."

"Çok iyi anlaşacağız seninle belli."

"Belli belli." dedim öfkem tepeme vurarak. Aslında duş almak istiyordum ama bu yeni kızın tavrı beni delirttiği için ders çalışmaya karar verdim. Tabi onun yanında değil, etüd odasına gidecektim. Ertesi günkü sınavın notlarını çantamdan aldım. Hışımla kapıya yöneldim. Tam çıkacaktım arkamı döndüm;

"Ha bir de," dedim. "bir daha odada bira içersen seni yönetime şikayet ederim."

Pislik, cevap vermese de muhakkak içinden küfür ediyordu kapıyı kapattığımda. Etüd odası doluydu. Kendime boş bir masa buluş oturduğumda uzak uçtaki bir masada Sedef'i gördüm. Kulağında kulaklıkla ders çalışmaya yoğunlaşmıştı. O beni görmedi. Bense onu daha şimdiden ne çok özlediğimi düşündüm. Rahatsızlık vermek istemeyerek yanına gitmedim, zaten bunca şeyden sonra açıkça yüzsüzlük olurdu. Kendi kulaklığımı taktım ve önüme döndüm.

İlk final.

Sabahın sekiz buçuğunda fakültenin önü uykulu gözlerle tekrar yapan, konuları karşılaştıran öğrencilerle doluydu. Endişeden midem ağzımın içinde atarak amfiye girdim. İçerideki atmosfer dışarıdakinden bile ağırdı. Dersi bilmemkaçıncı kez alan eskiler ve benim gibi yenilerle doluydu sınıfın içi. Atlas'ın hangi sınavlara gireceğini bilmediğimden her an karşılaşma ihtimalimiz vardı ve bu ihtimal düşüncesiyle bile nefesimi kesiyordu. Belki de şuan aynı sınıftaydık ve kalabalıktan dolayı onu görmüyordum. Bu düşüncenin az sonra gireceğim sınava hiçbir katkısı olmadığını bildiğimden uygun bir yere oturdum ve son tekrarları yapmak üzere ben de notlarımı çıkardım. Vakit gelince, okulun en kibirli, en zorlu hocalarından biri olan Aylin hoca ve asistanları içeri girdiler. Son giren asistan kapıyı kapattı. İlk giren,

"Evet arkadaşlar, notları ve telefonları kaldıralım lütfen." diye seslendi. Herkeste bir toparlanma hareketliliği oldu. Aynı anda sınıfın kapısı açıldı.

İçeri Atlas girdi.

Herkes gibi Aylin hoca da ona döndü. Gözlüğünü gözüne oturtarak,

"Atlas Dorukan." dedi şaşkınca. "Nihayet final sınavıma girdiğinizi görmek güzel."

Koyu renk bir kot, siyah botlar giymiş, her zamanki gibi sweatshirtünün kollarını geriye sıvamıştı. Sanki daha bir irileşmişti görmeyeli. O kollar kesinlikle daha şişkin görünüyordu son gördüğümden. Tırmanışlardan, diye düşündüm. Saçları pırıl pırıl ve havalıydı. Sanki hiç kıpırdamazken bile endamından yayılan o hava yetmiyormuş gibi, çekiciliğini ulaşılmaz seviyelere çeken gönülçelen bir gülümsemeyle birlikte,

"Sizi görmek de güzel hocam." dedi. Aylin hoca katı tavrından beklenmeyen bir şekilde belli belirsiz gülümsedi.

"Otur hadi otur."

Atlas'ın bakışları oturacak boş yer aramak üzere amfiye döndü.

Yüz küsür kişi var, beni nasıl görecek diye düşündüm.

Gördü.

Continue Reading

You'll Also Like

28.6K 2K 25
"Saatler ve haftalar işlemez aşkın gövdesine, hatta taşırlar onu kıyametin eşiğine" demişti Shakespeare. Zamanı ve mekanı aşabilecek kadar kuvvetli o...
210K 13.7K 24
Bütün cümlelerimi, kelimelerimi feda ettim. Şakaklarımdan, köprücük kemiklerime doğru süzülen terleri hissediyordum. Avuç içlerimdeki kanların yere d...
4.2M 189K 60
Yok oluş kaçınılmazken yeniden varoluşun hikayesi... Biraz yarım. Biraz eksik. Ama yeniden.
10K 1.1K 24
Doğa, Savaş'ın arkasına dönüp kendisini seyrettiğini bilmiyordu. Başını telefonundan kaldırıp onunla gözgöze geldiğinde bir anlığına korktu. Damağını...