SERZENİŞ (KİTAP)

By sumeyyelkoc

15.9M 193K 76.9K

Hiçbir günah kefaretini unutmaz. Hiçbir kirli sır gecenin nezaretinde tutuklanamaz. Geleceği ellerinden tek g... More

SERZENİŞ
I - BİR KADIN
II - KAN KOKUSU
III - ESARET
IV - KABRİSTAN
V - RİYAKÂR GECE
VI - KOVULUŞ
VII - LİMAN VE ATEŞ
IX - DELİ CESARETİ
X - PARAMPARÇA
XI - HİÇLİK HİSSİ
XII - RUHUN AZABI

VIII - HİKÂYENİN SONU

276K 12.6K 3.2K
By sumeyyelkoc


SERZENİŞ LEYL 

8.BÖLÜM

HİKÂYENİN SONU

🍂

Doğduğumuz günden öleceğimiz güne dek mütemadiyen kandırıyor ve kandırılıyorduk. Şu meşhur, yarınların güzel olacağı yalanıyla. Çocukluğumu bu yalanla avutup, hiçbir zaman tam anlamıyla mutluluğun tadına varmamış ve en içten gülüşlerimi bile güzel olacağına inandırıldığım yarınlarım için saklamıştım. Şimdi ise her şeyinden şikâyet ettiğim yıllarımı özlemekten bitap düşüyordum. Her geçen gün biraz daha eksiliyordum. Umudum tükenmekte olan bir mumun cılız ışığına benziyordu, söndüğünde ve karanlık çöktüğünde her şey bitecekti. Yüksekçe bir binanın tepesinden, avazım çıktığı kadar haykırmak istiyordum geride kalan yıllarıma ve kıymetini bilemediğim çocukluğuma. Gökyüzündeki son uçurtmanı vursalar da ağlama. Zira büyüdüğünde uçurtma uçurabilecek bir gökyüzün bile olmayacak.

'Zavallı gelecek,' diyordu Maksim Gorki benim durumumu özetler gibi. 'İnsanlar ona öyle çok umut besliyorlar ki, gerçekleştiğinde bütün çekiciliğini yitiriyor!'

Saatlerimiz yolda geçmişti. Bora şehir dışına çıkacağımızı söylediğinden beri dilimden onlarca itiraz uçup gitmişti ama hükmüm geçersizdi. Üstelik nereye gideceğimizi bile söylemiyordu. Şarjım tamamen bitmişti. Onun telefonundan anneme kısa bir mesaj atıp, birkaç gün boyunca eve gelmeyeceğimi haber etmiştim. Birkaç günlük yokluğumu nasıl karşılayacaklarını merak ediyordum. Babam en fazla kızar ama onun dışında bir şey yapmazdı, nitekim eli kolu bağlıydı. Sadece abimden yana tedirgindim. O biraz daha tersti. Annemin tek korkusu, Bora'nın benden sıkılıp ayrılacak olmasıydı. Bunu çok kez ima etmişti. Bu nedenle hep kendimi korumam gerektiğini söyleyip dururdu.

Saat dördü geçtiğinde uykuya daha fazla dayanamayarak koltuğu geri yaslayıp gözlerimi kapatmıştım. Arabada ısıtıcı çalıştığı için fazlasıyla gevşemişti vücudum. Bir saat kadar deliksiz uyumuş sonrasında yolların gürültüsüne uyanmıştım. Arada bir kafamı kaldırıp nerede olduğumuza bakıyor, nereye gittiğimizi çözmeye çalışıyordum. Bolu'yu ve Düzce'yi geride bıraktığımızda Sakarya il sınırları içerisindeydik, saat sabahın beşini geçiyordu. Muhtemelen İstanbul'a doğru gidiyorduk.

Bölük pörçük uyumaya çalışmaktan vazgeçip gözlerimi yola diktim ve bir saat boyunca havanın aydınlanışını seyrettim. İkimizde sessizdik, neredeyse iki buçuk saattir yoldaydık ama tek kelime etmemiştik. Tan yeri tamamen ağardığında İzmit otobanda bir dinlenme tesisinde arabayı uygun bir yere park etti Bora. Sadece lavabo ihtiyacımız için duracağımızı düşünmüştüm ama belli ki işi uzun sürecekti. Emniyet kemerlerimizi çıkarırken, "Lavaboya gideceğim," diye konuştu sessizce. "Sen de gidecek misin?"

Evet dercesine kafamı sallayarak arabadan çıktığımda kendimi dımdızlak ortada kalmış gibi hissediyordum. Yanımda bir çantam bile yoktu. Üstümde dar beyaz bir tişört, altımda açık mavi kot pantolonum vardı. Tek yaptığım üzerimdeki ince hırkaya sıkı sıkı sarılmaktı. Bu kadar hazırlıksız bir halde Ankara'dan kilometrelerce uzaklaşmış olduğuma inanamıyordum. Kim bilir ne kadar berbat görünüyordum.

Bora önümden yürüyordu, ben birkaç adım arkasından yürürken fark ettirmeden onu izliyordum. Açık mavi, kot tarzındaki gömleğinin tek bir yerinde bile kırışıklık yoktu. Siyah ve gür saçları dağınıktı ama asla benimkiler gibi karmaşık görünmüyordu. Benim aksime o kadar göz alıcı bir duruşu vardı ki kendimi ister istemez kötü hissediyordum.

Büyük dinlenme tesisinden içeriye girdiğimizde Bora erkekler tuvaletine, bense kadınlar tuvaletine yürüdüm. İşimiz bittiğinde orta noktada buluşacaktık. Sabahın erken bir saati olduğu tesis neredeyse boştu, etrafta tek tük insanlar vardı ve annesinin eteklerini çekiştire çekiştire ağlayan bir çocuk dışında neredeyse hiç gürültü yoktu.

Lavaboya girip işimi hallettikten sonra ellerimi yıkadım ve aynadaki solgun yüzüme memnuniyetsiz gözlerle baktım. Saçlarım geceden kalma topuzumun dağınıklığını taşıyordu, gözaltlarıma uykusuzluğun morlukları binmişti. Kısacası berbat görünüyordum.

Yanımda genç bir kız belirip ellerini yıkamaya başladığında saçlarımdaki tokayı çekip çıkardım ve bileğime taktım. Parmaklarımla düzelttiğim saçlarımı düzgün bir şekilde ayırıp açık bıraktığımda bir nebze olsun iyi görünüyordum. Yüzümü yıkadıktan sonra kurulayabileceğim herhangi bir peçete bulma umuduyla ceplerimi karıştırırken genç kız gülümseyerek çantasından çıkardığı paketten bir mendil uzattı bana. Teşekkür edip yüzümü kuruladığımda daha fazla oyalanmadan çıktım lavabodan.

Bora köşedeki duvara tek omzunu yaslamış bir halde telefonuna bakıyordu. Sanki buradan kaçıp gitme şansım varmış gibi bekleme noktamızda değil, kapının önünde bekliyordu beni. Yanına kadar yaklaştığım halde kafasını kaldırıp bana bakmamıştı ama geldiğimi görmüş gibi doğrulup yanımda yürümeye başlamıştı.

"Çok uykum geldi," derken etrafa bakıyordu. Uykusuzluğu sesinden belliydi. "Bir kahve içip öyle devam edeceğim."

Sessiz kalıp sadece kafamı salladığımda, "Dilini mi yuttun?" diye sordu bu kez. "Konuşsana. Aç mısın?"

"Değilim," dediğim an karnım bana itiraz edercesine guruldadı. Bu sesi Bora'nın duymasını istemediğim için ellerimi karnıma bastırdım. Tesisin girişindeki kafelerden birine geçip masaya oturduğumda Bora kahve almak için büfeye doğru gitti. Telefonu alıp onu karıştırmamı istercesine, ekran kilidi açık bir vaziyette masanın üzerinde duruyordu. Bora'nın arkası bana dönük olsa da şans bu ya, ben telefonunu elime aldığım an dönüp bana bakardı. Şimdi değilse bile, fırsat bulduğum ilk an telefonunu karıştırmayı aklıma koymuştum.

Yaren'in ona atmış olduğu mesajları merak ediyordum, tabii eğer atmışsa ve Bora onları silmemişse...

Bora uzunca bir süre büfeden ayrılmadı ve bir kez bile arkasını dönüp bana bakmadı. Alt tarafı bir kahve alacaktı, neden bu kadar çok oyalanmıştı ki? Büfenin ardındaki satış görevlisi kızla sohbet mi ediyordu? Gözlerimi kısarak onu izlemeye başladım. Hakikaten de öyle olmalıydı zira kızın konuşurken ağzı kulaklarına varıyordu. Bu durum sinirlerimi bozduğunda bir daha ona bakmamak üzere kafamı çevirdim ve dışarıyı seyretmeye koyuldum.

Güneş doğmak üzereydi.

Aradan birkaç dakika geçtiğinde Bora bir elinde kahveyle, diğer elinde tost tabağı ve soğuk çayla dönmüştü. Tostun kokusunu alır almaz midem bir kez daha guruldadı ancak göz ucuyla bakmaya bile yeltenmedim. Ta ki Bora tabağı ve soğuk çayı önüme itene kadar. "Korkarım ki sırf benimle zıtlaşmak için bir gün açlıktan öleceksin."

"Aç değilim," diye itiraz ettim gözlerimi dışarıdan ayırmadan.

"Karnın öyle demiyor ama." Bora yine dalga geçiyordu.

Bir an için utanarak bakışlarımı önümdeki tabağa düşürdüğümde, "Ye şunu," dedi emreder gibi. Akşam yemeğinde çok fazla bir şey yemediğim için deli gibi açtım. "Bir saatten fazla yolumuz var. Açlıktan ölmüş bir Hande işime yaramaz."

Soğuk çayı önüme çekerken, "İki saat boyunca tostu mu bekledin yoksa o kızla mı sohbet ettin?" diye sordum. Bu ani ve fevri çıkışı kendimden beklemiyordum. Sorguya çeker gibi olmuştu ve Bora bile şaşırmıştı. Dumanı üstünde tüten kahveyi dudaklarına götürürken durdu ve gözlerime ciddiyetle baktı.

"Sana ne?"

Suratım birdenbire asıldı. Yine ona değil sadece kendime kızdım. Neden soruyordum ki? Ne denli bozulduğumu belli etmemek için bakışlarımı yere indirip tosttan bir parça böldüm ve asık bir suratla yemeye başladım.

"Kızla sohbet etmedim," dedi Bora bir süre sonra. "O benimle sohbet etmeye çalıştı."

Ağzım dolu bir vaziyette ona çıkıştım. "Bana ne?"

Ne aptaldım ben? Durduk yere onu kıskandığımı düşünmesini sağlayıp zaten havalarda olan burnunu iyice havaya kaldırmıştım. Bir süre sessizce tostumu yedim, Bora ise kahvesini içti. O sırada Bora'nın telefonu çaldı ve Bora yanımdan uzaklaşma gereği duymadan telefonu yanıtladı. Sadece karşı tarafı dinlediği için ilk başta kiminle konuştuğunu anlayamasam da bir süre sonra, "Emin misin Semih?" diye sordu, gece gördüğüm avukatla konuşuyordu.

Bora'yı dinlemiyormuş gibi tost yemeye devam etse de tüm dikkatimi şu an ona vermiştim. "Yani Yiğit Mirzanlı'nın benden esas şüphelenme sebebi bu, öyle mi?" diye sordu. Dudakları şaşkınca kıvrıldı. Konuştuğu konu her neyse şu an benim de tüm ilgimi çekmişti. Bora bir müddet daha ciddi bir yüz ifadesiyle konuşup telefonu kapattığında, "Sorun ne?" diye sordum. "Lütfen benden saklama. Ben de bu işin içindeyim ve bilmek istiyorum. Sonra o adam beni sorguya çektiğinde ne diyeceğimi bilmeyerek afallayıp kalıyorum."

"Mühim bir şey değil zaten," dedi Bora arkasına yaslanırken. Sonra durdu, gözlerime baktı ve canı sıkılmış gibi, "Aslında mühim," diye konuştu. "Polisler babamın kışlık evini aramışlar dün gece. Ve Elif Mirzanlı'ya ait bir bileklik, yatak odasında bulunmuş."

Duyduğum şeyle dehşete düşerken o eve ilk girdiğimizde gözüme çarpan detayları anımsadım. Evin tertemiz oluşu, sanki bir kadın eli değmişçesine tertipli ve düzenli oluşu... O an aklıma gelen ihtimal dudaklarımı uçuklatırken, "Yoksa?" diye sordum. Ama dile getiremedim, sustum.

Söylemeye cüret edemediğim cümlemi Bora tamamladı. "Babam ve onun genç kadınları..."

"Bu çok acı, çok mide bulandırıcı..." Yüzüme tiksinti duyduğumu belli eden bir ifade yerleşti. Bir an için Yiğit adına daha çok üzülecek gibi oldum ama sonra kendime kızdım. İşin aslını bilip bilmeden bir kadının günahını almak doğru değildi. "Onca kadın varken baban neden evli bir kadınla birliktelik yaşasın ki?"

"Aslında yaşamaz, babamı savunmuyorum ama bu kadar ucuz bir ilişkiye yanaşmaz." Bora'nın da kafası karışmış görünüyordu. Kaşlarını hafifçe çatarken iki kaşının ortasında inkâr dolu bir çukur oluştu. Gözleri bir noktaya bakıyordu ve uzun kirpikleri çıkık elmacık kemiklerinin üzerine uzun gölgeler çiziyordu. "Ama tüm bu deliller bana başka bir şey düşündürmüyor," dedi, o an aynı şeyi düşünüyorduk. "O gece orada bizden başka kimse olmadığına emindim. Belki de o kadın biz geldiğimizde o evdeydi ve bizi görünce korkup saklandı."

"Bu sadece bir ihtimal," dedim doğru olmasını istemeyerek. Şu ana dek Elif Mirzanlı'nın gecenin bir vakti neden orada olduğuna dair mantıklı bir sebep bulamamıştım. Şimdi Bora'nın sözleri oldukça mantıklı geliyordu ama hâlâ emin değildim. Hatta belki Elif'i öldüren Bora değildir diye düşündüğüm bile olmuştu. Bu saatten sonra başka bir ihtimal, söz konusu bile değildi. Bora bana balistik inceleme sonuçlarından bahsetmemişti ama aksini de iddia etmemişti. Elif'i öldüren oydu. Öyle olmasa zaten Serhat denilen adam şu an içeride, Yiğit ise peşimizde olmazdı.

Kafam karman çorman olmuştu. Eğer Elif'in Haldun Bey'le gizli saklı bir ilişkisi varsa Haldun Bey'in genç sevgilisinin ölümünden haberi olması gerekmez miydi? "Elif'in ölümünden babanın haberi oldu mu?" diye sordum. O karanlık gecenin ertesi akşamı bizim evde yemek yemiştik. Adam her şeyden habersiz görünüyordu. Öyle olsa biraz bile üzgün olması gerekmez miydi? Gerçi neyi sorguluyordum ki ben? Böyle bir oğul yetiştiren adamın vicdanlı olup olmadığını mı?

"Hayır olmadı. Çünkü polisler sadece benimle irtibata geçti. Ama dün geceden sonra babama ulaşacaklarına eminim. Belki de ulaşmışlardır."

"Yine de çok tuhaf," dedim. Anlam veremiyordum. "Eğer bir ilişkileri olduysa ölümünden de muhakkak haberi olmalıydı." Bora'ya dikkatle baktım. Belki de babasıyla iş birliği içindeydi. Öyle bile bunu bana asla söylemezdi. Yine de bir an bocalamasını ve bir açık vermesini bekledim ama o bir şeyleri gizleme hususunda o kadar becerikliydi ki hiçbir şey çözemedim.

"Onun hayatında kaç kadın var, biliyor musun sen?" diye sordu. "Tek bir gece için görüştüğü bir kadının peşine neden düşsün ki?" Kurduğu cümle sinirlerimi alt üst etmişti. Yiğit'in de dediği gibi, her şeyi nasıl da basit görüyordu.

"Baba oğul iğrençsiniz," diye çıkıştığımda Bora'nın kaşları çatıldı. "Ben ne yaptım şimdi?"

"Onu öldürdün," dedim sadece ikimizin duyabileceği bir sesle. Masaya doğru eğilmiştim. "Yetmez mi?"

"Kazaydı," dedi Bora her zamanki gibi. O da masaya doğru eğilmişti. "Delirtme beni. Kazaydı!"

"Yiğit senden neden şüpheleniyormuş?" diye sordum. Telefonu kapatmadan önce Bora'nın böyle bir cümle kurduğunu hatırlıyordum. Bora beni duymazdan gelir gibi ters ters baktığında, "Söyle," dedim. "Her şeyi bilmek istiyorum."

"Ne bileyim?" diye sordu soğuk bir sesle. "Belki de karısının ilişki kurduğu adamın ben olduğumu düşünüyordur." Bunu söylerken dalga geçmişti.

"Belki de sensindir," dedim korkusuzca. Amacım sadece Bora'nın tepkisini ölçmekti. Ama bu onu epey kızdırmış görünüyordu. Elindeki kahveyi sertçe masaya bırakırken bakışları öfke doluydu. "En yakın arkadaşının sevgilisiyle tuhaf bir ilişkin var," diye devam ettirdim sözlerimi. "Senden her şeyi beklerim."

Ona haksızlık ettiğimi düşünmüyordum. İyilikten, merhametten ve sevgiden bir haber olan, ellerine kan bulaştığında bundan zerre gocunmayan ve dilinden tehdit eksik olmayan bir adamdan her şeyi beklerdim. Henüz yirmi altı yaşındaydı ama elli yaşında bir adam gibi görmüş geçirmişliğe, onlarca üniversite bitirmiş gibi keskin bir zekaya sahipti. Hiçbir şey söylemeden doğruca gözlerime bakmayı sürdürmesi içimi ürperttiğinde bakışlarımı kaçırdım ve karşı tarafa doğru baktım.

O an kırklarının başında olduğunu tahmin ettiğim pos bıyıklı ve kel bir adama takıldı gözlerim. Beni öyle büyük bir dikkat ve beğeniyle süzüyordu ki yüzümü buruşturmadan edemedim. Böyle erkekleri anlayamıyordum. Yalnız olmadığını gördüğü halde, bir kadını nasıl hiç utanmadan gözleriyle taciz edebiliyordu?

Bora birden arkasını döndü ve benim baktığım noktaya bakındı, telaşla gözlerimi kaçırmaya çalışsam da adamın bana baktığını çoktan fark etmişti. O ana kadar gözlerini üzerimden çekmeyen adam bakışlarını usulca kaçırdı, Bora sessizce önünü döndü ve hiçbir şey olmamış gibi derin bir nefes aldı.

"Yaren'le de, o kadınla da hiçbir alakam yok," dedi ciddiyetle. Üzerime doğru salladığı parmağı öfkeden titriyordu. "Bunu sana ilk ve son kez söylüyorum. Eğer bununla ilgili başka bir imada bulunursan..."

Sustu ve tekrar arkasını dönüp o adama baktı. Adam yine bana bakıyordu ve yine Bora'ya yakalanmıştı. Tüm iştahım kaçmıştı, tostumun son lokmasını bile ağzıma atamayacak kadar doluydum. Bora fevri bir şekilde ayağa kalktığında kendi oturduğu sandalyesini gürültüyle düşürerek adamın üzerine doğru yürüdü. O an diğer masalarda sessizce oturup, uykusuzluğun verdiği sersemlikle kahvaltı etmeye çalışan herkes kafasını kaldırıp Bora'ya baktı.

Bora'nın nasıl biri olduğunu bildiğimden ne yerimden kalkmaya çalıştım ne de onu engellemeye çalışan tek bir söz ettim. Ellerimi yüzüme bastırarak herkesten gizlenmeye çalışırken Bora adamın oturduğu masaya vardı ve ensesinden tutarak adamın yüzünü önündeki masaya sertçe geçirdi. İnsanların dudaklarından fırlayan hayret ve ayıplama sesleri giderek büyürken büfedeki bir adam koşarak o tarafa yürüdü.

Bora ise tekrar bu tarafa doğru yürüdü. Tek kelime bile etmemişti.

Adam kafasını masadan kaldıramıyordu bile, burnu kan revan içindeydi.

Bora'nın birazdan bileğimden tutarak beni bu masadan kaldıracağını ve hatta kimseyi umursamayacağını bildiğimden kendi isteğimle ayağa kalktım ve o henüz bana uzanmadan elimi ona uzattım. Hiç değilse bu sefer daha az rezil oluyordum. Birlikte tesisten çıkıp park yerine yürürken arkasından sürüklenmemek için adımlarına ayak uydurmaya çalışsam da yetişemiyordum.

Bizde durumlar her zaman böyleydi. Artık ilk zamanlarımızda olduğu gibi şaşırmıyor ve ciddi tepkiler vermiyordum. Ona ve deliliklerine alışmıştım. Aslında hissizleşmiştim.


🍂


Gözlerimi açmama konusunda diretiyordum çünkü onunla geçirdiğim günlerde yapabileceğim başka bir şey yoktu. Fırtınanın etkisiyle huzursuzluk veren bir uğultuyu sızdıran pencereler uyumama izin vermiyordu. Günlerdir hapsolduğum bu ev sanki yıllardır buradaymışım gibi hissettiriyordu. Bir müddet daha inatla gözlerimi kapalı tutsam da fırtına kazandı ve uyku göz kapaklarımı ansızın terk etti.

Bugün 27 Eylül'dü.

Abimin nezarete düştüğü, benimse Yiğit Mirzanlı ile karşılaşıp o dehşet dolu dakikaları yaşadığım gecenin üzerinden tam dört gün geçmişti. O gece Ankara'dan ayrıldığımızda İstanbul'a gideceğimizi sanmıştım ama Ağva'ya gelmiştik. Burada bir tatil köyünde, denizin hemen karşısında küçük bir ev kiralamıştı Bora. Yaz sezonu tamamen bittiği için etraf sessizdi. Gündüzleri güneş tam tepedeyken birkaç saatliğine denize girenler oluyordu. Yine de havalar artık serin olduğu için insanların terk ettiği bir kasabaya benziyordu burası. Özellikle akşamları dalgaların coşkulu bir şekilde kıyıya vurmasından korkuyordum. Denizi olan bir şehirde büyümediğimden, deniz görmeye alışkın değildim. Geceleri dalgaların sesine çok kez uyanmış ve korkuyla pencereden dışarı bakmıştım. Bugünse hava kapalı ve rüzgârlıydı, gökyüzü yağmuru davet ediyordu.

Dört gün boyunca neden Ankara'dan uzak olduğumuza bir anlam verememiştim. Olaylar bu denli kızışmışken Bora neden korkup kaçıyormuş gibi bir izlenim veriyordu? Tüm bu hareketleri Yiğit'in ilgisini daha çok çekecekti üzerimize. Farkında değil miydi?

Bora belki kendisini belki de beni cezalandırıyordu. Defalarca uyarmasına rağmen onu dinlemediğim için, tehditlerini göz ardı ettiğim için, her defasından başını daha fazla derde soktuğum için... Elimde olmadığı halde, o gün Emniyet Müdürlüğü'nde o adamla karşılaştığım ve yalan söylemeyi beceremediğim için. Oysa bilmeliydi, onun varlığı zaten benim en büyük cezamdı.

Yattığım yataktan kalkıp usulca pencereye vardım ve pencereden dışarıya ürkek gözlerle baktım. Sanki fırtına, denizi daha fazla coşturacak ve tsunami felaketinin altında kalacakmışız gibi hissediyordum. Beynim korktuğu şeyleri abartmayı severdi.

Dört gündür bu odaya tıkılıp kalmış olduğum için mutsuz, Bora'yla aynı odayı paylaşmak zorunda kalmadığım için mutluydum hiç değilse. Bora'nın dışarı çıkıp dolaşma tekliflerini reddediyordum. Üstelemiyordu, halinden fazlasıyla memnun görünüyordu. Günlerdir bu ıssız çatının altında, benimle birlikte derin bir sessizliği paylaşmak onu sıkmıyor gibiydi. Benimle konuşmuyor, onunla konuşmama da izin vermiyordu. Çünkü konuştuğumuz konu Elif ve Yiğit Mirzanlı ekseninden öteye geçemiyordu.

Bulunduğum odanın kapısını aralayıp sessiz adımlarla mutfağa doğru yürüdüm. Karnım açtı. Bugün kahvaltı etmek için dışarı çıkmamıştık, Bora yiyecek bir şeyler almıştı. Mutfağa geçip kendime küçük bir sandviç hazırladım ve buzdolabından çıkardığım portakal suyunu cam bardağa doldurdum. O sırada Bora'nın sesini duydum, telefonla konuşuyor olmalıydı. Sandviçi ve portakal suyunu masanın üzerine bırakarak mutfağın kapısına sessizce yaklaştım. Sesi kaldığı odadan geliyordu. Birisiyle tartışıyor gibiydi.

"Hayır, gelmeyeceğim," diyordu karşısındaki her kimse. "Evet, birkaç gün daha burada kalacağım ve o polis bozuntusu beni zerre alakadar etmiyor."

Yiğit'e sürekli polis bozuntusu diye hitap etmesi beni öfkelendiriyordu. Adamın karısını öldürdüğü yetmiyor muydu? Kendisinden ne istiyordu? Bir süre sessiz kaldıktan sonra bağırırcasına konuştuğunda irkilmiştim. "Hiçbir şey benimle alakalı değil baba. Esas sana sormalı, ne zamandan beri evli kadınlarla düşüp kalkar oldun?"

Babasıyla konuşuyordu, bu sözlerinin üzerine babası telefonda kuvvetle bağırmış olmalıydı ki telefondan yükselen cızırtılı sesi buradan bile duymuştum.

"Öyleyse ispatla," dedi Bora öfkeyle. "Bu sadece benim meselem değil, seni de ilgilendiriyor çünkü o ev senin evin!"

Bir müddet daha sustu, sonra asla yadırgamayacağım o sözleri sarf etti. "Her zaman ne yapıyorsan yine onu yap. Meseleyi kökünden hallet. Döndüğümde o herifle yüz yüze geleceğim bir durum yaşamak istemiyorum. Aksi halde işler boka saracak ve istemediğim yollara başvurmak zorunda kalacağım. Ben elimden geleni yaptım, bundan gerisi seni ilgilendiriyor."

Bora telefonu kapattığında masaya sessizce yürüdüm ve sandalyeye oturup yüzümü cama dönerek sandviçi yemeye başladım. Henüz Yiğit'in elinde Bora'yı suçlayacağı tek bir delil bile olmamasına karşın gereken her tedbiri alıyordu Bora. Mesela telefonlarının dinlenme ihtimaline karşın iki telefon kullanmaya başlaması gibi... Kendi adına kayıtlı olan hat üzerinden, o geceyi ilgilendiren hiçbir konuyu konuşmuyordu.

Mutfağın önünden geçip gittiğini adım seslerinden anlamıştım. Kapıyı aralayıp evin dışına çıktığında duymamı istemediği bir telefon görüşmesi yapacağını da anlamıştım. Meraklısı da değildim zaten. Ne kadar az bilirsem o kadar iyi olacağı kafasındaydım. Günlerdir düşünsem de işin içinden çıkamıyordum çünkü. Ortada görünenden daha büyük bir suç vardı ama suçun kime ait olduğu belli değildi. Tek bildiğim Bora'nın babasından, babasının da Bora'dan bir haber olduğuydu. Çünkü günlerdir ikisi de sadece birbirini suçluyordu.

Karnımı doyurup odaya tekrar döndüğümde üzerimi değiştirdim. Bora ihtiyacımız olabilecek şeyleri almak için buraya gelmeden önce bir alışveriş merkezine uğramıştı. O sırada kendime birkaç kıyafet alabilmiştim. Makyaj sıradan günlerde aradığım bir ihtiyaç değildi, özellikle Bora'nın yanındayken hiç değildi.

Üzerime kısa kollu kiremit renk bir tulum giyip dişlerimi fırçaladıktan sonra kaldığım odadan çıkıp oturma odasına yürüdüm. Hiç değilse orada televizyon vardı ve belki bir şeyler izleyebilirdim. Odadan içeriye girdiğimde Bora'yı televizyonun karşısındaki koltukta otururken bulduğum için planlarım suya düşmüştü. Kafasını koltuğun başlığına yaslamıştı, gözleri kapalıydı ama uyumuyordu. Kaşları çatık bir vaziyetteydi, düşünüyor gibiydi ve emindim ki o düşünceler hiç tekin değildi. Yutkundukça hareketlenen âdem elmasına kayan bakışlarım yüzünden kendimi arsız bir kız gibi hissediyordum. Bazen kendimi onu seyrederken ve hatta beğeniyle süzerken buluyordum. Fazlasıyla ilgi çekiciydi. Ama neyse ki ben tüm bunlara kanabilecek kadar aptal biri değildim. Dış görünüşü hiçbir zaman ruhundan daha çok çekmemişti dikkatimi. Ne denli vasat bir ruha sahip olduğunu bildiğimden beri onunla ilgili bir gelecek hayalim yoktu.

Sessiz olmaya çalışarak yanından geçip gittim. Koltuklardan birine oturmak yerine camın önüne geçip kâh şahlanan, kâh uslanan denizi seyretmeye koyuldum. Burası küçük bir evdi. İki oda, bir mutfak ve şu anda bulunduğumuz orta halli bir salondan ibaretti. Kollarımı göğsümde birleştirip gözlerimi pencereden dışarıya diktim. Bora'yı görmektense dışarıyı izlemek daha iyi bir fikirdi.

Dışarıdaki fırtına daha da şiddetlenmiş gibiydi. Aslında yağmur yağmaya başlasa fırtına dinecekti ama yağmıyordu. Böyle havalardan korkardım. Özellikle de şiddetli gök gürültülerinden. Tam bunu düşünürken bulunduğum camın önü birden mavi bir ışıkla aydınlandı, gök haykırırcasına gürledi ve ben çığlık atarak yere diz çöktüm. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpıyor, Bora ise sessiz sessiz gülüyordu.

Gözlerimi hafifçe aralayıp ona baktığımda beni izlediğini gördüm. "Ne korkak bir kızsın," dedi alaycı bir sesle. "Gök gürültüsünden korktuğunu da öğrenmiş oldum."

"Korkmuyorum," diye inkâr ettim ama inandırıcı olabildiğimden emin değildim.

Bora eminim öyledir dercesine kaşlarını kaldırırken kısa bir anlığına pencereden dışarıya, gittikçe kararan havaya baktı. "Bu gece şiddetli fırtına olacak sanırım. Yalnız uyuyabilecek misin?"

Büzüştüğüm yerden doğrulup pencereden uzaklaştım ve Bora'nın karşısındaki koltuğun epey geniş olan kenarına oturdum. "Sence gök gürültüsünden korkup annesiyle babasının ortasında yatan küçük bir kıza mı benziyorum?"

"Aynen o küçük kızlara benziyorsun," dedi Bora az önceki halimden dem vurarak. Benim aksime keyifli görünüyordu.

Bozuntuya vermedim. "Bir anlık refleksle öyle oldu," dedim ciddi bir sesle. "Elbette korkmuyorum." Kendimi her an kopabilecek gök gürültüsüne karşın hazırlıklı hissetmeye çalıştım. Nitekim öyle de oldu, gök bir kez daha hiddetlice gürledi ama gözlerimi bile kırpmadım.

"Korkmuyorsan dışarı çıkalım?" Soru sorar gibi sarf ettiği cümleye karşın kaşlarımı çattım. "Canın küçük bir çocuk gibi oyun oynamak mı istiyor?" Bu sefer alay eden bendim. "Çok sıkıldıysan tek başına dışarı çıkabilirsin. Birazdan yağmur başlayacak ve ben ıslanmaya meraklı değilim."

"Tek başına kalınca korkmaz mısın?" diye sordu bu sefer de. Bakışlarıyla pencerenin ardını işaret etti. "Baksana hava nasıl da karardı. Sanki akşam olmuş gibi."

"Korkmam," diyerek kestirip attım. Onunla konuşasım yoktu ama Bora susacağa da benzemiyordu.

"Burası korkulmayacak bir yer değil," diye mırıldandı eliyle dışarıyı gösterirken. "Baksana etraf ne kadar ıssız. Deniz ne kadar dalgalı..."

"Burası korkunç ise sebebi sensin," dedim kızgınca. Ve inkâr ettim. "Ayrıca da korkmuyorum, adım attığın her yere karanlığını da getiriyorsun. Canavar gibisin."

Yine alaycı bir şekilde sırıttı. Yaslandığı koltuktan doğrulurken üzerindeki siyah tişörtün yakasını düzeltti. "Senin aksine başka kadınlar mükemmel göründüğümü söylüyorlar." Aksini iddia edemezdim. Bahsettiği kadınlara az çok denk gelmiştim. "Neden hiçbiri umurumda değil?" diye sordu. "Sanırım bana her zaman neden ben diye sorduğun sorunun cevabı bu."

"Neymiş cevabı?" Kalbim birden hızlandı, anlam veremedim.

"Başka kadınlar sahip olduklarımla ve dış görünüşümle ilgilenmekten ruhumu göremiyorlar. Görebilselerdi hâlâ benimle ilgilenirler miydi muamma."

Bora'nın ilk defa kendisinin farkında olarak konuştuğuna şahit oluyordum. "İlgilenmezlerdi," dedim acı bir gerçeği itiraf edercesine. "Tabii ruhları seninki kadar kararmamışsa."

Bora sanki ona iltifat etmişim gibi gülümsedi. "Herkesi kendin gibi sanıyorsun değil mi? O gece yanımda sen değil de başka bir kadın olsaydı emin ol senin kadar ilgilenmezdi bu meseleyle. Hatta belki de hiç umursamazdı."

"Belki de umursardı." Herkesi kendim gibi sandığımı iddia ederken aslında herkesi kendisi gibi sandığının farkında bile değildi. "Dünyada sadece senin gibi kalbi kararmış insanlar yok," dedim küçümsercesine. "Hayat bizi tam bu noktada farklı kılıyor. İyiler ve kötüler... Sen kesinlikle Kabil'in soyunu devam ettiriyorsun."

"Sen de Habil'inkini," dedi Bora sırıtarak. "Ah benim iyilik meleğim."

Yağmur damlaları cama sert bir şekilde vurmaya başladığında kafamı pencereye çevirdim. Hava iyiden iyiye kararmıştı. Gün ortasında bu denli karanlık bir gökyüzü insana ürpertiden ziyade huzursuzluk da veriyordu. Sanki her an kıyamet kopacakmış gibi. "Daha ne kadar burada kalacağız?" diye sordum sıkıldığımı belli edercesine.

"Bilmem." Bora her zamanki gibi umursamaz bir cevap vermişti.

"Burada olmaktan mutlu değilim."

"Ama ben burada olmaktan mutluyum güzelim," dedi koltuğun kenarında duran sigara paketine uzanırken. "Ayrıca ben telefonla konuşurken beni dinlediğini sanıyorum. Cevabı o sırada vermiştim."

Evet dinlemiştim. Dinlemesem de duyardım çünkü ev zaten küçücüktü. Birkaç gün daha burada onunla kalmaya niyetim yoktu. "Senin yüzünü birkaç gün daha görmeye dayanabileceğimden emin değilim," dedim öfkeyle. "Beni özel eşyan gibi gittiğin her yerde yanında taşıyamazsın. Yarın sabah ilk işim Ankara'ya dönmek olacak."

Az evvel ateşlediği sigaradan derin bir nefes çekerken bakışları ansızın sertleşmişti. Oysa az önce gülüyordu. Bora tuhaf adamdı, neye güleceğini ya da neye sinirleneceğini kestirmek mümkün değildi. "Benim yüzümü bir ömür görmek zorundasın." İşte yine başlamıştı. "Ben de sana daha fazla zaman tanıyabileceğimden emin değilim. Ne zamana kadar kaçacaksın?"

Dirseğini koltuğun kenarına yaslamış vaziyette rahatça oturuyordu. Tek eliyle tuttuğu sigarayı dudaklarından, gözlerini ise üzerimden ayırmazken, "Bunu bize neden yapıyorsun?" diye sordum.

"Neyi?"

"Bu işkenceyi. Neden bir ömür görmek zorundaymışım seni?"

Sustu. Yine tartışmamızın en can alıcı noktasında sorumu yanıtsız bırakıyordu. Bakışlarını üzerimden çekip parmaklarının arasında duran sigaraya diktiğinde öfke kanımda bir zehir misali kaynadı. Bir hışımla ayağa kalktığımda bakışları üzerime yeniden tırmandı ama bu sefer onu görmezden gelen bendim. "Sorularıma cevap vermediğin müddetçe, sonuna kadar senden kaçacağım," dedim yorgun bir sesle.

Hızlı adımlarla yürüyüp onun önünden geçtiğim sırada oturduğu yerden kalkmadan bileğimden tutarak durdurdu beni. Sırtım ona dönüktü ve asırlık bir yorgunluğun izlerini taşıyan bakışlarım boş duvarı izliyordu. "Sana bir cevap versem ne olacak?" diye sordu. O da yorgundu. Sesinde hiçbir duygunun izi yoktu ama hissediyordum. "Yine kaçmayacak mısın?"

Parmaklarımı bileğimi tutan eline geçirdim ve usulca kurtardım kendimi onun kıskacından. Birkaç adım ileriye giderek aramızdaki mesafeyi büyüttüm. Sırtım hâlâ ona dönüktü. Cevabım onu tanıdığım ilk günden beri belliydi aslında. Sonuna kadar kaçacaktım ve bunun bir sonu yoktu. Az önce kurduğum o saçma cümleyle kendi topuklarıma sıktığımın farkında değildim.

"Söyle!" dedi Bora hissiz bir şekilde. Ama birazdan kıyameti koparacak gibiydi, bu fırtına öncesi son sessizliğiydi. "Sana istediğin yanıtı versem sen de bana istediklerimi verecek misin?" Ayağa kalktığını hissettiğimde içime bir ateş düştü. Olduğum yerden kıpırdayamadım. Bana doğru attığı her adımda kalbim kaburgalarımı kırıp dışarı çıkacakmış gibi hızla çarpıyordu. Bunun nedeni aşk ya da sevgi değil, nefretti. Neden ona duyduğum nefret duygusu kalbimi bu kadar hızlandırıyordu?

"Söyle," dedi bir kez daha. Bu sefer hırçındı.

Parmaklarının kollarıma arkadan dokunduğunu hissettiğimde ağırca yutkundum. Bora'nın tehlike vaat eden soğuk parmak uçları tenimde gezinirken içimdeki ateş büyüdü, yangına dönüştü. "Sana istediğin hiçbir şeyi vermeyeceğim," dedim fısıltılı bir sesle. "Çünkü ben sana hiçbir şey vaat etmedim. Sen benim hayatıma zorla girdin."

"Bunun haksızca olduğunu düşünüyorsun değil mi?" diye sordu. Elleri şimdi de saçlarımın üzerindeydi. O an ne anlama geldiğini asla çözemeyeceğim bir cümle kurdu. "Sen de benim hayatıma zorla girdin. Ben de seni istemedim."

Neden böyle bir şey söylediğini anlamasam da kurcalamadım. "Bırak o zaman," dedim yakarırcasına. "Neden bu kadar ısrarcısın ki?"

"Olmazlara meyilim var," dediğinde sesi titriyordu. Sanki devamında başka bir şey söyleyecekmiş gibi oldu ama sustu. "Boş versene. Aşağılık herifin tekiyim ben."

"Öylesin," dedim korkusuzca. Bana yaptığı hiçbir şeyi unutamazdım. Sadece bana değildi üstelik...

"Benden nefret ediyorsun." Sanki duygularımı teyit etmek ister gibiydi.

"Her gün daha fazla," dediğimde susmak zorumda kaldım. Arkamda durmayı kesip iki adımda önüme yürümüştü. Şimdi tam karşımdaydı, gözlerini gözlerime dikmiş sözlerimin devamını beklercesine yüzüme bakıyordu. Tuhaftı ancak ondan korkmasam bile gözlerine bu kadar yakından bakarken konuşmayı unutuyordum.

"Evet, Hande," diye mırıldandı sorar gibi. "Her gün daha fazla?"

Konuşamıyordum. Bakışlarımı kaçırırcasına kafamı yere eğdim. Fakat Bora, ağzıma mühürlenen kelimelerin kilidini kırma konusunda benden daha inatçıydı. Parmaklarını çenemin altına yerleştirip yüzümü yüzüne doğru kaldırdığında gözlerindeki merakı bizzat hissettim.

"Daha fazla nefret ediyorum senden," dedim bir anlık cesaretle.

Bağırıp çağırmasını ve hatta tehditler savurmasını bekledim fakat o gülümsedi. Ondan nefret ediyor olmam neden bu kadar hoşuna gidiyordu ki? Oysa sıradan bir insan gibi bu sözler karşısında kırılmasını beklerdim. Bazen gözlerinde ufacık da olsa bir kırgınlığa denk geldiğim oluyordu. Sadece bir anlık. Sonra şimdi de olduğu gibi çıldırtıcı bir tebessüm ediyordu. Beklentilerimin her seferinde boşa çıkacağını bir türlü öğrenememiştim. Çenemde duran parmaklarını hafifçe iterek ondan kurtulduğumda bir adım geriye gittim. Bora ise aramızdaki mesafeyi tekrar yok etti.

"Ne yapıyorsun?" diye sordum. O dev cüssesiyle sürekli üzerime yürüyor olması beni ürkütüyordu. Dışarıda bir kez daha gök gürlediğinde camlar parçalanacakmış gibi pencereler sarsıldı ve ben o anlık refleksle Bora'ya doğru atılıp parmaklarımı tişörtünün kumaşına geçirdim. Saniyeler sonra ne yaptığımın farkında olarak geri çekilmek istedim ama geç kalmıştım. Bora beni sarıp sarmalamıştı.

Tek eli belime yerleşerek beni kendisine hapsetti. "Bırak," diye fısıldarken yüzümü neredeyse gövdesine gömmüştüm çünkü kafamı kaldırıp ona bakamazdım. Sakallı çenesi saçlarımın tepesine sürtündüğünde kalbim korkudan parçalanacak gibiydi. Beni hiçbir zaman istemediğim bir şeye zorlamamıştı ama yine de ona güvenmiyordum. Onun sağı solu belli olmazdı ve bana bir zarar verecek olsa ona karşı koyamazdım. Tek eliyle ensemden tuttuğunda kulağıma doğru eğildi ve dudaklarından çıkan alevli sözleri ruhuma üfledi.

"Bana gelen sendin." Ses tonunda bariz bir kızgınlık vardı. "Kokunu hissettiğimde aç bir hayvana dönüşüyorum, bilmiyor musun?"

Tırnaklarımı avuçlarıma geçirip kanatırcasına sıktım ellerimi. Genzim yanıyordu, biraz daha üstelerse çığlık çığlığa bağırıp kaçacaktım. "Dokunma bana," dedim korku dolu bir sesle. "Böyle yaptığın zaman sadece senden daha fazla nefret etmeme sebep oluyorsun."

Bir kez daha, "Ne zamana kadar kaçacaksın?" diye sordu öfkeli bir sesle. Benim ona sorduğum benden ne istiyorsun sorusuyla, onun bana sorduğu bu soru ölümüne kapışırdı. Zira ikisinin de bir cevabı yoktu.

Tek eliyle bedenimi bedenine bastırırken, diğer eliyle saçlarıma bastırarak kafamı göğsüne yasladı. Sakalları hâlâ saçlarıma batıyordu. "Yapma," diye söylendim hırçınca. Bu temasları hoşuma gitmiyordu. Ateşler içinde ellerimin buz tutması gibi bir şeydi bu. Yakıcı bir adamın dokunuşları, aynı zamanda donduruyordu. Kaçacak bir yerim de yoktu. Her yanım dört duvar, her uçurumun sonu, oydu.

"Hande," dedi Bora sessizce. Ellerini saçlarımdan çekip yeniden çenemin altına dokunduğunda belimdeki eli de gevşedi. Yüzümü yüzüne doğru kaldırdı, şimdi doğruca gözlerime bakıyordu. Tuhaftı ki gözlerinde ilk defa gördüğüm bir duygu vardı. Şefkât... Öyle şefkatli bakıyordu ki bir an vücudumu etkisi altına alan tüm negatif enerjinin kaybolduğunu hissettim. Ama kısa sürdü. Ona olan nefretim her şeyin önüne geçiyordu.

"Seni bir kere öpmeme izin ver."

Gözlerim korkuyla büyürken, "Hayır," diye bağırdım çıldırmış gibi. "Aklından bile geçirme!"

Sözlerim onun tüm takatini kesmiş gibi elleri güçsüzleşerek üzerimden ayrıldığında kaçarcasına uzaklaştım. Gözlerine son bir kez daha bakamadım. Ellerim, dizlerim, her yerim titriyordu. En çok da içim yanıyordu. Onun yanından nasıl kaçtığımı, o odadan nasıl çıkıp gittiğimi bilemedim. Kaldığım odaya geri dönüp kapıyı iki kere kilitledim ve yatağa oturarak dizlerimi karnıma çektim. Boğazım düğüm düğümdü. İlk defa ağlamak istiyor ama başaramıyordum.

Benden ne istediğini bilirken, kaçınılmaz sona günbegün yaklaşırken, bileklerimde hâlâ onun taktığı kelepçeler varken nefes almaya nasıl devam edeceğimi bilmiyordum. Ona olan nefretim de, öfkem de katlanarak çoğalıyordu. Az önce bana sarıldığında, elleri bedenime dokunduğunda öleceğimi sanmıştım. Buna katlanamazdım. Eğer ondan kurtulmayı başaramazsam onunla bu şekilde ıstırap verici bir evlilik sürdürmeye katlanamazdım.

Sanki Yaradan benim gözlerimdeki perdeyi kaldırmıştı ve ben kimsenin göremediği o ruhunu görüyor, gördüğüm an da karanlığın boğazıma yapışan elleriyle boğuluyordum. Güzel gözleri, güzel elleri, güzel bir kokusu vardı. İçinde bu denli karanlık bir ruhu besleyen beden, nasıl oluyordu da çirkinleşmiyordu?

Uzunca bir süre dinmeyen yağmuru, pencerenin ardında görünen kasvetli gökyüzünü izledim. Ve saatlerimi bu şekilde, zihnimin içindeki düşünce savaşına yenilerek geçirdim. Gökyüzü bulutlu olduğu için henüz erken bir saatte hava tamamen kararmıştı.

Akşam olduğunda yağmurun dinmesini beklemeden evden çıkıp yakınlarda bir restorana gittik. Yol boyunca yine sükûta boyun eğdik. Loş ışıklar altında, otantik bir mekândı burası. Havanın serin oluşuna aldırmadan açık alana oturduk. Neredeyse yok denecek kadar az müşteri vardı. Hatta bir süre sonra hepsi kalkmıştı, sadece Bora ve ben kalmıştık. Sanki geldiğimiz yere negatif enerji taşıyormuşuz gibi insanlar bizim olduğumuz yerden kaçıyordu.

Doyduğumu hissedip tabağımdakilerle oynamaya başladım. Bora'nın sürekli beni izlediğini bilirken yemek yemek azap verici olmuştu. Bir süre daha, hatta uzunca bir süre daha tek kelime etmeden oturduk. Aramızdaki sessizliğin gittikçe büyüyor olması beni geriyordu. Onu reddettiğim için bana kızgın olmalıydı. Kim bilir kafasının içinde neler dönüyordu? Bu sessizliğe daha fazla katlanamayacağımı fark ettiğimde, "Kaçmak çözüm değil," dedim sessizce. Ankara'ya dönmek istiyordum. Bizim burada ne işimiz vardı ki?

Bora hemen cevap vermedi. Birkaç dakika sonra, "Saçma sapan konuşma," dedi yüzüme bile bakmadan.

"Niçin buradayız o zaman?" diye sordum ağaçların çevrelediği alana bakarak. "Kaçmasaydın şu an burada olmazdık."

"Kaçmıyorum Hande," dedi Bora gergin bir sesle.

"O adamdan, o kadından, o geceden ve her şeyden kaçıyorsun."

"Benimle konuşabileceğin başka bir konu yok mu?" diye sordu kızgınca. "Varsa yoksa o adam, o gece, o kadın. Çok sıkıcısın."

Tam bir şey söyleyecektim ki yanımızda bir yabancının sesini işiterek sustum. Oturduğumuz masanın başında, saçı sakalı tamamen beyaz olan yaşlı bir adam duruyordu. "Hayırlı akşamlar çocuklar," dedi görünüşünün aksine kadife gibi bir sesle. "Daha oturacak mısınız?"

Saatin kaç olduğundan bir haberdim. Belli ki epey geç olmuştu. Zaten mekânda bizden başka kimseler yoktu ve belli ki adam kepengi indirip gidecekti. Bora ihtiyar adamın aksine doğrudan gözlerime bakarak yanıt verdi. "Kalkacak gibi görünmüyoruz."

Sesi o kadar sertti ki Bora'nın yerine utanç duyarak baktım adama. "Sanırım kapatacaksınız," dedim kendimi gülümsemeye zorlayarak. Sonra Bora'ya ters ters baktım. Biraz olsun kibar olamaz mıydı? "Kalkalım mı artık?"

"Hayır." Bora'nın sesi hâlâ sertti ve hâlâ gözlerime bakıyordu. "Kalkmıyoruz," dedi sanki burası babasının mekânıymış gibi. "Sabaha kadar açık dursun parası neyse veririm."

Bir an ihtiyarın huysuzlaşıp sorun çıkaracağını düşünerek gerilmiştim ama adam ihtiyatla gülümsedi. "Ooo, ne yaptın sen evladım?" diye sordu alaycı fakat sevecen bir ses tonuyla. "Sen önüme milyonlar sersen de hanımımla geçireceğim tek bir gecemi feda etmem."

Bora nihayet gözlerini üzerimden çekti ve başımızda dikilen ihtiyar adama baktı. Bir an gülümseyecek gibi olmuştu ama sert ifadesinden ödün vermedi. İhtiyar karşı masadaki sandalyeyi çekip bizim masaya oturduğunda, "Söyleyin bakalım gençler," dedi yatıştırıcı bir sesle. "Neyi bölüşemiyorsunuz siz?"

Bora bakışlarını yere indirmişti. "Bilmem," dedi ihtiyar adama bakmadan önce. "Neyi bölüşemediğimizi henüz biz de bilmiyoruz."

İhtiyar içimizi okuyan gözlerle bakışlarını üzerimizde gezdirirken yılların yaşanmışlığını taşıyan sararmış gözbebeklerine ve kırışmış göz çevresine bakakaldım. Yıllar sonra bu hale geldiğimde ardımda acıyarak bakacağım bir hayatım olsun istemiyordum. Bölüşemediğimiz tek şey benim hayatımdı. Ben ondan hiçbir şey istemezken, Bora benden bana ait olan her şeyi istiyordu. Haksızca olan buydu.

"Gençliğinizin ve birbirinizin kıymetini bileceğiniz şu güzel zamanlarınıza yazık etmeyin," derken derin bir iç çekti ihtiyar. Benim karşımda oturan adamdan ne denli nefret ettiğimi bilmediği için kafasına göre konuşuyordu işte. "Benim şu aciz dilimden dökülenlerin sizin gözünüzde hiçbir ehemmiyeti yok, biliyorum. Ben de gençliğimde sevdiğim kadını hiç anlamamıştım. Ona acıdan başka bir şey vermesem de bir gün olsun ah etmedi bana. Gün gelir her şey için pişman olursunuz ama bugünler bir daha gelmez." Bora'ya dönüp titreyen eliyle omzunu sıvazladı. Gözlerine ciddiyetle baktı. "Evladım, hanımını üzme."

Bir an gülecek gibi oldum ama kendimi tuttum. Hayır, komik olduğundan değildi. Yarama dokunmuştu sözleri.

"Ben onu değil, o beni üzüyor." Sözlerinin ardından alay edercesine hafifçe güldü Bora. Gülüşündeki alay tüm hislerimi ezip geçti aynı zamanda.

"Hayır," dedi ihtiyar, birdenbire sert çıkmıştı. "Sevmeyi bilen adamın eline diken batmaz." Titreyen elini Bora'nın heybetli omzundan çekti ve parmağını yüzüne doğru salladı. "Bakışlarındaki fırtınadan anladım. Sen gülü yerinde sevmiyorsun. Dalından koparmaya çalışırken tenine batan dikenlere öfkelenip zulme meylediyorsun."

Bora ciddi bir ifadeyle dinlemişti adamı. "Daldaki gülü herkes sever ihtiyar," dedi adamı alt etmek istercesine. "Koparmazsam bana ait olduğunu nasıl anlayacağım?"

"Sana ait değil zaten," dedi adam inatçı bir sesle. "Güle canını sen mi verdin? Nereden senin oluyormuş?" Susup derin derin nefeslendiğinde bakışları ağaçlık alana takılmıştı.

"Yine de benim olmasını istiyorsam?" Bora, ihtiyardan daha inatçıydı.

"Üç gün sonra solup gidecek bir gülün sana ne faydası olacak?" diye sordu adam bu sefer de. Sessizce dinliyordum ikisi arasında geçen bu tuhaf sohbeti. Anlamlı mı anlamsız mı olduğuna henüz karar veremesem de ilgimi çekmişti. Ağva'da geçirdiğimiz günler boyunca ilk kez nefes alabildiğimi hissetmiştim. "Sevmek soldurmak değildir. Başkaları sevdiğin güle zarar vermesin diye dalın başında beklemeye tüm ömrünü feda etmektir."

Bora ihtiyarın yüzünden kaçırdığı bakışlarını boşluğa kenetlemişti. Sanırım bu sefer verecek bir yanıtı yoktu. İhtiyar ise manidar bir gülümsemeyle hâlâ Bora'ya bakıyordu. İlginç bir adamdı, her şeyi bildiğini sanıyordu ama benim ne hissettiğimi bilmediği için bana vereceği bir öğüdü olamazdı. Ben bir gül değildim, ne koparılmak istiyordum, ne de yanı başımda ömür boyu bekleyen bir adam... Üstelik kadınların çiçeğe benzetilmesi hoşuma gitmezdi ama ihtiyarın bakış açısı hoşuma gitmişti.

Aramızda oluşan kısa süreli sessizlik ortamı yeniden kasvetlendirirken, yaşlı adam bir anda bana döndü ve gözlerimin içine, ruhumu görüyormuş gibi baktı. "Sen meşakkatli bir yolda kaybolmuşsun kızım," dedi sözlerinden sıkıntı duyar gibi. "Ne sabır kalmış sende ne huzur. Kalbin de aklın da yolunu şaşmış."

İhtiyarın gözlerinde dehşet verici bir ifade vardı. Az sonra üç günlük ömrümün kaldığını söyleyecekmiş gibi tedirgin duruyordu. "Gideceğin yönü bulmak yerine yolunu tamamen değiştirmek istiyorsun," dedi kafasını sallayarak. "Ama söyle bakalım. Varacağın yolun sonu, sana istediğini verecek mi?"

Bora ile göz göze geldiğimiz an öylece kaldık. İhtiyarın bir tokat gibi yüzümüze patlattığı sözler bizi afallatmıştı. O an ihtiyar ayağa kalktı ve sandalyesini masanın altına iterken bana bakarak sessizce sordu.

"Ya daha beter kaybolursan?"

Restorandan kalktığımızda eve dönene kadar konuşmamıştık. İhtiyarın sözleri düşüncelerimi altüst etmişti etmesine ama biz Bora'yla aynı hikâyenin kahramanları değildik. Ben onun seveceği bir gül değildim, o ise benim kaybolduğum karanlık yolum değildi. Bunu bilmesi gerekiyordu. Eve girdiğimizde farklı odalara dağılmadan evvel durdum ve "Üzgünüm," diye fısıldadım. "O adamın söylediği hiçbir şey umurumda değil." Bora gözlerime aklımı kaybettirecekmiş gibi bakıyorken dilime serpiştirilen cesaret tohumları fütursuzca sergiledi hünerini.

"Çünkü sen benim hikâyemin, esas adamı değilsin."

Bora gülümsedi. O gülümsemenin yerine beni oracıkta öldürmesini tercih ederdim. Ya da okkalı bir tokat savurmasını... Zira hiçbir gülüşü beni bu denli afallatmamıştı. Önce kaşlarını çattı. Sonra dudaklarını ezdi. "O adamın söylediği hiçbir şey umurumda değil," dedi benim gibi.

Kelimeler saniyelerin şakağına namlusunu dayadığında zaman ikimiz için de durdu. Onun kirli yüreğinden dökülen o cümle, bir ömür göreceğim kâbusların teminatı oldu. Sarıp sarmaladı beni görünmez ateşten kanatları. Yaktı, yaktı ve yaktı...

"Ama benim hikâyemin esas kadını sensin." 


🍂

Evet, nasıl gidiyor? :)


Continue Reading

You'll Also Like

2.2M 138K 60
pabucumun bayboyu Ayşen: Ama senin gibi tiplerden hoşlanmam. Ayşen: Senin gibi tipler dediğim. Ayşen: Kötü çocuk gibi takılan. Ayşen: Zeki ve çalışk...
335K 28.8K 17
Sertçe yutkundum ve kısık çıkan sesimle "Çok acıyor mu?" diye sordum. "Evet ama senin ölmüş olman daha çok acıtıyordu." dedi. Gözlerimin dolmasına en...
25.3M 903K 78
♌ İNTİKAMDAN DOĞAN TUTKULU BİR AŞK ♌ Küçük yaşta anne ve babasının ölümüne şahit olan acımasız genç bir adam... Edim Demiray. Daha on sekizinde uyuş...
1M 61.5K 42
Ayağa kalkıp göz yaşlarımı sildim. Gözlerim son kez baktı ardından. Son kez seslendim adını. Bana öyle bir yara bırakmıştı ki, asla affetmeyecektim o...