Vadideki Zambak

By WattpadClassicsTR

36.6K 1.1K 269

Vadideki Zambak, ilk yayımlanışında (1836) beklenen ilgiyi görmemiş, Balzac'ın en az satan kitaplarından biri... More

SUNUŞ
1. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
15. Bölüm
16. Bölüm
17. Bölüm
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
21. Bölüm
22. Bölüm
23. Bölüm
24. Bölüm
25. Bölüm
26. Bölüm
27. Bölüm
28. Bölüm
29. Bölüm
30. Bölüm
31. Bölüm
32. Bölüm

2. Bölüm

3.3K 95 16
By WattpadClassicsTR


Babam, Oratorienlerin öğretimi konusunda birtakım kuşkulara kapıldı. Paris'te, Marais'de bulunan bir kuruma yerleştirmek üzere gelip beni Pont-le-Voy'dan aldı. On beş yaşımdaydım. Bilgi durumum incelenince, Pont-le-Voy'un retorik sınıfı öğrencisinin üçüncü sınıfa girmesi uygun görüldü. Ailede, okulda, kolejde duyduğum acıları, Lepître Pansiyonu'nda geçen günlerimde yeni bir biçim altında buldum. Babam hiç para vermemişti. Büyüklerim, beslenip giydirilebileceğimi, Latinceyle karnımı tıka basa doldurabileceğimi, Yunancayla adamakıllı doyabileceğimi düşünmüşlerdi anlaşılan, böylece bütün sorunu çözmüşlerdi. Kolej yaşamım boyunca, yaklaşık bin arkadaş tanıdım, böyle bir ilgisizlik örneğiyle hiçbirinde karşılaşmadım. Bourbonlara bağnazca bağlı olan Mösyö Lepître'in, sadık kralcıların Kraliçe Marie-Antoinette'i Temple'den kurtarmaya çalıştıkları sıralarda babamla ilişkileri olmuştu; yakınlıklarını tazelemişlerdi; bunun için Mösyö Lepître babamın unutkanlığını düzeltmek zorunda olduğuna inandı, ama bana aydan aya verdiği para pek azdı, ailemin niyetlerinden habersizdi. Pansiyon, eski Joyeuse konağıydı; bütün beyzade konutlarında olduğu gibi, burada da bir kapıcı kulübesi bulunuyordu. Öğretmen yardımcısının bizi Charlemagne Lisesi'ne götürdüğü saatten önceki teneffüs sırasında, zengin arkadaşlarımız, Doisy adındaki kapıcımıza öğle yemeğine giderlerdi. Mösyö Lepître, Doisy'nin, öğrencilerin üzerine titremeyi çıkarlarına uygun buldukları bu gerçek kaçakçının, yaptığı ticareti bilmiyor ya da buna göz yumuyordu. Bu adam yoldan sapmalarımızın gizli kâhyası, geç dönüşlerin sırdaşı, yasak kitap kiralayıcılarla bizim aramızda bir aracıydı. Bir fincan sütlü kahveyle kahvaltı etmek, Napoléon döneminde sömürgelerden gelen malların çok pahalı olmasından ileri gelen, aristokratça bir zevkti. Şeker ve kahve kullanma ana babalar arasında nasıl bir lüks sayılıyorsa bizim aramızda da, özenme eğilimi, oburluk, modaya kapılma, yetmezse, bir tutku bile doğurabilecek kurumlu bir üstünlük belirtisiydi. Doisy bize kredi açıyordu, hepimizin de öğrencilerin onur sorunlarına değer vererek borçlarını ödeyen kız kardeşleri, halaları, teyzeleri bulunduğunu düşünmekteydi. Büfenin hazları karşısında uzun zaman direndim. Yargıçlarım baştan çıkarmaların gücünü, ruhumdaki kahramanca dayanma isteğini, uzun direncim sırasında bastırılan kızgınlıkları bilselerdi, gözyaşlarımı akıtacak yerde, kurularlardı. Ama bir çocuktum daha, başkasının horgörüsünü hor gördüren o ruh büyüklüğüne aziz olabilir miydim? Sonra toplum içinde görülen birçok kötü eğilimin de etkisinde kaldım herhalde, içimdeki istekler büsbütün artırdı güçlerini.

İkinci yılın sonuna doğru, annemle babam Paris'e geldiler. Geliş günlerini bana kardeşim bildirdi. Kardeşim Paris'te yaşıyordu ya, bir kez olsun beni görmeye gelmemişti. Yolculuğa kız kardeşlerim de katılmışlardı, Paris'i birlikte görecektik. İlk gün, Théatre-Français'e yakın olmak için, akşam yemeğini Palais-Royal'de yiyecektik. Bu umulmadık eğlence izlencesi beni pek sevindirdi, ama mutsuzluğa alışkın olanları pek çabuk etkileyen kasırga yeni sevincimi söndürüverdi. Doisy'ye 100 frank borçlanmıştım, bunu bildirmem gerekiyordu, yoksa parayı büyüklerimden kendisi isteyeceğini söyleyerek gözdağı veriyordu. Doisy'nin elçisi, pişmanlığımın açıklayıcısı, bağışlanmamın aracısı olarak kardeşimi seçmeyi düşündüm. Babam bir hoşgörü eğilimi gösterdi. Ama annem acımasız davrandı, koyu mavi bakışı dondurdu beni, korkunç kehanetler savurdu. "Daha on yedi yaşımda böyle çılgınlıklar yaparsam ileride ne olurdum? Gerçekten onun oğlu muydum? Ailemi batıracak mıydım? Tek kişisi ben miydim evin? Kardeşim Charles'ın seçtiği meslek, yüzkarası olduğum ailenin yüzünü ağartan davranışıyla şimdiden hak edilmiş, bağımsız bir gelir gerektirmiyor muydu? İki kız kardeşim drahomasız mı evleneceklerdi? Paranın değerini bilmiyor muydum, neye mal olduğumu bilmiyor muydum hiç? Şekerin, kahvenin eğitimime ne yararı vardı? Böyle davranmak, bütün kötü huyları öğrenmek değil miydi? Benimle karşılaştırılınca Marat bir melekti." Ruhumu dehşetle dolduran bu selin sarsıntısından sonra, kardeşim beni pansiyonuma götürdü. Les Frères-Provençaux'da bir akşam yemeğinden oldum, Britannicus'ta Talma'yı görmekten de yoksun kaldım. On iki yıllık bir ayrılıktan sonra, annemle ilk görüşmem böyle oldu.

Ortaöğrenimimi bitirdikten sonra, babam beni Mösyö Lepître'in vasiliğinde bıraktı: Yüksek matematik öğrenmem, bir yıl hukuk okumam ve yükseköğrenime başlamam gerekiyordu. Kalacak bir pansiyon odam bulunduğundan, sınıflardan da kurtulduğumdan, yoksullukla ilgim kesilecek sandım. Ama yaşım on dokuz olmakla birlikte –belki de on dokuz olduğu için– babam beni eskiden okula yiyeceksiz yollayan, kolejde en küçük eğlencelerden yoksun bırakan, bana Doisy gibi bir alacaklı kazandıran düzeni yine sürdürdü. Pek az para geçti elime, Paris'te parasız ne yapılabilirdi? Öte yandan, özgürlüğüm de ustalıkla zincirlendi. Mösyö Lepître, beni Hukuk Okulu'na bir öğretmen yardımcısıyla yolluyor, o beni öğretmenin eline teslim ediyor, sonra da gelip alıyordu. Beni kötü şeylerden koruma konusunda annemin korkularının esinlediği önlemler, bir genç kızı korumak için bulunan önlemlerden bile fazlaydı. Paris, büyüklerimi haklı olarak ürpertiyordu. Pansiyonlarda genç kızların kafasına takılıp duran şeyler, erkek öğrencileri de gizli gizli uğraştırır; ne yapılırsa yapılsın, kız öğrenciler hep sevgiliden söz edeceklerdir, erkek öğrenciler de kadınlardan. Ama o zaman, Paris'te arkadaşlar arasındaki konuşmalar Palais-Royal'in Oryantal, tantanalı dünyasının egemenliğindeydi. Palais-Royal, paraların su gibi aktığı bir aşk "Eldoradosu"ydu. En el değmemiş kuşkularımız orada sona eriyor, tutuşmuş meraklarımız orada yatışabiliyordu! Palais-Royal ile ben, bir türlü buluşamadan birbirine doğru yönelmiş iki asimtottuk. Yazgı bütün çabalarımı bakın nasıl çelmeledi.

Babam beni Saint-Louis Adası'nda kalan bir yaşlı akrabaya tanıtmıştı, perşembe ve pazar günleri ona akşam yemeğine gitmem gerekti. Bu günlerde pansiyondan çıkma alışkanlığında olan Mösyö Lepître ya da karısı, beni getiriyor, akşam eve dönerken de alıyorlardı. Eşsiz teneffüsler! Listomère Markizi "teşrifat" düşkünü bir büyükhanımdı, hiçbir zaman bana bir liracık vermek gelmedi aklına. Bir katedral gibi yaşlı, bir minyatür gibi boyalıydı, görkemli bir giyinişi vardı, köşkünde sanki XV. Louis ölmemiş gibi yaşıyor, yalnız yaşlı kadın ve beyzadelerle görüşüyordu; bu fosilleşmiş bedenler topluluğuna katıldım mı, bir mezarlıkta sanıyordum kendimi. Hiç kimse bana bir şey söylemiyor, ben de ilk sözü kendim söylemeyi göze alamıyordum. Düşman ya da soğuk bakışlar, herkesi sıkar gibi görünen gençliğimden utandırıyordu beni. Bir gün, yemek biter bitmez Galeries de bois'ya uçmak üzere sıvışmayı kurarken, kaçışımın başarısını bu ilgisizliğe dayandırmıştım. Bir kez vist oyununa daldıktan sonra, teyzem bana hiç dikkat etmez oluyordu. Oda uşağı Jean'ın da Mösyö Lepître'e pek aldırdığı yoktu; ama yazık ki, bu kahrolası yemek, çenelerin aşınmışlığı, dişlerin bozulmuşluğu yüzünden uzadıkça uzuyordu. En sonunda bir akşam, saat sekizle dokuz arasında, kaçış gününde Bianca Capello gibi yüreğim çarpa çarpa merdivene gelmiştim; ama kapıcı bana kordonu çektiği zaman, Mösyö Lepître'in arabasını sokakta, kendisini de o kesik soluklu sesiyle beni sorar gördüm. Rastlantı, tam üç kez, kaçınılmaz bir biçimde, Palais-Royal'in cehennemiyle gençliğimin cenneti arasına girdi. Yirmi yaşımda bilgisizliğimden utanıp da buna son vermek için bütün tehlikeleri göze almaya karar verdiğim gün, Mösyö Lepître, arabaya binerken –güç işti bu, XVIII. Louis gibi şişman ve topaldı!– yanından sıvıştığım anda, ne olsa beğenirsiniz! Tatar arabasıyla annem geliyordu. Bakışı durduruverdi beni, yılan görmüş bir kuş gibi kalakaldım. Hangi rastlantı mı karşılaştırmıştı beni onunla? Çok doğal bir şey. Napoléon son birkaç atımlık barutunu kullanmaktaydı, Bourbonların geri döneceklerini sezinleyen babam, imparatorluğun dışişlerinde memurluğa başlamış olan kardeşimi aydınlatmaya geliyordu. Annemle birlikte Tours'dan ayrılmıştı. Düşmanların yürüyüşünü akıllıca izleyenler için başkenti tehdit eder görünen tehlikelerden uzak kalayım, diye, annem beni Tours'a götürmeyi üzerine almıştı.

Paris'te kalmanın benim için ölümcül olacağı bir anda, buradan birkaç dakika içinde alınıp götürüldüm. Bastırılmış isteklerle sarsılıp duran bir imgelemin acıları, sürekli yoksunluklarla hüzünlenmiş bir yaşamın sıkıntıları, manastıra çekilen insanlar gibi, kendimi çalışmaya vermek zorunda bırakmıştı beni. Çalışma bir tutku olmuştu benim için; gençlerin baharsı yaradılışlarının çekici edimlerine uymaları gereken dönemde içeriye kapanmama yol açtığından, böyle bir tutku benim için çok kötü sonuçlar verebilirdi.

İçinde sayısız ağıtlar sezdiğiniz bir gençliğin bu küçük özeti, bu gençliğin geleceğime etkisini açıklamak bakımından zorunluydu. Birçok marazlı öğe bulaşmıştı benliğime, yirmi yaşımı geçtikten sonra da hâlâ ufak, zayıf, solgundum. İsteklerle dolu ruhum, görünüşte güçsüz, ama Tours'un yaşlı hekiminin deyimiyle demir bir mizacın son kaynaşımını geçiren bir bedende çırpınmaktaydı. Beden bakımından çocuk, düşünce bakımından yaşlıydım, o kadar okumuş, o kadar düşünmüştüm ki, bu geçitlerin dolambaçlı güçlüklerini, bu ovaların kumlu yollarını göreceğim sırada, yaşamı soyut bir biçimde, tepeleriyle tanıyordum. İşitilmedik rastlantılar, ruhun, ilk kargaşalıklar içinde hazlara uyandığı, her şeyi tatlı ve taze bulduğu şu çok güzel çağda bırakmışlardı beni. Çalışmalarımla uzayan erginliğimle yeşil dalları geç çıkan erkekliğin arasında kalmıştım. Duymaya, sevmeye hiçbir genç benden daha iyi hazırlanmamıştı. Öykümü iyi anlamak istiyorsanız, dudakların yalana hiç dokunmadığı, istekle çelişen çekingenliklerle ağırlaşmış gözkapaklarıyla perdelenmiş de olsa, bakışın içten olduğu, dünyanın ikiyüzlülüğüne aklın hiç mi hiç boyun eğmediği, yüreğin korkaklığının şiddet açısından ilk atılımın yiğitliklerine denk olduğu o güzel yaşı düşündüm.

Paris'ten Tours'a giderken annemle yaptığım yolculuktan hiç söz etmeyeceğim. Davranışlarının soğukluğu sevgi atılımlarımı bastırdı. Her yeni konaktan yola çıkarken konuşmaya karar veriyordum; ama bir bakış, bir sözcük, söze girişmek için özenle düşündüğüm tümceleri ürkütüveriyordu. Orléans'da, yatacağımız sırada, annem hep susuyorum, diye serzenişte bulundu. Ayaklarına atıldım, sıcak gözyaşlarıyla ağlayarak dizlerine sarıldım, sevgiden kabarmış yüreğimi açtım ona; bir üvey anayı bile ta içinden sarsacak, aşka susamış bir savunmanın güzelliğiyle onu duygulandırmaya çalıştım. Annem rol yaptığımı söyledi. Bırakılmışlıktan dert yandım, beni soysuz oğul, diye adlandırdı. Yüreğim öylesine daraldı ki, Blois'da Loire'a atılmak için köprüye koştum. Kendimi öldürmemi korkuluğun yüksekliği önledi.

Beni hiç tanımayan kız kardeşlerim, gelişimde sevgiden çok, şaşkınlık gösterdiler; bununla birlikte, daha sonra, annemle karşılaştırılınca bana karşı dostlukla dolup taşar göründüler. Üçüncü katta bir odaya yerleştirildim. Annemin bana, yirmi yaşında bir genç adama, sefil pansiyon takımlarından başka çamaşır, Paris giysilerimden başka giysi vermediğini söylersem, acılarımın büyüklüğünü daha iyi anlarsınız. Mendilini yerden almak için salonun bir başından bir başına uçtuğum zaman, fazla fazla bir kadının uşağına bahşettiği soğuk teşekkürle karşılık veriyordu bana. Yüreğinde birkaç sevgi fidanı dikebileceğim yerler bulunup bulunmadığını anlamak için onu incelemek zorunda kalınca küstahlığı da çeyiz diye getiren bütün Listomère'ler gibi küstah, kuru, ince, oyunbaz, bencil bir yüksek hanım olduğunu gördüm. Yerine getirilecek görevlerden başka bir şey görmezdi yaşamda; karşılaştığım bütün soğuk kadınlar, görevi onun gibi bir din durumuna getirmişlerdi: Papaz ayinde buhuru nasıl alırsa onlar da sevgilerimizi öyle kabul ederlerdi; annemin yüreğindeki azıcık annelik duygusunu da büyük kardeşim sömürmüş gibiydi. Kırıcı bir alayın oklarıyla durmadan iğnelerdi bizi, bu duygusuz insanların silahlarını kullanırdı bize karşı, biz de hiç karşılık vermezdik. Bu dikenli engeller ne olursa olsun, içgüdüsel duyguları ayakta tutan kökler öyle çoktur ki, kendisinden umut kesilmesi fazla pahalıya mal olan bir annenin uyandırdığı saygılı dehşete öyle çok bağ saklar ki, sevgimizin yüce yanlışlığı, yaşam içinde daha çok yol alıp da onu kesin bir biçimde yargılamamıza dek sürdü. O zaman da çocukların öç alışları başlar; geçmişteki umut kırıklıklarından doğmuş, getirdikleri çamurlu molozlarla kabarmış ilgisizlikleri mezara dek uzanır. Bu müthiş zorbalık, Tours'da gerçekleştirmeyi delice istediğim haz dolu düşünceleri kovdu. Umutsuzca babamın kitaplığına attım kendimi, burada hiç bilmediğim bütün kitapları okumaya başladım. Uzun çalışma saatlerim annemle her türlü ilişkiden uzak tuttu beni, ama ruhsal durumumu da ağırlaştırdı. Bazı bazı büyük kız kardeşim, akrabamız Listomère Markisi'yle evlenmiş olanı, beni avutmaya çalışıyor, ama pençesine düştüğüm kızgınlığı yatıştıramıyordu. Ölmek istiyordum.

O sırada, yabancısı olduğum büyük olaylar hazırlanmaktaydı. Paris'te XVIII. Louis'yle buluşmak üzere Bordeaux'dan yola çıkmış olan Angoulême Dükü, yolunun üstündeki her kentte, Bourbonların dönüşü üzerine ihtiyar Fransa'yı saran coşkunluk içinde hazırlanmış şenliklerle karşılanıyordu. Yasal prens için heyecana gömülen Tours ili, uğultu içindeki kent, bayraklarla donanmış pencereler, bayramlık giysilerini giymiş kentliler, havaya karışıp insanı sarhoş eden anlatılmaz bir şey, prens onuruna verilen baloda bulunmak isteğini uyandırdı içimde. O sırada bu şenlikte bulunamayacak kadar hasta olan anneme bu dileğimi bildirmeyi göze aldığım zaman, çok öfkelendi. Kongo'dan mı geliyordum da böyle her şeyden habersizdim? Bu baloda ailemizin temsil edilmeyeceğini nasıl düşünebilirdim? Babamın ve kardeşimin yokluğunda bu baloya gitmek bana düşmez miydi? Bir annem yok muydu? Çocuklarının mutluluğunu düşünmez miydi? Neredeyse yadsınmış denilebilecek oğul, bir anda önemli bir kişi oluveriyordu. İsteğim karşısında annemin alaylı bir biçimde önüme serdiği nedenler tufanı kadar, önemim de şaşkına çevirdi beni. Kız kardeşlerime sordum; böyle şaşırtıcı, beklenmedik şeyler yapmaktan pek hoşlanan annemin ister istemez giyimimle de ilgilendiğini öğrendim. Tours'un terzileri, müşterilerinin istekleri karşısında şaşkına dönmüşlerdi, hiçbiri beni donatmayı üzerine almamıştı. Annem, taşra töresine uygun olarak her tür dikişten anlayan gündelikçi kadınını getirtmişti. İyi kötü bir açık mavi giysi yapıldı bana gizlice. İpek çoraplarla yeni iskarpinler kolayca bulundu; erkek yelekleri kısa giyiliyordu, babamın yeleklerinden birini giyebildim; ilk olarak dantel göğüslüklü bir gömleğim oldu, fitilleri göğsümü kabartıp kravatımın düğmesine sarıldı. Giyindiğim zaman, kendi kendime o denli az benziyordum ki, kız kardeşlerim, övgüleriyle bütün Tours ilinin karşısına çıkma gözüpekliğini verdiler bana. Zor iş! Bu şenliğin çağrılısı öylesine çoktu ki, parlayanlar hiç de fazla olmayacaktı. Gövdenin inceliğinden yararlanarak Papion Köşkü'nün bahçesinde kurulmuş bir çadırın altına dek sokuldum, Prens'in kurumla oturduğu koltuğun yanına geldim. Bir anda sıcaktan bunaldım; ışıklar, kırmızı perdeler, yaldızlı süsler, bulunduğum ilk şenliğin giysi ve elmasları gözlerimi kamaştırdı. Bir toz bulutu içinde birbirleri üzerine atılıp çarpışan bir kadın erkek kalabalığının itişine uğramıştım. Asker mızıkasının ateş gibi bakırları ve Bourboncu patırtıları, "Yaşasın Angoulême Dükü! Yaşasın Kral! Yaşasın Bourbonlar!" gibi naralar altında boğuluyordu. Bu şenlik, Bourbonların doğan güneşine doğru koşmanın azgın çabasında herkesin birbirini geçmeye çalıştığı bir coşkunluk çözülmesi, gerçek bir parti bencilliğiydi, ilgimi çekmedi, beni küçülttü, yine kendi kabuğuma çekilmeme yol açtı.

Bu selde bir saman çöpü gibi sürüklenince Angoulême Dükü olmak, hayranlıktan ağızları açılmış kitlenin önünde boy gösteren bu prenslere karışmak gibi çocukça bir istek duydum. Tourslu insanın bönce imrenme duygusu bir hırs yarattı içimde, yaradılışım ve birtakım koşullar da bu hırsa soyluluk kattı. Göz kamaştırıcı bir yinelenişini de birkaç ay üzerine, Paris Elbe Adası'ndan dönen İmparator'a doğru koştuğu zaman gördüğümüz bu sevgiyi kim kıskanmamıştı ki? Duyguları ve canı bir tek ruha boşalan kitleler üzerindeki bu etki, varlığımı birdenbire şana, eskiden Kelt rahibesinin Galyalıları kurban etmesi gibi bugün de Fransızları boğazlayan bu rahibeye adadı. Sonra, birdenbire, hırslı isteklerimi durmadan körükleyecek, beni krallığın odak noktasına salarak isteklerimi tümüyle gerçekleştirecek kadına rastladım.

Bir kadını dansa çağıramayacak ölçüde çekingendim, öte yandan figürleri karıştırmaktan da korkuyordum, ister istemez somurttum, ne yapacağımı bilemez oldum. Kalabalığın yarattığı gürültü ve çalkantının neden olduğu rahatsızlığın acısını çektiğim sırada, bir subay, köselenin baskısından, bir o kadar da sıcaktan şişip kabarmış ayaklarıma bastı. Bu son sıkıntı, beni şenlikten tiksindirdi. Çıkmaya olanak yoktu, bir köşeye, boş bir kanepenin ucuna sığındım, burada gözlerimi bile oynatmadan, kımıltısız, somurtkan bir durumda oturdum.

Bir kadın zayıf görünüşüme aldanarak, annesinin keyfinin sona ermesini beklerken uyumak üzere olan bir çocuk sandı beni, yuvasına inen bir kuş devinimiyle yanıma konuverdi. Birden öyle bir kadın kokusu duydum ki, sonraları Doğu şiiri nasıl parlamışsa o da öyle parladı ruhumda. Komşuma baktım, şenlikten de fazla kamaştırdı gözlerimi, benim bütün şenliğim oluverdi. Önceki yaşamımı iyi anlamışsanız, o sırada yüreğimde kaynamaya başlayan duyguları sezersiniz. Üzerlerine kapanmak için çok şeyler verebileceğim ak ve yuvarlak omuzlar, ilk olarak çıplak duruyormuşçasına hafiften pembeleşmiş omuzlar, bir ruhları olan ve atlas gibi parlak tenleri ışıkta bir ipek kumaş gibi parlayan utangaç omuzlar gözlerimi alıverdi birdenbire. İki omuz bir çizgiyle ayrılmıştı, ellerimden daha pervasız olan bakışım bu çizgi boyunca aktı. Korsajı görebilmek için yüreğim çarpa çarpa doğruldum, o zaman arılık belirten bir biçimde bir tülle örtülmüş, ama yuvarlaklıklarına hiç diyecek bulunmayan, gök rengi küreleri dantel dalgaları içine usulca yatmış bir gerdan beni büyüleyiverdi. Bu başın en ufak ayrıntıları bile bende sonsuz hazlar uyandırdı: Bir küçük kız boynu gibi kadifemsi bir boyun üzerinde dümdüz taranmış saçların parlaklığı, burada tarağın çizdiği ve üstünde imgelemimin serin keçiyollarında koşar gibi koştuğu ak çizgiler, hepsi, hepsi aklımı başımdan aldı. Hiç kimsenin beni görmediğini anladıktan sonra, annesinin kucağına atılan bir çocuk gibi atıldım bu sırta, başımı üzerine kapayarak bütün bu omuzları öptüm. Kadın tiz bir çığlık kopardı, ama çalgı işitilmesini önledi; geriye döndü, beni gördü.

"Mösyö!" dedi.

Ah! "Yavrum, ne oluyor size?" deseydi, belki de öldürürdüm onu; ama bu "Mösyö" sözcüğünü duyunca gözlerimden sıcak yaşlar boşandı. Kutlu bir öfkeyle canlanmış bir bakış, kül rengi saçların bir ikliliyle taçlanmış, bu güzelim sırtla tam bir uyarlık gösteren bir baş karşısında donup kaldım. Kaynağı kendisi olunca bir çılgınlığı anlayan, pişmanlık gözyaşlarında sonsuz sevgiler sezen kadının bağışlamasının daha şimdiden silahsız bıraktığı yüzünde, yaralanmış utanma duygusunun kırmızılığı kıvılcımlandı. Bir kraliçe yürüyüşüyle uzaklaştı. O zaman sezdim durumumun gülünçlüğünü; bir Savoie'lı maymunu gibi giyinmiş olduğumu ancak o zaman anladım. Kendimden utandım. Şaşkın şaşkın kaldım öyle, çaldığım elmanın tadını çıkarıyor, içime çektiğim bu kanın sıcaklığını dudaklarım üzerinde saklıyor, göklerden inen bu kadını gözlerimle izliyordum. Büyük gönül ateşinin ilk etsel görünüşünün etkisi altında, ıssızlaşan baloda gelişigüzel dolaştım, ama bilinmeyen kadını bulamadım. Başka bir insan olarak yatmaya döndüm.

Continue Reading

You'll Also Like

59K 1.6K 7
Gregor Samsa, bir sabah, huzursuz edici rüyalarından uyandığında, devasa bir böceğe dönüşmüş olarak kendini yatağında buldu. Bir zırh kadar sert sırt...
89.3K 3.4K 28
İçimizdeki Şeytan; birbirini severek evlenen, hayata bakış tarzları, kişilikleri farklı olan iki gencin anlaşamayarak ayrılmalarını konu edinen bir r...
57.9K 1.8K 7
Satranç, Zweig'ın psikolojik birikimini bütünüyle devreye soktuğu bir öyküdür ve bu öykünün baş kişileri, tamamen yazarın biyografilerinde ele aldığı...
16.1K 441 5
İngiliz centilmen Phileas Fogg, üye olduğu kulüpteki arkadaşlarıyla 80 günde dünyanın etrafını dolaşacağına dair iddiaya girer. Uşağı Parisli Passepa...