ŞEHBAL

By MuertoNovia

3.5K 229 75

Kollarını karısına sıkıca sardı ve önce boynunu sonra tam çenesinin köşesini öptü. Karısının uyuduğunu sanıyo... More

Şehbal
GİRİŞ
2- BOŞLUK
3- İPLİK
4- İSTEK
5 - KABUS
6- AVAZ
7-KAOS

1- BAŞLANGIÇ

476 29 17
By MuertoNovia

Sözlerinin burasında hıçkırmaya başladı. Başını kaldırıp papazın yüzüne bakarak:

"Sefil herif!"diye bağırdı. "Kimsin sen? Sana ne yaptım ki benden bu kadar nefret ediyorsun? Bana olan hıncının sebebi ne?"

Papaz:
"Seni seviyorum!"diye bağırdı. Zavallı kız baştan ayağı titredi.

"Bu ne biçim sevgi?"dedi. Papaz devam etti.

"Lanetlenmiş bir adamın sevgisi bu."

Bazen, bazı sözcükler bazı sözcüklerden daha ağır olur. Ve tabi bazı cümleler de bazı cümlelerden. Bazı satırlara ellerinizi uzatıp tutunabilir ve tırmanabilirsiniz.

Lakin bazı satırlar parçalanır ve harfler üzerinize devrilir. Çıkmaya çalıştığınız dipte üzerinize dökülen parçalanmış anlamlar arasında etrafa saçılan kanınızla solurken alabildiğiniz tek koku zehirli bir mürekkep kokusudur.

Çünkü bu cümleler nuhuset doludur. Onların taşıdığı acının uçlarından zehir damlar. O zehir, sizi boğar.

Bu zamana kadar sözcüklerin kademsiz zehirinde boğulduğum cümle çok olmuştu , lakin biliyordum ki beni ne geçmişte ne de gelecekte, bir adamın zehirle kağıda işlediği bu cümleden daha fazla boğabilecek bir cümle bulunmuyordu. Ve bulunmayacaktı.

Lanetli bir adamın sevgisi bu.

"Alaz, kafayı mı yedin kızım sen? İki kızı hastanelik ettikten sonra oturmuş kitap mı okuyorsun?"

Taş kalpli bir insanın irin dolu nefretini, sevmeyi beceremeyen bir insanın, bilhassa bir adamın hastalıklı ve lanetli sevgisine yeğlerdim. Zira hayatım boyunca öyle bir adamla yaşamıştım.

Sevmeyi beceremeyen, lakin dünya üzerinde en çok beni seven bir adamla.

"Huhuu. Kime diyorum ben? Müdür seni odasına çağırıyor. Hayır yani, madem bir değil iki kişi dövüyorsun bana neden söylemiyorsun? İnsan beni de çağırır."

Gözlerim yavaşça altı çizili satırlardan kalkıp senelerdir yanımda olan ve senelerdir bana nasıl tahammül ettiğini bulamadığım Gülfem'e döndü.

"Bakma öyle baygın baygın bana, çok feci kızgınım. Ne halt yemeye bensiz kavga ediyorsun? Hayır yani, ben insan değil miyim? Bir de gitmiş iki kişiyi dövmüşsün. Senin bu yaptığına kalleşlik denir."

Düzeltiyordum. Gözlerim senelerdir yanımda olan ve senelerdir ona ve yanında ayrı bir cumhuriyet olarak taşıdığı çenesine nasıl tahammül ettiğimi bulamadığım Gülfem'e döndü.

"Ne çok konuştun be kızım."derken yüzüm buruşmuştu. Sıramdan doğrulup sıranın üzerindeki kitapları üstün körü çantama doldurup askıdan montumu aldım.

Müdür bağırıp çağıracak, ki benden bıktığı için uzun da sürmeyecekti bu, sonra beni eve gönderecekti. O yüzden önceden eşyalarımı toparlayıp adımlarımı müdürün yolunu her gün aşındırdığım odasına çevirdim.

Ve sadece on beş dakika sonra dışarıdaydım. Beni sırtını duvara vererek bekleyen Gülfem ben çıkınca doğruldu ve tek omuzuna astığı çantasıyla yanıma yürüdü.

"Yahu,"dedi o sırada. "Bu kadar olaydan nasıl böyle kolay paçayı yırttığını düşündün mü hiç?"

Gözlerim yan profiline üstün körü değip tekrar botlarımın siyah burunlarına döndü.

"Hayır."dedim umursamaz bir sesle. Düşünmem gerekenler listesine bile girmeyen bir noktaydı bu. Daha önceleri sorunsuz bir öğrenciydim, ama bu son olanlardan sonra tahammül sınırım darmadağın olmuştu ve bana acıyarak bakan ahmaklara zerre tevazu gösteremiyordum. Pişman mıydım? Belki biraz. Umurumda mıydı?

Kesinlikle hayır. Birileri çıkıp insanlara kıçı kırık yalancı merhametleri arkasına sakladıkları pis ve kokuşmuş acımalarını bir taraflarına sokmaları gerektiğini öğretmeliydi.

Ve şuan için bu göreve benden daha uygun biri daha yoktu sanırım.

Tüm ailesi bir trafik kazasında ölmüş, küçük kardeşiyle beş parasız ortada kalmış o soğuk ve arıza tip.

"Kızım çok ilginç ya. Düşünsene geçen bir alt sınıfta ki çocuk arkadaşını yumrukladığı için uzaklaştırma aldı. Kazulet herif elinden gelse çocuğu okuldan atacaktı, ama sana elini uzatamıyor. Var bir bit yeniği ama hadi hayırlısı."

"Hıhım."

"Dinlemedin değil mi?"

Gözlerimi botlarımın burunlarından alıp yüzüme çarpan soğukla beraber Gülfem'in bıkkın yüzüne baktım.

"Hıhım."derken sesim vurdum duymazdı. "Benim eve geçmem lazım, Doruk gelir birazdan. Yarın görüşürüz."

Gülfem söylene söylene otobüs durağına doğru yol alırken ben yürümeyi tercih ederek adımlarımı onun tersine yönelttim. Yürümek biraz zihnimin dağılmasını sağlıyordu. Eğer astım krizine girip geberip gitmeyeceğimi bilsem ciğerlerim patlayan kadar haykırarak koşardım ama hiçbir zaman öyle bir ayrıcalığa sahip şanslı kişilerden biri olamayacaktım. Büyük ihtimalle köşe başına kadar koşmaya kalksam yarı yolda ciğerlerim patlardı.

Soğuk, bunu zaten çok güzel yapıyordu. Yüzüme vuran keskin ayaz, tenimi yalayıp geçmiyor keskin tırnaklarıyla kesiyordu. O yüzden kafamı boynuma sardığım atkıya biraz daha gömdüm ve ayaklarımı hızlandırdım.

Tabi yolda kafanızı bir deve kuşu gibi kendi koynunuza gömüp, gözlerinizi ayaklarınızdan ayırmazsanız en iyi ihtimalle birine çarpardınız. Ya da benim gibi şansın tek harfini bile üzerine taşımayan bir insan olarak duvara çarpmanız kaçınılmaz bir durum olurdu.

Acıyan alnımı elimle ovalarken ağzımın içinde söve söve bir adım geri çekildim. Tabi sövmelerim çarptığım duvarın nefes alan canlı kanlı bir insan olduğunu anlayana kadardı. Elim alnımda öylece dururken gözlerimi yavaşça kaldırdım ve uzun bir yol sonunda ulaşmam gereken yere ulaştım.

Gözlere.

Bazen, bazı insanları sadece eşsiz göz renklerinden tanıyabilirdiniz. Yüzünü görmeye, sesini duymaya ihtiyacınız olmazdı. İrisleri yeterdi. Çünkü o gözlerden dünya üzerinde sadece bir tane olduğunu bilirdiniz.

Şuan baktığım gözlerden dünya üzerinde yüzlerce vardı. Belki binlerce. Ama yine de, adamın yüzünü silseniz ve bana sadece gözlerini gösterseniz size onun kim olduğunu hiç şaşırmadan söylerdim.

Nedendi? Halbuki bulunmaz bir renk değildi irislerine nakşedilen, yahut insanı hayrete düşürecek bir şekli de yoktu. Sadece siyah bir çift gözdü.

Ama o gözleri bulunmaz yapan bir şey vardı, ne vardı bilmiyordum. Bu adamı ilk görüşüm değildi, büyük ihtimalle gözlerinden ziyade burada ne aradığıyla ilgilenmem gerekiyordu lakin ben gözlerinde onu bu denli farklı kılanın ne olduğunu bulmakla balataları sıyırmıştım.

Soğukluğu? Hayır. İfadesizliği? Hayır. Yıllarca soğuk ve ifadesiz maskesi geçirilmiş gözlerle yaşamıştım. Sertliği? Ya da duygusuzluğu?

Hayırdı. Hayırdı, hayırdı. Başka bir şey vardı. Onların hepsi on sekiz yıl boyunca aynaya baktığımda gördüğüm şeylerdi. Başka bir şey vardı.

"Kusura bakmayın, görmedim sizi."

Ben gözlerinde ne olduğunu bulamadığım o ayrıntıyla kafayı yerken zihnimde mantıklı düşünebilen bir kaç taraf kontrolü eline aldı ve söylenmesi gerekenleri söyledi. O sırada da bana okkalı bir tokat atarak adamın gözlerine bakmayı kesmemi emretmişti.

Evet, cidden adamın gözlerine bakmayı kesmeliydim. Gözlerimi gözlerinden çenesine indirirken yüzünü daha rahat görebilmek için bir adım daha geriledim. Sizden yarım metre uzun biriyle yüz yüze konuşmak kolay olmuyordu haliyle.

"Mühim değil."

Davudi sesi kulaklarıma dolarken bir an bocaladım ama çabuk topladım kendimi. Bunun nedeni sesinin güzelliği değildi, pekala o da vardı ama asıl neden başkaydı. Sesini duyar duymaz gözlerim önünde şimşek gibi bir görüntü çakmıştı.

Yağmur. Çamur. Toprak. Mezar taşları. Göğsüme küçük yüzünü gömmüş Doruk. Kurumuş gözlerim. Sıcaklığını şuan bile net bir şekilde hissettiğim elimi kavrayan iri el, baş sağlığı dileyen bu ses.

O anılar puslu ve gerçekten kayıp anılardı ama bu adamı o kadar net hatırlıyordum ki bu beni şaşkına düşürdü. Ama şuan daha önemsediğim şey bu adama bu kadar takılmamdı. Daha önce sadece bir kez babamın yanında ve cenazede gördüğüm bu adamın burada ne işi vardı? Daha da önemlisi, ben ne halt yiyordum burada? Doruk gelmek üzereydi. O gelmeden evde olmalıydım.

"Size iyi günler."dedim kendime duyduğum öfkeyle sertleşen sesimle. Cevap vermesini beklemeden iri cüssesinin yanından sıyrılıp geçerken bir an sırtımda ciddi bir karıncalanma hissettim.

Arkamdan mı bakıyordu?

"Sanane Alaz? İşine bak."

Eve Doruk'dan önce gidebilmek için bacaklarıma yüklenerek hızlandım, evin olduğu sokağa döndüğümde ciğerlerim acıyordu ama umursamadan çantamdan anahtarlarımı bulup eve girdim.

Sadece üstümü değiştirmeye fırsat bulabilmiştim, merdivenleri inerken önce Doruk'un servisinin sesi, sonra kapının zili duyulmuştu. Hızlı adımlarla kapıya ilerledim, yüzüme de artık kaslarıma oturmuş gülümsememi yapıştırmış ve günün tüm izlerini silmiştim.

Zaten Doruk arkasında taşıdığı koca bir cümbüşü barındıran balonuyla paldır küldür eve girdiğinde maskeye de gerek kalmamıştı. Varlığı yetiyordu.

"Abloş ben bıktım bu okuldan, yeter artık gitmek istemiyorum!"

Mızırdana mızırdana ayakkabılarını çıkarmaya çalışırken, bir yandan da öfkeyle yüzüne düşen buklelerini çekmeye çalışıyordu.

"Hiçbir şey bilmiyorlar onlar. Abloş çok aptallar ha, ben onlara kalbi soruyorum," Durdu ve bir ayağından çıkan botu, çözülmüş atkısı, kaymış şapkası ve o şapkadan yüzüne dökülen bukleleri arasından, soğuktan kızarmış yanaklarıyla ellerini kaldırıp beceriksizce kalp yapmaya çalıştı. "Bana böyle gösteriyorlar, ama abloş kalp böyle değil ki! Kalp böyle yuvarlak. Yumruk gibi, ama onlar salak, salak, salak! Anlamıyorlar! Abloş ben gitmek istemiyorum!"

Çocuklar yine onu üzecek birşey yapmışlardı. Bundan emindim, gözlerinin gerisinde parlayan yaşlardan bunu anlayabiliyordum. Tek öfkesi kalbi yanlış gösteren öğretmenine değildi, sadece öyleymiş gibi davranıyordu. Beş yaşında birine göre fazla zekiydi ve çok kötü şeyler yaşamıştı.

"İnsanlar bazen her şeyi bilemezler bir tanem." Dizlerim üzerine çöküp ayakkabısını çıkardım. "Öğretmenin de kalbin gerçek şeklini bilmiyormuş, ama bugün eve gidip araştıracağına eminim. Herkes senin kadar zeki değil ki."

Yatıştırıcı bir sesle konuşurken şapkasını, atkısını ve montunu çıkardım. Simsiyah bukleleri beyaz yüzüne dökülmüşken iri birer zeytine benzeyen simsiyah gözlerinde huysuz bir ifade vardı.

"Ama abloş, onlar hiçbir şey bilmiyorlar ki. Bugün Efe bana annemin ve babamın olmadığını söyledi. Ama benim annem ve babam var, değil mi abloş? Sadece melek oldular."

Tam şuan biri elini uzatsa, göğüs kafesimi parçalayarak yüreğimi avuçları arasına alsa ve patlatana kadar sıksa canım bu kadar acımazdı. Bundan, boğazıma dolanan düğümün nefesimi kestiği kadar emindim. Yine de yutkunmaya çalıştım.

Çocuklar, çok acımasızdılar.

"Öyle bebeğim, ben o arkadaşınla konuşacağım tamam mı? Bir daha kimse sana bir şey söylemeyecek. Onlar seni kıskanıyorlar can parçam, çünkü hiçbirinin annesi senin ki gibi melek değil."

Doruk yavaşça soğuktan kızarmış dudaklarını büktü.

"Abloş,"dedi yavaşça bana yaklaşarak. Sesi bir sır verir gibi kısıktı. "Annem, babam, abiş melek oldular ya?" Durdu. Söylemeye çekiniyordu.

"Evet bir tanem."diye teşvik ettim onu. Doruk utanarak yüzünü boynuma, saçlarım arasına gömdü.

"Abloş ben Allah'a onlar melek olmasın ve tekrar yanımıza gelsin diye dua etsem annem üzülür mü?"

Yoktu. Yoktu ulan, yoktu. Bazı acıların dermanı da yoktu, tarifi de. Boynuma saklanan henüz beş yaşındaki bu çocuğun çektiği acıyı hiçbir kutsal kitap yazmazdı.

Gözlerim dolmasın diye kendimi parçalarken yavaşça küçük bedenini kucakladım ve sıkıca sarıldım.

"Onlar orada daha mutlular bebeğim."diye fısıldadım tarazlanan sesimle. "Çok mutlular hemde tamam mı? Anne de, baba da, abi de seni izliyorlar. Hep yanındalar. Sadece artık daha güzel bir yerde yaşıyorlar."

"Peki neden bizi de götürmediler?"dedi Doruk. Ağlamamaya çalışıyordu. Bunu titreyen sesinden anlıyordum. Bu canımı daha çok yakarken, dudaklarımı dişledim.

"Çünkü henüz zamanı değildi."diye fısıldadım kısık bir sesle. Sesim çatladı ve o çatlaktan oluk oluk ızdırap aktı. "Hadi gidip üzerini değişelim. Sonra da yemek yiyelim tamam mı? En sevdiğin yemekten yaptım bugün."

Doruk biraz olsun canlanarak kucağımdan indi ve burnunu dikerek mutfağa yöneldi. Yarı yolda onu durdurdum.

"Önce ne yapacaksın bebeğim? Ayrıca az önce söylediğin sözcükleri unuttuğumu sanma. Yemekten sonra konuşacağız."

Doruk anında neden bahsettiğimi anlayarak bana döndü, iri gözlerinde suçlu bir ifade belirmişti.

"Iıı, abloş... Aslında ben öyle demek istememiştim ki, hem sen beni yanlış anladın." Kocaman açtığı gözleriyle masumca bana bakarken tabi ki ona karşı sert duramazdım, istediğim tek şey ona sımsıkı sarılmak ve içime sokmaktı. Yine de taviz vermez bir ifadeyle kafamı iki yana salladım.

"Beş kez mi yanlışlıkla söyledin Doruk Bey?"

Doruk, Bey lafını duyunca kabahatinin büyük olduğunu anlayarak ellerini kucağında birleştirdi ve bana o hiç dayanamadığım bakışlarını atmak için hazırlığa girişti. Hemen durdurdum onu.

"Bana bak küçük tilki, o numaralar bana sökmez tamam mı? Doğru üzerini değiştirip elini yüzünü yıkıyor ve buraya geliyorsun. Eğer güzelce dediklerimi yaparsan belki cezan konusunda senin de fikrini alabilirim."

Bu fikir Doruk'a oldukça cazip gelmiş olacak ki, hiç itiraz etmeden merdivenlere yöneldi. Bir yandan da nefes almadan konuşmaya başlamıştı.

"Fikrini almak demek benim istediğim olacak demek değil mi abloş?"

Gözlerimi devirirken ona göstermeden güldüm.

"Hayır eşek sıpası, ablanın istediği olacak demek."

Sorunsuz bir kıyafet değiştirme, hafif sorunlu bir yemek, ve kocaman bir sorun yumağı olan ödevlerden sonra Doruk nihayet kucağıma tırmanmış ve göğsüme yatarak her akşam izlemesine izin verdiğim o çizgi filmini izlemeye başlamıştı. Bana kalsa büyük bir saçmalıktı, ama Doruk'u bu sıralar güldüren, gerçekten ama gerçekten nadir şeylerdendi. O yüzden artık yüz bininci kez izlediğim bir bölümü tekrar izlemem pek problem değildi. Doruk gülecekse, bir yüz bin kez daha izlerdim.

Nihayet Doruk'un uyku saati gelince uzandığım yerden doğruldum.

"Hadi ablacığım,"dedim onu da kaldırarak. "Uyku vakti." Doruk dudaklarını büktü.

"Abloş ben uyumasam olmaz mı?"diye sordu kısık sesle. "Hep kötü şeyler gösteriyor uyku bana, uyumak istemiyorum."

Kabuslar. Lanet olasıca kabuslar.

"Gece boyu yanında olacak ve tüm kabuslarını kovacağım bir tanem tamam mı?"diye fısıldadım kısık bir sesle onu kucağıma alırken.

"Nasıl ki abloş? Onlarla dövüşecek misin?" Heyecanına hafifçe güldüm.

"Gerekirse dövüşürüm tabi, onları kaslı kollarımla deviririm."

Doruk bir an bana bir an kollarıma baktı ve küçük ellerini ağzına kapatarak gülmeye başladı.

"Kaslı mı?"dedi kıkırdarken. "Kaslı mı? Abloş kolların benim çizdiğim o adamın kollarına benziyor." Tekrar kıkırdadı. Yalandan kaşlarımı çatarken onunla beraber yatağa yattım.

"Sen ablayla dalga mı geçiyorsun bakalım, ha?"diye sorarken Doruk hemen saçlarıma uzanıp avuçları arasına aldı. "Ayrıca, onlarla bu gece dövüşmeyeceğim."

"Peki ne yapacaksın?"

"Sana şarkı söyleyeceğim." Doruk gözlerini kapattı ve yüzünü göğsüme yasladı. O sırada uykulu bir şekilde esnemiş, esnemesinin kırıntıları sesine dökülmüştür.

"Bu çok daha harika."

Elimde olsaydı onun küçük omuzlarına binen tüm acıyı kendime alırdım. Elimde olsaydı onun zihnine girer ve tüm kabuslarıyla Doruk'un bile dalga geçtiği cılız kollarımla savaşırdım. Elimde olsa çok fazla şey yapardım, ama bu gece yapabileceğim tek bir şey vardır. Bende onu yaptım. Saçlarını okşayarak ona sabaha kadar şarkı söyledim.

Bir rüya diliyorum sana, içinde yollar olsun, yollar olsun.

Bir hayat diliyorum sana, yolun hep açık olsun, açık olsun.

Dudaklarım yavaşça saçlarına dokundu.

Şimdi yat uyu,

Kovdum hayaletleri yatağından, uyu.

Koydum güzel düşleri başucuna, uyu.

Söktüm geceden karanlığı, çaktım yerine yıldızları.

Sen yeter ki, sen yeter ki,

Şimdi rahat uyu.




Continue Reading

You'll Also Like

20.9M 1.1M 53
"Karımı artık yanımda, odamda ve yatağımda görmek istiyorum!" diye bağırınca donup kaldım. Ne söylediğinin farkında mıydı? Bir başkasının kimliğiyle...
91.5K 5.3K 16
"ya siz kafayı mı yediniz çocuk daha o çocuk iki gün önce papucu yırtıldı diye ağlayan kızı gelmiş bana koynuna al diyorsunuz o yetmezmiş gibi bid...
152K 14.5K 41
Kerem Aktürkoğlu & Kumsal Yıldız
90.5K 5.4K 16
Unutulmuş bir kadın, Yüzbaşı Hazal Unutulmuş. [Kurgudaki kişi ve olaylar tamamen hayal ürünü olup hiçbir kurum ve kuruluşlarla alakası yoktur]