KALP AĞRISI

By majdafan

501K 33.5K 4.4K

Aşkına güvenecek kadar inançlıydı... Oysa hayatın acı gerçekleri, bu inancın Dominic'le kendisine yetmeyeceği... More

Giriş
1. Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
15. Bölüm
16. Bölüm
17. Bölüm
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
21. Bölüm
22. Bölüm
23. Bölüm
24. Bölüm
25. Bölüm
26. Bölüm
26. Bölüm (2. Kısım)
26. Bölüm (3. Kısım)
27. Bölüm
28. Bölüm
29. Bölüm
30. Bölüm
31. Bölüm (1. Kısım)
31. Bölüm (2. Kısım)
32. Bölüm
33. Bölüm (1. Kısım)
33. Bölüm (2. Kısım)
SON
TEŞEKKÜR

12. Bölüm

11.9K 839 128
By majdafan

"Sevgili Günlük,

Yazmayı hiç istemiyorum; ama yazmasam da çıldırabilirim!

Mürekkebi daha ilk başta dağılmasının nedeni gözyaşlarım...

Bugün...

Bugün hayallerimin ve umutlarımın son günü!...

Bugün hayatımın en acı günü!...

Bugün hayatımın en önemli günü!...

Daha fazla yazamayacağım!... Delice koşacak bir at bulup saatlerce dolaşmalıyım! Belki o zaman içimdeki bu yangın söner!...

Sadece... Sadece... Dominic evlenmiş!...

Tanrım! Ben... Ben..."

Duygular ve duygularla alakalı olan hiçbir şeyden hoşlanmıyordu. Daha doğrusu onları yorucu buluyordu; fakat çoğu insanın kendisi gibi düşünmediğinin de farkındaydı. Onların duygular yüzünden inişli çıkışlı hale gelen gündelik hayatı, daha heyecanlı buldukları kesindi.

Aptallık! 

Ona göre şu kısacık hayat, bu tip saçmalıklarla yorulmaya değmeyecek kadar değerliydi.

Kendisi duygusal dalgalanmalar yaşamazdı; başkalarının duygusal dalgalanmaları da ona hiçbir şey ifade etmezdi. Bunu vicdanı sızlamadan itiraf edebiliyordu. Üstelik bu tip insanlardan özellikle uzak dururdu. Yine de bazen, hatta çok nadiren, kendini bir duygusal patlamanın tam ortasında bulduğu olurdu, bir kadının duygusal patlamasının... Bu durumda ortalığı sakinleştirmeyi diğerlerine bırakır; en yakın kapıdan çıkarak, gözden kaybolurdu.

Fakat tam da şu anda hiç kaçamayacağı bir felaketle karşı karşıya kalmıştı: Ağlayan bir kadınla!...

Gözlerini yukarı dikti:

"Tanrım ya beni bu eziyetten kurtar ya da canımı al!"

Duasına karşılık; yukarıdan değil, tam karşısından geldi. Titrek bir ses, "Sana ne oluyor ki?" diye sordu. "Ağ... Ağlayan benim!"

Onun anlayışsızlığına şaşırarak, "Sana katlanmak zorunda kalan da benim!" dedi.

"Ah, Tanrı aşkına Drako! Bu berbat tavırlarına rağmen; nasıl oluyor da tüm o kadınlar etrafında pervane oluyor, doğrusu hiç anlamıyorum!"

Drako güldü. Çenesini sıvazlarken yüzündeki gülümseme yaramaz bir sırıtışa dönüştü.

"Doğrusunu istersen, senin o 'berbat' dediğin tavırlara kadınlar bayılıyor Elizabeth."

Elizabeth elindeki mendille burnunu sildikten sonra; soğuk algınlığı çekiyormuş izlenimi veren sesiyle, "Hiçbirinin aklı yok!" dedi.

"Merak etme, ben de akıllarıyla ilgilenmiyorum zaten."

Genç kız sırıtarak ona bakan adamı azarladı: "Korkunç bir adamsın!"

Drako, Elizabeth'in ağlamaktan kızarmış mavi gözlerine biraz olsun neşe getirebildiği için kendinden memnundu. Bu yüzden bir kereliğine bir beyefendinin bir leydinin yanında asla konuşmaması gereken bir konu, o beyefendinin kadınlarla ilişkileri, üzerine yorum yaptığı için de kendini bağışlıyordu.

Duygularla ilgilenmediği için duygusal bağlar kurmamaya dikkat eden Drako, itiraf etmekten nefret etse de, karşısında oturan bu çocuğa tam da o çeşit bir bağla bağlı olduğunun farkındaydı.

Elizabeth'i ilk kez gördüğünde, Sebastian'ın İtalya'dan dönüşünün üzerinden altı ay geçmişti. Drako; daha henüz yirmi bir yaşındaki kuzeninin kucağında altın saçlı, kocaman mavi gözlü bir bebekle kendisini karşılayışını hiç unutmamıştı. Sebastian'ın o çocuğu takdim ettiği anı ise, ömrü boyunca unutabileceğini sanmıyordu:

"Drako... Gel, yeğeninle tanış! Elizabeth... Kızım!"

Onun delirmiş olabileceğini düşünmüştü. Evlendiğini bile bilmiyordu ve o kalkmış, doğal bir şeymiş gibi kucağındaki bebeği, "Kızım!" diyerek Drako'ya tanıtmıştı.

Sonradan Sebastian'ın delirmiş olması bir olasılık olmaktan çıkmış, gerçeğe dönüşmüştü: Hangi aklı başındaki adam; dantelli elbisesi içinde el çırparak, "Ba-ba!... Ba-ba!..." diyen o küçük yaratığı, hoşuna gideceğini düşünerek Drako'nun kucağına bırakırdı ki? 

Ellerine tutuşturulan çocuğa dehşet içinde bakarken, "Korkma!..." demişti Sebastian. "Artık bir genç kız oldu benim kızım! Kucağına oturtturabilirsin."

O ana kadar çocuğu kol altlarından tuttuğunu fark edemeyen Drako iyice bocalamış, ufaklığın kızarmaya, hatta morarmaya başlamasıyla dehşete düşmüştü.

"Se... Sebastian! Al! Şunu al! Boğuluyor! Onu öldürüyorum!"

Sebastian gururla, "Kızım!" dediği yaratığı almaya çalışmadığı gibi bir de üstüne gülmüştü.

"Seni sevdi Drako Amcası." demişti. "Ancak sevdiklerinin kucağında altını doldurur!"

Kuzeni kahkahalarla gülerken, Drako dehşet içinde ellerinin arasında havada sallanan bebeğin garip suratına bakmış ve onun tarafından sevilmek istemediğine karar vermişti. Bir bebeğin sevgisini ne yapacaktı ki? Onun sevgisi en iyi ihtimalle "sorumluluk" demekti ve Drako birine karşı sorumlu olmaktan nefret ederdi. Bu konuda suçlanabileceğini sanmıyordu. On sekiz yaşındaki her erkek gibi tek bir derdi vardı: libidosu... Her daim onun hizmetinde gibiydi ve bundan müthiş keyif alıyordu.

Sebastian'a baktı. Gülümsüyordu. Nasıl gülümseyebilirdi ki? Daha yirmi bir yaşındaydı, Darko'dan sadece ve sadece üç yaş büyüktü ve koca gözlü, şaşkın bakışlı bebeğin babasıydı. Bu, sonsuza kadar sürecek bir bağlılık demekti. Drako dehşete kapıldı. Kuzeni bir daha asla sadece kendisini düşünemeyecek, aklına eseni yapamayacak, kızının itibarını düşünerek hep dikkatli davranacaktı. Tam o dakikada bir karara vardı Drako: Asla evlenmeyecek ve asla çocuk sahibi olmayacaktı. Kendisini tanıdığı için bu kararını o dakikada benimsemişti.

Oldu olası keyfine düşkün ve bencil adamların çocuk yapmasından tiksinmişti. Bakamayacağı ya da sorumluluğunu üstlenmeyeceği bir canı dünyaya getirmenin anlamsızlığını anlayamamış olan boş kafalı adamlara ve bazen de kadınlara hiç tahammülü yoktu.

Drako da keyfine düşkündü ve bencildi ve bu yüzden sorumluluk alacağı her şeyden kaçınacaktı. Hatta kucağındaki bu veletten de uzak durmayı başaracaktı.

Çocuğun rengi normale dönmeye başladığında, bu kez de korkunç bir koku ortaya çıkmıştı.

"Bu koku ondan mı geliyor?" diye sormuştu Drako, bebeği babasına doğru uzatırken. Elizabeth'in bacakları bir bez kuklanınkiler gibi havada sallanmıştı.

Sebastian bebeği alırken, "Az önce söyledim, anlamadın mı?" diye sormuştu.

"Neyi?"

"Altını doldurdu."

"Altını?..." Drako benzi sararırken, "Yani sen şimdi!... Sen şimdi!..."

Sebastian, yanlarına gelen dadıya bebeği uzatırken, tüm dişleri ortada sırıtmıştı.

"Aynen öyle!..."

Drako, kalkan midesi için kendini hemen bahçeye atmış ve bir daha bu eve ve Elizabeth'e yaklaşmamaya yemin etmişti. Bu kadar küçükken bile sorun çıkarabiliyorsa, büyüdükçe onun etrafında olmak belaya davetiye çıkarmak gibi olacaktı. En iyisi uzak durmaktı. Fakat...

Fakat uzak duramamıştı Drako. Onun bebeklikten hareketli ve yaramaz bir çocukluğa geçişine tanık olduğu gibi, cıvıl cıvıl bir genç kızdan daha içe dönük ve sakin genç bir kadına dönüşümüne de tanık olmuştu. Ve bunun suçlusu Sebastian'dı ve tabii dolaylı olarak da  İsabella.

O gün Sebastian bahçede nasıl evlendiğini anlatmıştı Drako'ya ve o İtalya'dayken karısının onu bırakıp bir seyisle kaçtığını. Ne nefret doluydu kuzeni ne de yıkılmış; sadece kızgındı. Karısının daha küçük bir bebek olan kızını nasıl bırakıp gittiğini bir türlü anlayamıyordu ve bu yüzden onu affedemiyordu.

Sonraki bir saat Elizabeth'i konuşmuştu. Gülüşünü, söyleyebildiği kısa kelimeleri, paytak paytak yürürken bir yerlerini çarpma ihtimalinin kalbi üzerindeki etkisini...

Drako, Elizabeth'i hayatından çıkaramayacağını bu konuşma sırasında anlamıştı; çünkü Elizabeth'i hayatından çıkardığında, Sebastian'ı da çıkarmak zorunda kalacaktı ki bunu asla yapamazdı. Hayatı boyunca kendini yakın hissettiği birkaç insandan biriydi Sebastian. Ve üstelik o da çok yalnızdı. Bunu biliyordu. 

Sebastian'ın annesi Darko'nun halasıydı ve bu korkunçtu, yani halasının onun annesi olması. Şahsen Drako, düşesin hiçbir şeyi olmak istemezdi. Yine de Sebastian'a göre şanslıydı ki duygusuz bir kalıptan başka bir şey olmayan yaşlı düşes; onun halasıydı, annesi değil! 

Sebastian'ın babasına gelince... Yaşlı dük, düşes kadar kötü olmasa da onun da çok iyi biri olduğunu söylemek mümkün değildi. 

Drako; Elizabeth'in bir annenin yokluğunda o ikisiyle daha çok beraber olmak zorunda kalacağını tahmin etmişti. Onlara değil bir çocuğu, evcil bir aslanı bile emanet etmezdi. Ya da belki edebilirdi. Ne de olsa yırtıcıların sağı solu belli olmaz, zincirlerini koparıp bakıcılarını lezzetli bir öğün haline getirebilirlerdi...

Drako; dük ve düşesi düşündüğünde, her koşulda kendisinin daha iyi bir seçenek olduğuna çoktan ikna olmuştu. Bu durumda küçük veletle mecburen ilgilenmesi gerekeceğini de kabullenmişti.

Sebastian'la Londra'daki siyasi gelişmeleri konuşmaya başladıklarında küçük hanım, dadısının kucağında bir kez daha yanlarına gelmişti. Sebastian'ı görünce kulakları sağır edecek bir biçimde, "Ba-ba!..." diye bağırmış ve sonra güzel, mavi gözlerini Drako'ya çevirmişti.

"D-ko!... D-ko!..."

Drako onun ağzında kendi adının aldığı şekil karşısında istemeden gülümsemiş ve dadısının yere bırakması üzerine hızlı adımlarla kendisine yaklaşan çocuğu çömelerek karşılamıştı. Elizabeth, iki kolunu ona sarmış ve kucakta havaya kaldırılınca yeniden, "D-ko!" deyip ellerini çırpmıştı.

O noktada sadece görev icabı değil, bebeğin kendisi için de onu ayda bir görmesi gerektiğini kafasına koymuştu. Ne var ki bunu gerçekleştirememişti; çünkü haftada bir kendini Warwalllarda bulmaya başlamıştı: Elizabeth'i görmek için...

Bunca yıldır Elizabeth; Drako'nun kadın türünden sadece hizmetçilerin, özel zevklerine hizmet edenlerin ve Gertrude Halanın, Tanrı bir sonraki ziyaretinden korusun, girmeye cesaret edebildiği evine üç kez gelmişti. Bunlardan ikisinin son iki hafta içinde olduğunu düşündüğünde, endişeye kapılıp kapılmaması gerektiğini bilemiyordu Drako. Bunun Elizabeth'in hayatındaki duygusal değişimlere bağlı olduğunu düşünmek bile midesine kramplar girmesine neden oluyordu; zira karşısında artık ağlamasa da titreyen dudaklarından kendini zorla denetlediği belli olan genç kızın yakın zamanda akılcı davranabileceğini sanmıyordu.

Drako, Elizabeth'e bir bardak şeri doldurdu. İçki içmek için uygun bir vakit olmayabilirdi; ama Drako uygun şeylere, çoğunlukla, aldırmazdı.

"Al, iç bunu!"

Genç kız titreyen elini uzattı. Gözlerinin yeniden dolmaya başladığını görünce, "Lanet olsun Elizabeth!" diye homurdandı Drako. "Yeniden ağlamaya başlarsan, yemin ediyorum, seni bırakır giderim!"

Genç kız gözyaşlarını dağıtmak ister gibi gözlerini kırpıştırdıktan sonra, "Kimse seni duygusal bir adam olmakla suçlayamaz Drako!" dedi. Bardağını ağzına götürürken gülümser gibi olması, ağlamasından yüzlerce, binlerce kez iyiydi.

"Fakat yine de şaşırdım: Ben senin ağlayan bir kadın karşısında hiç tepki vermemeni beklerdim. Hatta bir puro yakıp gazeteni okuyabilirdin."

Drako güldü.

"Puro evet; ama gazete asla olmaz! Çok sıkıcı!"

Elizabeth içki bardağını iki elinin arasında sıkıca kavradı.

"İsabella birkaç gün önce beni görmeye geldi."

Drako, onun karşısındaki koltuğa kurulurken, "Devam et..." dedi.

"Bana babamla birbirlerini görmeden ve tanımadan evlendiklerini, ben doğduktan bir yıl sonra büyükannemle büyükbabamın onu kovduğunu ve babamın o sırada İtalya'da olduğunu söyledi." Elizabeth'in sesi gittikçe alçalıyordu, bu yüzden, "Hastaymış..." dediğini zorlukla duyabildi Drako.

"Devam et... Başka ne dedi?"

Elizabeth, bardağa diktiği bakışlarını kaldırdı.

"Hiçbir şey! Hiçbir şey söylemesine izin vermedim çünkü. Ona 'Yalancı!' dedim." Sesi titremeye başlamıştı yeniden. "Oysa yalan söylemiyordu, değil mi?"

Drako sessizce başını salladı. Bir taraftan da Elizabeth'in yeniden gözyaşlarına boğulacağından korkuyordu. Genç kız bunu anlamış gibi, yüzünde buruk bir gülümsemeyle, "Merak etme!" dedi. "Yaniden ağlamaya başlamayacağım."

Bu sırada yanağından süzülen bir damla yaşı siliyor olmasa, daha inandırıcı olabilirdi.

"Ama kim beni suçlayabilir söyler misin? Az önce bana anlattığın hikayeye kim inanır?"

Genç kızın bir çeşit vicdan azabı çektiğini anlamıştı Drako.

"Kimse inanmaz." Gülümsedi. "Ben bile bu öykünün çoğunu bildiğim halde, İsabella'nın Sebastian'ı bırakıp giden kadınla aynı kişi olduğunu öğrenince, inanamamıştım. Hatta baban bana bunu ilk söylediğinde, gerçeği bilmediğim için, İsabella hakkında ileri geri konuşmuş da olabilirim." Sırıttı. "Ama çok kötü bir şey söylememiş olmalıyım ki çenem sapasağlam yerinde duruyor."

Elizabeth, babasının İsabella'ya düşkünlüğünü basitçe ortaya koyan bu cümle karşısında gülümsedi. Fakat bu gülümseyiş yüzünde uzun süre durmadı. Düşünecek o kadar çok şey vardı ki, karar verecek...

"Ne yapacağım ben şimdi? Neye karar vereceğim?"

Genç kız boşluğa bakıyor olsa da bu sorunun muhatabının kendisi olduğunun farkındaydı Drako.

"Herkese 'Canınız cehenneme!' diyebilirsin. Sonra da çekip gidersin."

Elizabeth o kadar şaşırmıştı ki neredeyse kaşları alnına değecekti.

"Dalga mı geçiyorsun?..."

Drako omzunu silkti.

"Hayır... Ben olsam, aynen böyle yapardım." Ayağa kalkıp çalışma  masanın üzerindeki  kutudan bir puro aldı, kokladı ve sonra yaktı. Yerine oturup ilk nefesini çekti ve artık sabırsızlanmaya başlamış olan Elizabeth'e, "Ama tabii sen, ben değilsin." dedi. "Her şeyi ve herkesi bırakıp gidemezsin." Ufak bir kahkaha attı.

Elizabeth merakla, "Ne?" dedi.

"Eğer gitsen, sanırım babanın bir arama ekibi kurmasına yardımcı olurdum." Suratını buruşturdu. "İtiraf etmekten nefret ediyorum; ama ben de meraktan kahrolurdum."

Bu kez Elizabeth alaycı bir kahkaha attı. "Merak etme! Bir kalbin olduğunu kimseye söylemem!"

Drako da ona sırıttı. Dumanların arasından görünen dişleri bembeyazdı. "Şimdi..." dedi derin bir nefes alarak. "Önce evine dönmelisin. Lawson'ın söylediğine göre iki gün sonra ailen Londra'da olacak."

Dudaklarını kemiren Elizabeth, "Bunu yapabilir miyim, bilmiyorum." dedi.

Drako'nun kaşları çatıldı. "Yapabilirsin ve yapacaksın da! Aile içinde hele de baba, anne ve çocuklar arasında dargınlık olmaz!"

"Bunu söyleyen sen misin gerçekten?"

"Alay etmene gerek yok, Elizabeth; ben oldukça ciddiyim."

"Görebiliyorum."

"Senin baban bunu hak etmiyor!"

Elizabeth beş yıldır ondan büyük bir sır saklayan babasını düşündü. Bundan pek emin değildi.

"Ve annen de!..." dedi Drako.

Elizabeth başını iki yana salladı.

"Ona 'anne' diyebileceğimden emin değilim!"

"Kimse senden böyle bir şey beklemiyor." Drako, puronun kalanını şöminenin içine fırlattı. "Sadece evine dön ve onlarla konuşmaya başla. Zamanla her şey düzelecektir."

"Zaman, onların gerçeği bu kadar zamandır benden saklamış olduğunu unutmama yardım edecek mi?" Yüzü gerilmişti. "İmkansız!"

"Elizabeth... Onların ilişkisini anlatmamı istedin, ben de anlattım. Yaşadıkları zorlukları kendi kulaklarınla duydun. Yaptıklarını doğru bulmuyorum, sana çok önce söylemelilerdi; ama söylemediler."

"Yine de onları affetmemi istiyorsun!" dedi Elizabeth asabi bir sesle.

Drako bıkkın bir nefes alırken gözlerini deviriyordu.

"Öyle bir şey demiyorum, hayır. Dediğim, en adi suçlu bile yargılanırken dinlenir, şahitler dinlenir, sonra hüküm verilir. Senden onları dinlemeden yargılamamanı istiyorum sadece. Üstelik İsabella'nın geçmişi, benim bildiğim kadarı bile, onun nasıl endişeler içinde olabileceğini anlamama yetiyor. Sana söylediğinde, olabilecek en kötü ihtimallerin gerçekleşeceğini düşünmüştür. Yine de gerçeği saklama sebeplerini o söyleyebilir sana. O ve baban!"

Elizabeth sessizce Drako'yu dinlemişti ve onun haklı olduğunu biliyordu; ama içindeki bir ses,  her şeyin bu kadar kolay olmaması gerektiğini söyleyerek, isyan ediyordu.

"Onlara bir şans ver!" dedi Drako. "Bunu bana borçlusun."

"Sana mı?" Elizabeth şaşkındı. "Bunun seninle ne ilgisi var?"

"Çok ilgisi var. Sebastian benim kardeşim gibidir, onun üzülmesini istemem ve İsabella üzülürse, Sebastian da üzülür. Sen üzülürsen, Sebastian yine üzülür."

"Ah, lanet olsun!" diye düşündü Elizabeth. İçinde hiç hak etmediği bir açıdan babasına yönelen yeni bir öfke dalgası yükseldiğini hissediyordu. Drako, Elizabeth'in ailesiyle barışmasını istiyordu; çünkü kuzenini üzmek istemiyordu. Lanet olası Dominic, Elizabeth'ten uzak durmaya kararlıydı; çünkü Ekselansları Sebastian St. James'e çok saygı duyuyordu.

"Neden yüzünü buruşturdun? Senden bunca senedir bir şey istedim mi Elizabeth?" Drako, kaşını alaycı bir biçimde kaldırdı. "Ama senin benden istediklerin?" Dizinin üzerine ayak bileğini koyup elini düşünür gibi dudaklarına vurmaya başladı. Sonra gözleri parlarken parmaklarını havada şaklattı.

"Buldum! Dört yaşında benden bir midilli istemiştin ve aldım. On yaşında elma ağacının en yüksek dalından seni indirmemi istemiştin, indirdim. Ah, sekiz yaşını unuttum! Tavan arasında başında beş altı tane örümcekle çıktığın zamanı ve..."

"Off! Yeter artık Drako! Ne demek istediğini anladım!"

"Gerçekten mi?" diye sordu Drako. "Ben de tam da kimsenin onunla dans etmeyeceğini düşündüğün için benden Leydi Caroline'ı dansa kaldırmamı istediğini hatırlatacaktım."

Elizabeth kollarını göğsünde kavuşturdu.

"Bu bir yalan! Sen de biliyorsun ki ben onunla kimsenin dans etmeyeceğini düşündüğümü söylemedim! Sadece beylerin onu dansa kaldırmaya çekinebileceklerini söyledim. Arada kocaman bir fark var."

Drako, "Bana göre yok." dedi. "Ayrıca sen orada bile değildin! Olsaydın bile değişen bir şey olmazdı! Sonuçta onunla sen istediğin için dans ettim, değil mi?"

Elizabeth gözlerini devirdi.

"Sanki bir ucubeyle dans etmeni istemişim gibi tepki vermek zorunda mısın? Caroline çok güzel bir kız."

"Kabul etmeliyim ki güzel..." diye mırıldanan Drako'yu duymuştu Elizabeth. Ve sanki az önce arkadaşının güzel olduğunu kabul ettirmeye çalışan o değilmiş gibi kaşlarını çattı.

"Aklından bile geçirme!"

"Ne?"

"Bana öyle masum gözlerle bakma Drako Stone! Seni çok iyi tanıyorum! Arkadaşımdan uzak dur! O senin gibi... Senin gibi..."

Genç kızın bocalaması üzerine Drako sırıttı. "Benim gibi, ne Elizabeth?"

"Ne demek istediğimi biliyorsun sen!"

"Merak etme, senin o buz kütlesi arkadaşından uzak durmak çok zor değil sevgili yeğenim."

Elizabeth bu kadar kolay kazanmasına şaşırdı; fakat pencerelerdeki gündüz aydınlığının kaybolmaya başladığını fark edince telaşlandı; çabucak ayağa kalkarken Drako'ya bir karşılık vermedi.

"Çok geç olmuş, dönmeliyim!"

Drako da ayağa kalktı.

"İstediğimi yapacak mısın?"

Elzabeth onun neden bahsettiğini çok iyi biliyordu. "Evet..." dedi gönülsüzce. "Yapacağım."

"Sen akıllı bir kızsın Elizabeth." dedi Drako. "Başını kuma gömmeyip gelip benden gerçekleri öğrenmeye çalışmanı takdir ediyorum."

Elizabeth eldivenlerini giyerken bir an durdu.

"Lord Hall... Seni dinlememi Lord Hall önerdi."

"Hall mu?"

Elizabeth başını salladı.

"Daha önce ona da söylemiştim. Hindistan yaramış. Kafası daha iyi çalışıyor."

"Kafası her zaman çalıyordu." diye ona itiraz etmek üzereyken kendini tuttu Elizabeth. O kim oluyordu da Dominic'i savunmaya kalkıyordu ki? Aralarında bir bağ yoktu. Üstelik daha iki gün önce onun bir ahmak olduğunu düşünürken, şimdi kalkıp da kafasının çok iyi çalıştığını söylerse; esas Elizabeth bir ahmak olurdu, hem de gerçek bir ahmak.

Kapıyı açıp çalışma odasından çıktıklarında Drako Baş Uşak Milton'dan Bayan Maxwell'i kütüphaneden çağırmasını istedi.

Milton, "Bayan Maxwell mutfakta lordum." dedi. "Hemen çağırıyorum."

O sırada onların sesini duyduğu için kütüphaneden çıkmakta olan Lawson'ı gördüler.

"Lawson, Bayan Maxwell mutfaktaymış!" dedi Drako.

Lord'un sesindeki soruyu duyan Lawson, "Öyle mi? Bir şeyler atıştırmaya gitmiş olmalı..." dedi.

"Carol atıştırmaktan hoşlanmaz!"

Elizabeth'e dönen Lawson'ın gözlerinden bir şey anlamak mümkün değildi. Oldukça kayıtsız bir sesle, "Öyle mi leydim?" dedi. "Benimki sadece bir tahmindi."

Zarif adımlarla onlara yaklaşan Carol, "Ben sizin yerinizde olsam, bundan sonra tahminde bulunmam Bay Lawson!" dedi. "Çünkü tahminleriniz hep yanlış çıkıyor!"

Carol, Lawson'ın aksine, o kadar sinirli görünüyordu ki az sonra alev alabileceği düşünülebilirdi.

"Bunu nereden bildiğinizi sorabilir miyim Bayan Maxwell?"

Drako, sorusuna uygun bir karşılık verebilmek için çaresizce etrafa bakınan Bayan Maxwell'ı eğlenerek izliyordu. Güzel bir kızdı. Birkaç kilo alsa, daha da güzel olabilirdi; ama anladığı kadarıyla Lawson, bunu sorun etmiyordu. Kızın üzerinde dolaşan bakışlarının bazı noktalardaki kritik duraklamaları, ona karşı Lawson'ın göründüğü kadar kayıtsız olmadığını düşündürüyordu Drako'ya.

"Ben... Ben..."

"Bayan Maxwell'a at yarışında sürekli yanlış ata oynadığımdan bahsetmiştim; sanırım aklına o geldi. Öyle değil mi Bayan Maxwell?"

"E... Evet..."

Genç kızın Lawson'a dönen minnettar bakışlarının daha sonra onun kim olduğunu hatırlayarak öfkeyle dolmasını izledi Drako. Ah, ne keyifli bir görüntüydü. Daha uzayabilirdi de; ama Drako'yu çok iyi tanıyan Elizabeth onun niyetini sezmiş olacak, "Gidiyoruz Carol." dedi, aceleyle. "Akşam olmak üzere!"

Görünüşe göre Carol, buna dünden razıydı.

"Elbette leydim."

Elizabeth, Drako'ya dönüp, "Teşekkür ederim." dedi, yüzünde uzun süren ağlayışının hiçbir belirtisi olmaksızın.

"Şanslı velet!" diye düşündü Drako. Uzanıp Elizabeth'in elini öperken, "Rica ederim." dedi. "Her zaman yardıma hazırım; ama lütfen bir daha buraya bu şekilde gelme!"

Elizabeth, Drako'nun hem yanında uygun birinin olmamasını hem de bir bebek gibi çalışma odasında ağlamasını kastettiğinin farkındaydı. Fakat onu rahatlatacak bir şey söylemeyecekti. Sonuçta biraz endişe Drako'ya iyi gelebilirdi.

Dudaklarına sevimli olduğunu umduğu bir gülümseyiş yerleştirerek Lawson'a döndü.

"Hoşça kalın Bay Lawson."

Lawson eğilerek selamladı Elizabeth'i.

"Siz de leydim."

O sırada, "Bayan Maxwell, sizi yeniden gördüğüme memnun oldum." diyen Drako Stone, genç kızın eline uzun bir öpücük konduruyordu. Drako, Bayan Maxwell'ı şaşırttığının farkındaydı; ama onu esas eğlendiren Lawson'ın boğazından homurdanır gibi bir ses çıkarmasıydı.

Drako, "Bir sorun mu var Lawson?" diye sordu.

"Hayır."

Yanıt, çok hızlı ve çok net gelmişti. Drako içten içe güldü.

"Drako, Carol'un elini bıraksan da gitsek!..."

Drako hala elini tuttuğu kızın şaşkınlığına gülmemek için kendini zor tutarken, ona en ışıltılı gülümsemelerinden birini sundu. Bu zamana kadar buna dayanabilen bir kadın görmemişti. Nitekim Carol'ın yüzünde anında hülyalı bir gülümseme belirmişti. Eğer Lawson tok ve sert bir sesle, "İyi günler Bayan Maxwell..." demeseydi, daha uzun süre orada o gülümseyişle durabilirdi genç kız.

Bakışlarını bir uykudan uyanır gibi Lawson'a çeviren Carol'ın suratı bir anda öfkeden kızardı. Tüm nezaket kurallarını hiçe sayarak adama karşılık vermedi; başını dahi, üstünkörü bile olsa, eğmedi. Adama buz gibi gözleriyle baktı sadece, sonra da Elizabeth'in ardından arabaya bindi.

Arabacı usta bir manevrayla atları çevirdi. Kapıdaki iki erkek uzaklaşan arabanın arkasından baktılar.

"cık cık cık"

Lawson, başını onaylamaz bir biçimde iki yana sallayan Drako Stone'a baktı.

"Senden daha iyi bir performans beklerdim Lawson!"

"Lordum?"

Lord Stone omzunu kapıya yaslarken, suratında kocaman bir sırıtış vardı.

"Bu şekilde onu elde etmen mümkün değil!"

Lawson'ın kaşları çatıldı.

"Anlamadım lordum?..."

Drako alaycı bir kahkaha attı.

"Hadi ama Lawson!... Neyden bahsettiğimi çok iyi biliyorsun. Korkarım Bayan Maxwell'i biraz daha kızdırırsan, onu elde edemeden kendini öldürteceksin."

Lawson'ın omuzları düştü. "Galiba öyle olacak."

Lawson, duygu ve düşüncelerinin çok anlaşılır olduğunu sanmıyordu. Bu yüzden Drako Stone'un onu çözmesi karşısında şaşırmalıydı; ama şaşırmamıştı. Çünkü Stone, kadınlar ve kadınlarla alakalı konularda bir uzmandı. Adamın şaşmaz bir algısı vardı. Lawson bu tip algıyı çoğunlukla kadınlarda görmüştü; işte bu yüzden Drako Stone gibi tek hücresinde bile bir kadını hatırlatacak özelliği olmayan bir adamda karşısına çıkması ilginçti. 

"Taktik değiştirmelisin."

"Bir taktiğim olsaydı, değiştirirdim."

Stone yeniden "cık"ladı.

"Siz amatörlerin en büyük kusuru bu. Strateji eksikliği..."

Lawson düşünceli bir şekilde, "Sanırım her kuşun etinin yenmeyeceği ile ilgili şu söz doğru." dedi.

Elini havada salladı Stone. "Saçmalık! O söz tamamen beceriksiz bir erkeğe ait! Elbette her kuşun eti yenir; yeter ki yöntemini bul!..."

Lawson meraklanmıştı. "Nasıl yani?"

"Bir keklikle bir sülün düşün. İkisi de av hayvanı; ikisini de avlıyoruz. Ama ikisini aynı şekilde avlamıyoruz. Tamam, teme prensiple aynı olabilir; ama olayı farklı ve heyecanlı yapan detaylar. İşte o detayları iyi bilirsen Lawson; keklik de yersin, sülün de... Bu kadar basit! Yeter ki bir planın olsun. Plan olmazsa, av da olmaz!"

"Bir plan yapsam bile Bayan Maxwell üzerinde işe yarayacağını sanmıyorum." dedi Lawson kuru bir sesle.

Drako başını iki yana salladı. "Lawson, beni dinlemiyorsun! İyi bir planla sonuç alamaman mümkün değil."

Lawson'ın yüzü aklına gelen parlak fikirle aydınlandı.

"Belki bu konuda siz bana yardımcı olabilirsiniz lordum."

Drako Stone, omzunu silkti. 

"Ne anlamı kalır ki?"

Lawson anlamamıştı.

"O zaman bu benim başarım olur Lawson. Bu durumda ödülünü alırken yeterince doyuma ulaşamazsın. Önemli olan avı senin yakalaman ve mideye indirmen." Göz kırptı. "Mide tabii sözün gelişi..."

Adamın tam olarak ne demek istediğini anlayan Lawson hırıltılı bir sesle güldü. 

Lord yaslandığı kapı pervazından doğruldu. 

"Şimdi... Ben içeri gidip ceketimi alayım, sonra çıkarız." Bir iki adım attıktan sonra başını çevirdi. "Haa Lawson!..."

"Buyurun lordum!"

"Bence başlangıç olarak, Bayan Maxwell'ın rahatlamasını sağlayabilirsin."

Lawson heveslenmişti.

"Nasıl?"

"Çok kolay: Bir dahaki görüşmenizde ona olan ilgini gösterme, bırak vazgeçtiğini sansın. Ve sonra..."

Lawson sırıttı.

"Sanırım sonrasını biliyorum."

"Aferin, çabuk öğreniyorsun!"

Evin içinde kaybolan lordun ardından bakan Lawson, onun gerçekten haklı olabileceğini düşünüyordu. Gerçekten Carol'ın üstüne çok gitmiş olabilirdi; fakat kararlıydı, onu elde edecekti.

Lawson için kadınlar bir eğlenceden ibaretti, sadece eğlenceden. Öyle ki keyfi olduktan sonra onlarla çok fazla ilgilenmezdi bile. Bir sonraki sıradayken ilgilenmesine de gerek yoktu zaten.  Başka bir yaşam tercih edecek olsa, geçmiş zamanların onlarca kadını olan hükümdarlarından biri olmak isterdi; hatta canı istediğinde istediğini seçebilecek kadar kudretli olmayı da isterdi.

Lawson bir kadınla ister yatsın ister yatmasın, ister yatmayı düşünsün isterse düşünmesin; asla sosyal hayatın inceliklerini göz ardı etmez, ona karşı nezaketini hiç bozmazdı. En azından Carol Maxwell'a kadar Lawson'ın genel tavrı bu şekildeydi.

Carol Maxwell, Warwallların hayatına aniden girivermişti. Londra'nın kenar mahallesinde büyümüş bu genç kızın merakla etrafta arsızca dolaşan bakışları, ağır bir aksanla basit konuşması, kibar bir genç kıza yakışmayan rahat tavırları ilk baştan itibaren Lawson'ın dikkatini çekmişti ve ona karşı içinde büyük bir hoşnutsuzluk oluşmuştu. Oysa normalde ne insanların kusurlarını bulmaya çalışır ne de onları iyi tanımadan haklarında yargıya varırdı. İşte bu yüzden onu normal davranışlarının dışına iten genç kıza içten içe kızmaya başlamıştı. Kendindense, neredeyse, nefret etmişti.

Zaman geçmiş, Warwalların hayatında Bayan Maxwell'ın kalıcı olacağı anlaşılmış ve Lawson en doğru hareketin onu görmemezlikten gelmek olduğuna karar vermişti. Altı ay önce kapıda kibarca birbirlerini selamladıkları karşılaşmaya kadar bu kararını uygulamıştı da...

İlk başta kuğu gibi süzülerek yanından geçen zarafet abidesinin Carol Maxwell olduğuna inanamamıştı Lawson. Genç kız ne zamandır bu kadar endamlıydı? Ne zamandır ancak bir leydinin sahip olabileceği özgüvenle bir erkeği selamlayabiliyordu? Ve ne zamandır bedeni gelişip tam olarak Lawson'ın en sevdiği olgunluğa ulaşmıştı? Yıllardır daha iyi görebilmek için gözlük kullanan Lawson, tam anlamıyla bir kör olduğunu bir öğleden sonra kendisi için açılmış olan kapıyı unutup Carol Maxwell'ın ardından bakarken anlamıştı.

Lawson, özel hayatının hiç kimseyi ilgilendirmediğini düşünürdü. Bekar ve paralı bir erkek olarak gününü gün etmeyi en doğal hakkı sayardı. Bu konuda ne ailesinden ne de ekselanslarından bu güne kadar herhangi bir eleştiri duymamıştı ve bir skandala imza atmadığı müddetçe  duyacağını da hiç sanmıyordu. Fakat çalışanlarıyla ilgili her şeyi bilmek isteyen ve bir şekilde bilen Ekselansları Warwall Dükünün Carol'a olan ilgisini hoş karşılamayacağı çok açıktı. Bu nedenle Lawson, genç kızdan uzak durmayı denemişti, gerçekten denemişti; fakat altıncı ayın sonunda pes etmişti. 

Her şeyi göze alıp Carol Maxwell'ı istediğine, şu an sadece onu istediğine, karar vermişti. Ve sanmıştı ki... Aslında bir şey sanmamıştı.

Dominic Hall'un kütüphanesinde altı aydır bastırdığı hislerin kurbanı olmuş, Carol'a düşüncelerini sansürsüz bir biçimde açıklamıştı ve karşılığında iki haftadır geçmeyen bir göz morluğu ve bir parça incinmiş gurur elde edebilmişti. Ne beklemişti ki? Karşısında tecrübeli bir kadın yoktu, bir bakire vardı ve bakirelerin histerik davranması son derece doğaldı.

Sırıttı. O nasıl bir yumruktu öyle! Çoğu erkek iyi bir yumruk için elini nasıl kapatacağını bilmediği gibi uygun bir güç ve açıyı da bulamazdı. Oysa Carol, onun gövdesinde birinden beklenmeyecek bir güç ve teknikle vurmuştu. Lawson, sonraki adımlarını dikkatli atması gerektiğini zor bir yolla da olsa öğrenmişti.    

Ve bugün...

Bugün onunla burada, Lord Stone'un evinde karşılaşmak Lawson'ı şaşırtmıştı. Dünyada iki bekar ve adı lekelenmemiş kadının en son uğrak yeri olması gereken bu evde Leydi Elizabeth'in yanında Carol'ı gördüğünde sinirlenmişti. Bu yaptıkları tam anlamıyla akılsızlıktı. Stone'un Leydi Elizabeth'in amcası sayılması, gerçekte amcası olmadığı için, durumu daha da iyi yapmıyordu. Fakat bu konuda hiçbir şey söylememişti Lawson; çünkü söylemek kendisine düşmezdi.

Bu ziyaretin güzel bir sürprize dönüştüğü ansa, Lord Stone'un Carol'a kütüphaneyi göstermesini istediği andı.

"Uyanık piç!" diye düşündü Lawson. Sonuçta Stone'un yanında bir çaylak olarak kalacağını büyük bir vakarla kabul ediyordu.

Carol'ın Leydi Elizabeth'e her şeyi anlattığını genç leydinin yapmacık bir dehşetle gözünün durumunu sormasından anlamıştı. Garip bir biçimde bu onu hiç endişelendirmemişti. Bir şekilde konunun ekselanslarının kulağına gitmesi Lawson'ı korkutmalıydı; ama korkutmamıştı. Ve Lawson; Carol'a duyduğu şeyin, bu her neyse, bir saplantıya dönüşmek üzere olduğundan o anda endişe etmişti.

Kütüphaneye girdiklerinde bu sefer genç kızın savunma duvarlarını yıkmaya kararlıydı. Sonuçta on günden fazladır genç kızın da cevap verdiği öpüşmelerinin anısı zihninden hiç çıkmamıştı. Günah gibi öpüyordu Carol. Bunca yıldır yatağından gelip geçmiş onca kadının öpücüklerini bir tarafa Carol'ınkini diğer tarafa koysa; genç kızın kırmızı kiraz çiçeği rengindeki dudaklarının verdiği haz ağır basardı. Bu yüzden Lawson'ın bu kez onu elinden kaçırmaya hiç niyeti yoktu.

"İyi ki yoktu!" diye kendisiyle alay etti Lawson. "Gerizekalı!"

Gerçekten de Carol söz konusu olduğunda bir gerizekalı oluyordu. Onunla karşılaştığında zihninden geçenleri süzgeçten geçirme ihtiyacı duymayan bir gerizekalı! 

Kendi kendine ne kadar hakaret etse de genç kızın erdemini sorguladığı için gerekli olan sözcüğü bulabileceğini sanmıyordu. Sadece öpüşmelerinin hatırası hala sıcak, sımsıcakken kalkıp da Carol'ın "erdem"den bahsetmesi o kadar uygunsuz gelmişti ki Lawson'a, genç adam aklına geleni söyleyivermişti. 

Karşılık olarak, neredeyse erkekliğini kaybediyordu.

Evet, düşüncelerini ifade ederken belki çok doğru bir kelime seçimi yapmamış olabilirdi; ama bu, Carol'ın Lawson'ın küçük Lawson'lar meydana getirmesine engel olacak kadar sert bir tepki vermesine neden olmamalıydı.

Yarım saat geçmeyen sancısının ardından ancak kendine geldikten sonra kararlılığı daha da artmıştı. Bu ateş parçasını, hem onun ateşini söndürmeden hem de kendi ellerini de yakmadan elde edecekti Lawson. Gerçi ikincisi için daha çok gayret göstermesi gerektiği de bir gerçekti.

Sonuçta Drako Stone haklıydı: Bir plan yapmalıydı. Bu güne kadar zahmetsizce ele geçirdiklerinin aksine bu kez çetin bir cevizle karşılaşmıştı. Lawson gülümsedi. Madem Lord Stone'a göre her kuşun eti yenilebilirdi, Lawson'a göre de tüm cevizler kırılabilirdi. Bunun için sadece bir plana ihtiyacı vardı ve kafasında planın ilk maddesini hemen belirledi: "1. Bundan sonra kütüphanelerden uzak dur!"

O sırada Lord Stone kapıda belirdi.

"Hadi Lawson, gidelim. Zaten geç kaldık!"

İki erkek beraberce arabaya bindiler.

O sırada Hall evine yaklaşan bir başka arabada Elizabeth, "Carol..." diye seslendi. Genç kız cevap vermedi.

"Carol!"

Carol yine cevap vermedi. Bunun üzerine Elizabeth genç kızın boşluğa bakan gözlerinin önünde elini salladı.

"Hey, Carol!"

Carol, gözlerini kırpıştırarak Elizabeth'e baktı.

"Carol?..."

Carol; az önce Drako Stone'un öptüğü elini sıvazlarken, baygın bir sesle, "Bir daha bu elimi hiç yıkamayacağım!" dedi.

Elizabeth şok ve hüsranla arkasına yaslandı.

"Lanet olsun sana Drako!"

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Continue Reading

You'll Also Like

5K 337 19
- ARA VERİLDİ- Gülbahar hatun; Osmanlı'nın en görkemli zamanlarını yaşadığı bir dönemde, İstanbul'un sayılı tüccarlarından Ahmet efendinin birici...
74K 458 9
Küçücük bir kalbin ne kadar büyük bir aşkı taşıyabileceğini yaşamadan bilemezsin. Bu kitapta Leyla ve Kerem'in tesadüfler, kavuşmalar, ayrılıklarla d...
511K 23.7K 51
Aşka erişebilmek için engelleri aşmak gerekir. Adrian Joseph Byron hiç hesapta yokken kendisini Westcliff Kontu olarak buluverir. Titizliği ve disipl...
19.4K 1.9K 18
Bedenim tir tir titremeye başlamıştı. Gözlerim dolmuş neredeyse ağlayacaktım. Etrafta yeni yeni fark ettiğim geçmişe ait şeyler vardı. Tabelalar, ara...