POBEDA

By oliveandturtle

451K 39.8K 26K

İpek ve Atlas. İki ünlü dağcı, sıkı dost, hayata ve kadere ortak iki babanın çocukları. Sekiz yıl önce; dünya... More

Nefretin Başlangıcı
Özel Sebepler
Asla Asla Deme
Doğa Yürüyüşü
Darmadağın
Eğitilmez
Şarkı Listesi (YB Değil)
İddia
İntikam Planı
Oyun
Elma Bahçesindeki Ev
Sorgulamalar
Düğüm
Karar
Sude'nin Gözyaşları
Domino Taşları
Utancın Külleri
Yaşattığının Bedeli
Seçilen Taraflar
Fırtınalı Bir Gece
Kendinden Vazgeçmek
Pobeda'nın Öncesi
Zirvede Bir Gece
Kaç Ya da Savaş
Elif'in Gözyaşları
Israrlı Bir Telefon
Bugün Çok Geç
Deniz Feneri
Zayıf Nokta
Bir Nikah Bir Cenaze
Yemin
Gidebilmek
Eninde Sonunda
Billie Jean
Veda
Eşik
Korkuları Aşmak
Köprü
Solstis
Pobeda I
Adalet Terazisi
Tarafsız Bölge
Oyun Dışı
Pobeda 2 (1. kısım)
Pobeda 2 (2. Kısım)
Son Oyun

Kapı

11.2K 856 372
By oliveandturtle

Multi 💕

Göze keyif anlar vardır hayatta. Tablo gibi o anı bir ömür izleyebilmek için zaman donsun istersiniz. Fotoğraftır gözün çektiği, kalbin anı defterine kaydettiği, silinmez izler bırakır. Basit anlardır, üstünden zaman geçtiğinde durup dururken akla gelir, kendini mutlulukla hatırlatır.

Atlas'ı yemek yaparken izlemek de işte böyle bir andı. Sıkı kalçalarına oturan bol eşofmanı, kaslı üst gövdesini belirginleştiren, her zamanki gibi kollarını sıvadığı sweathirtüyle, yetenekli ve seri bıçak hareketleriyle göze bütün güzel yemeklerden daha çok hitap eden bir görünüşü vardı. Islık çalarak çorbayı karıştırdı. Fırının ayarını kontrol etti. Salatayı doğramaya devam etti.

"Fırından harika kokular geliyor." dedim ıslak saçlarımı havluyla kurulayarak ona doğru yaklaştım.

"Sana kendi spesyelimi yapıyorum." deyip elindeki havuç parçasını ağzıma tıkıştırdı.

Eğilip fırının içindeki şahesere göz gezdirdim.

"Ölüyorum açlıktan. Bütün bu malzemeleri ne zaman aldın?"

"Dün. Ben bu eve dün geldim. Hafta sonu kalacağımızı bildiğimden alışveriş yaptım."

"Kalacağımızı."

"Evet." dedi, bu çok doğal dercesine.

"Belki ben hazırlıksız geldim?"

"Dağ başında değiliz yavrum. Bir şey lazımsa söyle alalım."

Duyduğumun etkisiyle içim heyecanla büyürken yaptığı emrivakiye takılmadım. Zaten bile bile sormuştum. O da sağ olsun hiç yanıltmıyordu.

"Çok netsin." dediğimde anlamamış gibi hafifçe kaşlarını çattı. "Sen bir şeyi istiyorsan, o şeyin olmaması imkansız." diye açıkladım.

İltifat etmişim gibi keyifle sırıttı.

"Öyleyimdir evet." Doğramayı bitirdiği salataya zeytinyağı döküp karıştırmaya başladı. "Sadece sende başarılı olamıyorum."

"Nedense bana hiç öyle gelmedi."

"Sonuna kadar zorluyorsun."

"Ben de aynısını senin için düşünüyorum."

"Aynısını." dedi ilginç dercesine. Fırın eldivenini takıp fırının kapağını açtı. Çatalla tavuğun pişip pişmediğini kontrol etti. "Ben seni hiç zorlamadım."

Gülecektim neredeyse.

"Gerçekten inanıyor musun bu söylediğine?"

"Çeşitli yöntemler kullanarak ikna etmiş olabilirim. Ama zorlamadım."

"Peki senin davranışların zorlamak kategorisine girmezken, ben seni nasıl zorlamış olabilirim? Söyler misin?"

"Her şekilde reddederek."

Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım.

"Artık o kadar da reddetmiyorum." dedim.

Atlas'ın yüzünü ele geçiren ifadeyle birlikte içimdeki kız çocuğu ellerini yüzüne kapatan maymun emojisi şeklini aldı. Fırın eldivenini çıkararak elini tezgaha dayadı.

"Demek öyle." dedi kaşları havada.

Aramızdaki birkaç metrelik mesafeyi hiç bozmazken, öyle uzaktan uzağa bakışlarıyla bile beni çok heyecanlandırıyordu. Kıpırdamaksızın birbirimize bakıyorduk ve bu dokunmaktan bile seksiydi. Beni şaşırtan bu büyü aramızda git gide artarken, sanki koşup kucağına atlasam, o anda ok yaydan çıkacakmış gibiydi. Ve kesinlikle çıkardı da. Çünkü Atlas buna mani olacak kişi değildi. Aramızda özel bir şey vardı bizim. Onunla çıkmayı kabul etmem için yaptığı konuşmada söylediği herşeyin doğru olduğunu biliyordum. Üstelik, bu hisler durduğu yerde durmuyor gittikçe artıyordu. Onun bana baktığı gibi ben de ona bakıyordum, nedense özellikle dümdüz karnına takılı kalmıştı bakışlarım. Sıklaşan nefesimi farkedince gözlerimi kaçırdım. O kaçırmadı. Bende yarattığı çekimi tamamen farkındaydı. O herşeyi sezen, algıları güçlü insanlardandı. Tüm bu sahne boyunca koruduğu sessizliğini,

"Son kaleler düşene kadar, kendimi kazanmış sayamam." diyerek bozdu.

"Bazı kaleler hiçbir zaman düşmeyecek, bunu aklında tutsan iyi olur."

"Ne derler bilirsin; asla asla deme."

Gözlerimi kıstım.

"Bana benim sözümle geliyorsun."

Nihayet o da, beni hipnotize eden bakışlarını üzerimden çekti, sadece o zaman yerimden kıpırdayabildiğimi farkettim ve onunla işimin çok zor olduğundan bir kez daha emin oldum. Buzdolabının kapağını açarken,

"Saçlarını kurutsana artık." dedi. "Yemek neredeyse hazır."

Atlas'la sohbet etmek, didişmek kadar kolay ve rahattı. Fırında tavuk çok lezzetliydi, salata da aynı şekilde ama sanırım onun elinden olması bile benim için yeterliydi. Güzel soğutulmuş bir beyaz şarap açtı.

"İçmesek mi?" dedim yine de faydasız bir girişimle.

"Katılıyorum, alkolü hayatımızdan çıkarmamız lazım. Tırmanışa kadar spora ve sağlıklı beslenmeye ağırlık vermeliyiz. Ama diyorum ki, yarın başlarız herşeye. Bu gece kutlamamıza özel son kez içelim."

"Neyi kutluyoruz?"

"Bizi." dedi becerikli elleriyle şarabı açarken.

Daha içmeden kızarmaya başlamıştı yanaklarım. Açık beyaz - sarımsı renkli şarabın bardaklara dökülüşünü izledim. Kadehini kaldırdı.

"Bize..." dedi güzel gözleri gözlerimde.

Biz diye bir şeyin hiç olmadığını ve olmayacağını bilmek ve bunu bile bile o gözlere bakmak içimi sızlatıyordu. Kadehimi kadehine tokuşturdum. Atlas'ın, bana dair gerçekleri öğrendiği gün, tıpkı tokuşturulan iki cam kadeh gibi çarpacaktı gerçeğim gerçeğine ve eminim birden çok kırık kalacaktı bu çarpışmadan geriye. Biz demek ne büyük bir lüks. Bir hayali gerçekmiş gibi yaşamak. Ama güzel bir hayal, diye geçirdim içimden. Gülümsedim burukça. O farketmedi burukluğumu, dudaklarımdan döküleni duydu sadece.

"Bize..." dedim ona eşlik ederek.

Yemekten sonra bahçede yürümeyi teklif etti. Elimi sıcak eline bıraktığım an yeniden bir ateş bastı içimi, peşi sıra çıktım bahçeye. Soğuktu hava. Keskindi hatta. Ama ben yanıyordum bu yüzden iyi gelmişti. Gündüz beni koşturduğu yokuşa doğru tırmandık el ele. Seyrek ağaçların arasından geçip, tepede yalnız, diğer tüm ağaçlardan bağımsız, tüm görkemiyle yükselen bir çınar ağacına ulaştık.

"Gülmeyeceksen sana bir şey anlatacağım." dedi elinde getirdiği örtüyü ağacın dibine sererken.

"Gülmem, söz."

"Bu ağacın yukarılarında, çok güzel bir manzara var. Tepeden aşağı, uzakta kalan şehrin ışıklarını görebiliyorsun. Müthiş bir sakinlik içinde olup da gelecekte bekleyen karmaşayı gözlemlemek gibi. Geleceği görmek gibi bir nevi. Çocukken, özellikle yaz akşamlarında ben bu ağacın tepesine tırmanır, dalların arasında oturup saatlerce hayal kurardım."

Dalga geçilecek ne vardı ki bunda? Atlas'ın küçüklüğünü hayal ederek içimi eritmekten başka bir şeye sebep olmamıştı.

"Neyin hayalini kurardın?" diye sordum.

"Özgür olmanın." dedi. "Çok uzaklara gitmenin."

"Gerçekleşmiş hayalin."

Kafasını salladı.

"Biliyorsun sen de; dağa tırmanmak, kendinle baş başa kalmanın en güzel hali. Geri dönüyorsun bir zaman sonra tekrar gidesin geliyor. Özlüyor insan. Ben hep gideni olacağım herhalde hayatın."

"Bu yüzden mi kimseyle gelecek düşünmüyorsun?"

Yerdeki otları önemsemeden serdiği örtünün üstüne oturdum. O da yanıma yerleşti. Sırtımızı ağaca yasladık. Soğuk kış ortası havasına rağmen gökyüzü açıktı. Ay ışığı tepemizde parlaktı ve eli bir kez daha elimi kavradı. Sımsıkı tuttu bu sefer.

"İpek...seninle ben ne oluruz bilemem. Ama bu eli tuttum, bırakmaya niyetim yok, bana inan." dedi. "Bizden bağımsız konuşacak olursak, evet bunca zaman, kimseyle gelecek hayali kurmak istemedim. Haklısın, hep gideceğimi bildiğim için. Ama sadece bu da değil. Başka sebeplerim de vardı."

"Ne gibi sebepler?"

"Şimdi daha fazla konuşup canını sıkmak istemiyorum."

"Sana dair herşeyi bilmek istiyorum."

Tereddüt eder gibi düşündü bir süre.

"Öyleyse şöyle söyleyeyim..." dedi. "Huzuru yitirdiğim zamanlar oldu. Kimseyle paylaşmak istemedim. Herşeyden uzaklaşınca rahatlıyorum sadece. Ama burada, bu evde kendimi iyi hissediyorum. Sık sık da gelirim o yüzden. Umarım sen de gerçekten sevmişsindir."

"Çok." dedim, kafamdaki soru işaretleriyle birlikte, kısa ve öz.

"Buraya dedemle geldiğim yıllar çocukluğumun en güzel zamanlarıydı." dedi. "Spora merak sarmaya başlamadan önceki yıllarda yani on yaşına kadar filan her hafta sonu ve yazları buraya gelirdim. Dedem avlanmayı öğretirdi bana, kendi başının çaresine bakabilmeyi öğretirdi, yetişkinmişim gibi davranırdı, dertleşirdik, on yaşında bir çocuk ne kadar dertleşirse işte..." Güldü. "Gençliğini anlatırdı. Çok hikayeler vardır bizim ihtiyarda. Sohbeti de keyiflidir. Tam bir doğa adamıdır. Dedeme çekmişim ben, fiziksel olarak da çok benzerim ona. Babamdan çok benzerim hatta."

"Babanı gördüm evet. Ona pek benzemiyorsun."

"İlginç, değil mi? Dedemi baba yerine koymam. Babam hala hayattayken üstelik."

Yüzünde buruk bir ifade vardı, bense kaskatıydım.

"Sebebin vardır mutlaka."

Bir şey söylemedi. Söylemek istedikleri o an için bu kadarla kısıtlıydı sanırım. Ben de üstelemedim. Atlas'ın babasını yok saydığını ima eden sözcükleri yüreğime bir ağırlık olup çökmüştü. Dahasını duymaya katlanabileceğimden ben bile emin değildim.

Bir bütündü insan. Tüm karmaşalarıyla, çelişkileriyle ve kararlarıyla... bir insan size güvenip kendini açtığında, bir sayfa çevriliyordu kaderin defterinden. Yeniden başlıyordu kurgu. Yeniden düzenleniyordu o ilişki. Atlas'ın bana güvenmeye başlaması, planladığım herşeyin gerçekleşmesi demekti fakat tam şu anda ölesiye korkuyordum bu güveni kazanmaktan. Çünkü sırlarına doğru attığım her adımda umduğumdan başka bir adam keşfediyordum. Kendimi bir kez daha sorgulamaya hazır değildim. Sadece o an için daha fazla anlatmasın istedim.

"Her neyse dedem artık seksenine yaklaştı, buralara gelmiyor...Bense burada kitap okumayı, yürüyüş yapmayı, ne bileyim boş boş oturmayı bile seviyorum." diye konuya yeni bir yön verdi. Ben de bundan faydalandım.

"Burada saatlerce boş otursa insan yine de boş oturmuş sayılmaz. Yaşam dolu, gerçekten çok huzur dolu. Nasıl inşaat yapılmamış hayret. Malum İstanbul'un taşı toprağı inşaat."

"İmarı yok buranın. Dedem gençliğinde, ticarete atıldığı ilk yıllarda İstanbul'da yatırım amaçlı bir arazi bakmaya karar vermiş. Birilerinin tavsiyesiyle buraları öğrenmiş, gelmiş. Muhtarın gezdirdikleri içinde daha çok işine yarayacak bahçeler varmış ama sonradan kötü yatırım olacağını bile bile burayı satın almış."

"Neden?"

"Bahçede elma toplayan kıza aşık olmuş çünkü."

Kalbim göğüs kafesimin içinde bir çırpındı sanki.

"Kızı görebilsin diye mi almış yani burayı?"

"Aynen öyle. Bahçenin eski sahibinin kızıymış. Dedem satın alınca, herşey olduğu gibi kalacak, siz de meyveleri toplamaya devam edin demiş. Her fırsatta çıkıp geliyormuş kızı görmeye. Kız da bir görsen, nasıl huysuzmuş, inatçının tekiymiş ama senin gibi çok güzel yeşil gözleri varmış. Çok uğraştırmış dedemi."

Kalbim biraz daha güçlü çırpındı sanki. Yüzüne bakıyordum yeşil gözleri duyunca gözlerimi kaçırdım. Huysuzmuş. İnatçıymış. Çok güzel yeşil gözleri varmış... diye tekrarladım içimden. Atlas'ın eli çenemden kavrayıp yeniden yüzüne bakmamı sağladı. Bakmaya dayanamadım çünkü o çok yakışıklıydı. İnsanın tüm dirençlerini kıran kusursuz güzel bir yüzü vardı. En fenası da duygu yüklü bakışlarıydı, çocuksu bir zaafla yüzüne bakmakta zorlandığım o anda o kadar güzeldi ki bakışları içimdeki çırpınış bir kat daha arttı.

"Ne oldu huysuz? Tanıdık mı geldi?" diye sordu.

"Şeyi merak ettim." dedim konuyu değiştirmeye çalışarak. "O kızla dedene ne olmuş sonra?"

"Evlenmişler." dedi keyifle sırıtarak. "Yakında birlikte elli yılı devirecekler." Bir ürperme geçti sırtımdan aşağı. Ben nedense onun gibi gülemedim. "Üşüdün sen." dedi titrediğimi farkederek. "Hadi eve dönelim."

Eve döndük, birlikte yemek masasını topladık. Atlas işten kaçan bir erkek değildi. Aksine mümkün olan her an yanımda kalmak ister gibiydi. Bulaşıkları ben sabunladım, o duruladı. Bu esnada kolu koluma değiyordu ve ben de mümkün olduğunca her an yanımda kalmasını istediğimi farkettim.

"Kendi başının çaresine bakabiliyorsun cidden. Yemek yapıyorsun, bulaşık yıkıyorsun. Evin temiz. Bu yönünü takdir ettim." dedim.

"Şehirde başkasına yaptırmak mesele değil de, dağda özellikle kimse senin işini yapmıyor malum." dedi. Doğruya doğruydu. En az elli kiloluk bir sırt çantasının içinde günlerin yiyeceği ve diğer yaşamsal malzemeleriyle başladığın tırmanışta kendinden ötesi yoktu. "Ama normalde de ben ev işlerine sanki kadınların göreviymiş muamelesi yapılmasını saçma buluyorum." diye ekledi.

"Devir değişiyor artık. Muhtemelen deden ve babaannen böyle değillerdi."

"Evet muhtemelen. Ama bence sevdiğin insanla birlikte yaptığın herşey çok keyifli."

"Bence de öyle." dedim. Eğilip masumca yanağımdan öptü. Son tabağı da durulayıp bulaşıklığa kaldırdık.

Kısa süre sonra, koltukta yan yana oturduğumuzda, spordan yorulmuş bedenim günün etkilerini göstermeye başlamıştı. Bacaklarımın üzerine battaniye almıştım. Sobanın ve battaniyenin sıcağıyla iyice ısınınca tüylü yumoş bir kedi gibi esnemeye başladım. Atlas haklıydı bu konuda. Kedi geni vardı bende. Sıcağı ve rahat ortamı bulunca anında uykum geliyordu.

Biten sınavlarla ilgili bir şeyler anlatıyordum en son. Başım, kolumu dayadığım koltuğun başlığına doğru düştü. Atlas bu esnada yanımda, yüzü bana dönük, tek bacağı koltuğun üzerinde olacak şekilde rahat oturuyordu. Ellerimden tutup beni kendine doğru çektiğini hissettim. Gözlerimi açamaz haldeydim. Kendisi uzanır bir pozisyon alırken, göğsüne doğru uzanmamı sağladı. Battaniyeyi de üzerimize örttü. Sönmeye yüz tutan soba az önceki kadar ısıtmıyordu artık. Yakınlık iyiydi, yakınlık sıcaktı. Atlas'ın derin nefesler aldıkça şişip inen göğsü başlı başına soba gibiydi. Elimi başımın altına başımı da ona yasladım. Benimki birbiriyle çelişen düşüncelerin etkisiyle bir hızlı bir yavaş atarken, onun kalbinin dengeli temposunu dinlemek huzur veren bir terapi gibiydi. Geleceğin belirsizliği içimi ürpertirken, beni yatıştıran, iyileştiren tavrına içten içe isyan ettim. Sırtımda birleşen ellerinin verdiği güven, saçımı öpen dudaklarının verdiği mutlulukla bütünleşti. Tıpkı onun söylediği gibiydi, birbirimize yakın olmak öylesine kaçınılmazdı. Kaçınamadım ben de.

Bu, elma bahçesindeki evde birlikte uyuduğumuz ilk geceydi. Tahmin edebileceğiniz üzere, sonuncu da değildi.


***************

Gün ışıyınca öten horoz sesleriyle yeni güne uyandım. Koltuk her ne kadar ikimizin sığabileceği genişlikteyse de, uyumadan evvel normal olarak daha az kısmı kaplayan bendim. Gözümü açtığım an itibariyle, Atlas koltuğun ucunda, tek bacağı yerde ve acayip dengesiz bir şekilde uyuyordu. Bense geri kalan her yerdeydim. Bildiğim kadarıyla deli yatma huyum yoktu ama daha önce kimseyle uyumadığım için sorup öğrenecek durumda da değildim. Neredeyse düşecek halde uyumasına gönlüm razı gelmedi. Az bir şey kendime doğru çekeyim düzgün yatsın, bu esnada ben de kalkıp kahvaltı filan hazırlayayım diye düşündüm.

Uygulamada sıkıntı yoktu. Atlas sweatshirtünden çektiğim gibi bana doğru döndü. Fakat çok hızlı gelişmişti, birdenbire sarılınca kolunun altında eskisinden daha da kıpırdayamaz halde kaldım. Büyük ve ağırdı. An itibariyle sadece boynuyla göğsü arasında kalan bölgeden nefes alıyordum. Dünyam tamamen onun içimi kıpırdatan kokusundan ibaretti ve sanırım mutluluktan ölmek üzereydim. Birkaç dakika öylece sarhoş gibi yattım. Ardından bazı rahatsızlıklar baş göstermeye başladı. Altta kalan kolum uyuşmuştu ve gittikçe daha zor nefes alıyordum. O ise hala derin uykudaydı. Bir iki ufak kıpırdanmayla kibarca uyandırmaya çalıştım. En azından bilinçsiz şekilde de olsa dönerse kolumu kurtaracaktım. Fakat hiç kıpırdamadı. Gıdıklanır mıydı acaba? Denesem. Üstüme kapanan kolunu gıdıkladım. Yine hiç kıpırdamadı! Tekme filan mı atsaydım acaba? Bak ondan iyi anlardı o. Serbest kalan ayağımı yavaşça geriye çekerek hedefe doğru programladım. Tam tekmeyi atacaktım ki, havadaki bacağımı yakaladı. Yana doğru açarak tüm benliğiyle üzerime yerleşti. Şimdi benim boynumdan nefes alan oydu. Hala gözleri kapalıydı ama artık sığ nefesler alıyordu.

"Bilerek yaptın." diye söylendim. Görmesem de gülümsediğine emindim.

"Dakikalardır kıpır kıpırsın. Gece ayrı uyutmadın şimdi ayrı uyutmuyorsun."

"Müsade etseydin, rahat uyu diye kalkacaktım. Amacım oydu."

"Edemem." dedi. "Şu an olabilecek en rahat konumdayım."

Boynumdan öptü ve ben baştan ayağı kaskatı kesildim.

Eli hala yana çevirdiği bacağımın üzerindeydi, ayak bileğimden kavrayıp beni kendine sardı. Hiç tekin değildi bu yakınlık. Hatta tam şu anda, yeni sevişmiş gibi göründüğümüze emindim. Ya da... yutkunarak kıpırdandım.

"Ben kalksam diyorum artık."

Boynumdaki öpücükler, yanağıma ulaştı.

"Yanakların yumuşacık." diye mırıldandı. Bir insana bu kadar da işkence edilmezdi! Ben de tam o an elimi sweatshirtünün altına, sımsıkı kaslarına uzatmamak için kendimi çok zor tutuyordum. Ama bunu yaptığım anda onu durduramayacağımı hissettiğimden elimi yumruk yapıp olabildiğince uzakta tuttum. Tepesinde gözü mü vardı nedir? Eli elime uzandı, yumruğu çözdü ve parmaklarını parmaklarıma kenetledi. Her hareketiyle içimde kazanlar kaynattığını biliyordu adım gibi emindim.

"Biraz eziliyorum yalnız." diyerek bir kez daha şansımı denedim.

"O zaman sen benim üzerime gel." dedi. Mümkün olsa koltuktan aşağı düşerdim o an. Nefes alışverişimi olabildiğince yavaşlatmaya çalışarak,

"Atlas." diye mırıldandım. "Beni bırak."

"Bunu söylemenden nefret ediyorum." dedi. "Tam tersini yapasım geliyor."

"Yapıyorsun zaten. Her defasında."

Hiç beklemediğim anda üzerimden çekildi.

"Bu konuda sen izin vermeden hiçbir şey yapmam." dedi.

O kadar beklemiyordum ki, boşluğa düşmüş gibi oldum. Hani neredeyse onu yeniden üzerime çekmek öylesine olasıydı. Ve bunun olacaksa, benim iznimle olacağını bilmek... iradenin bana bırakılmasından açıkça memnun değildim o an. Gözlerimi kırpıştırarak aval aval baktım yüzüne.

"Öyle diyorsun."

Yerinden kalkarak, benim de kalkabilmem için elini uzattığında yine alıştığım ve çok sevdiğim suratsız surat ifadesi vardı yüzünde.

"Evet öyle. Muhtemelen bu uğurda taşa döneceğim, orası ayrı."


Köyden gelen taze kahvaltılıklar eşliğinde yaptığımız kahvaltı sonrası yeni bir antrenmana başlamak üzereydik. Önceki günün etkisiyle her yerim çok ağrıyordu.

"Her zaman böyle ağrımayacak. Ama acıya direnmen lazım." dedi. "Bugün o kadar zorlamayacağım."

"Hep aynı şekilde mi çalışıyorsun?"

"Yoo. Bir sürü farklı antrenmanım var. Mesela çok güzel bisiklet de sürülüyor buralarda."

"Aa bayılırım bisiklet sürmeye. Ama Antalya'da kaldı bisikletim."

"Nasıl peki? Sağlam bir bisiklet mi?"

"Büyük ihtimalle senin istediğin kadar değil."

"Beşiktaş'ta bisikletçi bir arkadaşım var. Ona söylerim istersen senin için güzel bir toplama bisiklet yaptırabilirim."

"Çok masraflı olur mu?" diye sordum açık açık.

"Çok tutacağını sanmam. Sorar sana söylerim."

"Tamam öyleyse."

Spor eşofmanlarımı giymiş, kapıya çıkmaya hazırlanmıştım ki Atlas'ın telefonu çaldı. Ciddi bir sesle,

"Efendim?" diyerek yanıtladı. "Efendim anne?"

Anne dediği için dikkat kesilerek kaldım. Ayakkabılarımı giyiyordum, vazgeçtim.

"Hayır, Beşiktaş'ta değilim." dedi. "Bilmiyorum. Akşama doğru gelirim belki."

Annesi her ne dediyse yüzü asılarak dinledi.

"Babamla ilgiliyse..." dedi devamını getirmedi. Annesi konuşmaya devam ediyordu belli ki. Ardından,

"Tamam." dedi. "Bir iki saate evde olurum. İstersen ben gelip seni alayım."

Böylece günün erken sona erdiğini anlamış oldum. O da doğruca bana bakıyordu annesiyle konuşurken. "Tamam görüşürüz." deyip kapattı.

"Eşyalarımı toparlayayım." dedim hemen. Nedense bir buruklaşmıştım. Yanından geçerken beni durdurdu.

"Annemdi. Benimle konuşması gereken önemli bir konu varmış. Sesi üzgün geliyordu. Reddedemedim." diye açıkladı.

"Sorun değil. Annen sonuçta."

"Biz o kadar yakın değiliz. Çok sık görüşmüyoruz. Ama dediğin gibi annem sonuçta."

Kafamı sallayıp yanağından öptüm.

"Sorun değil. Zaten ben de antrenmandan nasıl kaçsam diye düşünüyordum." dedim gülümseyerek.

Öpüşüme karşılık beni kollarının arasına aldı. İçim çekildi, eriyip gideceğimi sandım.

"Şimdi seni yurda bırakayım. Akşam gelir alırım."

"Hiç gerek yok. Benim de yurtta işlerim var."

"Peki bakalım."


Böylece hazırlanıp yola düştük. Atlas'ın sırtına sarılmış, yollar, caddeler, evler ve teğet geçtiğimiz hayatlar boyu yol alırken, kısa zamanda beni nasıl bu kadar etkileyebildiğini düşünüyordum. Okulun kafesinde ilk göz göze gelişimiz sadece birkaç hafta önceydi. Şimdiyse, sarıldığım kollarımı çözdüğüm an içimi bir kasırga sarıyordu. İnsanoğlu ne garip, kaçtıkça kovalanıyoruz, kaçtıkça yakalanıyoruz. Onunla daha fazlasını istemek işten bile değildi. Ve bu çok güzeldi aynı zamanda beni çok korkutuyordu. Yurdun önünde motordan inerken başımı dik tuttum. Burukluğumu yüzüme hiç yansıtmadım. Ne güldüm ne de surat astım. Dümdüz baktım öylece. Çünkü biliyordum, duygularımı okumak istercesine bakıyordu bir kez daha ve bugün bir daha görüşmeyeceğimiz için bıraksalar ağlayacak halde oluşumu gizlemeye çalışıyordum.

Kaskını çıkardı. Elimi uzatıp kirli sakalın kapladığı yanağını okşadım. Elimi tutup beni kendine çekti. Yanağını yanağıma yasladı. Kalbim kalbine değdi. Bir süre öyle kaldık. Sonra yavaşça geri çekildim.

"Hadi git."

"Sen içeri gir giderim."

"Sen git ben girerim."

Güldü.

"Annem gidince ararım seni."

"Tamam, görüşürüz."

"Görüşürüz."


Odaya girdiğimde Sedef yatağına uzanmış telefonla konuşuyordu. Önce bir duş aldım. Çıktığımda telefonu kapatmıştı, gidip yanına oturdum. Kafasını eğip şefkatle baktı yüzüme.

"Bu ne hal kuşum?"

"Atlas annesiyle buluşacakmış."

"Oy oy sokağa bırakılmış ev kedisi gibi mi oldun sen?"

"Öyle oldum valla."

"Hadi bir kahve içelim beraber. Sınavlar yüzünden ne zamandır erteliyoruz. Hem bana Tunç'la neden olamayacağını anlatırsın."

Aslında Tunç'un adını bile anmak istemiyordum o an ama Sedef'i kırmak istemedim. Elimize kahvelerimizi alıp deniz kıyısına yürüdük. Bir banka oturduk. Haliç'te kürek çekenleri izlerken kız kıza dertleştik. Üzülmesini istemiyordum. Sedef kimsenin gönül eğlencesi olmayı haketmeyecek kadar değerliydi. Ona Tunç'un genellikle günübirlik ilişkiler yaşadığını, Atlas'ın eski arkadaşı olduğunu ve Atlas'dan öğrendiğim geçmişinin biraz vukuatlı olduğunu söyledim.

"O gece seninle nasıl ilgilendiğini gördükten sonra takılmıyorum zaten artık." dedi. Bana sitem eder gibi değildi. Kabullenmiş bir ifadesi vardı. "Başka adam mı kalmadı yani?" dedi omuz silkerek. Ama yüzünde hala hüzünlü bir ifade vardı. Umarım kolay atlatırdı.

"Benimle de hoşlandığı için ilgilenmiyordu. Tamamen Atlas'a dair takıntısı yüzünden. Neyse, o gece mekandan birlikte ayrıldığımızı gördü. Daha da üstelemez."

"Siz nasılsınız Atlas'la?"

"İyiyiz."

"Ama bir başka mahzunluk var senin üzerinde. Sanki bugün gitti diye değil de başka bir sebebin var gibi."

"Yoo. Ne sebebim olacak?"

"Hissederim ben."

"Ne bileyim Sedef." dedim, şöyle dolu dolu bir iç çektim. "Dün gece ilk kez birlikte uyuduk. Bu yolun sonu nereye varacak diye düşünüyorum sanırım."

"Aşk." dedi gözlerinden kalpler çıkarak. "Sen ona aşık oluyorsun. Hem harika bir his hem de yakıcı. Acı sevmiyorum deyip yemeğe acı koymak gibi bir şey bu. Çünkü tadı çok güzel."

"Evet, aynen öyle." dedim gülerek. "Benim için ilk."

"Antalya'da kimse olmadı mı cidden?"

"Lisedeyken bir çocuk vardı. İyi biriydi ama ben bir şey hissetmiyordum. Yürümedi."

"Atlas, çok farklı ama değil mi? Ona karşı bir şey hissetmemek zor."

"Onu çok zorluyormuşum. Bana sorsan ben de onun için aynısını söylerim. Her nasılsa kendimizi sürekli bir arada buluyoruz."

"Kesinlikle bu aşk." dedi Sedef hülyalı hülyalı derinlere dalarak. "Ben de daha önce bir kez yaşadım bu hissi. Aşk başa gelince tüm duygular çok güçlü yaşanıyor. Önce yüreğinde büyük bir patırtı kopuyor. Her an onu görmek, onunla olmak istiyorsun. Eninde sonunda ortalık sakinleştiğinde o kişinin senin için ya en kötü ya da en güzel şey olduğunu anlıyorsun."

Acı bir gülümsemeyle baktım Sedef'in anılara dalmış yüzüne. Atlas ve ben birbirimiz için en kötü şey olacaktık. Henüz en başında biliyordum bunu. Aynı anda telefonuma gelen mesaj sesiyle irkildim. Ekranıma düşen mesaja karmaşık duygular içerisinde baktım.

"Seni şimdiden özledim." yazmıştı. "Napıyorsun?"

"Ben de seni. Sedef'le kahve içiyoruz."

"Annem gidince geleceğim seni almaya. İşlerim var diyordun ama. Hallet bir an önce."

Göğüs kafesimi bir arada tutan kilit çözülmüştü sanki, iki kanadı ayrıldı da, içimden binlerce kuş uçup gitti. Kanatlarını özgürlüğe çırparak önümde uzanan denize ve göğe karıştılar. Bir kalbe tutunarak özgürleştiğimi hissettim.

Acıyordu aynı zamanda. Çok acıyordu hem de. Ama çok da güzeldi.

"Tamam gel." yazdım itirazsızca.

Bir kapı açıldı önümde. Ayaklarımın altına peri tozları serpildi. Yürüdüm. Adım adım yürüdüm bilinmezliğe. Ona doğru attığım her adımda daha büyük bir güçle çarptı kalbim. Anladım ki bu, yeri doldurulamayacak kadar özel olacak. Anladım ki bu, yeri doldurulamayacak kadar yıkıcı olacak. Anladım. Yine de yürüdüm.

Atlas benim için bir kapı açtı. Kalbimde tüm sırlarım ve yalanlarımla ben, ona ve sırlarına doğru yürüdüm.

...

(Alıntıdır)

Açık bir kapısı olmalı insanın...iç dünyamızdan dışarı açılan bir kapı, iç dünyamızın tanığı açık bir kapı.

Nefesimiz tükendiğinde yeniden nefes almaya yarayacak açık bir kapısı olmalı insanın.

Sevdiklerimizin duvar aşmaya gerek duymadan içeri girebileceği açık bir kapı, nasıl ki düşmanımızın rahatlıkla çıkmasını sağlıyorsa, dostumuzun da engelsiz girebileceği açık bir kapısı olmalı insanın.

Hiçliğe açılsa bile yine de açık durmalı, ola ki "hiçliği çok şeyliğe tercih etmek" de gerekebilir kimi zaman.

Açık bir kapısı olmalı insanın..."dışarıdan sakladığım hiçbir şey yoktur benim" diyecek kadar özgüveninizi, cesaretinizi kendinize ve dışarıdakine hissettirebilecek.

Açık bir kapı bırakabilecek kadar şeffaf olmalı yaşamda, çünkü ön yargılara dur diyecek tek şey, açık bir kapıdır. Görünür, hissedilir olmaktır ön yargıyı yıkan.

Hayat yolculuğumuzda, dar geçitlerle karşılaştığımızda kullanabileceğimiz açık bir kapımız olmalı. Bilmeliyiz ki o kapının ardında bambaşka bir dünya olacak.

Dünya, sadece kendisi için yaşayanlara en büyük örtülü kapı olmuş. Başka yaşamların da var olduğunu algılayabilmek için açık bir kapısı olmalı insanın.

Kapıların ardında kalan olmamak için, ardındakilerle yüzleşmeye cesaret bulabilmek için, yenilgilerimizi kabullenmediğimizi gösterebilmek için açık bir kapısı olmalı insanın.

Ne çok kapılar örttük, üzerine de ne kör kilitler taktık. Örttüğümüz sadece kendimiz aslında.

Yaşamın en yaşanmaz yerinde, açık bir kapı bulabilmek istiyorsak eğer , mutlaka açık bir kapı bırakmalı yaşama.

Açık bir kapı pek çok kör kilitli kapıyı açabilir.

Continue Reading

You'll Also Like

378K 25.6K 23
Berfan ve Bahoz'un hikayesine hoş geldiniz! Hikaye 1990'lar da geçmektedir ve yetişkin içerik sahneler bulunmaktadır.
Kafes By Laviniapiaf

General Fiction

484K 48K 90
İlk kez koca koca adamların kelamlarını takip etmek için siyah masanın etrafındaki koltuklardan birine oturduğumda on dokuz yaşındaydım. O kadarcık k...
393K 21K 17
𓇚𓇚𓇚 "Kaçma!" dedi Ezra yakarır gibi. " Bir kere de beni yakma, iki gözüm." Firuze kolunu kurtarmaya çalıştı. İzin vermedi Ezra. "Gitmem lazım." de...
154K 3.5K 26
Zihninin dengesini yitirmek,ne kadar acı verebilirdi? Niran Merza Karan, yaşadığı ve yaşamaya mecbur bırakıldığı kaderinin kurbanı genç bir kadındı...