ANWA

By Leeseaa

2.6M 167K 31.4K

Karanlık Orman, asırlar boyunca gizliliğini korumuş olan bir sırdı. Hiçbir insan ormanın içine girememişti, i... More

Giriş
Bölüm 1
Bölüm 2
Bölüm 3
Bölüm 5
Bölüm 6
Bölüm 7
Bölüm 8
Bölüm 9
Bölüm 10
Bölüm 11
Bölüm 12
Bölüm 13
Bölüm 14
Bölüm 15
Bölüm 16
Bölüm 17
Bölüm 18
Bölüm 19
Bölüm 20
Bölüm 21
Bölüm 22
Bölüm 23
Bölüm 24
Bölüm 25
Bölüm 26
Bölüm 27
Bölüm 28
Bölüm 29
Bölüm 30
Bölüm 31
Bölüm 32
Bölüm 33
Bölüm 34
Bölüm 35
Bölüm 36
Bölüm 37
Bölüm 38
Bölüm 39
Bölüm 40
Bölüm 41
Bölüm 42
Bölüm 43
Bölüm 44
Bölüm 45
Bölüm 46
Bölüm 47 -FİNAL-
DUYURU

Bölüm 4

52K 4.1K 562
By Leeseaa

Bahçede, masalarda saatlerce oturduk. Çaylarımızı içtikten ve kızlarla muhabbet ettikten sonra akademiyi gezeceğimi söyledim ve ikisi de bana eşlik etti. İlk önce, hemen önünde oturduğumuz akademinin ana binasını gezdik. Pek bir olayı yoktu, bir sürü kapı ve derslik vardı. Yine içinde kaybolunacak cinstendi, çok katlıydı ama her kapıda numaralar vardı. Kızlar, gireceğim derslerin listesinin bana Rendal'la konuştuktan sonra verileceğini, derslerden önce gerekli açıklamaların yapılacağını söylediğinde içim rahatlamıştı.

Bahçede biraz dolaştık. Anwa'nın küçümsenemeyecek kadar büyük, özenle bakılmış yeşil alanları vardı. Buraya ilk geldiğimde yaptığım tahminler doğru çıkmıştı, çalılıklarla birbirinden ayrılmış olan alanlarda dersler veriliyordu. Bazılarında büyücüler uygulama yapıyor, bazı kısımlardaysa savaşçılar dövüş eğitimi alıyordu.

Odalarımızın olduğu binaya, yurda tekrar girdik. Sağa ve sola açılan, odalara çıkan merdivenlerin ardına geçip alt katı bana gezdirdiler. Aşağıda da ortak oturma alanları, çalışma odaları vardı. Küçük bir yemek salonu da bu binada yer alıyordu.

"Burası sadece açlıktan ölüyorsan kullanman için var." dedi Luna, çıktığımız yemek salonunu göstererek. "Ana yemekler genellikle akademide yenir. Dışarıda da yemek bulabileceğin yerler var, istersen satın alırsın. Biz, yemeklere çok fazla katılmıyoruz, o saatte genelde ders çalışıyor oluruz."

Söylenen her şeye başımı sallıyor, onaylıyordum. Küçük turumuzun ardından odaya tekrar çıktık. Saat zaten geç olmuştu, bir şeyler atıştırdıktan sonra dönmeye karar vermiştik. Her zaman sabah güneşin ışıklarıyla kalkardım. Ormandan gelen bir alışkanlıktı, Eltaor ve Talila'nın yanında devam etmişti. Ne kadar geç yatarsam yatayım erken kalkıyordum, bu yüzden erkenden odaya çıkma fikri bana cazip gelmişti.

Üzerimdeki ceketi dolabıma yerleştirdim, ardından sabahtan beri üzerimde olan giysileri değiştirmek için çantamı açıp yenilerini aldım. Arkamı kızlara dönüp üzerimdekini çıkardığım an sesleri kesildi, kıyafetimi tekrar üzerime geçirdiğim de hemen ikisine döndüm. "Ne oldu?" diye sordum suratlarına bakarak. Harper'ın konuşması yarım kalmıştı, üstümü çıkardığımda susmuştu.

"Sırtında bir dövme mi var?" dedi, yatağının kenarında durmayı kesip yanıma geldi. Kıyafetimin ucunu tutup yukarı kaldırdı, sırtıma bir de kendisi baktı. "Vay canına." dedi, tekrar önüme geçti.

"Evet." dedim hiç beklemeden.

"Canın yanmadı mı?"

"Yandı. Çok." dedim, gülümsemeye çalıştım. "Geldiğim yerde oldukça popülerdir, herkeste vardır. Tarihe önem veririz, ailem verirdi ve asil kanların dövmelerini taşırdı." Yalan söyleyebildiğimi öğrendiğim ilk an oldu. Hiç takılmadan konuştum ve kelimeleri sıraladım. "Zor tabii."

Luna yüzünü buruşturdu ve kendisini yatağa attı. "Derinde delik açıyor ve içine boya yerleştiriyorlar. Neyle yaptılar?" diye sordu. Neyse ki Talila beni buraya yollamadan önce sorulabilecek olan soruları tahmin etmiş, söylemem gereken yalanları bir bir sıralamıştı. Yalan söylemenin kötülüğünü sürekli bana hatırlatan kadın, o gün küçük yalanları söylerken buna inanmam gerektiğini, bunun Karanlık Orman'dan gelen bir iz olduğunu söylemenin iyi bir fikir olmayacağını belirtmişti. Karşıma çıkabilecek her soruya bir yalan bulmuş, bana da ezberletmişti. Arada sırada çakallık yapmak gerekir deyip benzetmesiyle beni şaşırtmıştı.

"Kemik." dedim, benim bile yüzüm buruştu. "Uzun sürdü."

"Sürmüştür." dedi Harper, geri çekildi. "Ama iyi dayanmışsın. Halbuki, tatlı canlı gibi görünüyorsun." Beni henüz tanımıyordu, canım hiç tatlı değildi. Tepelerden düşüp yuvarlanmıştım, dikenlerin içine atlamak zorunda kalmış ve her yerimi kesmiştim, kurtlarla ve ormandaki hayvanlarla koşarken sürekli derin kesikler içinde kalmıştım ama gözlerimden bir kere bile yaş düşmemişti. Ormandaki hayvanlar yaralarından dolayı ağlamadığı için ben de ağlamamın gereksiz olduğuna inanmış, acımı belli etmemiştim. Gerçi, Drogo'nun yanına ağlayarak gittiğim olmuştu.

Küçük bir yalanla gerçekleri kolaylıkla sakladım, üstüne soru sormadılar.

Yatağıma uzandım, örtünün altına girdim. Farklı bir odada, farklı bir atmosferde ilk gecemi geçirecektim ve günüm tahmin ettiğimden çok daha iyi geçmişti. Bilmediklerimi öğrendiğim, çevreyi keşfedebilmeye vaktimin olduğu bir gün olmuştu ve bunların hiçbirini tek başıma yapmamıştım, yeni tanıştığım iki kişi oldukça yardımcı olmuştu.

"Harper," Luna, yastıktan başını kaldırıp yana baktı. "şu kandilleri söndür. Sen de Valerie." Harper başucundaki kandili söndürürken ben de muma üfledim. Odayı karanlığa boğdum, içeriyi sadece ay ışığı aydınlatıyor oldu.

Başımı tekrar yastığa koyarken mırıldandım, "İyi geceler." dedim, ardından sesimi kısık tutup tavana bakarak, "Sana da iyi geceler." diye fısıldadım. Zihnimde bir karıncalanma hissettim, beni duyduğunu biliyordum.

**

Sabah, güneşin ilk ışıklarıyla gözlerimi açtım. Ayılmayı bile beklemeden yatakta doğruldum ve odanın içinin hala loş olduğunu gördüm. Karşımdaki iki yatağa baktım, kızlar hala uyuyorlardı. Çok erkendi, benim gibi değillerdi ve geç uyanıyor olmalıydılar.

Sessizliği bozmadan yataktan kalktım, karışmış saçlarımı düzelttim ve dolabın içine attığım eşyalara yöneldim. Üstümü yavaşça değiştirirken odada görünmez gibiydim. Onlar uyanana kadar odada sessizce bekleyemezdim, saatler sonra uyanabilirlerdi. Odada vaktimi geçirmemi sağlayacak hiçbir şey yoktu. Sadece büyü kitapları vardı, onları da okusam bile anlayabileceğimi düşünmüyordum.

Üzerimi değiştirdim, saçlarımı atkuyruğu yaptım ve kızlara bir kere daha bakıp kapıdan sessizce çıktım. Bahçede gezecektim, belki Karanlık Orman'a çalıların ötesinden bakardım. Sınırı geçmek başımı derde sokabilirdi, çalıların ötesinden ormana yaklaşmaya çalışmak ceza almama sebep olabilirdi, öğrencilerin ve insanların ormana girmesi yasaktı. Sadece uzaktan izlemem mümkün olacaktı.

Ortak salondan geçtim, bir kişinin bile olmadığını gördüm. Gözlerim bir anlığına panoya değdi, başöğretmen Kaira'nın yapacağı konuşmanın duyurusu çoktan asılmıştı ama benim ilk önce Rendal'ı görmem gerekiyordu. Tabii, bu saatte Rendal bile uyanık olmamalıydı ya da odasına geçmemişti. Bekleyecek ve zaman öldürecektim.

Salondan hızlıca çıkıp ve aşağı indim. Öğrenci binasından çıktığım gibi merdivenlerin tepesinde durdum ve temiz havayı içime çektim, gözlerimi kapattım. Bahçede kimse yoktu, sadece sabit hızla yürüyen muhafızlar ve görevliler dolaşıyordu. Öğrenciler henüz kalkamamıştı ve bu sessizliği sağlıyordu, kuşların seslerinin duyulmasını mümkün kılıyordu.

İlk önce sağa döndüm. Karanlık Orman tarafındaki demir kapının önünde durdum, dumanların ardına uzaktan baktım. Ellerimi ceplerime sokup ağaçları izlerken hasretle iç çektim. Uzaktan ağaçlar bile görünmüyor, dumanların ardına kendilerini gizliyorlardı ama benim ormanı hatırlamak için dumanların ardını görmeme gerek yoktu, gözlerimi kapatsam bile aklımda canlanıyordu.

Yanımdaki ağacın kalın gövdesine dayandım ve Karanlık Orman'a doğru gözlerimi kapattım. Zihnimi kullandım, hayal ettim ve ormanın içinde dolaştım. İlk ağaçları geçince, dumanların ardına bile girmeye gerek kalmadan göreceklerimi aklımda gördüm. Karşıma ilk önce kuşlar çıkacaktı, Karanlık Orman'ın neminden kaçmaya çalışan, kıpkırmızı tüylere sahip olan ve nesilleri neredeyse son bulmaya yüz tutmuş olan zeniler ağaçların tepesinde oturuyor olacaktı. İlk önce onlar beni büyüleyecekti, ardından tazılarımı görecektim.

Drogo, zenileri ne zaman görsem geri dönmem gerektiğini zihnime fısıldardı, sebebini sonradan anlamıştım. O büyük kuşlar, Karanlık Orman'ın girişinde yaşarlardı ve derinlere inmeleri yıllar önce yasaklanmıştı. Hem yemek olmamak için hem de ormanın karanlığından uzak kalmak istedikleri içindi. Onları görmek demek, çıkışa yaklaşmak demekti ve Drogo beni çıkıştan mümkün olduğunca uzak tutmuş, hazır olmadan dışarıyı görmemi istememişti. Bu yüzden o kuşları sadece iki kere görebilmiştim, bir daha mümkün olmamıştı.

Kuşlarımın altında tazılarım beklerdi. O kuşlardan sadece birkaç düzine kalmıştı, orman ise yok olmalarını istemezdi. Orman, zenilerin kurtlara veya vavalara yemek olmaması için onları derinlerden çekmiş, altlarına tazıların yerleşmesini uygun görmüştü. Orman birbirine bağlıydı ve aile tamamen yok olamazdı. Besin zinciri devam ediyor, orman kendi içinde avlanıyordu ama saldırmamaları gereken türleri de bilirlerdi. Tabii, açlık sınıra vurunca bazen göz gözü görmüyor ve tehlikede olan canlılar da avlanabiliyordu.

Lakin orman öyle bir dengeydi ki zenileri avlayan tazılar bile durmuş, en önemli besin kaynaklarını koruma altına almıştı. Yumurtalarını bekliyorlar, üremelerini istiyorlardı. Böylece ormanın dengesi kaybolmazdı, içinden bir tür daha eksilmezdi.

Kuşların ve tazıların ardından ağaçlar çoğalacak, yerini günışığına bırakacaktı. Karanlık Orman'ın dışarıdan görünen dumanları yok olacak, perde gibi kalacaktı. İlerledikçe farklı hayvanları görecektim, hangi bölgeye girersem gireyim bir başkasıyla karşılaşacaktım. Ormanın kalbinde Seze'yi bulacak ama ona yaklaşamadan yemyeşil, altı bacağa sahip olan vavalar bana eşlik edecekti, batıya doğru ilerlersem de beni yetiştiren ukkilerin ağaç evleriyle karşılaşacaktım.

Orman bir cennetti, içindekiler ise mucize.

Kurulan denge ise dünyada tekti, bu düzen Karanlık Orman hariç hiçbir yerde sağlanamazdı.

Ormanın aklı vardı ama o aklı yöneten kişi de tepelerin ardında gizleniyordu. Drogo kalpti, beyindi, ormanın ta kendisiydi. Karanlık Orman'a ilk giren canlı ve oradan bir daha çıkmayan kadimdi.

Ormanı avucumun içi gibi biliyordum ama sadece gördüğüm kısımdan haberdardım. Karanlık Orman, bitmek bilmeyen bir labirentti ve görmediğim çok fazla bölgesi vardı. Bakmak, keşfetmek istemiştim ama tepelerin ötesine kanatlarım olmadan geçemezdim, Drogo ise hiçbir zaman geçişime izin vermemişti.

Yukarıda, mağaraların ardında bir tepe daha vardı, üstünde tek bir ağaç bile olmadığına inandığım bir tepe... Sadece aşağıdan bakabilmiş ve ardını görememiştim. Ejderhadan beni oraya götürmesini istediğimdeyse sadece zihnime gülmüş ve vaktinin gelmediğini söylemişti.

Zorlamamıştım, ona inanmıştım. Beni oraya götürmüyorsa bu yine iyiliğim için olmalıydı.

Ormanı izlemeye son verdim ve ağacın altından çekildim. Seze sınırda değildi, onun yakın olduğunu hissetmiyordum. Avını arıyor, sürüyle koşuyor olabilirdi ama arada sırada bana yaklaştığına da inanıyordum.

Arkamı döndüm, bahçedeki çimenleri birbirinden ayıran çalılara bakınarak toprak yoldan yürümeye devam ettim. Dün sabah oturduğumuz masaların önünden geçtim, henüz hepsi boştu. Upuzun yolda, tek başıma, sallana sallana yürüdüm. Birkaç geniş alana parmaklarımın ucunda kalkıp baktım, çalıların üstünden başımı uzattım. Hepsi dümdüzdü, ders alanlarıydı. Bazılarında hedef tahtaları vardı, bazıları ise tamamen çimenlikti.

Bu kez çalıların arasından yürümeye başladım, büyücü seçildiğimde hangi alanda dersleri alacağımı tahmin etmeye çalıştım. On dakika boyunca her yere girip çıktım, arada sırada muhafızlara denk gelip tebessüm ettim ama hiçbiri beni durdurmadı.

Saçlarımı sağa sola sallayarak yürüyordum, birkaç alanı es geçmiştim lakin gelen kaba ses, ardından duyduğum çığlıkla bacaklarımı durdurdum. Sağıma baktım. Ses, uzun çalıların örttüğü alandan gelmişti. O tarafa doğru döndüm ama ilerlemedim, gözlerimi kısıp dinledim.

Metallerin birbirine çarptığını işittim, ardından homurdanmalar kulağıma doldu, iki kişinin birbirine bağırdığı...

Ve küfredildiği... Duyduğum kötü sözle birlikte gözlerim açıldı, etrafıma baktım.

Talila'nın, atlara söylediği berbat sözleri şimdi başka bir insandan duyuyor olmak bana garip geldi. Talila, onu duyduğumu gördüğünde dudaklarını birbirine bastırıp bu kelimeleri kullanmamam gerektiği konusunda beni uyarmıştı, kendisinin kullandığını söylediğimdeyse kızarıp yanımdan geçmişti.

Sesleri kimlerin çıkardığını görmek için hemen bacaklarımı çalıştırdım. Yürürken hala metal sesleri kulağıma geliyordu, daha da hızlanmama sebep olmuştu. Merakla alana doğru ilerledim ve çalıların arasındaki küçük boşluklardan geçerek alana girdim.

Bir adım attığım gibi durmak zorunda kaldım, karşımdaki manzaraya baktım. Duyduğum sesler kılıç sesleriydi, bağıran kişi ben içeri girdiğimde bir daha bağırmış, sesini yüksek tutup karşısındakine hamle yapmıştı.

Alanda, çimenlerin tam ortasında, iki kişi birbiriyle kılıçlarını tokuşturuyor, ciddi duruyorlardı. Bu iki savaşçı dün gördüğüm kişilerdi, toprak yoldan arkalarında küçük bir birlikle yürüyen savaşçılardı. Geriye doğru bir adım atacak ve onlar beni görmeden önce çıkacaktım ama gördüklerim ilgimi çekti ve bir adım atıp durdum. Daha önce kılıç kullanan iki kişi görmemiştim, bu kadar hızlı hareket ettiklerini düşünmemiştim.

Eltaor elime bir kılıç vermişti, benimle birlikte denemeler yapmıştı ama kendisi hem yaşlıydı hem de kılıç kullanmayı bilmezdi. Sadece zamanın verdiği boşluğu doldurmak ve eğlenmek için birkaç kere birbirimize kılıç sallamış, gülmüştük. Eltaor birkaç hamle bilirdi, kılıcın nasıl tutulması gerektiğini de bana öğretmişti ama bu hareketleri hiç görmemiştim.

General Darrel'ın oğlu Aiden, karşısında William... Birbirlerini öldürecek gibilerdi, yaralanmak umurlarında olmadan kılıç tokuşturuyorlardı.

İkisi de bana göre yan duruyordu ama sürekli yer değiştirdikleri için arada sırada görüş açılarına giriyordum. Fakat o kadar çok odaklanmışlardı ki beni daha görmemişlerdi.

"Bıktım senden." dedi terden saçları ıslanmış olan, adının William olduğunu hatırladığım savaşçı ve kılıcını kaldırıp karşısındaki adama bir hamle yaptı.

Savaşçılar terlemezdi bile, yorulmadıklarını söylemişlerdi ve bu adam yorgun görünüyordu lakin nefes alışverişleri normaldi.

William, kılıcını sağa doğru kaldırdı, düşmanını başından kesmek istiyor gibi bir hamle yaptı ama Aiden kılıcın altından geçti, döndü ve elini kaldırıp ileriye doğru hızla salladı. William'a dokunmadı bile, uzaktan bir hareket yaptı. Elini salladığında neredeyse gözle seçilemeyecek kadar ince olan bir akım gördüm, saydam gibi duran bir güç... William'ı geriye doğru ittiren bir güç.

Büyü gibi.

Aiden onu ittirdi, geriye sendelediğini gördüğünde de kendi kılıcını yukarı kaldırdı, karşısındaki adamın boynuna doğru tuttu.

Yaptığı hızlı hareketle birlikte dudaklarım aralık kaldı, bu kadar hızlı hareket etmiş olması beni şaşırtmıştı ama asıl etkiyi veren, William'a dokunmadan onu ittirebilmiş olmasıydı. Aiden yer değiştirdiği ve döndüğü için tam karşımda kaldı. Kılıcın ucundaki adama baktı, gözleri onun yüzüne değdiğinde güldü ve sonra beni gördü.

Gülüşü suratından silindi, kılıcı tutmayı bırakmadı ve bakışları bende kilitli kaldı. William, karşısındaki adamın hala kılıcı indirmemesini garipsedi, Aiden'ın suratına baktı, ardından bakışlarını takip etti. Ve o da beni gördü.

Hiçbir şey diyemedim, basılmanın vermiş olduğu hisle kalbim çok daha hızlı atmaya başladı. "Günaydın." diye bir kelime ağzımdan çıktı, ardından dudaklarımı birbirine bastırıp kendime hakaret ettim. "Yani... pardon."

Aiden kılıcı yavaşça indirdi, William zaten elinden bırakmıştı. Başını yana eğdi, bana baktı ve kaşlarını çattı. "Burada ne yapıyorsun?" dedi Aiden, gözleri baştan aşağı üstümde dolaştı.

Arkama baktım, çalılarda gözlerimi gezdirdim, ardından işaret ettim. "Girmem yasak mıydı?" diye sordum. İkisi de yan yana durdu, gösterdiğim yere baktılar, çıktığım yeri işaret ediyordum. "Bilmiyordum."

William kaşlarını çatıp bana değişik bir bakış attı. "Yasak değil." dedi, bilmediğimi fark etti.

İkisi de bana bakmaya devam edince kan beynime sıçradı, utandığımı hissettim. "Sesleri duydum da..." diye mırıldandım, ellerimi arkama aldım. "Bakmak istedim."

William şaşkın bakışlarını üstümden çekip Aiden'a baktı, başını salladı ve önünden geçip birkaç metre yanındaki banklara doğru gitti. Aiden hala yerinde duruyor ve bakıyordu ama Will durumu garipsememiş ve hareketlenmişti. "Sorun yok." dedi, saçlarını karıştırdı. "Zaten bitti. Değil mi?" diye sordu Aiden'a.

"Bitti." dedi dümdüz bir sesle. Aiden, kılıcının ucunu ayaklarının önüne batırdı, ellerini kabzada tuttu. "Bu saatte burada öğrencilerin gezdiğini düşünmezdim." dedi bana bakarak.

Gülümsemeye çalıştım. "Evet, çevrede kimse yok." dedim, geçtiğim yolların boşluğunu ona da söyledim. "Bende dolaşıyordum." Gözlerim William'a kaydı, dudaklarına matarayı dayamıştı, su içiyordu ama bir yandan da bana bakıyordu.

"Dolaşıyordun ve antrenmana atlamak mı istedin?" Aiden tekrar konuştuğunda ona döndüm. Gözlerim birkaç saniye üzerinde takılı kaldı. Üzerindeki kıyafetler bedenine yapışmıştı, kılıçtan elini çekmediği için öne doğru eğilmiş gibi duruyordu ama bu şekilde bile uzun boyu göze çarpıyordu. Siyah saçları dağılmış, gözlerine doğru düşmüştü.

Başını eğdiğinde kendime gelip boğazımı temizledim. "Bilmediğimi söyledim, bölmek gibi bir niyetim yoktu." Çıkmak için oldukça uygun bir zamandı, arkamı dönüp gidebilirdim ama yanlış anlaşılmak istemiyordum. "İlgimi çekti." dedim, birbirlerinin hamlelerini tahmin ettiklerini uzaktan izleyerek bile anlamıştım. Nasıl yaptıklarını ise anlayamıyordum.

"İlgini mi çekti?" dedi, kaşlarını kaldırdı.

Başımı hızla salladım. "Evet. İzlemesi güzeldi."

Sıradan kelimelerim William'ı güldürdü. Suyu dudaklarından çekti, Aiden'a bakıp gülümsemeye devam etti. "Gördün mü? Senin aksine yaptığım hamleler başkalarının ilgisini çekiyor." dedi, aralarındaki bilmediğim muhabbeti ona karşı kullandı. Açık kahverengi gözlerini bana çevirdi, gülümseyerek sordu, "Ne zamandır orada duruyorsun?" dedi, ayakta kaldığım alanı gösterdi.

Yüzümü buruşturdum, "İki dakika?"

Memnuniyetle başını salladı. "Hızlı mıydım?" dedi.

Bana soruyor olmasına şaşırdım, hızlı olduğunu kendisi de biliyor olmalıydı. "Evet, oldukça. Takip etmekte zorlandım." dedim, bir insanın bu derece hızlı olabileceğini düşünmezdim. Refleksleri en az benim kadar iyiydi. Ben, avın içinde büyüdüğüm için kimin ne yapacağını tahmin edebiliyordum, içgüdüsel olarak anlıyordum ama onlar sadece insandı, savaşçıydı. "Hatta, bir an Aiden'ı yaralayacağına inandım ama savuşturdu." dedim, hala kılıcını tutan savaşçıyı gösterirdim.

Adını söylediğim gibi yüzü değişti.

Kendisi bana adını söylememişti.

"Aiden," dedim tekrar, sonra oturan savaşçıyı gösterdim. "ve William..." dedim, tanıdığımı belli ettim. "Dün geldiğinizi gördüm de."

Kelimeleri düşünmeden sıralamam William'ı güldürdü. Ayağa kalktı, ellerini birbirine vurarak temizledi. "Will." dedi, kendisini gösterdi. "Ve sen..."

"Valerie," dedim tebessümle.

"Valerie..." Benim adımı söyledi ama Aiden'a döndü. "Bir yıldır burada olmadığımızı biliyor musun Valerie?"

"Biliyorum."

Gülüşü şenlendi, hala Aiden'a bakıyordu. "Bir yıldır görevdeyiz. Koskoca bir yıl... Ve krallığa dönmenin ardından sabahın bu saatinde bir antrenman. Bence Valerie bile bunun normal olmadığını düşünüyordur." İmalı bakışlarını Aiden'ın üzerinde tuttu.

Aiden, yanında homurdanan savaşçıya bakmadı. Kılıcını batırdığı çimenlerden çekip çıkardı, omzuna yasladı ve yanımdan geçerek banklara doğru ilerledi. O yürürken gözlerimle takip ettim, banklara oturduğunda tekrar bana baktığında göz göze kaldım. İnanılmaz derecede koyu mavi gözleri vardı, sabahın bu saatinde antrenman yapmış olsalar bile hiç yorgun görünmüyordu. Will de Aiden da kalıplı iki kişiydi, ikisi de oldukça uzundu.

Aiden, matarayı ağzından çekip kenara koydu, kılıcı da köşeye bıraktı. Gördüklerim hala aklımda dolaşıyordu, merak beni ele geçiriyordu. "Bir şey sorabilir miyim?" dedim Aiden'a bakıp. Bana cevap bile vermesini beklemeden devam ettim, "Onu nasıl yaptın?" diye sordum.

Görünmez bir güçle Will'i geriye ittirmesini kastettiğimi anlamadı. "Neyi?" diye sordu.

"Şunu yaptın ya." dedim, elimi kaldırıp salladım. Gülecek gibi oldu. "Bu bir büyü mü?" dedim. Onun bir savaşçı olduğunu biliyordum ve onlarda büyü olmazdı. Sadece büyüyü engelleyebilirlerdi, onu kullanamazlardı.

Aiden, ciddi olup olmadığımı kafasında tartıyor gibi durdu. "Kısmen." dedi, bana tek kelimelik bir cevap verdi.

Onun da diğer insanlar gibi olduğunu, çok konuşkan olmadığını düşündüm. William gülümsüyor ve iletişime geçiyordu, hatta benimle direkt olarak konuşmuştu ama bu adam pek konuşkan değildi. Kabalık olmaması adına soruma gerçek bir cevap verebilirdi. "Gizli bir şey sorduğumu düşünmüyorum ve bu bir cevap değildi." Sesimin tonu onun alaycı gülümsemesini silmeye yetti.

"Kim olduğumuzu bildiğini söyledin değil mi?" dedi, soru sormuş gibi değildi.

"Evet?" dedim şaşırmış gibi. Biri generalin, diğeri de eski komutanlardan birinin oğluydu. "Neden?" Cevap veremedi, dudakları aralık kaldı. Ya rahatsız olmuştu ya da bu kadar rahat konuşmama şaşırmıştı. "Neyse, izlemesi keyifliydi. İyi günler." dedim.

Koyu mavi gözleri baştan aşağı bir kere daha üstümde dolaştı, gideceğimi ve onları rahat bırakacağımı da anladı. Cevap vermesini beklemiyordum, bir başkasına sorabilirdim. Geriye doğru bir adım attığım anda konuştu, "Büyü değil." deyip beni durdurdu. "Savaşçıların geliştirilebilir yeteneklerinden birisi."

Cevaplamasını fırsat bildim, merakıma yine yenik düşüp başka bir soru sordum. "Sana mı özel?" dedim, göz ucuyla Will'e baktım. Konuşmaya katılmıyor, uzaktan izliyordu.

"Değil." dedi Aiden. "Sadece geliştirilmesi gerek."

"Başka şeyler de var mı?" Ağzımdan çıkan soruları durdurmuyordum, aklıma geleni soruyordum. Oda arkadaşlarıma bunları sorarsam belki cevap veremezlerdi çünkü onlar savaşçı değildi, bu adam ise ordunun içinden geliyordu.

Aiden'ın gözleri kısıldı, başını hafif yan eğdi. "Bir savaşçı değilsin." dedi, Will'e kısa bir bakış attı. "Seni görmedim."

Herkes aynısını söylüyordu. Normal bir insan olarak bunu nasıl yaptığını merak etmiştim ama o, sıradan birisinin bu konu hakkında soru sorabileceğini düşünmemişti. "Kim olduğumu bilmiyorum, Anwa'da yeniyim. Birazdan Rendal'a gidip kimliğimi söylemesini rica edeceğim."

"Bilmiyor musun?" diye sordu Aiden, şimdi de o meraklandı. "Bir savaşçıysan çok geç kaldığını-"

"Evet, biliyorum. Bunu söyleyen dördüncü kişisin." Lafını kestiğimde dudakları aralık kaldı. Artık geç kaldığımı duymak istemiyordum, ben geç kalmamıştım. Duruma herkesten farklı yaklaşıyordum ve bana göre onlar geç kalmıştı. Onlar her zaman gerçek büyüyü görmeye geç kalacaktı, ormanların içini bilemeyecekler ve dünyanın içindeki farklılıkları öğrenemeyeceklerdi.

Farklıydım, onlar farklı olmak için gecikmişti.

Ben, her zaman herkes gibi olabilirdim ve binlerce savaşçıdan birisi olarak büyüyeceğime Karanlık Orman'ın içinde büyüyen tek kişi olmayı tercih ederdim. Bu yüzden geç kaldığıma inanmıyordum. En başta bana bir seçenek sunulsaydı tercihim yine kendi hayatım olurdu.

"Rendal mı dedin?" diye sordu Will, konuşmaya katıldı. Başımı onaylar gibi salladım. "Bizim de Rendal'ı görmemiz gerekiyor. Sana yanına uğraman için bir saat verdi mi?"

"Hayır, kendisini göreceğimden haberi olduğunu bile sanmıyorum. Saatin biraz daha ilerlemesini bekliyorum, ardından yanına gideceğim. Belki uyuyordur."

Will tebessüm etti, büyük adımlar atarak yanıma gelmeye başlarken konuştu, "Hayır, Rendal günde üç ya da dört saat uyur. Çoktan odasına geçmiştir." Gözlerini akademinin yanında kalan kubbelere çevirdi, bakındı.

Üç-dört saat mi? Bu uyku benim için bile az sayılırdı, iki gün uykusuz kalırsam yorgun düşerdim. Lakin, Rendal usta bir büyücü olmalıydı, belki de büyüyle kendisini dinç tutuyordu.

"Onu tanıyor musun?" diye sorduğumda eğlenmiş gibi güldü.

"Tanımak mı? Haftanın üç günü Rendal'ı görmeden yaşayamıyorum." Aiden'ı başıyla işaret etti ama o bunu görmedi. "Sağlam kalmak için iksirlere ihtiyaç duyulabiliyor." Ne kadar antrenman yapıyorlardı veya kendilerini ne kadar zorluyorlardı bilmiyordum ama Will, bu durumdan rahatsız gibiydi.

"Nerede olduğunu biliyor musun? Odasını dakikalarca aramam gerekebilir." Arkamdaki binaları gösterdim. "Çevreyi gezdim ama hala hakim değilim."

Kısa bir süre düşündü, gözlerini bana kilitledi. "Tamam... ben de gideceğim zaten." Pek memnun değil gibi göründü ama sonra omuz silkti. "Beraber gidelim," Aiden'a baktı. "İksirleri alırız."

Aiden çektiği derin nefesi usulca verdi. Will'e baktı ama onu onaylamak için hiçbir şey demedi.

Gülümserken Will'e döndüm. "Teşekkür ederim. Yolu göstereceğin için..." Teşekkürüme kötü bir söz söylemişim gibi bakıp tek kaşını kaldırdı.

"Tabii, ne demek." Garip bakışa neden maruz kaldığımı anlayamadım. Burada kimse birbirine teşekkür etmiyor, iyi günler dilemiyor ve işini halledip çekip gidiyordu. Talila ve Eltaor bana böyle öğretmemişti. Ben onlara farklı geliyordum, onlar da bana. Aiden'ın koluna vurdu, ardından yanıma geldi, "Haydi, işimiz var Aiden. Acele et." Will, yanıma geldiğinde çalılara doğru tekrar döndüm ve alandan çıkmak için hareketlendim.

Bana eşlik etmesi için onu zorlamamıştım ama içimi huzursuzluk kaplamıştı. Lakin, Will'in suratına baktığımda pek de rahatsız olmuş gibi görünmüyordu. "Çok mu uzak?" dedim kubbelere bakarken. "Kaira'nın konuşması varmış da... geç kalmayalım?"

Alandan çıktıktan sonra konuştu, "Kalmazsın." Sanırım o katılmayacaktı. Omzunun üstünden Aiden'a baktı. Hemen arkamızdan yürüyordu, konuşmuyordu ama takip ediyordu. Will'in kahverengi gözleri mavi gözlerimde biraz oyalandı, bakışlarımı kaçırmadığımı gördüğünde de gülümsedi. "Ne diyordun..." diye mırıldandı. "Büyüyü mü soruyordun?"

"Ah... Evet. Ama açıklamak zorunda değilsin. Eğer özelse bilmek istemiyorum." dedim, Aiden kullandığı büyüyü kendisi bana açıklamamıştı. O da açıklamak zorunda değildi.

"Değil." dedi, geldiğim yoldan geçmedi ve aralara doğru yöneldi. "Yeni öğrenciye yeni bilgiler katmak hoşuma gider." Dudağının kenarı hafif kıvrıldı, hiçbir şey bilmiyor olmam onu eğlendirdi. "En azından hayatımda bir farklılık olur. Her günümden farklı olarak bugün tanımadığım bir kıza savaşçıları anlatabilirim." 

Continue Reading

You'll Also Like

1M 68.5K 84
Hiç bilmediğiniz bir yerde, tanımadığınız varlıkların arasında bir şeytana bağlı olduğunuzu öğrenseniz, ne yapardınız? Üstelik tüm varlıkların soyu s...
23K 1.2K 25
Çünkü acı, zihnimi uyanık tutuyor...
891 56 18
Üniversite öğretmenin bir krallığın dükü olsa ve seni kaçırıp orada düşes olmanı teklif etse, mükemmel bir şey değil mi? Haydi birlikte hikayenin i...
123K 15K 33
"Çok yakınımdasın kedicik. Dikkat et, ısırabilirim." "O halde sana yeni bir bilgi daha çıngıraklı." Öfkesi birden çekilmişti. "Bir Aslanın dişleri de...