POBEDA

By oliveandturtle

450K 39.7K 26K

İpek ve Atlas. İki ünlü dağcı, sıkı dost, hayata ve kadere ortak iki babanın çocukları. Sekiz yıl önce; dünya... More

Nefretin Başlangıcı
Özel Sebepler
Asla Asla Deme
Doğa Yürüyüşü
Darmadağın
Eğitilmez
Şarkı Listesi (YB Değil)
İddia
İntikam Planı
Oyun
Kapı
Sorgulamalar
Düğüm
Karar
Sude'nin Gözyaşları
Domino Taşları
Utancın Külleri
Yaşattığının Bedeli
Seçilen Taraflar
Fırtınalı Bir Gece
Kendinden Vazgeçmek
Pobeda'nın Öncesi
Zirvede Bir Gece
Kaç Ya da Savaş
Elif'in Gözyaşları
Israrlı Bir Telefon
Bugün Çok Geç
Deniz Feneri
Zayıf Nokta
Bir Nikah Bir Cenaze
Yemin
Gidebilmek
Eninde Sonunda
Billie Jean
Veda
Eşik
Korkuları Aşmak
Köprü
Solstis
Pobeda I
Adalet Terazisi
Tarafsız Bölge
Oyun Dışı
Pobeda 2 (1. kısım)
Pobeda 2 (2. Kısım)
Son Oyun

Elma Bahçesindeki Ev

10.4K 994 525
By oliveandturtle

Kaybetme korkusu; hepimizde az çok bulunan, insanı halden güçten düşüren çok çaresiz bir duygudur. Özellikle geçmişte en sevdiklerini yitirmiş insanlar bunun nasıl bir his olduğunu çok iyi bilirler. Bu korku, öyle yoğun bir duygudur ki, birini sevmeye başladığınızı hissettiğiniz daha ilk anlarda sizi avlar. Yüreğinizi zehirli bir sarmaşık gibi sarar, sinsi ve yavaş bir şekilde içten içe zehirler. Güzel olan herşeyden korkarsınız, sizi mutlu eden herşeyden korkarsınız, huzursa hissettiğiniz, güvense eğer ondan bile korkarsınız. Sevdiklerini kaybetmiş insanlar kaybetmenin acısını iyi bilirler ve bir daha yaşamamak için sevmekten bile kaçabilirler. Hırçınlıklarını mazur görün. Kendini mutluluğa bırakmak çok zordur yaralıysanız, çünkü bir kez dağılırsanız bir daha çok zor toparlanırsınız.

İşte bu yüzden kaçabildiğiniz son noktaya kadar kaçarsınız.

Ve en kötüsünün bu olduğunu sanıyorsanız... yanılıyorsunuz. Çünkü daha kötüsü de vardır.

Birini kaybedeceğinizi bile bile sevmek.

Atlas'ın bana,

"Seni bırakamam." dediği an, beynimde şimşeklerin çaktığı ilk andı. Herşeyin, sonu baştan yazılmış bir hikayenin ortasındaki boş sayfaları doldurmaktan ibaret olmadığını ve aynı zamanda, onun beni sevmesinin başıma gelebilecek en kötü şey olduğunu anladığım andı.

Bir aydınlanma anıydı ve bir o kadar da korkunç bir andı. Üzerimden çekilmesi için tüm gücümle ittirdim.

"Sana bizim neden olamayacağımıza dair bin tane sebep gösterebilirim."

"Göster." diyen ses tonu tatsız, keyifsizdi.

Karanlık odada biraz önceki yakınlığımız yerini yan yana uzanmaya bırakmıştı. Atlas güçlü dirseğini yatağa dayamış ne söyleyeceğimin merakıyla yüzüme bakıyordu.

"Bu şekilde olmaz. Oturalım, düzgünce konuşalım." dedim.

"Tamam." dedi yüzü hepten asılarak. Yataktan kalktı, elini uzatarak kalkmama yardım etti. Ardından kahve yapmak üzere mutfağa gitti.

Elimizde dumanı tüten kahvelerimizle, üçlü salon koltuğuna yüz yüze bakacak şekilde oturduğumuzda saat geceyarısını çoktan geçiyordu.

"Çok farklıyız seninle." dedim. "Hiçbir konuda anlaşamıyoruz, sürekli kavga ediyoruz. Kedi köpek gibiyiz baksana. Az önce seni öldürmek istiyordum, şimdi oturmuş bizden olur mu'yu konuşuyoruz. Bu bile başlı başına nasıl bir delilik içinde olduğumuzun kanıtı gibi."

"Çok güçlü bir çekim var aramızda. Hiçbir şey bilmiyorsam bile bunun, az kişinin karşısına çıkan bir şey olduğunu biliyorum."

Ne yazık ki söylediği gerçek olmasını istemeyeceğim kadar gerçekti. Aynı anda onu hem parçalayacak kadar öfkeliydim, hem de içime katacak kadar kararmıştı gözlerim. Delirmeye bir kala bir ruh haliydi. Kontrolsüzce büyümüştü hislerim.

"Bir ilişkinin temeli olmak için fazla tehlikeli değil mi? Dinamit gibiyiz, havaya uçarız bu gidişle."

Tatlı tatlı gülümsedi.

"Uçarız."

"Ölürüz o zaman."

"Ölmeyiz. Çok daha yaşanılası olur."

Elimdeki kahve fincanını alıp sehpanın üzerine bıraktı. Daha fazla mesafeye dayanamıyormuş gibi bir kez daha kollarının arasına çekti. İçim gidiyordu, bir o kadar da çırpındıkça batıyormuş gibi hissediyordum.

"Korkuyorum." diye sayıkladım. "Kontrol edemiyorum. Çok hızlı gelişiyor. Biraz sakin olamaz mıyız?" Kollarının arasından sıyrıldım. "Ne olduğunu anlamadan kendimi kollarında buluyorum. Tekrar ve tekrar ve tekrar... Daha da ötesi, konu bile değil. Oysa bunun sağlıklı bir temeli olmalıydı. Görüyorsun ki yok. Neden hissediyoruz bu çekimi? Sebebi var mı? Yok."

"Korkma." dedi usulca. Ne kadar çekilsem de elinin temas mesafesindeydim. Elinin tersini varla yok arası bir dokunuşla omuzlarımda hissettim. Kedi gibi kıvrılmamak için kendimi çok zor tuttum. "Benden korkma." diye tekrarladı. "Korkularını çok iyi anlıyorum. Bana babanı on yaşından beri görmediğini söylediğin gün, içimde bir yerlere dokundun sen. O gün anladım aslında ben sana çekileceğimi. Kaçınılmazdı, kaçmadım. Henüz anlamıyorsun. Zamanla sen de anlayacaksın. Aslında sandığın kadar farklı değiliz birbirimizden. Seni neyin üzdüğünü anlıyorum İpek ve aynı yerden kırılmana izin vermeyeceğim. Benden korkma."

Fakat nasıl korkmazdım? Son sözleriyle birlikte resmen dehşete kapılmıştım. İçimde harlanan alevler, beni ona çekiyor ve korkumu binlerce kat arttırıyordu. Kaçamıyordum. Çünkü çok doğruydu. Kaçamayacaktım. Çünkü çok yanlıştı. Ve ben bitmiştim. An itibariyle bunu çok net görebiliyordum.

"Birbirimize iyi geleceğiz. Bunu hissedebiliyorum."

"Birbirimize iyi gelmeyeceğiz." dedim ellerimi yüzüme kapayarak.

"Hayata aynı bakıyoruz. Hayallerimiz bile ortak."

"Yanılıyorsun Atlas. Aynı değiliz."

"İzin ver mutlu olalım."

"Olamayız. Biz sadece arkadaş olalım." Kaç, lütfen, kaç sen de kurtar kendini benden. "Yapmayı planladığımız şeyler var. Dağa tırmanacağız. Yürütemezsek herşeyi ziyan ederiz. Hem ben bir ilişki yaşamaya hiç hazır değilim. Derslerime odaklanmalıyım. Sorumluluklarım var. İstemediğim halde sürekli yakınına çekiyorsun. Bu kadar büyük bir tutkuya direnemeyeceğimi ben de biliyorum. Direnmek de değil, kafamı buna yormak istemiyorum. Ne kadar görüşürsek o kadar artıyor. Ben çırpınıyorum, sen körüklüyorsun. Yapma. Olmaz. Yürümez."

Artık sabrını yitiriyordu.

"Direnecek ne var? Olmayacak, yürümeyecek ne var? Nedir bu savaşın sebebi? Anlamıyorum. Başka bir şey olmalı. Çünkü öne sürdüklerin çok basit geliyor kulağa. Bizim sahip olduğumuzu bir ömür bulamayan insanlar var. Birlikte mutlu olmayı haketmiyor muyuz?"

Ah Atlas... bilsen ki kalbini kırmak istemediğimden böyleyim, bilsen ki seni kırmak beni de yok edecek diye kaçıyorum... bilsen gerçek yüzümü, bu cümleleri yine de kurar mısın? Kalbini bana yine de sunar mısın? Yapma. Sunma.

"Açık konuş benimle." dedi katı bir şekilde.

Bir an için... sadece bir an için ona herşeyi anlatacağımı sandım. Bir an için anlatıp kurtulduğumu hayal ettim. Herşey sona erer, biter, giderdi. Amaçlarıma ulaşamazdım. Atlas'ı da kesin olarak yitirirdim ama eminim çok rahatlardım. Bir an için ciddi olarak düşündüm bunu. Fakat gerçekçi bir hayal değildi. Yola çoktan çıkılmış, geri dönemeyecek adımlar atılmıştı. Bu yüzden sustum. Gerçeklerimi yuttum ve yalanlardan ibaret bir kişiliği öne sürmeye devam ettim.

"Vaatlerden, söz vermekten, gelecekten korkmayan bir sevgili istiyorum ben."

Gözlerimi sımsıkı yummak, ağzımdan çıkanları hiç duymamış olmak istedim. Çok ciddi bir ifadeyle bakıyordu. Gerçeğin sadece söylediğimden ibaret olduğundan emin olmaya çalışırcasına, içimi okumak ister gibi, insanı ürkütecek kadar ciddi bakıyordu.

"Vaatler ve sözlerden bahsetmek için çok erken. Şimdi sana vaatlerden söz etsem, bu korkusuzluk değil şuursuzluk olur. Zaman ne gösterirse onu yaşayacağız. Ama bil ki, daha önce hiç hissetmediğim şekilde güçlü hissediyorum. Hayatımda hiçbir şeyi istemediğim kadar çok istiyorum seni ve her koşulda sana karşı dürüst olmaya söz veriyorum."

Dürüstlük, sen ne büyük bir cezaymışsın... en büyük işkence, en büyük azapmışsın.

Ela gözlerinin içine baka baka hissettiğim azabı sonuna kadar özümsedim. Gözleri kimin kimi yakacağını gösteren alevden birer meşaleydi. Bir Dorukan'ı yakmak kolay değildi. Ben de çok yanacaktım.

"Biz mahvolacağız Atlas." dedim.

"Öyleyse mahvolalım." dedi.


*******************

İkinci haftanın sonunda vizeler sona ermişti. Yeniden bir cumartesi sabahına ulaştığımızda havada kasım ayının keskin soğuğu vardı fakat benim içimde bambaşka bir iklim hüküm sürüyordu.

İçimi kıpır kıpır ettiren motorun sesini daha yurdun sokağına girdiği anda duydum. Bir koşu banyoya gidip, aynada son kez yüzüme baktım. Saçlarımı bir kez daha düzelttim. Dudaklarıma nemlendirici sürdüm. Sedef'le vedalaştım ve hızlı adımlarla merdivenleri inmeye başladım.

Yurdun sürgülü demir kapısını açıp dışarı doğru adımımı attım. Atlas tam karşımda motosikletinin üzerinde, siyahlar içerisinde muhteşem görünüyordu. Ona doğru yaklaşınca elini omzuma koyup, yanağıma sıcacık bir öpücük bıraktı. Dokunduğu yerlerim her zamanki gibi yanarken benim için getirdiği kaskı aldım.

"Nereye gidiyoruz?"

"Sürpriz."

Önemli tırmanışlara hazırlanırken en az altı ay önce antrenmanlara başlamak gerekiyordu. Benim kas eksikliğim fazlaydı, bu yüzden bir an önce başlamamda fayda vardı. Atlas önceki gece attığı mesajda sıkı bir antrenmana hazır olup olmadığımı sormuştu. Nereye gittiğimizi söylememekte diretirken, biraz kirleneceğimiz bilgisini araya sıkıştırmıştı. Eşofmanımın altına botlarımı giymiş, spor ayakkabılarımı sırt çantama atmıştım.

İkinci köprüden karşıya geçip sahilden Beykoz yönünde ilerledik. Nereye gittiğimizi tahmin etmeye çalışsamda en ufak bir fikir gelmiyordu aklıma, gittikçe meraklanıyordum. Kanlıca'yı, Çubuklu'yu, Beykoz'un merkezini geçip iç kesimlere girdi. Bir süre daha yol aldıktan sonra yeşillikler içerisinde bir köye geldik. Şehrin hem içinde hem de oldukça dışında kalan bir yerdi. Asfalt dökülmemiş yollarıyla, meydanındaki çeşmesiyle, yanından motor geçince kovalayan köpekleriyle, köy kahvesinde oturan sakinleriyle tipik bir köydü. İstanbul'da böyle korunmuş bir yerin kalmasına şaşırmıştım. Köyün az daha dışında yerleşimin hiç olmadığı meyve bahçelerinin arasında durduk.

Motoru koskocaman bir çınar ağacının altına park etti. İner inmez elimi tuttu. Yanımda uzun boyu ve güçlü adımlarıyla yürüyüşünün verdiği heyecana, elimi eline bırakmanın verdiği sıcaklığa alışabilecek miydim? Bilmiyordum. Şimdilik kalbim hala gümbür gümbür çarpıyordu. Sıralı dikilmiş ağaçlarla dolu bahçeye yürüdük. Yerler yağmurdan dolayı ıslak ve çamurluydu. Çalı çırpının, limon ağaçlarının arasından geçerek ilerlemeye devam ettik. İlkel tahta bir çitle sınırı çevrilmiş bahçeden başka bir bahçeye geçtik. Burası uzun boylu elma ağaçlarıyla doluydu. Kırmızı kırmızı elmalar o kadar güzel ve olgun görünüyordu ki birçokları dalından yerlere düşmüştü. Dayanamayıp bir tane kopardım. Atlas kaşlarını çatarak,

"Sahibine sordun mu?" dedi.

"Göz hakkı diye bir şey var. Ayrıca kim bilir nerededir sahibi."

Ağırlaştı adımları, durdu. Ben de durdum.

"Neden geldik buraya?"

"Buranın sahibi benim."

Katır kutur ısırdığım elma ağzımda büyüdü, neredeyse boğulacak oldum.

"Ne?!" Şaşkınlığıma güldü.

"Dedemindi. Birkaç sene önce bana hediye etti."

"Ciddi ciddi senin."

"Evet. Beğenemedin mi?" Bir tipine bak bir de ortama denecek haldeydik, o da farkındaydı zaten o yüzden gülüyordu. "Fazla büyük bir yer değil. İlgilenen de yok pek. Ağaçları köylüye ilaçlatıyorum sadece. Ben burayı başka bir sebepten seviyorum. Gel göstereyim."

Yeniden elini tuttum. Hafif bir eğimle yukarı doğru yürüdük, karşımıza derme çatma bir kulübe çıktı. Betondan yapılmış olsa da fazla sağlam görünmüyordu, hatta eski ve döküntü bir görünümü vardı ama bana sorarsanız gördüğüm en sevimli kulübeydi. İçeri girdiğimiz anda sevgim bir kat daha arttı. Oturma alanıyla mutfak bir aradaydı, arkada küçük bir yatak odası ve banyo vardı. Mobilyalar eskiydi, halılar eskiydi, televizyon yoktu. Salonun orta yerinde odun sobası vardı. Böyle küçük ve eski evleri çok severdim ben.

Duvara asılı iki tüfek gözüme çarptı. Atlas'da onlara baktığımı farketti.

"Dedem eskiden avlanmaya geliyormuş buraya. Şimdilerde ben antrenman yapmaya ya da kafam bozuksa kafamı dinlemeye geliyorum."

"Hayatta mı hala?"

"Evet. Yaşlandı sadece. Gelip gitmiyor buralara artık."

"Allah uzun ömürler versin. Deden sana hazine hediye etmiş resmen."

"Gizli sığınağımı beğenmene sevindim."

Beğenmekten de öte, vurulmuştum resmen. Yalnız evin içi dışarıdan bile soğuktu. Ellerimi ovuşturduğumu görünce, sobayı yakmaya karar verdi. Kapının önüne çıktı. Evin yan tarafındaki ardiyeden topladığı odunları getirip sobayı yakarken, ben de mutfağı karıştırmaya başladım. Evde doğalgaz yoktu, bu yüzden ocak tüple çalışıyordu. Atlas'ın Beşiktaş'taki evinde de bulunan olmazsa olmazı kahve makinesi mutfaktaki tek modern aletti. Fazla da bir şey yoktu. Kafasını dinlemeye kaçan bir insanın ihtiyacını görecek kadardı eşyalar. Daha da güzel olanı, buraya hiç kadın eli değmediği belli oluyordu. Düz mantık, erkek kafasına göre tasarlanmıştı herşey.

"Burada antrenmanlarını nasıl yapıyorsun?" diye sordum çıtır çıtır yanmaya başlayan sobaya doğru yaklaşarak. Ellerimi sobanın üstüne tuttum. O da eğildiği yerden doğrulup arkama doğru yaklaştı.  Elleriyle omuzlarımı ovmaya başladı. Dokunuşu ve sobadan yayılan sıcaklığın etkisiyle gevşeyerek boynumu hafifçe yana yatırdım.

"Birazdan göreceksin." dedi. "Ama acımasızımdır, baştan uyarayım."

"Tahmin etmek güç değil."

Boynumu diğer yana yatırdım.

"Buraları güçlendirmemiz lazım." dedi.

Elleri omuzlarımdan ayrıldı, kollarımdan geçerek önde karnımın üstünde birleşirken sırtımı göğsüne yasladı.

"Küçük bir kedi gibisin. Bıraksam şurada koltuğa kıvrılırsın, değil mi?"

"Nasıl bildin?" diye mırıldandım.  Saçlarıma bir öpücük kondurdu.

"Ama önce haketmen gerek."

Kafamı sallayarak ellerinden sıyrıldım.

"Hazırım." dedim.

Geri çekilip ellerini ovuşturdu. Yüzündeki hevesli ifade yüzünden biraz tırssam da bozuntuya vermedim. Montumu eve bıraktım. Üzerimizde eşofmanlarımızla kapının önüne çıktık. Atlas ardiyesinde çöp gibi görünen şeyleri toplamaya başladı. Dev bir traktör lastiği, ip merdiven, el ağırlıkları, eski püskü bir sırt çantası... önce gösterdiği şekilde ısınma hareketleri yaptık. Ardından cebinden bir kronometre çıkardı. Sonraki bir saat hayatımın en acılı bir saati olabilirdi. Gerçekten hiç insafı yoktu.

Şınav, mekik konu bile değildi. Halat bağlı demir ağırlıklar sürükledim. Traktör lastiğini çekiçle dövdüm. İp merdiveni yere serip boşluklarına basa basa koştum. El ağırlıklarıyla çalıştım. Evin arka tarafındaki düz yokuşta içi ağırlık dolu sırt çantasıyla defalarca koştum, indim, koştum, indim ve daha bir sürü şey. Atlas bunların yarısını benimle birlikte yapmasına rağmen terlememişti bile. Bense ölüyordum. Tabi onun form durumunun ve kas gücünün benimkiyle alakası bile yoktu. Benim daha çekici yerinden kaldırmakta zorlanışım onu güldürüyordu.

"Bugünlük yeter." dedi nihayet insafa gelerek. "Yalnız seninle çok işimiz var."

"Beni bırak, ben vazgeçtim." dedim karnımı tuta tuta.

"Bugünün bir de yarını var. O kaslar nasıl yanacak."

"Muhtemelen yürüyemeyeceğim."

"Hayır yine çalışacağız."

"İmdat! Yardım edin. Sen çok zalimsin."

"Öyle mi?!" Tek adımda yanıma gelip, beni omzuna attı. "Ne gördün ki sen daha?"

"Allah'ım sen bana yardım et. Hayır, sende bol bol kas var. Birazını bana versen ne olur?"

İkimiz de gülüyorduk.

"Bedavaya konmak yok. Alıştıkça seveceksin. Biraz sabret."

Sıcak evin içine girdiğimize nasıl da minnet etmiştim o an için. Banyonun önünde yere indirdi. Yanımda yedek giysiler vardı. Ama havlu yoktu.

"Buralarda kurulanacak bir şey var mıdır?"

"Ama sen beni çok zorluyorsun."

"Ya ne var? Sadece havlu sordum!"

"Havlu sormadın." dedi beni banyo duvarıyla bedeni arasında hapsederek. "Belki de ben de seninle birlikte duşa girmeliyim. Sonra da beraber kurulanmalıyız."

"Yok yok öyle yapmayalım."

Yüzünü yüzüme doğru yaklaştırdı. Yanağımı yanağına sürttüm. Yüzünü boynuma gömdü.

"Çok güzel kokuyorsun."

"Terliyim."

"Kokuna bayılıyorum."

Yüzüm utançtan kıpkırmızı kesilse de ben de onun kokusuna ve yapmakta olduklarına bayılıyordum. Boynuma öpücükler kondururken,

"İpek." diye mırıldandı boğuk bir sesle. "Birazdan buraya." Öpücük. "Son bir..." Öpücük. "Öpücük konduracağım. Ardından sana kaçmak için üç saniye vereceğim. Kaçmazsan çok fena şeyler olacak ve kendimi sorumlu kabul etmeyeceğim." Öpücük.

Gözlerim koskocaman açıktı ve bacaklarımdaki korkunç ağrıya rağmen kendimi kaçmaya hazırladım.

"Tamam."

"Üç saniye doldu!"

"Hayır, hayır, hayır. Hile yaptın." Elimden geldiğince güçle onu ittirmeye çalıştım. Yerinden oynamıyordu tabi. Eğleniyordu benimle. Gerçekten istemese asla kıpırdatamazdım, öylesine güçlüydü.

"Tamam, tamam, şaka yaptım. Hadi git." dedi geri çekilerek. Arkamı döndüğüm anda popoma şaplağı yapıştırdı. "Yemek hazırlıyorum. Fazla oyalanma."

Aklım başımdan gitmiş bir halde banyoya girdim, üstümdekileri çıkarmaya başladım. Neredeyse herşeyi çıkarmıştım ki, unuttuğum şeyi hatırladım.

"Atlas!"

Kafamı aralık kapıdan uzattığım anda ufak bir öpücükle ödüllendirildim.

"Biliyorum bunu unuttun." dedi ve almayı unuttuğum havluyu elime tutuşturdu.

Mutfak yönüne doğru dönerken yüzünde hınzır bir gülümseme vardı. Kapıyı kapatırken ben de gülüyordum.

Hem de gerçekten. Gerçekten gülüyordum.

Continue Reading

You'll Also Like

356K 27.8K 40
*Asker Kurgusu* Güneş Milan Aksu, annesinin günlüğünü okuyarak babası hakkında herhangi bir bilgiye ulaşarak onu bulmak ister. Fakat günlüğü okurken...
1.2M 6.3K 5
Genel kurgu #1 🌟 Mavi Kelebekler Serisi 1. Kitap. Kalbimde Saklı adı- Güz Sarmalı olarak değişmiştir. Öfkeyle boynunu sağa sola yatırıp kemiklerin...
4.1M 61.4K 30
Bukalemun Serisi 2.Kitabı... **** Yaman ona sonsuzluğu vaat ediyordu.... Gözlerinde öyle bir anlam vardı ki; yeryüzündeki hiç bir kelime bunu açıkl...
4.2M 189K 60
Yok oluş kaçınılmazken yeniden varoluşun hikayesi... Biraz yarım. Biraz eksik. Ama yeniden.