Çocukluğum

De ClassicsTR

16K 423 197

Maksim Gorki'nin bu kısa romanı, hayatının çocukluktan yetişkinliğe geçiş dönemini anlattığı ünlü üçlemesinin... Mai multe

I
II
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
XII
XIII

III

1.2K 40 22
De ClassicsTR

III

İyileştiğim zaman Çingene çocuğun evde özel bir yeri olduğunu öğrenmiştim: Dedem öteki çocuklara olduğu gibi sık sık ve öfkeyle bağırmıyordu ona; arkasından gözlerini kısarak başını sallayarak şöyle diyordu:

"Çok yaman bir çocuk şu Çingene, çok becerikli! Bu dediğimi unutmayın: İleride esaslı biri olacak!"

Dayılarım da iyi, dostça davranıyorlardı ona; hemen her gün kötü bir şaka düzenledikleri Grigori Usta'ya yaptıkları gibi "alaya almıyorlardı" onu. Oysa ustaya neler yapıyorlardı: Ya makasını ateşte ısıtıp veriyorlardı eline, ya sandalyesinin minderine sivri ucu yukarıya gelecek biçimde çivi yerleştiriyorlardı, gözleri pek iyi görmeyen adamcağızın önüne değişik renkte kumaş parçaları koyuyorlardı... o da hepsini bir arada dikiyor, bunun için dedemden laf işitiyordu.

Bir gün yemekten sonra mutfakta tahta sıranın üzerinde uyurken yüzüne kırmızı anilin boya sürdüler; uzun süre öyle boyalı yüzle, gülünç bir biçimde dolaştı. Kır sakalında gözü andıran kocaman, yuvarlak, mat iki leke vardı; hemen altında da hüzünlü, uzun, koyu kırmızı, dile benzeyen bir şey sarkıyordu.

Dayımlarda böyle şakaların sonu yoktu. Ama usta hepsine sesini çıkarmadan katlanıyor; önce kendi kendine hafiften mırıldanıyor, ütüye, makasa, maşaya ya da yüksüğe dokunmadan parmaklarını bol bol tükürüklüyor, elini ondan sonra uzatıyordu. Onun için bir alışkanlık olmuştu bu. Öyle ki, yemekte bile bıçağı ya da çatalı alırken parmaklarını tükürüklüyor, çocukların gülmesine neden oluyordu. Canı acıyınca ablak yüzünde kırışıklıklar oluşuyordu ve bu kırışıklıklar kaşlarını kaldırarak tuhaf bir biçimde alnına geçiyor, oradan dazlak kafasının bir yerlerinde kayboluyorlardı.

Oğullarının bu oyunlarını dedemin nasıl karşıladığını hatırlamıyorum, ama büyükannem yumruğunu sallayarak gözdağı veriyordu onlara:

"Utanmaz, arlanmaz insanlar! Hainler!"

Gelgelelim, dayılarım Çingene çocuğun arkasından olumsuz, alaylı şeyler söylüyor, onun işini eleştiriyor, "Hırsız, tembel," diyorlardı .

Onların neden böyle konuştuklarını soruyordum büyükanneme.

Her zaman olduğu gibi seve seve, anlayabileceğim bir dille anlatıyordu bana:

"Çünkü, biliyor musun, ikisi de, kendi atölyeleri olduğunda Vanyacığımı kendine almak istiyor, işte bunun için birbirlerine karşı böyle kötülüyorlar çocuğu; işe yaramaz olduğunu söylüyorlar. Sahtekârlık, kurnazlık yapıyorlar. Vanyacığımın onlara gitmeyeceğinden, dedenin yanında kalacağından korkuyorlar. Deden de bakarsın... üçüncü atölyeyi onunla birlikte açar. Dayıların işine gelmez bu, anladın mı?"

Hafiften gülüyordu büyükannem:

"Akıllarınca kurnazlık ediyorlar, günah işliyorlar! Ancak, deden her şeyin farkında, bu yüzden, inadına kışkırtıyor dayılarını: 'Onu askere almamaları için, Vanya'ya askerliğini yaptı belgesi alacağım. Çünkü bana lazım o!' Ama dayıların buna kızıyorlar, böyle bir şeyin olmasını istemiyorlar; bunun için verilecek paraya acıyorlar... Bu belge pahalı, çünkü."

Gemide olduğu gibi büyükannemle şimdi de birbirimize çok yakındık. Her gece uyumadan önce masallar veya bir masaldan farksız kendi hayatını anlatıyordu bana. Ailenin iş hayatından, çocukların mal paylaşımından, dedemin kendisi için yeni bir ev alacağından söz ediyordu. Gülümseyerek, bu aileye yabancıymış, kendisi ailenin ikinci büyük kişisi değil, bir komşuymuş gibi konuşuyordu.

Ondan, Çingene çocuğu, bebekken ilkbaharın başlarında yağmurlu bir günde sokağa atılmış bulduklarını öğrendim. Evin önünde tahta sıranın üzerine bırakmışlar onu.

"Bir beze sarıp bırakmışlardı," diye anlatıyordu büyükannem dalgın ve gizemli bir tavırla. "Sesi zor çıkıyordu, donmak üzereydi."

"Bebekleri neden sokağa atıyorlar, büyükanne?"

"Annesinin sütü yoktur, çocuğu besleyecek bir şeyi de... Bir süre önce yeni doğmuş bir çocuğun açlıktan öldüğünü duymuştur, korkmuş, kendi çocuğunu da getirip bizim evin önüne bırakmıştır."

Büyükannem başını kaşıdıktan sonra içini çekerek, tavana bakarak anlatmayı sürdürüyordu:

"Hep fakirlikten, Alekseyciğim... Öyle yoksul insanlar var ki, bilemezsin!.. Ayrıca, evlenmemiş bir kızın çocuk doğurması da istenmez. Ayıptır! Deden Vanyacığı polise teslim etmek istedi, ama ben vazgeçirdim onu. 'Yanımıza alalım bu çocuğu', dedim. 'Tanrı ölen çocuklarımızın yerine gönderdi bize onu'. Evet, on sekiz çocuk doğurdum ben, hepsi yaşasaydı bir sokak boyu, on sekiz evimiz olurdu! Düşünsene, on dört yaşımda kocaya verdiler beni, on beşimde de doğurdum. Ama Tanrım sevdi benim kanımı, bütün çocuklarımı yanına melek olarak aldı. Hem üzülüyorum, hem seviniyorum!"

Büyükannem yatağın kenarında, üzerinde bir gömlekle oturuyordu. Simsiyah saçları, iri bedeniyle, geçenlerde Sergaçlı, sakallı bir ormancının, avluya getirdiği dişi ayıya benziyordu. Kar beyazı göğsünün üzerinde haç çıkararak gülümsüyor, sağa sola sallanıyordu:

"Tanrım iyilerini kendine aldı, kötüleri bana bıraktı. Vanyacığı çok sevdim... zaten çocukları çok severim! Neyse, eve aldık onu, kilisede vaftiz ettirdik, şimdi de güzel güzel yaşıyor aramızda. Önce, 'Böcek' diyordum ben ona, kimi zaman böcek gibi ötüyordu çünkü. Tam bir böcek gibi de dolaşıyordu ortalarda. Sev onu, çok iyi bir çocuktur!"

Hem seviyordum Vanya'yı, hem ona hayrandım.

Dedem hafta içinde yaramazlık yapan çocukları kırbaçladıktan sonra kiliseye gittiği cumartesi günleri mutfakta anlatılmaz neşeli bir hayat başlıyordu: Çingenecik sobadan simsiyah hamamböceklerini çıkarıyor, onları yan yana bağlıyor, kâğıttan kesip yaptığı kızaklara onları koşuyor, güzelce kazınıp temizlenmiş masanın üzerinde dörtnala koşturuyordu. Hamamböceklerini ince çıralarla kırbaçlarken naralar atıyordu:

"Hadi Piskopos'un yanına çek bakalım!"

Bir hamamböceğinin sırtına küçük bir kâğıt parçası yapıştırıyor, öndeki kızakların arkasından koşturup bağırıyordu:

"Hey, çuvalı unuttunuz. Papaz arkanızdan getiriyor onu!"

Bir hamamböceğinin ayaklarını birbirine bağlıyordu; böcek kafasını öne vura vura sürünüyordu, Vanyacık el çırparak çığlıklar atıyordu:

"Zangoç meyhaneden kiliseye, akşam ayinine gidiyor!"

Emir verdiğinde, arka ayaklarının üzerinde, uzun kuyruklarını kıvırarak siyah boncuklar gibi parlak gözlerini kırpıştırarak yürümeye başlayan fare yavrularını gösteriyordu bize. Farelere karşı sevecendi, onları koynunda taşıyor, kendi ağzından şekerle besliyor, öpüyordu. Kendine büyük bir güvenle şöyle diyordu:

"Fareler akıllı, iyi yürekli canlılardır. Ev cinleri çok sever onları! Koruyucu dede, ev cini fareleri besleyen insanlara yardım eder..."

İskambil kâğıtlarıyla, paralarla çeşitli oyunlar yapıyor, çocukların hepsinden daha yüksek çığlık atabiliyordu. Ve bizlerden neredeyse hiç farkı yoktu. Bir gün çocuklarla kâğıt oynarken birkaç kez peş peşe yenilince çok üzülmüş, dudaklarını şişirip oyunu bırakmıştı. Daha sonra burnunu çekerek yakınmıştı bana:

"Biliyorum, bana karşı sözleşmişlerdi! Birbirlerine göz kırpıyor, masanın altından aralarında kartları değiştiriyorlardı. Öyle oyun olur mu? Aslında, hile yapmayı ben onlardan çok daha iyi bilirim...."

On dokuz yaşındaydı Vanya, yaşı dördümüzün toplamından fazlaydı.

Ama ben onu daha çok, cumartesi akşamlarından hatırlıyorum. Dedem ile Mihaylo dayım bir yerlere konuk gidiyorlar, kıvırcık saçları karmakarışık Yakov dayım gitarıyla mutfakta kalıyordu. Büyükannem çayın yanına çeşit çeşit yiyecekler hazırlıyor; masaya, altında pek güzel kırmızı çiçekler olan yeşil sürahiyle votka getiriyordu. Bayramlıklarını giymiş Çingenecik ortalarda topaç gibi dönüyordu. Grigori Usta koyu, parlak gözlüğüyle sessizce; hemen onun arkasından, kırmızı yüzü çiçekbozuğu, kurnaz bakışlı, sesi borudan farksız, küp gibi şişko Yevgenya Dadı geliyordu. Bazı akşamlar, saçları çok uzun Uspenskli zangoç; ayrıca, turna ya da lota balığına benzeyen, karanlık yüzlü, güvenilmez birtakım insanlar da geliyordu.

Hepsi çok çok yiyor, içiyor, derin derin soluyor, çocuklara şekerlemeler veriyor, her birine birer kadeh tatlı likör dolduruyorlardı. Coşkulu, ama tuhaf bir eğlence sürüp gidiyordu.

Yakov dayım gitarını uzun süre akort ediyordu, akordu bitirdikten sonra her zaman aynı şeyi söylüyordu:

"Hadi bakalım, şimdi başlıyorum!"

Kıvırcık saçlarını şöyle bir savurduktan sonra gitarının üzerine eğiliyor, boynunu kaz gibi uzatıyordu; yuvarlak, tasasız yüzü uykulu gibi oluyordu; canlı, hareketli bakışı yağlı bir dumanın içinde sönüyor ve elinde olmadan ayağa kalkıyor, gitarın tellerine hafifçe dokunarak duygulu bir şeyler çalmaya başlıyordu.

Kesin sessizlik isteyen bir müzik yapıyordu; müzik döşemeden, duvarlardan süzülürcesine, uzak bir yerlerden hızla akarak geliyor, yürekleri heyecanlandırarak herkese anlaşılmaz, hüzünlü, tasalı bir duygu veriyordu. Bu duygunun etkisiyle insan herkese de, kendine de acıyordu. Büyükler de çocuklaşıyorlardı, herkes düşünceli bir sessizliğin içinde eriyerek kıpırdamadan oturuyordu.

Onu en dikkatli dinleyen Saşa Mihaylov oluyordu. Ağzı açık, sürekli amcasına doğru uzanıyor, onun gitarına bakıyor, dudaklarından salyalar akıyordu. Arada kendinden öyle geçiyordu ki, sandalyeden düşüyor, elleriyle döşemeye tutunuyor, düştüğü yerden kalkmıyor, döşemeye oturup donuk gözlerini dört açıyordu.

Herkes hayranlık içinde, kıpırdamadan dinliyordu. Yalnızca semaver, gitarın sızlanışlarının duyulmasına engel olmadan, hafiften, kendi şarkısını mırıldanıyordu. Kare biçiminde iki küçük pencere sonbahar gecesinin karanlığına bakıyordu; arada bir, birileri tıklatıyordu pencerenin camlarını. İki yağ mumunun sarı, mızrak gibi sivri ışığı titreşiyordu masada.

Yakov dayım giderek geçiyordu kendinden. Dişleri sıkılı, derin uykudaymış gibi çalıyordu. Yalnızca elleri bambaşka bir yaşamın içindeydi sanki: Sağ elinin bükük parmakları ürkmüş kuşlar gibi titriyorlardı tellerin üzerinde; sol elinin parmakları ise gitarın sapında büyük bir hızla gidip geliyordu.

İçtiği zamanlar dişlerinin arasından tatsız bir ıslık gibi çıkan sesiyle hemen her zaman aynı yanık şarkıyı söylüyordu:

Bir köpek olsaydı Yakov,

Geceleri sabaha kadar ulusaydı Yakov:

Oy, sıkılıyorum ben!

Oy, hüzünlüyüm ben!

Sokaktan bir rahibe geçiyor;

Bir karga tünemiş çite.

Oy, sıkılıyor canım!

Sobanın arkasında bir ocak çekirgesi ötüyor,

Hamamböcekleri huzursuz,

Oy, canım sıkılıyor!

Bir dilenci asmış çoraplarını kurusun diye,

Başka bir dilenci çalmış çoraplarını!

Oy, çok sıkılıyor canım!

Oy, çok hüzünlüyüm!

Bu şarkıya dayanamıyordum; dayım dilencilerin şarkısını söylemeye başladığında dayanılmaz bir keder içinde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyordum.

Çingenecik, parmaklarını siyah saçlarına geçirmiş, mutfağın köşesine bakarak burnundan sesli sesli soluyor, şarkıyı herkes gibi dinliyordu. Arada, hiç beklenmedik bir biçimde efkârlı, haykırıyordu:

"Ah, sesim güzel olsaydı... aman, ne şarkılar söylerdim size!"

Büyükannem içini çekerek şöyle diyordu:

"Yakovcuğum, yüreğimizi dağladığın yetti artık! Hadi, Vanyacığım, kalk sen de biraz dans et ..."

Yakov ile Çingenecik her zaman yapmıyorlardı büyükannemin dediğini; ama dayım kimi zaman bir an için avucunu tellerin üzerine bastırıp yumruğunu sıkarak yere görünmeyen, ses çıkarmayan bir şey atmış gibi yapıyor, bağırıyordu:

"Hüzünlenmek yetti artık! Hadi, Vanyacığım, kalk!"

Çingenecik üstünü başını düzeltip sarı gömleğini aşağı çekip çivilerin üzerinde yürüyormuş gibi dikkatlice yürüyerek çıkıyordu ortaya. Esmer yanakları o anda kıpkırmızı oluyordu; dudaklarında mahcup bir gülümseme, şöyle diyordu:

"Hareketli bir şey çalın, Yakov Vasiliç!

Gitar coşuyordu, topuklar yere vuruyor, masanın üzerinde, raflarda tabaklar şıngırdamaya başlıyordu; mutfağın orta yerinde de Çingenecik, kollarını kanat gibi iki yana açıp bacaklarını gözle görünemeyecek kadar çabuk hareket ettirerek gerçek bir alıcı kuş gibi oynuyor, çömeliyor, kırlangıç gibi birden sıçrıyor, altın rengi ipek gömleğiyle dönerek her yanı aydınlığa boğuyor, ipek titreyerek dökülerek sanki yanıyor ve süzülüyordu.

Durmadan, dinlenmeden, kendinde değilmiş gibi dans ediyordu Çingenecik. Sanki o anda biri kapıyı açacak olsa, öylece dans ederek sokağa çıkacak, kentte bilinmeyen bir yerlere oynayarak gidecekti...

Yakov dayım ayaklarını yere vurarak haykırıyordu:

"Yandan kes!"

Ve ıslık çalıyor, heyecanla bağırarak komik şarkılar söylüyordu:

Ah, ah! Pabuçlarıma acımasam,

Karıdan da, çocuklardan da kaçardım!

Masadakiler de coşuyordu, bir yerleri yanıyormuş gibi, arada bir onlar da bağırıyor, çığlıklar atıyorlardı. Sakallı usta elini çıplak kafasında dolaştırıyor, bir şeyler homurdanıyordu. Böyle bir akşam, bana doğru eğilmiş, doğrudan kulağıma, yetişkin biriymişim gibi, şöyle fısıldamıştı:

"Aleksey Maksimiç, şu anda baban burada olsaydı, bir ateş de o yakardı! Mutlu, iyi bir adammış! Hatırlıyor musun sen babanı?"

"Hayır."

"Öyle mi? Büyükannenin eline geçseydi, görürdü gününü!"

Sonra ayağa kalktı. Uzun boyuyla, kutsal bir ikonayı andıran bitkin bedeniyle büyükannenin önünde eğildi, olağanüstü kalın sesiyle yalvarmaya başladı:

"Akulina İvanovna, lütfet, şöyle bir dönüver! Bir zamanlar Maksim Savvateyev'le döndüğünüz gibi! Mutlu et bizi!"

Büyükannem gülerek ezile büzüle karşılık verdi:

"Sen ne diyorsun, Grigori İvaniç Efendi. Dans etmek kim, ben kimim! Herkesi güldüremem kendime..."

Ama herkes yalvarmaya başladı ona ve genç gibi ayağa fırladı birden, eteğini düzeltti, doğruldu, ağır başını geriye attı, haykırarak şöyle bir dolandı mutfağın içinde.

"Güleyim demeyin ha! Sağlığınıza! Hadi, Yakovcuğum, tıngırdat tellerini!"

Dayım birden silkindi, doğruldu, gözlerini kıstı, ağırdan ağırdan çalmaya başladı. Çingenecik bir an durdu, birden sıçrayıp çömelip bacaklarını öne atarak büyükannemin çevresinde dönmeye başladı. Büyükannem ise kollarını yana açtı, kaşlarını kaldırdı, siyah gözleriyle uzaklara bir yerlere bakarak havada sessizce süzülüyor gibi oynamaya başladı.

Onu böyle oynarken görünce gülmek geldi içimden, sesli gülümsedim. Grigori Usta tehdit eder gibi salladı bana parmağını, büyüklerin hepsi ayıplar gibi baktı benden yana.

"Yeter artık, Vanyacığım," dedi usta gülümseyerek. Çingenecik sesini çıkarmadan kenara çekildi, kapının eşiğine oturdu; bu arada Dadı Yevgenya boynunu yana yatırıp hoş, alçak bir sesle şarkı söylemeye başladı:

Cumartesiye kadar, bütün hafta,

Dantel ördü kız,

Çalışmaktan yorgun düştü,

Derman kalmadı kollarında!

Büyükannem dans etmiyor, sanki bir şeyler anlatıyordu. İşte, bir an düşündükten sonra sallanarak elinin altından çevresine bakarak sakin sakin yürümeye başladı. İri bedeni kararsızca yalpalıyor, ayakları yere dikkatli basıyordu. Bir şeyden korkmuş gibi ansızın durdu, yüzünde kaslar çekildi, kaşları çatıldı ve o anda tatlı, hoş bir gülümseme aydınlattı yüzünü. Birine yol veriyormuş gibi yanındakini koluyla itip kenara çekildi; başını önüne eğdi, sesleri dinleyerek daha da neşeli gülümseyerek öyle kaldı. Sonra birden hareketlendi, hızla dönmeye başladı. Sanki daha bir büyümüş, boyu uzamıştı. Artık kimse gözünü ayıramıyordu ondan... O anda öylesine güzelleşmiş, sevimli olmuş, bir mucizeyle gençliğine dönmüştü!

Bu arada Dadı Yevgenya boru gibi uğulduyordu:

Pazar günü ayinden sonra

Gece yarısına kadar dans ettim.

Sokaktan eve en son dönen ben oldum,

Yazık, çabuk bitti eğlence!

Dans ettikten sonra semaverin yanındaki yerine oturdu büyükannem. Herkes övüyordu onu, o ise saçlarını düzeltirken şöyle diyordu:

"Kesin artık! Siz nasıl dans edilir, görmemişsiniz daha! Bizim Balahna'da bir kız vardı, ama kimin nesiydi, adı neydi, hatırlamıyorum, onun dansını seyrederken sevincinden ağlayanlar bile olurdu! Bazen onu öyle seyrederken kendini bayramda sanırdın... O anda başka bir şey istemezdi canın! Kıskanırdım o günahkârı!"

"Dans edenler dünyanın en birinci insanlarıdır!" dedi Dadı Yevgenya kalın sesiyle ve Davud'u anlatan bir şarkı söylemeye başladı, o arada Yakov dayım Çingeneciğe sarılıp şöyle dedi:

"Lokantalarda, meyhanelerde dans etmelisin sen, insanların başını döndürürsün!.."

"Ben sesim güzel olsun istiyorum," diye yakındı Çingenecik! "Tanrı bana güzel ses vermiş olsaydı on yıl şarkı söyledikten sonra rahip olmaya bile razı olurdum!"

Herkes votka içiyordu, en çok da Grigori... Büyükannem onun bardağını peş peşe doldururken, uyarıyordu onu:

"Dikkat et, Grigoriciğim, iyice kör olacak gözlerin!"

Grigori kendinden pek emin, karşılık veriyordu:

"Doldurmana bak sen! Gözlerim lazım değil bana artık, göreceğim kadarını gördüm..."

İçiyor, sarhoş olmuyordu, ama daha konuşkan kesiliyor, hep bana babamdan söz ediyordu:

"Yürekli adammış, dostum, Maksim Savvateiç..."

Büyükannem içini çekerek onaylıyordu:

"Evet, çocuğum..."

Her şey son derece ilginçti, sürekli heyecan içindeydim ve olanlardan sakin, bitmeyen bir hüzün doluyordu yüreğime. Herkesin içinde hüzün ile sevinç neredeyse birbirinden ayrılmadan bir aradaydı; yakalanamayan, anlaşılamayan bir çabuklukla birbirinin yerine geçiyorlardı.

Bir akşam Yakov dayım iyice sarhoş değilken, kıvırcık saçlarına, hafiften kırlaşmış seyrek bıyıklarına, burnuna, sarkık dudağına asılarak üzerindeki gömleği yırtıp parçalamaya başladı. Gözyaşları dökerek haykırıyordu:

"Nedir bu böyle, nedir? Neden?"

Yanaklarını, alnını tokatlıyor, göğsünü yumrukluyor, hüngür hüngür ağlıyordu:

"Aşağılık, rezil, namussuz herif!"

Grigori bağırıyordu:

"Çok doğru! Haklısın!.."

Biraz içkili olan büyükannem ellerinden tutmuş, oğlunu sakinleştirmeye çalışıyordu:

"Yeter, Yakovcuğum, Tanrı verir cezasını!"

İçtiği zamanlar çok daha hoş oluyordu büyükannem: Siyah gözleri gülümsüyor, herkesin ruhunu ışığıyla ısıtıyordu. Mendiliyle al al olmuş yüzünü yelpazeleyerek, tatlı sesiyle şöyle diyordu:

"Tanrım, Tanrım! Her şey ne güzel! Evet, bakın, ne güzel her şey!"

Onun yüreğinin haykırışıydı bu, hayatının parolası..."

Hiçbir şeyi umursamayan dayımın gözyaşları, haykırışları çok şaşırtmıştı beni. Onun neden ağladığını, küfürler ettiğini, kendini hırpaladığını sordum büyükanneme.

Büyükannem her zamankinin tersine, isteksizce cevap verdi:

"Her şeyi bilmen gerekmiyor! Daha erken senin için. Hele büyü biraz, ondan sonra öğrenirsin..."

Onun bu cevabı daha da büyük bir merak uyandırdı bende. Atölyeye gidip Vanya'ya sordum, o da bir şey söylemek istemedi, yandan ustaya şöyle bir bakıp pek sakin gülümsedi, beni atölyeden iterek çıkarmaya çalışırken haykırdı:

"Bırak bu işleri, çık dışarı! Yoksa kazana atar, boyarım seni!"

Usta, üzerinde üç kazanın olduğu geniş, alçak sobanın önünde ayakta duruyor, kazanları elindeki uzun, siyah kepçeyle karıştırıyor, kepçeyi kaldırıp renkli damlaların nasıl aktığına bakıyordu. Ateş, ustanın, papaz cüppesi gibi alacalı bulacalı önlüğünde yansıyarak gürül gürül yanıyordu. Boyalı su fokur fokur kaynıyordu kazanlarda, keskin buhar, yoğun bir bulut olarak kapıdan çıkıyor, kuru avluya yayılıyordu.

Usta, gözlüklerinin arkasından bulanık, kırmızı gözleriyle baktı bana, kaba bir tavırla Vanya'ya seslendi:

"Odun getir! Görmüyor musun, bitti odun!"

Çingenecik koşarak avluya çıkınca Grigori teknenin kenarına oturdu, işaret edip beni yanına çağırdı:

"Gel buraya!"

Kucağına oturttu beni; sıcak, yumuşak sakalını yanağıma sürterek unutamayacağım bir şey söyledi bana:

"Dayın öldüresiye dövdü karısını, şimdi de vicdanı sızlıyor, acı çekiyor... anladın mı? Her şeyi bilmelisin, dikkat et, yoksa iyi olmaz senin için!"

Böyle derken Grigori de büyükannem gibi sakin, ama sertti, gözlüklerinin arkasından her şeyi görüyordu sanki.

Hiç acele etmeden, şöyle anlatıyordu:

"Nasıl dövmüş dersin? Kadıncağızla yatmış, uyuyacak, yorganı zavallının başına çekmiş, bastırmış, vurmaya başlamış. Ne için? Kendi de bilmiyor..."

Usta, kucağında odunlarla dönüp ellerini ısıtmak için ateşin önünde çömelen Vanya'ya bakmadan bana akıl vermeyi sürdürüyordu:

"Belki de karısı ondan güzel olduğu, karısını kıskandığı için dövüyordu. Kaşirinler güzeli sevmezler, kardeş, kıskanırlar, kabul de edemezler, yok ederler onu! İstersen, babanı nasıl ortadan kaldırdıklarını sor büyükannene. Büyükannen açık açık anlatır sana her şeyi, yalanı sevmez, çünkü, kabullenemez. Şarap içse, enfiye çekse de, çok iyi bir kadındır. Ne mutlu ona! Kıymetini bil büyükannenin..."

Sonra itti beni, avluya çıkıyordum. Üzgündüm, korkuyordum. Holde Vanya yetişti arkamdan, başımdan tuttu, hafifçe fısıldadı:

"Dayından korkma, o iyi biri; dosdoğru gözlerinin içine bak, bundan hoşlanır."

Her şey çok tuhaftı, heyecanlandırıyordu beni. Başka türlü bir hayat görmemiştim; ama bulanık olarak hatırlıyordum, annemle babam böyle yaşamıyorlardı: Birbirleriyle daha değişik konuşuyorlardı, başka türlü bir neşeleri vardı, hep yan yana yürüyor, yan yana oturuyorlardı. Akşamları çoğu zaman pencerenin önünde oturup uzun uzun gülüşüyor, yüksek sesle şarkılar söylüyorlardı. İnsanlar sokakta toplanıyor, onlara bakıyorlardı. Sokakta herkes dönüp onlara bakıyordu. Burada insanların yukarıya kalkık yüzleri komik bir biçimde, yemekten sonra masanın üzerinde kalan kirli tabakları hatırlatıyordu bana. Herkes çok az gülüyordu burada, her zaman da anlaşılmaz oluyordu gülüşleri. Nedense, sık sık birbirlerine bağırıyor, birbirlerini tehdit ediyorlardı, köşelerde gizli gizli fısıldaşıyorlardı. Çocuklar sessizdi, ortalarda pek görünmüyorlardı; sanki, yağmurun yere yapıştırdığı toz gibi, eziktiler. Evde kendimi yabancı hissediyordum. Bu hayat bedenime onlarca iğne batırıyor gibi, her şeyiyle heyecanlandırıyordu beni, olayları gergin bir dikkatle izlemeye zorluyordu.

Vanya ile dostluğum gün geçtikçe güçleniyordu. Büyükannem güneşin doğmasından gece geç vakte kadar ev işleriyle uğraşıyordu; bense neredeyse bütün gün Çingeneciğin çevresinde dolaşıp duruyordum. Dedem beni kırbaçladığı zamanlar gene kolunu araya uzatıyor, ertesi gün de şişmiş kolunu gösteriyordu bana, üzgün olduğunu söylüyordu:

"Hiç gereği yoktu! Böylece sen daha az acı duyuyorsun ama... bir de benim koluma bak! Bir daha yapmayacağım, o zaman görürsün!"

Ama bir dahaki seferde gene çekiyordu aynı gereksiz acıyı.

"Hani bir daha yapmayacaktın?"

"Yapmayacaktım, ama gene de soktum işte... Sanki farkına varmadan oldu..."

Kısa bir süre sonra Çingenecik'le ilgili, benim ona karşı ilgimi de, sevgimi de daha çok artıran yeni bir şey öğrendim.

Çingenecik, her cuma, dizlerine kadar uzanan gocuğunu giyip başına ağır şapkasını geçiriyor, yeşil kuşağını beline sıkı sıkı sarıyor; büyükannemin sevgili atı, şekeri çok seven yaramaz doru atı Şarap'ı büyük kızağa koşup pazara bir şeyler almaya gidiyordu. Bazen uzun süre dönmüyordu. Evde herkes onu merak ediyor, pencerelerde, buz tutmuş camı soluğuyla eritip dışarı bakıyor, onun gelmesini bekliyordu.

"Hâlâ gelmedi mi?"

"Hayır!"

En çok büyükannem heyecanlanıyordu. Dayılarıma, dedeme şöyle diyordu:

"Ah, ah, çocuğu da atımı da öldüreceksiniz! Hiç utanma yok mudur sizde! Suratsızlar! Pazara gönderecek başka birini bulamadınız mı? Tanrı belanızı versin!"

Dedem homurdanıyordu:

"Tamam, tamam. Bir daha göndermeyiz..."

Kimi zaman Çingenecik eve ancak akşamüzeri dönüyordu. Dayılarım, dedem koşarak avluya çıkıyorlardı. Onların arkasından büyükannem enfiye çekerek nedense her zaman, hantal, dişi bir ayı gibi koşup soluğu avluda alıyordu. Çocuklar koşup geliyorlardı, domuz yavrusu, kuş, balık, her çeşidinden parça parça et yüklü kızağın neşeyle boşaltılması başlıyordu.

Dedem keskin bakışlarıyla yüke şöyle bir bakıp, "Sana söylenen her şeyi aldın mı?" diye soruyordu.

İvan, kızaktan atlarken, ısınmak için yalnızca başparmağı olan eldivenli ellerini ovuşturarak pek neşeli, cevap veriyordu:

"Her şey tamam."

Dedem sert bir tavırla, "Eldivenleri öyle ovuşturma, para verildi onlara," diyordu. "Para arttı mı?"

"Hayır."

Dedem kızağın çevresini ağır adımlarla şöyle bir dolandıktan sonra sesini yükseltmeden, "Gene bir sürü şey almışsın," diyordu. "Sakın, para vermeden bir şey almış olmayasın? Bundan hoşlanmam ben."

Ve yüzünü buruşturup hemen gidiyordu.

Dayılarım neşeyle atılıyorlardı kızağa, bir kuşu, balığı, kaz ciğerini, inek ayağını, kocaman bir parça eti havaya kaldırıp ıslık çalıyor, neşeyle bağırıp çağırıyorlardı:

"Eh, doğrusu iyi iş başarmışsın!"

Özellikle Mihaylo dayım çok seviniyordu: Kızağın çevresinde zıp zıp zıplıyordu. Fıldır fıldır gözlerini kısarak büyük bir hazla dudaklarını şapırdatarak ağaçkakan gagası gibi burnuyla her şeyi kokluyordu. Babası gibi o da sıska, ama biraz daha uzun boylu, yıllanmış bir kütük gibi simsiyahtı.

Üşümüş ellerini yenlerinin içine çekmiş, soruyordu Çingene'ye:

"Babam ne kadar para vermişti sana?"

"Beş ruble."

"Ama burada on beş rublelik şey var. Peki sen ne kadar para harcadın?"

"Dört ruble on kapik."

"Demek, şu anda doksan kapik var cebinde. Görüyor musun, Yakov, para nasıl birikiyor?"

Soğukta yalnız bir gömlekle duran Yakov dayım gözlerini kırpıştırarak mavi, soğuk gökyüzüne bakıp sessizce gülüyor. "Vanyacığım," diyordu tembel tembel, "birer kemik atarsın bize artık..."

Büyükannem atı çözüyordu.

"Ne oluyor, çocuklar? diye sesleniyordu. Kemik de nereden çıktı? Taşımak işinize gelmiyor galiba? Hadi bakalım, gevezeliği bırakın!"

Besili, kocaman Şarap gür yelesini savurarak beyaz dişleriyle büyükannenin omzundan ipek atkısını çekeliyor, neşeli gözleriyle onun yüzüne bakıyor, başını silkeleyerek kirpiklerindeki kırağıyı döküyor, sakin, kişniyordu.

"Ekmek mi istiyorsun?"

Büyükannem atın dişleri arasına bol bol tuzlanmış kocaman bir parça ekmek sıkıştırıyordu, önlüğünü ağzının altında bir torba gibi tutup atın ekmeği yiyişini pek dalgın, izliyordu.

Çingenecik de, genç at gibi oynaşarak sokuluyordu büyükannenin yanına.

"Büyükanneciğim, çok iyi bir at bu, çok da akıllı..."

Büyükanne ayağını yere vurarak bağırıyordu ona:

"Çekil şuradan, kuyruk sallayıp durma bana! Çok iyi biliyorsun ki, bugün sevmiyorum seni."

Büyükannem bana, Çingeneciğin pazarda satın aldığından çok, çaldığını söylüyordu. Canı sıkkın, şöyle diyordu:

"Deden bir beşlik veriyor ona, üç rublesiyle bir şeyler alıyor, on rublelik de çalıyor. Çalmadan edemiyor, edepsiz! Bir kez deneyecek oldu, kimse bir şey söylemedi ona, evde güldü herkes, başarısı için övdüler onu, o gün bugündür hırsızlığı adet edindi. Deden gençliğinde çok yoksulluk çektiği için yaşlılığında açgözlü oldu... Para onun için öz çocuklarından da kıymetli, bedavaya bayılıyor! Mihaylo ile Yakov'a gelince..."

Elini sallayıp bir an susuyordu büyükannem, sonra kapağı açık enfiye tabakasına bakarken homurdanarak sürdürüyordu konuşmasını:

"Evet, Alekseyciğim, zor bir durum bu... Ama onları kör bir köylü alıştırdı buna, şimdi çıkabilirsen çık bakalım işin içinden! Bir gün yakalayacaklar Vanyacığımı, öldüresiye dövecekler..."

Bir an sustuktan sonra ekliyordu:

"Eh! Bizde kural çoktur, ama doğru olanı yoktur..."

Ertesi gün, bir daha hırsızlık yapmaması için yalvarmaya başlıyordum Çingeneciğe.

"Yoksa çok fena dövecekler seni..."

"Yakalanmam, kaçarım," diyordu gülümseyerek. "Hızlı bir at gibi çeviğimdir!" Ama hemen üzgün, asıyordu yüzünü. "Evet, biliyorum, hırsızlık kötü ve tehlikelidir. Can sıkıntısından çalıyorum. Hem, para da bende kalmıyor, dayıların bir hafta içinde hepsini parça parça alıyorlar benden. Paraya acıdığım yok benim, varsın alsınlar! Karnım tok ya..." Birden elimi tutup hafifçe sallıyordu:

"Çok zayıfsın, ellerin incecik, ama kemiklerin sağlam, büyüyünce çok güçlü biri olacaksın. Bak ne diyeceğim sana: Gitar çalmayı öğren, söyle Yakov dayına, sana öğretsin! Henüz küçüksün, ama önemli değil! Küçüksün ve canın sıkkın. Dedeni sevmiyor musun sen?"

"Bilmiyorum."

"Ben Kaşirinlerin içinde büyükanneden başka hiç kimseyi sevmiyorum, Şeytan görsün suratlarını!"

"Ya beni?"

"Sen Kaşirinlerden değilsin; Peşkovlardansın sen, başka bir kan, başka bir ailedir Peşkovlar."

Birden sıkı sıkı sarılıyordu bana, neredeyse havaya kaldırıyordu.

"Ah, sesim güzel olsaydı, ah Tanrım! Şarkılarımla yakardım insanları... Hadi, kardeşim, çalışalım artık..."

Yere bırakıyordu beni, ağzına bir avuç küçük çivi alıp büyük, dört köşe bir tahtanın üzerine siyah bir havluyu gererek çivilemeye koyuluyordu.

Kısa bir süre sonra öldü Çingenecik.

Bu şöyle oldu: Avlu kapısının yanında duvara dayalı, haç biçiminde budaklı, kalın bir meşe kütüğü vardı. Uzun zamandır oradaydı. Eve geldiğim ilk günlerde dikkatimi çekmişti. Kütük o zamanlar taze ve sarıydı, ama sonbahar yağmurlarının altında simsiyah olmuştu. Acı bir koku yayılıyordu ondan ve dar, çamurlu avluda bütünüyle gereksizdi.

Yakov dayım, karısının mezarının üzerine koymak için satın almıştı onu, ölüm yıldönümümde haçı sırtında mezara götüreceğini ant içmişti.

Kışın başlarında bir cumartesi geldi o gün. Dondurucu soğuk, rüzgârlı bir gündü, çatılardan karlar dökülüyordu. Herkes avluya çıkmıştı. Dedem ile büyükannem dua etmek için önden, bazı hatalarım yüzünden beni evde bırakıp üç torunuyla birlikte mezarlığa gitmişlerdi.

Dayılarım, ikisinin üzerlerinde de siyah gocukları, haçı kaldırıp yanlardan altına girip tuttular; Grigori ile yabancı biri daha, ağır kütüğü Çingeneciğin geniş omuzlarına koydular. Çingenecik şöyle bir yalpaladı, bacaklarını iki yana açtı.

"Götüremeyecek misin?" diye sordu Grigori.

"Bilmiyorum. Sanki biraz ağır..."

Mihaylo dayım sinirle bağırdı:

"Kapıyı aç, Şeytan!"

Yakov dayım ise şöyle dedi:

"Utan Vanya, utan, biz seninkinden daha ağırını taşıyoruz!"

Grigori avlu kapısını açarken Vanya'yı sertçe uyardı:

"Dikkat et, bir yerini incitme! Tanrı yolunuzu açık etsin!"

Sokağa çıktıklarında bağırdı Mihaylo dayım:

"Salak herif!"

Avluda olanlar, haçı götürmelerine sevinmiş gibi gülümsemeye, yüksek sesle konuşmaya başlamışlardı.

Grigori İvanoviç elimden tutup beni atölyeye götürürken öyle diyordu:

"Bakarsın, bugün kırbaçlamaz seni deden, yumuşak bakıyor çünkü..."

Atölyede, boyaya hazırlanmış yün yığınının üzerine oturttu beni, özenerek omuzlarıma kadar her yanımı yünle sardı, kazanlardan çıkmakta olan buharı koklayarak dalgın, şöyle dedi:

"Otuz yedi yıldır tanıyorum dedeni, Vanyacığım, ilk zamanki işleri gördüm, şimdikileri de görüyorum. Eskiden iki dost gibiydik, bu işe birlikte başladık, her şeyi birlikte düşündük. Kafası çalışıyor senin dedenin! Görüyorsun, o patron oldu, ben beceremedim. Ne var ki, Tanrı bizlerden çok daha zekidir: O yalnızca gülümser, ama en zeki insan aptal gibi gözlerini kırpıştırır. Neye ne dendiğini, sen neyin ne için yapıldığını anlayamıyorsun, oysa her şeyi anlaman gerekir. Yetimlik zordur. Baban Maksim Savvateiç akıllı adamdı, her şeyi anlıyordu, deden de bunun için sevmiyordu onu, akıllı olduğunu kabullenemiyordu..."

Sobada kırmızılı, altın renkli ateşin oynayışına, kazanlardan yükselen süt rengi buharın, yosun tutmuş aralarından gökyüzünün mavi şeritlerle göründüğü eğri tavanda açık gri kırağı damlacıkları oluşturmasına bakarken bu iyi niyetli sözcükleri dinlemek hoşuma gidiyordu. Rüzgâr biraz dinmişti. Bir yerlerde güneş çıkmıştı. Bütün avlu sanki cam tozuyla kaplıydı. Sokaktan, geçen kızakların gıcırtıları geliyordu. Evlerin bacalarından mavimsi dumanlar yükseliyordu, karların üzerinde açık gölgeler, gene bir şeyler anlatarak dolaşıyordu.

Uzun boylu, zayıflıktan kemikleri çıkmış, sakallı, şapkasız, iyi niyetli bir büyücü gibi büyük kulaklı Grigori, kaynayan boya kazanını karıştırırken bana akıl vermeyi sürdürüyordu:

"Herkesin gözlerinin içine bak; sana bir köpek saldırdığında onun da gözlerinin içine bak, hemen duracaktır..."

Kalın gözlüğü burnunun üzerine ağırlık yaptığı için burnunun ucu morarmıştı, büyükanneminkini andırıyordu.

Birden kulak kesilip, "Ne oluyor?" dedi. Ayağıyla sobanın kapağını kapayıp koşarak avluya çıktı. Ben de arkasından koştum.

Çingenecik mutfağın ortasında yerde sırtüstü yatıyordu. Pencereden giren geniş iki ışıktan biri başıyla göğsüne, biri bacaklarına vuruyordu. Alnı tuhaf bir biçimde aydınlıktı; kaşları kalkıktı; şaşı gözleri kıpırdamadan, simsiyah tavana bakıyordu; kararmış dudakları pembe kabarcıklar çıkararak titriyordu; dudaklarının kenarından yanaklarına, ensesine, döşemeye kan sızıyordu, döşemede birikiyordu kan... Bacakları gevşek bir biçimde yayılmıştı. Şalvarının ıslak olduğu da belliydi, döşemenin tahtalarına yapışmıştı çünkü. Döşeme kumla güzelce temizlenmişti. Güneş gibi parlıyordu. Döşemede akan kan ışık şeridini geçmiş, kıpkırmızı, kapı eşiğine doğru ilerliyordu.

Çingenecik hareketsizdi; yalnızca, iki yanına uzanmış ellerinin parmakları kıpırdıyor, döşemeye değiyor, boyalı tırnakları güneş ışığında parlıyordu.

Dadı Yevgenya onun yanında yere diz çökmüştü, eline bir mum tutuşturmaya çalışıyordu. Vanya tutamıyordu mumu, düşüyordu mum, kana batıyordu. Dadı kaldırıyordu mumu, eteğine siliyor; tekrar, Vanya'nın titreyen parmaklarının arasına sıkıştırmaya çalışıyordu. Mutfakta fısıltılar dolaşıyordu... Fısıltılar sanki rüzgâr gibi savurdu beni, eşikten dışarı atacak oldu, ama kapının kenarına tutundum.

Yakov dayım titreyerek başını sağa sola çevirerek kupkuru bir sesle şöyle diyordu:

"Ayağı takıldı..."

Bitkin, üzgündü Yakov dayım, gözleri bulanık bakıyor, sık sık seğiriyordu.

"Birden düştü, haçın altında kaldı, sırtını ezdi. Biz de yaralanabilirdik, neyse ki tam zamanında bıraktık haçı."

Grigori boğuk bir sesle, "Ezilmesine siz neden oldunuz," dedi.

"Öyle şey olur mu?.."

"Evet, siz!"

Kan hâlâ akıyordu. Eşiğin yanında bir kan gölü oluşmuştu ve göl sanki giderek koyulaşıyor, büyüyordu. Çingenecik uykudaymış gibi inliyor, sanki eriyor, döşemenin içine giriyor gibi, giderek daha yassılaşıyordu.

Yakov dayım, "Babamı getirmesi için Mihaylo, kiliseye atlı adam yolladı," dedi. "Ben de bir arabaya koyduğum gibi hemen buraya getirdim onu... Neyse ki, ben haçın altında kalmadım, yoksa çok kötü olurdu..."

Dadı mumu tekrar koydu Çingeneciğin eline, gözyaşları dökerek avucunu kapadı.

Grigori yüksek, kaba bir sesle şöyle dedi:

"Başının altına bir şey koy, kadın!"

"Tamam."

"Şapkasını da çıkar!"

Dadı, Vanya'nın başından şapkasını aldı. Ensesi yere geldi. Başı dönünce kan daha çok akmaya başladı. Ama şimdi ağzının bir yanından akıyordu. Korkunç uzun sürdü kanın böyle akması. Önce, Çingenecik bir süre dinlendikten sonra kalkacak, döşemeye oturup yere tükürdükten sonra şöyle diyecek sanıyordum:

"Vay be..."

Çünkü pazar günleri yemekten sonra uyandığında hep böyle diyordu. Ama şimdi kalkmıyor, eriyor gibi, giderek küçülüyordu. Güneş vurmuyordu ona artık, ışık şeritleri kısalmıştı, yalnızca pencerelerin kenarına düşüyordu. Çingenecik iyice kararmıştı, parmaklarını da kıpırdatmıyordu, dudaklarında köpükler de kaybolmuştu. Başının tepesinin arkasında, kulaklarının yanında üç mum yanıyor, altın rengi ışıklarını savurarak Çingeneciğin simsiyah, karışık saçlarını ışıtıyor, esmer yanaklarında sarı tavşancıklar gibi titreşerek dolaşıyor, sivri burnunun ucuna, pembe dudaklarına düşüyordu.

Dadı yere diz çökmüş, ağlıyor, mırıldanıyordu:

"Güvercinim benim, şahinim, kimsesiz yavrum..."

Korkunç dakikalardı, çok soğuktu. Masanın altına girip saklanmıştım. Sonra rakun kürküyle dedem, yakası kuyruklu mantosuyla büyükannem, Mihaylo dayım, çocuklar, tanımadığım birçok kişi daha daldı mutfağa.

Dedem kürkünü çıkarıp yere atarak bağırmaya başladı:

"Serseriler! Nasıl kıydınız bu yaman çocuğa! Beş yıl sonra değer biçilemez bir adam olacaktı!.."

Yerlerde, Vanya'yı görmeme engel olan giysiler vardı. Masanın altından çıkınca tam dedemin ayaklarının dibinde buldum kendimi. Dedem beni tutup kenara atarken küçük, kırmızı yumruğunu havada savurarak dayılarıma tehditler savuruyordu:

"Hayvanlar!"

Sonra tutunarak bir iskemleye oturdu; kuru kuru soluyarak gıcırtılı bir sesle, "Bilirim ben sizi," diye devam etti. "Sizi rahatsız ediyordu... Ah, Vanyacığım... Aptal çocuğum benim! Ne yaptın öyle? Hı? Sana soruyorum, Ne yaptın? Her şeyi berbat ettin! Bu son yıllar Tanrım hiç sevmiyor bizi, öyle değil mi anacığım? Hı?"

Büyükannem yere oturmuş, Vanya'nın yüzünü, başını, göğsünü okşuyordu; üzerine eğilip gözlerine bakıyor, ellerini tutuyor, okşuyor, mumları deviriyordu. Sonra, yepyeni, siyah mantosuyla, yüzü gözü kapkara, zorlanarak ayağa kalktı, tuhaf bir biçimde fal taşı gibi açtı gözlerini, mırıldandı:

"Boşaltın burayı, lanetliler!"

Dedemin dışında herkes çıktı mutfaktan.

Çingeneciği sade, hatırlanmayacak bir biçimde toprağa verdiler.

Continuă lectura

O să-ți placă și

60K 1.7K 7
Gregor Samsa, bir sabah, huzursuz edici rüyalarından uyandığında, devasa bir böceğe dönüşmüş olarak kendini yatağında buldu. Bir zırh kadar sert sırt...
12.8K 302 6
11 Mart 1884'te doğan Ömer Seyfettin Türk edebiyatının önde gelen hikâye yazarlarındandır. Türkiye kısa hikâyeciliğinin kurucu ismidir. Ayrıca edebiy...
4.1K 183 26
Oliver Twist, yoksullar evinde dünyaya gelmiş bir yetimdir. Daha fazla yemek isteme cesareti, kapının önüne konmasına yol açar. Hayatta yapayalnızdır...
8.2K 258 48
On dokuzuncu yüzyılda bütün Avrupa'yı saran siyasal ve sosyal çalkantılar içinde yaşamasına rağmen, daha çok 16. ve 17. yüzyılın tarihsel olaylarını...