KARANLIKTA ESEN MELODİ

By sozcuklerin_in

170K 7K 5.1K

O her şeyi unutmuştu, yalnız biri gelip hatırlatana kadar. Taç Serisi | 1.Kitap Hikaye psikoloji ve şiddet i... More

KARANLIKTA ESEN MELODİ
İLK PERDE |
TAÇ |
SON PERDE |
1. BÖLÜM: ANILARIN DİLİ
2. BÖLÜM: KELİMELERİN MEZARI
3. BÖLÜM: DUYGU GÖÇÜ
5. BÖLÜM: GÜNAHTAN RİTİMLER
6. BÖLÜM: MAHKEME OYUNU
7. BÖLÜM: SOBELENMİŞ DUDAKLAR
8. BÖLÜM: DÜŞ KÜLLERİ
9. BÖLÜM: YAMALI YÜREK
10. BÖLÜM: VEDA MASALI
11. BÖLÜM: ŞEYTANLA DANS
12. BÖLÜM: ŞAHIN TAÇI
13. BÖLÜM: RUHUN İZLERİ
14. BÖLÜM: ALFABE YANGINI
15. BÖLÜM: KAYIP RUHLAR
16. BÖLÜM: KİLİTLİ DÜNYA
17. BÖLÜM: SÖZCÜKLERİN DANSI
18. BÖLÜM: MÜREKKEP YARASI
19. BÖLÜM: ZAMAN HIRSIZI
20. BÖLÜM: ESKİYEN LÜGÂT
21. BÖLÜM: BOYALI ÇEHRE
22. BÖLÜM: RENK CÜMBÜŞÜ
23. BÖLÜM: ŞEYTANIN SÖZÜ | PART 1
23. BÖLÜM: ŞEYTANIN SÖZÜ | PART II

4. BÖLÜM: ÇIĞLIKLAR SAATİ

4.4K 288 103
By sozcuklerin_in

4. BÖLÜM: ÇIĞLIKLAR SAATİ

Korku gerçek kişiliğimizi gösteren bir akrep ve yelkovan gibiydi. Hangi sayının üzerinde durduysa, sizi temsil ederdi. Yedi? Altı? On iki? Kişiliğim bir saatin bütün sayılarını aynı anda gösteren akrep ve yelkovandan ibaretti. Her saat, gelen dakikaları yok ediyordu çünkü yelkovan yalnızca bir saati gösterecekti. İçimde bir lider olmalıydı, oysa hiçbiri itaat etmeyi kabul etmiyordu.

"Enis?" Bu soru tuhaftı Bu gece karanlığı barındırdığı on birdeydi, saatler buraya vuruyordu; hangi kişiliğimize, hangi duygularımız dönüyordu bilmiyordum ama korkuyu hissediyordum. İlk defa canımdan vazgeçmekle karşılaşmıştım. Onu da uçurumun ucunda bulmuştum.

Enis'in ter içinde kalmış yüzünü gördüm. Korkuyordu, onun da saati bu geceyi gösteriyordu. Peki neyden korkuyordu? Kolundan mı? Yoksa kim olduğumu dahi bilmediğim benim gibi biri için mi? Titrek nefesimden çıkan buhar, gecenin sisine yayılırken, karşımdaki adamın acıdan bastırdığı dişlerinden yayılan bir inleme vardı.

Seni bırakmayacağım, demişti. Bırakmıyordu. Parmakları ellerime kenetlenmişti. Enis'in yüzüne karanlık tesettür gibi inmiş, onu muhafaza altına almıştı. Yüzü acıdan kaskatıydı, yaralı koluyla beni tuttuğu o elinin yırtılışını asla unutmayacağım gibi, bu adamın çehresinde gizlenmiş gizli acıyı da unutmayacaktım. Kurtuluşum olmayacağı bir oyunun içinde kendimi şah diye tanıtmıştım, oysa piyon ruhlu olan bir kız çocuğundan başka bir şey değilken.

"Neden elimi tutuyorsun?" dedim işleri yokuşa dikerek. Ölümle burun burunaydım ama bir yanım bundan korkmuyordu. "Sana zarar verdim! Beni kurtarsan bile, senin gibi yabancıya güvenmeyeceğim." Kendi kuyumu, kendim kazmıştım ipimi saldığım kuyunun içindeki canavara; kaptırmıştım dudaklarımı, çalmıştı canavar kelimelerimi.

Enis'in yüzü değişmedi, söylediklerime mimik oynamadı. "Bana güvenmeni beklemiyorum senden, Derin. Seni istediğim için değil, zorunda olduğum için kurtarıyorum." Ölümü giyindiğim bedenim, morarmaya dönmüş bir cesedin çirkinliğine dönerken, kendimi aynanın karşısında yer aldığım o cadının güzeli zannediyordum. Bu kadar zavallı olmak, ruhuma tırmanan boğucu hislere kurban ediyordu, sunulan bir yem gibi. Gökyüzü gökyüzü, söyle bana; var mı benden daha güzeli? Var mı benden daha azledeni?

Bir şey diyememiştim. Mecbur olduğu birini kurtarmak zorunda olması, içimdeki soruları sorguya çekmişti. Onunla konuşsam bile, cevapları bulamayacaktım muhtemelen.

"Fazla dayanamam," dediğinde sesindeki kesiklik vardı. Korktum. Bedenimin direnişi, karşımdaki adamın gücüne bel bağlıyordu. Enis'in keskin çehresinin sağ profiline çöken karanlık, iç gıdıklayıcıydı. Dişlerini sıktığı çenesi, olduğundan belirginleştiriyor, direnişlerinin izlerini gösteriyordu. "Acele etmelisin."

Şu an ölüyordum; panik altındaydım. Kalp atışlarımın her çırpınışı, gelecek olan sarsıntıyı koynunda besliyordu. Enis'in derisi bir kumaş parçası gibi yırtılmışına an be an şahittim. Şahit olmakla kalmayıp, onu bu hâle sürükleyen kişinin ta kendisiydim. O yırtılma sesi, zihnimin topraklarına öyle bir düşmüştü ki en derinlere inerek, orada filizlenmeye başlamıştı bile. Silinmeyecek bir hatıra.

"Derin," dedi nefes nefese. Dişlerini o kadar çok birbirine bastırmıştı ki, alnına vahşi bir görüntüyle çöken saçlarının altında beliren damarlarını görebiliyordum. "Ayağını sağlam bir yere koy." Yüzü o kadar güzeldi ki. Tüm bu dehşetin arasında dimdik duran bakışları yüzünden korkuyla gerilmeye başlamıştım. Zihnim, bedenimin kontrolünü yitirmiş, işlevini korkuya gönülsüzce vermişti. Neden hâlâ beni tutuyordu? Neden ona yaptığım bu korkunç olaydan sonra elimi bırakmıyordu? Ben olsam, o adamı tutar mıydım?

Hayır, hayır yapmazdım.

Mecbursun, dedi ses. Kurtarmaya da kurtarılmaya da.

Parmaklarımız saniyelerin zamandan kaydığı gibi kayıyordu; bu korku, içime en çılgın ateşleri salıyor, ruhumun yakalarına şifası olmayan bir acıyla salıyordu. O sırada, parmaklarımız birbirinden biraz daha kayınca, göğsümü yaran kalp atışlarımının sesi, gırtlağımdan yükseldi. Çığlık attım. "Enis?!" diye korkuyla bağırdığımda, sesim o denli korkunç çıkmıştı ki, katman katman yayıldığına yemin edebilirdim.

"Sakin ol," diye bağırdı. O sırada ellerime o kadar sıkı sarılmıştı ki, parmaklarımızı boyayan kanı hissetmeme rağmen, direnişini görebiliyordum. Sakin olmamı söylerken, çehresi hiç iyi değildi. Enis'in öfkeden parlayan gözleri karanlığın yoğun renginden, sisin dumanından daha berraktı. Saf öfkesi güneş gibi parlıyordu. Acı ona öfke bahşediyordu. Tüm bunlara rağmen, aptal bir umutla adamın elini sıkı sıkı tutuyordum.

"Ayaklarından destek alarak yukarıya çıkmaya çalış. Seni çekeceğim." Acıdan sesi, dişlerinin arasında harf harf kalmıştı. Öyle ki oluk oluk akan kan, uçurumdan aşağıya düşüyordu. Ellerinin arasından akan kan, üzerimdeki pijamalara dökülürken aynı zaman da, yanağıma damlayarak, sıcak bir ıslaklık bahşediyordu.

Bakışlarımı onun sert veçhesinde dolandırırken, korkuyordum. Yapacağım en ufak yanlış bir hareket, ikimizin hayatını yerle bir edebilirdi. Yüksek sesle yutkunurken, bakışlarımı onun gümüşü gözlerinden indirerek, ayaklarımı yavaşça sert kayada gezdirdim. Beni hâlâ bırakmamış olması korkuma su serpiştiriyordu. Damağım korkudan kurumuş, kestane rengindeki saçlarım uçurumun aşağısına doğru küçük bir çoçuğun kahkahasıyla sallanıyordu. Saç tellerime tutunan o minik ellerin, salıncaktaki bedeni ileri geri sallanıyordu...

Ayağımı uçurumun çıkıntılarında gezdirdiğimde bir çıkık olduğunu fark ettiğimde oraya koyarak baskı uyguladım. Ayağımı bastırdığım yere sivri olmalıydı, tabanımın kesildiğini hissetmiştim. Dikkatimi vermeye çalıştım. Uçurumun çıkıntıları karanlığa örtülmüştü. Ayağımı soktuğum çukura doğru bastım. Taş ayağıma girdi ve karla karışan kan yüzünden birden kaymıştım ve zorlanarak tuttuğum parmakları bedenimle birlikte aşağıya çekildi. Havayı yaracak kadar dehşetle çığlık attım, Enis'in kolu daha kötüydü. Gözlerim korkuyla kocaman olurken, göğüs kafesim, hızla yukarıya kalkıyor, ağır bir basınçla geri iniyordu. "Sakin ol," diye bağırdı dişlerinin arasından. Saçları alnına düşmüş, onu vahşi bir görünüme sokmuştu.

O adam, akan koluyla, yırtılan derisiyle birlikte beni havada tutuyordu. Bu kadar dirençli ve güçlü olması bilinçaltımın topraklarında kamufle olmuştu. "Her yer ıslak." diye konuştum titrek sesimle. "Ayaklarım kayıyor." Dememe kalmadan tepelerde esen uğultulu rüzgârı bedenime yöneltti doğa ana. Kağıt parçası gibi saçlarımı uçuran sert rüzgâr, incecik bedenimi kasırga kuvvetiyle sağa doğru sürüklemişti. Enis son üç parmağımı daha kuvvetli tuttuğunda ağzıma kan dolacak kadar çığlık atmıştım. Kurtuluşum yoktu. Yemin ederim ki, buradan kurtuluşum yoktu.

Benim bahtsız masalımın son dizeleri, uçurumun ucunda yazılmıştı.

"Korkuyorum." Saatler on birden kaydı, yeni bir kişilik belirdi. Sesim kanadı kırık kuş kadar çaresizce dökülürken, gözlerim beni tutan adamın koluna kaymıştı; karanlıkta parlayan kan, elimden bileğime doğru akarken, yazarın avuç içinde tuttuğu, mürekkebi bile bileyen en keskin bıçağıyla karşılaştım. Kan. Yazarların kalemiydi.

"Eğer şimdi kendini bırakırsan, ne sen ne ben kazanabiliriz," Kendisini o kadar zor tutuyordu ki. Canı acısa bile, beni bırakmıyordu. Ben daha umuduma tuz döşerken, o neden bu kadar umutluydu? "Korkmana rağmen, bunu yapmalısın. Duydun mu?" Beni yatıştırmaya başlamıştı. Kulaklarımda atan kalbimin atışları biraz olsun dinmişti.

Etraf o kadar sessizdi ki yere yaprak düşse büyük gürültü kopar, kıyametin dünyaya damlamasıyla kafirlerin ölümü başlardı. "Tamam," diye fısıldadım. Birkaç saç teli çehremin önüne düştü. Gözlerimi kırpıştırarak, acıdan bembeyaz kesilmiş adamın direnişine şahitlik etmeye başlamıştım. Gökyüzü merakla bize bakıyor, uçurumun ucundaki sular çılgınlar gibi kayalara vurarak aşağıya düşmem için tezahürat yapıyordu. Buydun işte sen, demek istiyordum kendime. Bu kadar basit.

"Üçe kadar sayıyorum. Kendini yukarıya doğru it." Korkuyordum, nasıl yapabilirdim ki? O da korkuyor, dedi bir ses. Ama savaşıyor. Sen neden bıraktın ellerindeki ipi?

"Tamam," dedim kendime inanmadığım hâlde kararlı, atik bir sesle. Sanki yapabilirmişim gibi, sanki kurtulabilirmişim gibi, sanki bana söyleyecek bütün sözlerini bu gece tüketmek istermişim gibi.

"Şimdi ayağını bir yere koy." Zor nefes alıyordu, göğüs kafesine mıhlanmış acıya dayanıyordu.

Allah'ım, dedim her şeyi yaratan kudretli tek ilaha, "Yardım et."

Ayağımı içeri çökük boşluğa tekrardan yerleştirmiştim. Bedenimin zangır zangır titremesi, esen rüzgârdan bir fark biçmiyordu kendisinden. "Tamam. Yerleştirdim." dedim titreyen sesimle. Bedenimde kasırgalar dolaşıyor, fırtınalar adım atıyor, depremler yerleşiyordu. Enis'in renkten renge atmış veçhesi, benden farksız değildi. "Bir, iki, üç!" Bedenimi yukarı iterken, kayayı tutan elimi Enis kavradığı gibi çekti. Görüş alanım yavaş yavaş yükseliyordu, yeryüzünün düzeninde yer alan bu doğayı hissedebiliyordum.

Ayağımı ikinci bulduğum boşluğa koyup, ittim. Enis ellerimi daha kuvvetli çektiği an da yukarı çıkarırken, ağırlığımı kaldıramayan taş parçası bölünerek parçalandı ve bacaklarımı terk ederken, gözlerim kocaman oldu. Bedenim aniden aşağıya çekilirken saçlarım yukarıya doğru savruldu, Enis bunu fark ettiği gibi beni o kadar hızlı çekti ki. Elinin içinde var olan elim, yukarıya doğru tırmanırken, nihayetinde bedenimin ehemmiyeti, adının Enis olan bir erkek çoçuğu tarafından kurtuluşa ermişti. Elim, onun omzuna doğru tutunduğunda, hızla çektiği gibi ona doğru çökmüştüm; başım onun göğsüne doğru düştüğünde kana bulanmış kokusu, burnuma doğru sızmaya başlamıştı. İlk birkaç saniye boyunca hiçbir şeyi anlayamamıştım, taa ki onun deli gibi atan kalp atış seslerini duyana kadardı.

Ayaklarım onun ayaklarına sarılmış hâlde, elim sıcacık göğsüne yaslıydı. Soğuk havaya aldanmadan, o adamın sıcaklığına ehemmiyetle sığınıyordum. Kollarının arasında durduğum his, genzimi hızla yakan bir asitle beni parçalarken kalbimin ritimleri tutarsızdı. Gözlerim sulandı, ağlamamalıydım. Ne garipti böyle. Bu kadar güvende hissetmem, ne kadar garipti. Sanki güvenle saklanmam içindi kollarının sıcaklığı, sanki ona doğru meyletmem için vardı ruhu. Gümüş gözlü adamın eli belimde hareketlenince, girdiğim transın parça parça izleri zihnimin duvarlarını yıkmaya başladı. Bütün bedenimin muhteşem bir güçle kasılmasına neden olmuştu. Birden rahatsızlık duydum. Daha fazla kasıldım; bu kasılma, güven hissini bana bahşettiği içindi. Bu... O kadar hastalıklı bir düşünceydi ki.

Kalp atışlarım, göğsümde hissedilecek kadar kuvvetle atarken, yedi tabakaya ayrılmış tenimi parçalayacak kadar kaviydi. Yaslı olduğum göğsünün altında atan kalp atışları tıpkı benimki gibiydi; ritmik ve hızlı. Yaşadığımızı avaz avaz bağıran bir poyraz. Derin bir nefesi içine çektiğinde başımda onun aldığı nefesle birlikte yükselmişti; teni sıcacıktı. Havanın soğuk olma nedeni, ona dokunmam için bir bahaneydi. "Neden beni dinlemedin?" Sesi merhametliydi, azar yemiş çocuk gibiydim. "Sana ilerleme demedim mi ben?" Sakin bir dille söyledi. Bozulan sinirlerim yüzünden gözümden akan yaş, kanla uyum yakalamış kazağına damlamıştı.

Gerçekten dursaydım, aynı bu hâlde olacaktım. "Dursaydım eğer," Sesim kademe kademe titrerken, genzim yanıyordu. Tuzlu, beyaz gözyaşlarım yanaklarımdan kayarken, bazıları kanın kokusunu aldığım Enis'in kazağına doğru düşüyordu. Korkudan kasılan bedenim, onun göğsüne sıkı sıkı sarılmış, uzanıyordu. Kimi zaman rahatsızlığı taşıdığı hislerimle, kimi zaman ise güveni. "Sana güvenmiş olacaktım," dedim nihayi bir sessizliğin hemen ardından sonra. Dolgun dudaklarımın ardından suçlu, yaramaz çocuğun anılarını taşıyan sesle mırıldandım. Yaşlar çoğaldı, bir okyanusu doğuracak kadar büyümeye başladı. Okyanusun kıyılarına vuran dalgalar çoğaldı, asi dalgaların kahkahası çoğaldı. Gökyüzü gökyüzü, söyle bana gökyüzü. Duyuyor musun? Dalgaların kahkahalarını? Tadını alıyor musun? Gözümden düşen okyanus sularını? Görüyor musun? Gözyaşımın rengini?

"Ben," diye usulca mırıldandım. Engebeli yolları aşarak dudaklarıma sızdı gözyaşlarım. Kolumla yüzümü kapattım. Devam edemedim, kelimelerimin kütüphanesine girdiğimde rafları karıştırarak birleştirecek cümleler aradım; ekmeceleri çekerek, içindekileri dışarıya çıkardım ama kelimeler önüme yığılamayacak kadar bitkindi.

Enis, bir kere daha derin nefes aldığında usulca kalktı.

"Belki de güvenmelisin." Bu cümle ona inanmam için hevesliydi. Onu tanıyalı bir gün bile olmamıştı, neden güvenmeliydim? Her şeyimi kaybettiğim için sahip olmak istediğimdendi. Ona sahip olmak istiyordum belki de, onu ailem yerine koymak ve geçmişe geri dönebilmek.

"Belki de." diyerek mırıldandığımda sesimin zayıflığından güç alan yoğun hislerim vardı. Hıçkırıklarla ağladım. Sanki ona kapı araladım diye girmeyi değil de, o kapıyı tamamıyla açana kadar bekleyecek gibiydi. Elini saçlarımın üzerine koydu ve beni tutmasına izin verdiğim adamın kolları arasında, kendimi bilmeden dökmüştüm içimdekilerini. İnsanlara güvenerek, omzunda ağlayan bir insan değildim. Bir insana hiçbir zaman ihtiyaç duymamıştım; kendi başıma kalkabilecek biriydim. Düştüğüm yolların dikenlerine batsam bile, bir ismi dudaklarımda zikretmeden kalkardım. Güçlüydüm evet, ama ne kadar güç barındırıyorsam kalbimde o kadar zayıftım da. Terazi her daim eşitti.

Ne kadar ağladığımı bilmiyordum ama pozisyonunu değiştirmemiştim. Ben başımı onun göğsüne yaslamış, uzun süren dakikalar eskimiş, gençliğini kaybetmişti. Yüzüm yaşlanmış, kalbim ölmüştü.

"Enis!" Ormanın yakınlarından bir ses geldi. Batuhan'nın sesini duyduğumda kızarmış gözlerimi sesin geldiği yere çevirdim. Ormanın son kalan yaprakları ayakları altında eziliyor ve buraya doğru geliyorlardı. Başımı yasladığım büyük, iri göğsünden ayırdığımda yerde oturarak durmuştum; ellerimle gözyaşlarımı silerken, Enis'e göz ucuyla bakmıştım. Yerde hâlâ uzanıyor ve yaşadığı bu durumu hazmetmeye çalışıyor gibiydi. Suçluluk duygusunun verdiği azapla onun sallanan kemikli koluna baktım. Bakışlarımı yukarıya doğru çevirdiğimde tepenin başında durduğu uzun boylu adam belirdi. Bana bakan soğuk gözleri ve elinden tuttuğu sarı saçlı küçük kızla birlikte başımızdan bakıyordu.

Batuhan'nın yüzü, bende dikkatli bir şekilde çivilenmiş, bakıyordu. Bana karşı bir nefret beslediğini hissediyordum, açıkcası burada bulunan herkese karşı bende aynı hislerle bakıyordum. Batuhan, olayı sanki anlamış gibi bakışlarını bana hedefli bir ok gibi çevirince bakışlarımı kaçırdım, ağır bir küfür iki dudağının arasından fırladı. Kayra, beni görünce birden gerileyerek Batuhan'nın bacağına doğru saklanmıştı. Sarı saçları, bacağının arkasında görünürken, bana şaşkın ve kocaman olmuş gözlerle bakıyordu. "Ne oldu burada?" dedi soğuk bir sesle. Bu sorusunun altında bir suçlama, bir sorgulama vardı. Bakışlarımı aşağıya indirdiğimde Enis'in koluna baktım; durumu pek iyi görünmüyordu. Batuhan bir bana baktı, bir Enis'e.

"Uçurumdan düşüyordum," dedim burnumu çekerek. Soğuk o denli etkiliydi ki vücudumun deli gibi tiremesine engel olamamıştım. Her konuştuğumda kelimelerin arasından sızan boz, koyu bir duman inliyordu. Kelimeler, bilen için bir silahtı. Namlusu çevrilmiş bana. "O beni yaralı koluyla tuttu," diye cevap verdiğimde üzerime binen suçlayıcı bakışların ağırlığı artmaya başlamıştı. Birbirine girmiş saçlarım, kızarmış gözlerim, burnum ve dudaklarım; dağılmış psikolojim ile nasıl göründüğümü anlayabiliyordum.

Enis, sol eliyle sağ kolunu tutarak, zor zor ayağa kalktığında ben hâlâ yerde oturuyor ve onun ayağa kalkmasını izliyordum. Canı acıdığı için konuşmuyordu belli ki; ya da beni rencide etmemek için. Ama neden? Ben, onun gözünde bir düşman pozisyonunda olmalıydım. "Hastaneye gidelim," dedi Batuhan'a bakarken. "Kolum iyi görünmüyor." Bakışlarını bana çevirdiğinde saçının bir köşesine yaprağın takıldığını görmüştüm; bakışları üzerimdeydi. Oturuyordum, hâlâ gitmek istemiyordum. Enis, birden hiç beklemediğim bir şey yapmıştı. Şoke içerisinde kalmam için tamamıyla güçlü, sembolik bir hareketti.

Elini bana uzatmıştı.

Bakışlarımı soluk, uzun parmaklı eline çevirdiğimde kalbimin tam ortasına düşen korkunç bir ağrıyla beklemiştim. Benim için zaman denilen kavramdan soyutlanmış, uzattığı elindeydi dikkatim. Başına onca bela sarmışken, neden elini uzatıyordu? Bunun anlamı bu kadar ağır ve önemliyken. Kimseden yardım eli almama rağmen; bir adamın eli, nazik bir hareketle benim için açılmıştı.

Gümüş gözleriyle beni dikkatle inceleyen adam.

O elin üzerine koyulan, titrek elim.

Gözlerimizi birbirinden ayırmadan parmaklarını tuttum. Tam o anda, ilk defa bir adamın yardımını kabul etmiştim.

*

Hastaneye gitmiştik.

Acile girdiğimizde doktor Enis'in kolunun kötü durumda olduğunu söylemişti. Belli bir süre boyunca koluyla ilgilenirken, yakınıp durmuştu yaşlı doktor. Neden kolunun o hâlde olduğunu sormadı, polis işin içine bile girmemişti. Sedirde otururken, çıplak göğsü sarılı hâlde oturuyordu.

"Polis neden çağırmadılar?" demiştim bir ara. Gözleri kısa bir ara üzerimde dolandı. Nihayetinde sargıya alınmış anlıma bakmıştı. "Polislik bir durum yok." Yalandı. Büyük bir yalan.

Şu an arabadaydık; ayaklarımı kendime çekerek, cenin pozisyonunu almış, başımı yasladığım camdan dışarıyı izliyordum. Zihnime saplanan mızrakları kırarak kendimi rahatlatmaya çalışıyordum habire. Uyanık kalınca düşünüyorum, başıboş kalmış düşüncelerime sahip çıkan biri olmadığı için üşüyor, dışarıdan gelen düşüncelerimin silahları zihinlerine batıyordu. Ne kadar arabada durduk bilmiyordum ama İstanbul'a adım atmaya başlamıştık artık. Tüm yolculuk boyunca Enis'in kucağında uyuyan Kayra vardı; küçük kız, küçük ellerini geniş omuzlu adamın boynuna dolamış, gür kirpiklerinin yanaklarına düştüğü o güzel gölgelerle birlikte usul usul nefeslerini Enis'e vererek uyudu.

Bir kolu yaralıydı, acısı o kadar fazlaydı ki yüzü bembeyaz duruyordu hâlâ ama gram sesini çıkarmıyor, buz gibi dondurucu bakışlarla arada sırada bana bakıyordu. Saçları, terden nemliydi.

Bakışlarımı arabanın aynasına çektim, o sırada bana gözlerini çevirmiş katil kadar keskin, iki tane gümüş rengindeki gözlerin fısıltısıyla karşılaşmıştım. Birden beni kendisine öyle bir çekmişti ki nefes almamıştım kısa süreliğine. Onun bu bakışlarından muhteşem bir güçle ürpermeme neden olduğunda korkuyla bakışlarımı kaçırdım. Suçluydum.

Bakışlarımı bacaklarımın üzerinde suçlu bir çocukmuş gibi topladığım ellerimin üzerine indirdim. Ellerim korkuyla birbirine doğru hızla bastırırken, yaptığım suçlar benden hesabını alıyordu. Bu kadar melankolik hissedecek kadar parmaklarımı hayal dünyamın kapısına vurmuştum; tokmak rüzgârın ilâhi ninnisiyle çarparken kapıya, indirdiği gürültü, hakimin kinayeli kalemiyle kırılmıştı. Yüzümü arabanın camına yaslayarak uzun bir süre boyunca oyalanırken gözlerime uyku düşüyordu. Gözlerim kapalı, başım cama yaslanmış, kaldım öyle. Gözlerimi kaldırmaya çalışırken, ateşimin yeniden yükseldiğini hissetmeye başlamıştım, bu yükseliş beni uykumdan çekmeye yetmiş artmıştı. Gözlerimi usulca aralamaya çalıştığım vakit, canım ağrıyla baş başa kalırken, dudaklarımın emdiği kahr eyleyecek kadar güçlüydü.

O sırada arabanın durdu. Hareket etmek istemiştim ama ateşim o kadar çok yükselmişti ki, kendimi bırakıp, olduğum yerde kalmak istiyordum. Buralarda olmak istemiyordum, evde olmalıydım ben. Annemin kucağında olup, elleri saçlarımı okşamalıydı. Burada olmamalıydım. "Hayır." Hafifçe başımı camda oynatırken, annemin o güzel yüzü hatırlarımın arasında parlamaya başlamıştı. Bu kadar canımın acıması, haksızlıktı bana. "Hak etmedim," diye mırıldandım ateş topu olmuş dudaklarımı birbirine bastırarak. Nakış gibi ince ince dalıyordu damarlarıma, zehir gibi sızıyor ve ruhumun yakalarına kollarını bırakıyordu. Acıydı bendeki. Kimsenin kaldırmaya yüzünü çevirmediği acı.

Her nefesimde bir sıcaklık yüzüme yayılıyor, beni krize sokuyordu. Sıcaktı. Çok sıcaktı. "Sıcak," dedim titreyen sesle. "Çok sıcak."

Arabanın kapısı açılırken, diğer tarafta bir şeyler oluyordu ama kendimi dinlemekten onların seslerini duymuyordum. Kaşlarımı çatarken, arabanın kapısı açılmıştı. Soğuk hava savunmasız bedenimin sertçe çarptı, yüzümü karşılayan kış ayının soğukluğu titretiyordu. Bir el, alnıma doğru uzanırken, yüzüme düşen saçları çekti ve boynumu açıkta bıraktı. El yüzüme doğru dokundu, ateşimin varlığından haberdar olmaya başlamıştı. Burada daha fazla kalmak istemiyordum ben, hastalanmam yetmiyormuş gibi, bir de bu adamların ellerinde oradan oraya, pervane gibi sürüklenip duruyordum.

"Enis!" diye bağırdı hemen yanı dibimde olan adam. "Enis!"

Arabanın diğer ucunda bir şeyler olurken, Batuhan'la konuşmak için dilimi bile hareket ettirmeyecek kadar yorgundum. Sadece bedenim çökmüyordu, duyduğu her sözün bir cinayet mahali gibi yere serilmesi arzu ediyordu. Rüyam, evet o gece her şeyin tersyüz olacağını haberleyen bir rüya ile uyanmıştım hastanede. Tarihleri olan bir rüya, çözmek için verilmiş bulmaca olsa bile elime kalem almayı kabul etmiyordum çünkü henüz soruların ne olduğunu bilmiyordum.

Enis'in tok sesini duydum, biraz uzağımda olmalıydı. Uzun boyunun gölesi yere düşüyordu, adımları sesin geldiği yöne dönmüş olmalıydı ve orada, arabanın ağzında yarı baygın yatan beni görmüştü muhtemelen. Tüylerim diken diken oldu. Birçok şey haksızcaydı. Dünya da öyleydi? Haksız yere katletiden Müslüman'lar gibi. Haksız yere aç bırakılan, haksız yere işkence edilenler gibi. Dünya gelip geçecekti. Ölecek ve asıl dirilişe ayağa kalkacaktık. Peki ben ölmeye hazır mıydım? Uçurumda ölümü görmemiş miydim? Yalnızca bir perde vardı aramızda. Onunla tanışabilmek için bir perde.

"Kızın ateşi var." Batuhan'ın bana kız diye bahsetmesinden nefret etmiştim. Adım vardı benim. Bir isim verilmişti bana. Efsa. Büyücü. Evet, bu ismi annem vermişti.

"Yine mi?" diye bıkmış sesle bana doğru ilerleyen ayakkabı sesi duydum. Kirpiklerimin altında gölgelenen gözlerimi sessizce açmaya başlamıştım. Gitmeliydim ben. Ne olursa olsun. Bu iki adamın yanında kalmaktansa, bir yerde saklanmak daha cazip bir teklifti. Nereye gideceksin? diye soruyordu içimdeki ses. Evin yok senin.

Gözlerimi aralarken, Enis'in uzun ve heybetli boyunu gördüm. Üzerime gölge gibi düşmüştü. Bu beden bir an için gözlerimde küçüldü, küçüldü ve nihayetinde bir çocuk gibi oldu. Bana gülümseyen bir çocuk. Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım, ateşten ne hâle düşmüştüm böyle? Bacaklarına sarılmış siyah pantolonu ve üzerine geçirdiği montuyla oradan bakılınca aşık olunabilecek bir adam değil de, ondan delicesine kaçma dürtüsü veriyordu insana. Yüzü çok güzeldi, gözleri benzersiz. Eminim birçok kişiden teklif gelmiştir, yanında ona yakışacak güzel bir kız yoktu.

Ona bakmak içimde kıskanç bir hissin oluşmasına neden oluyordu. Kız olduğumdan şüpheye düşürecek kadar beni düşüncelere boğuyordu. Ama anlamsız bir nefret vardı içimde; tüm her şeyin sorumlusu oydu sanki, beni ailemden alı koyan ve babamın o cümleleri sarf etmesine neden olan kişiymiş gibi. Hayır, oysa suçu yoktu. Ne kadar güzel olursa olsun, ne kadar güçlü durursa dursun, onun tuhaf atmosfere sahip olan kendisinden kaçmak istiyordum.

Koyu kumral saçlarının arasına dökülen kar tanelerinin altında, bana bakmak için diz çökmüştü. Gümüşi gözleri, bembeyaz karın altında o denli parlıyordu ki, satırları gürültüyle kıracağını zannetmiştim bir an. Güzeldi işte. Ondan nefret etmeme sebep kılacak kadar güzel. Baygın gözlerle ona bakmaya devam ederken, elini sessizce alnıma doğru bastırarak, ateşimin varlığını ölçmeye başlamıştı. Kestane rengindeki saçlarım, omzumdan aşağı kayıp düşerken, elini çekmişti. "Ateşi yüksek," dedi yanındaki Batuhan'a. İkisi de bana bakarken, baygın gözlerimi kırpıştırarak, ayılmaya çalışıyordum. "Tedaviyi ben yaparım. Sen Kayra'ya bak." Batuhan, başını sallayarak, "Bende öyle düşünmüştüm," diyerek yanımızdan uzaklaşmıştı. Enis, beni tedavi edeceğini söylüyordu. Doktor muydu?

Cansız kolum, bacaklarımın üzerinden yuvarlanırken, Enis ayağa kalkarak, bana doğru geldi. Elleri bedenimi kavrarken, kolundaki sargı bezini umursamadan, ağır bedenimi kaldırmıştı. Canı yanmıyordu beni kaldırmaya? Benden nefret etse bile neden sabırla ve tuhaf bir şekilde merhametle yaklaşıyordu? Elleri koltuk altlarımdan yakalayarak, iki ayağımın üzerine kaldırmıştı. Ayağa kalktığım vakit, gözlerimi onun gözlerine dikkatle çevirdiğimde bana bakmasıyla en fazla birkaç saniye dayanabilmiştim. Keskin ve ürkütücü bakıyordu. Gerçekten dikkatli bakmasından çekiniyordum.

Bir kolumdan destek vererek, beni karşımdaki sessiz sakin eve doğru götürmeye başlamıştı. Bana dokunurken rahatsız gibi görünüyordu. Aramıza bayağı mesafe ekerken, heybetli gölgesi, üzerime çöküyordu. Biraz olsun kendime gelmeye başladığımı hissediyordum ve açıkçası, hâlâ onların yanında olmaktan çok rahatsızdım. Bir şekilde kaçmayı başarmalıydım. Geçen seferki gibi birine zarar vererek değil, uçurumun ucunda el kol sallayarak da değil. Kesin ve net bir şekilde, beni kendi rızasıyla bırakmalıydı. Savaşacaktım. Ne pahasına olursa olsun. Direnecektim.

"Neden beni kaçırdın?" dedim kendime gelmeye başladığımda.

"Emir bu yöndeydi." Sesi soğuktu her zamanki gibi.

"Ne emri?"

Sessiz kaldı. "Tefeci falan değilsiniz. Kimsiniz? Benden ne isteyebilirsiniz ki? Benim ne malım var, ne mülküm. Ailem öyle çok zengin de değil. Size ters bir şey de yapmadım. Ben anlam veremiyorum. Mantıklı değil." Kaşlarımı çatarak mıymıntı gibi yürüdüğüm adımlarımı durdurdum. O da, benimle birlikte durdu. Saçlarım, çehremin etrafından yere doğru bakarken, kış ayın rüzgârı her birini birbirine kattı.

Yine sessiz kalmıştı.

"Seni tanımıyorum. Ömrümde görmedim." Bunu söylerken gözlerindeki dikkat keskinleşmişti. "Ama sen beni çok iyi tanıyor gibisin."

Başını salladı. "Tanıyorum."

"Kimsin?"

"Enis Kükreyen." Bir an durdu. "Adım bu."

Ağzından laf kaçırmak imkansızdı, sıkı sıkı bağlamıştı dilini. Yüksek sesle nefesimi verdim. "Bırak beni. Gitmeme izin verme. Polise falan gitmeyeceğim, yemin ederim."

"Böyle bir şey olmayacak," dedi dümdüz bakan, ketum bir ifadeyle. Yüzü o kadar sakindi, sözleri kendisine tezattı. Kelimeleri de bir o kadar rahatsız edici ve net bir kararla emir vermişti ki, cümlelerimin kelimleri el ele, dudağımın ucunda asılı kalmıştı. Şaşkınlıkla ona bakarken, o da düz ifadeye bana bakıyordu. Biraz olsun yüz ifadesini değiştirip, sakince bakmaktan vazgeçemez miydi? O böyle yaptıkça ben, daha çok sinirleniyordum. Çıldırtan bir sessizliği vardı. Öfkelenmeme sebep olacak kadar.

"Beni burada zorla tutamazsın!" diye öfkeyle bağırdım. "Kimsin ya sen? Kim?!"

Sesim, bu boş çayırlık alanda katman katman yayılırken, yardıma gelecek kimse yoktu. İstanbul'un sınırında olmalıydık. Öfkem, bedenimdeki ateş kadar yüksek, hârdı. Beni yakıp, kavuracak kadar hiddetli. "Beni zorla bir yere götüremezsin! Beni zorla tutamazsın! Beni bir eve hapsedemezsin de!"

Kıpkırmızı kesilene kadar deli gibi bağırmama rağmen, o kadar sakin ruh hâliyle bana bakıyordu ki cinnet getirmeme saniyeler kalmıştı. "Bitti mi?" dedi düz ifadeyle. Çıldıracaktım! Gerçekten deli olup çıkacaktım bu işten!

"Ne demek bitti mi?!" Kolumu hırsla onun elinden çekmeye çalıştım fakat sıkı sıkıya tutuyordu beni. "Bırak beni!" diye bağırdım. "Bana dokunmaya hakkın yok!" O kadar çok nefret ediyordum ki karşımdaki adamdan. Ben ne kadar doluysam, o da o kadar sakindi. Kolumu çekmeye çalıştım, her defasında.

Bağırarak direnirken, sessizce kolumdan çekerek beni zorla içeriye doğru taşıyordu. Ayaklarım acıyordu ama inadımdan yere bastırarak sargıdaki kanamayı tekrarlatıyordum."Bırak!" Boğazım acıyana kadar bağırmıştım. Deli gibi. Enis, kolumdan tutarak beni odanın içine hızla attı. Bedenim, yaprak gibi ileriye doğru uçarken, sarsak birkaç bozuk adımla ileriye doğru kaymıştım. Zemin, ayaklarımın altındaki en sert şeyken, gözlerimin içine bakan gümüş gözlü adam da tıpkı böyleydi.

"Bırak beni." Yüzümün etrafına çökmüş saçlarımı çektim, Enis'in üzerine doğru yürüyerek, ona saldırmaya çalışmıştım fakat, saniyeler içinde cılız kolumu tuttuğu gibi bedenimi ele geçirerek, meydan okumuştu bana karşı. Bak, dercesine alaycıydı gözleri. Bak bana, senin gücün en fazla bu kadar. "Bu yaptığın bir çözüm değil," dedi sakince gözlerini kırpıştırarak. Kolumu tuttuğu eli, kelepçe gibi ruhuma sarılırken, aramızdaki mesafe azalmaya başlamıştı. Ellerimiz, çene altımda dururken, onun göğsündeki sertliği hissedebiliyordum.

Aslında bana karşı öfkeliydi, ellerimi saran ellerinden anlayabiliyordum. Bana karşı sinirliydi. Sabrediyordu. "Ya seninki?" dedim tükürür gibi yüzüne bakarken. "Seninki bir çözüm mü?" Enis, gözlerimin içine dikkatle bakarken, ondan ilk defa korkmadan korkusuzca bakmaya başlamıştım. Gözlerinin rengi ne kadar güzel olursa olsun, o zehir gibi topraklarıma yayılan öfkeyle baş etmeye başlamıştım. Direndim. Ona karşı. Bütün gücümle.

"Sen böyle deli gibi davranmasan, her şey hallolacak ama belli ki biraz sessizliğe ihtiyacın var," dedi ve ellerimi çekerek yatağın sağ tarafına doğru zar zor çekmişti. Çığlık atmıştım, bütün ağırlığımı yere doğru vererek direniştim. inletmiştim ortalığı lâkin hiçbir güç yetiştirememiştim. Ellerimi yatağın başına doğru çekerken, cebine doğru attığı kelepçeleri çıkarmıştı. Kollarımı hızla çekmeye çalışırken, o iki elimi tek bir elimle tutarak demirle sol elimi birlikte kelepçelemişti. Sağ elimi serbest bırakırken, benden birkaç adım uzaklaşarak, yüzüme baktı. Öfkeden yüzüne çivi gibi bakarken, o ise hiçbir şey olmamış gibi bakıyordu.

"Pislik!" diye bağırdım. "Senin yanında kalmayacağım! Çıkacağım buradan!" Kelepçeyi çekiştirerek bağırırken, yanaklarıma doğru sessizce düşen birkaç damla, beni daha çok sinir etmişti. Göğsüm hızla inip kalkıyor, bedenimin dört bir yanına dağılan kestane rengindeki saçlarım, bu sessiz odada anlaşma yapar gibi öğretiyordu kurşundan kelimleri. Canım yanıyordu. Yanıklarıyla dolu bedenim, geri dönüşü olmayan bir yolun dikenli çalılarına yaslamıştı sırtını; canı en çok da buna yanarken. "Başına bela olacağım," dedim hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlarken. "Bana yaptıklarının cezasını aynı sana da yapacağım." Ruhum alev alev yansa, bedenim tökezlese bile başı dik dururdum; gözlerimden aşağıya dolu dolu yaş dökülmesine rağmen, hâlâ ona meydan okurcasına bakıyordum. "Bu iş bitmedi." dediğimde sesim, gırtlağıma batmış gibi parçalandı. "Pislik." dedim uysal bir kız çocuğu gibi ağlamaya devam ederken, sağ elimle gözümden aşağıya düşen birkaç yaşı silmeye çalışıyordum.

Enis sakince bana bakarken, bakışlarımı ona doğru kaldırmıştım; yüzü ketumdu ama düz değildi de, bir merhameti vardı. Bir anne şefkatine sığınmış tuhaf bir merhamet. Bana kızmıyordu, beni aşağılamıyordu, bana zarar da vermiyordu. Neden? Neden bu kadar hoşgörülü karşılıyordu beni?

"Biliyorum, aklın darmadağın. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorsun," dedi ellerini göğsünde kavuşturdu. Yenilmez duvarlarıyla önümde dikiliyordu. "Seni anlayabiliyorum." Derin bir nefesi alarak, parlayan gümüşü gözleriyle karşıya doğru baktı. "Seni yanımda tutmak istemiyorum. Dilerdim güzel bir yere bırakmak istemeyi ama buna ben de mecburum. Senin için en güvenli yer burası."

Elimi oturduğum yorgana doğru bastırırken, çarşaf katlanarak avuç içimde sıkışmaya başlamıştı. "Yanlış bir şey yapmadım," dedim hıçkıra hıçkıra ağlarken. Önümde diz çöktü ve yüzü yüzüme yaklaştı. "Biliyorum," dedi başını sallayarak. "Sen yanlış bir şey yapmadın."

"O zaman neden?"

Yine sessiz kaldı. "Biraz zamana ihtiyacın var." O anki yumuşama halim birden yok oldu. Öfkeden, yüz hatlarım daha çok sertleştirken yüzüne tükürdüm hızla. Enis, sinirlenerek gözlerini kapatırken, "Siktir git." dedim tıslayarak. Karşımda kaskatı hâlde, öfkeli bedeni bana doğrulmuşken, birden sinirle güldü. Dümdüz dişlerinin altında parlayan köpek dişinin sivriliğini görüyordum. Sanki içindeki öfkenin rengini de dişleriyle göstermeye başlamıştı. Her an bana zarar verebilir gibiydi. Ama saldırmıyordu. Rehine olan bir insanken, bu yaptıklarımın yanında, yüzüme bile bir tokat atmıyordu. "Bana bak," dedi gülümsemesi buz gibi ifadeye dönerken. Gözlerindeki tehlikeye bakarken, içimdeki küçük kız, yaptığım şeyden kokarak, birkaç geri adım atmıştı. "Sınırını aşma. Kadınsın diye sana zarar vermek istemiyorum. Ama zorluyorsun."

"Zorlarsam ne olur?" dedim kelepçeli ellerimle direnerek, yerimde hareketlendiğimde. "Söyle bana, zorlarsam ne olur?" Öfkeden edepsizleşmiştim. Göğsüm hızla inip kalkıyordu, sinirden bedenim titriyordu. Gözyaşlarım yüzümde asılı kalmıştı. Sankin hâli bir anda yok oldu ve yüzünden düşen maske, gerçek kişiliğini ortaya koymuş gibi yoğrulmuştu. Gözleri bir avcı gibi üzerime doğruldu. Tokat yemiş gibi olmuştum. "Sakinliğime aldanma. Canını çok yakarım. İnan bana." Bunları bana bakarak söylerken gram tereddüt etmeden, çivili bir tabloyla izlemişti mavi gözlerimi. Bu tehdit beni geriletmişti, bir anda çekingenleşmiştim. "Şimdi," dedi ketum bakışlarını benden ayırmadan. Elini cebinin içine koyduğunda rahat bir tavırla karşımda dikiliyordu. "Başımıza açtığın belaya karşılık olarak en fazla bir iki saat sessiz kal. Çok gürültü yapıyorsun."

Bir şey dememe izin vermeden, sakince gitmişti. Kapıyı arkasından kapattığında ilk şaşkın bir hâlde ona bakakalsam da, birkaç saniye sonra sinirden deliye dönmüştüm. "Çok mu gürültü yapıyorum?!" diye kapıya bakarak bağırdım. Sinirlerim bozuluyordu. Onun bu kadar sakin olması beni geriyordu. "Aptal!" diye bağırdım sesimin en yüksek tonunu aşarak. O denli güçlü bağırınca boğazımı tırmalayan harfler damağıma doğru çıkan güçlü bir acıyla kasılmıştım. Rahat durmamıştım. Tek kolumun kelepçeyle bağlı olduğu yatağın başından kalkarak, hemen yanımdaki çekmecenin içini açmıştım. İçerisinde ne varsa, karşıdaki kırık beyaz rengindeki duvara fırlatmıştım. Avucuma yakaladığım her eşya, gürültüyle çarparken sesin desibeli yükseliyordu. Çekmecenin üzerindeki lambayı, bir saniye bile olsun düşünmeden yere attığımda cam kırıkları gürültüyle çakılmıştı zemine. Dört bir yana dağılırken parçalar, pahalı ve kaliteli bir şeye benziyordu. Umrumda değildi. Tek düşündüğüm gürültüydü. Onu rahatsız etmek ve canını sıkmaktı.

Kapı gürültüyle açılmıştı.

Enis, üzerini değiştirmişti; saçları başının üzerinde dağınık bir ifadeyle dururken, yüzüne inen duyguları sert, yenilmez ve öfke saçıyordu. "Derdin ne?" diye birden bağırdı bana bakarak. Sesi beni korkuturken, gram taviz vermeden gözlerinin içine öfkeyle baktım. Onu rahatsız etmek, hoşuma gitmişti. Sinirlerince gözlerindeki ifade, daha da derinleşmiş, ürkütücü olmuştu. Gümüş rengine, parlayan güzelliğe sahipti ama bu, ona karşı kalkanlarımı indireceğim anlamını vermiyordu. Özellikle de ona karşı. "Bırak beni!" dedim. "Beni kelepçelesen de, bağlasanda ses çıkartmaktan geri durmayacağım. Anladın mı?"

"Bulunduğun durumu anlamamak için direniyorsun, değil mi?" Yüzündeki ifade derin bir öfkeyle yoğunlaşırken, gerildiğim için ellerimi avuç içime doğru kıvırarak, bükmüştüm. Bana doğru birkaç adım atarak, tam önümde durmuştu. "Baban seni, terk etti." Bedenim kaskatı oldu. "Arkandan gelecek kimse yok. Sen burada ölsen de, sağ kalsan da çıkmayacaksın." Gözlerimdeki ifadeyi görünce birden sustu. Ne o bir şey dedi, ne de ben. Gözlerimiz birbirine kenetli bakarken, uzun bir zaman boyunca içine bakmıştım. Gök mavi gözlerime tuhaf bir dikkatle bakıyor, sanki orada gördüğü bir şey varmış gibi izliyordu.

Sakinleşmeye başladığımda gözlerimi ilk ondan kaçıran ben olmuştum. Bir adım geriye çekilmemle birlikte kalkanlarıma inen darbeyle yatağın üzerinde yatmıştım. Saçım başım dağılmış, çamur içinde kaldığım, kan revan kıyafetlerimle yattım yatağa. Hiçbir ses çıkarmadan, durumu kabullenmiştim. Enis birkaç dakika boyunca gözlerimin içine bakmaya devam etse bile, gözlerim kapalı hâlde uzanmıştım yatağa. Belli bir süre sonra o da bulunduğu mekanı terk ederek, kapıyı arkasından kapatmıştı.

Yarım saat kadar odanın içinde sakince oturmuş, sesimi çıkarmamıştım. Bu durum üzerine kırk dakika sonra kapım açılmıştı; Enis sağ kalan eliyle tepsi tutarak, odaya yemek getirdiğinde durağanlaşmış hislerim yeniden sinirle buluşmuştu. Neden bana yemek getiriyordu? Neden hapis altında tutulmuş gibi davranmıyordu? Neden iyi davranıyordu? O gece iyi biri değildi? Beni kaçırdığında da? Neden şimdi? Acıyor muydu bana? Zavallı gibi mi görünüyordum? Kendi kendime ürettiğim soruların zehirli dumanı ciğerlerimi kor bir istekle yakarken, öfkenin tıslaması, damarlarımın arasında patlayacak bir bombanın haberiyle bekliyordu beni. Enis, tepsiyi yatağımın kenarına koyduğunda, bana bakmıyor, suratsızmışım gibi ilgilenmiyordu bile. "Yemeğini ye," dedi tepsiyi tam yakınıma sürüklediğinde. "Ateşinin düşmesi için birkaç ilaç vereceğim ama önce karnını doyur. Sonra banyo yaparsın."

Sinirle gülümserken, iç dünyamdaki genç kız, öfkeyle hareket etmeye başlamıştı. Karnımı doyuracakmışım... Yok ateş düşürücü alacakmışım. Kimi kandırıyordu bu şerefsiz, benim hastalanmam bu adam yüzündendi.

Tepsiye bakışlarımı indirdiğimde, tıpkı onun gibi ifadesiz bir suratla yemeğe bakmıştım, istediği gibi davrandığım için, içim tuhaf bir korkuyla burkulmuştu. Elimin tersiyle tepsiyi fırlatmıştım. İçindeki tabaklar gürültüyle yere doğru çarparken, lambanın kalıntıları arasına karışmaya başlamıştı. Yemekler, kırılan tabakların arasına karışarak, halının üzerinde yüzmeye başladığında havada asılan o tuhaf atmosfer beni de Enis'i de germeye başlamıştı. Bir an için beni öldüreceğine inanmıştım. Bakışları sertti; gözleri gözlerimin içine bakarken, korkutucu, ölümcül bir hata yaptığımı söylüyordu.

Bana doğru ilerlediğinde canımı yakacağını düşündüğüm için gözlerimi hızla kapatarak, başımı kolumun altına aldım. İçgüdüseldi kendimi korumaya alışım ama yüzüme inen bir el hissetmediğim için korkak bakışlarımı ona doğru kaldırmıştım; güzel yüzü, kelepçenin başını tutmuş, sakin duran ama öfkeli çehresiyle açmıştı. Çenesi kasılmıştı, gözleri hiç bana dönmemişti. Kelepçe bileğimden ayrılırken, yatağın üzerine düştü elim. Diğer elimle bileğimi sarmıştım. Sabahtan beri havada durduğu için kan gitmiyordu ve bu sebepten bembeyaz olmuş, keçeleşmişti. Koluma kan gittiğinde, eski rengini kazanırken Enis, güçlü elleriyle bileklerimi kavrayarak beni yataktan ayağa kaldırmıştı.

Sakin yüz ifadesi değişmeden kolumu acıtarak, sürüklemeye başlamıştı. Onun bu hareketi canımı yakmaya başladığında, yan profiline bakmıştım: "Nereye götürüyorsun beni?" dedim hızlı hızlı atan kalp seslerimle birlikte. Bu hareketim, onun çizgisini aşmış gibiydi. Götürmeye devam etmişti. "Beni nereye götürüyorsun?" dedim emri vaki bir sesle. Ama beni dinlemeden, hızlı adımlarla götürmeye devam etmişti. Canım yanarken korkudan sesimi çıkarmadım. Eğer konuşursam başıma bir şey gelecekmiş gibiydi. Sadece sustum.

Banyonun kapısını açtı ve bileğimi iterek bıraktı. Öne doğru tökezlerken, kestane rengindeki saçlarımın arasından banyoya baktım. Küvet hemen karşımdaydı. "Banyo yap ve üzerini değiştir," dedi sert sesle. "Evden çıkacaksın."

Ona döndüğümde bana bakmamıştı ve kapıyı süratle kapatmıştı.

*

Araba durdu.

Üzerime giyindiğim, diz kapağımın birkaç karış aşağısında siyah bir jile, içine ise sarı renkte kolları açılan bir kesimle kıyafet vermişti bana. Dışarıdan görülen zengin bir ailenin kızı zannedebilirdi, oysa şu an iki adam tarafından esir altına alınmıştım. O kadar komik bir durumdu ki, neden esir alındığımı bile bilmiyordum. Bana bir açıklama yapmıyorlar, sadece sessizce önlerine bakıyorlardı.

Saçlarımı tepeden toplamış, dağınık bir topuzla şereflendirmiştim. Düşüncelerim de saç tellerimle birlikte bir araya geldiğinde karşılaştıkları gerçek yüzünden bu durumu kabullenmişlerdi. Uykuyu taşıyan gözlerimin önünden bir gölge geçti. Hemen ardından kapı açıldı, üzerime giyindiğim kaşe montum olmasına rağmen soğuğu iliklerime kadar hissederken, koluma demir gibi inen parmakların varlığı darlıyordu, birden arabadan dışarıya çekildim. Ne olduğunu anlamadan kendimi arabadan inmiş buldum. Kolumu tutan elleri sıkıydı. Beni kendisine çekmişti, yüzüne çok yakındım, şaşkın bir hâlde ona bakıyordum.

"Yanımdan bir saniye bile ayrılmayı düşünme." Sesinden yayılan tehdit, bıçak darbesiyle damarlarıma aktığında titreyerek ona baktım. Yaralı kolu yüzünden montunu omuzlarından aşağı sarkıtmış, keskin yüzüne inen tehditle beni izliyordu. Tenim buz kesilirken gözlerinden gelen o tehlike duygusu kalbimi avuçladığı gibi sıkmıştı.

"Kolumu bırak." dedim dişlerimi sıkarak. Bağırmaktan sesim kısılmıştı. Kötü kötü çehresine bakarken aklıma uçurumun kenarında sallanan bedenimin hayali belirmişti. Yüzümü buruşturdum ve etrafıma çaresizce baktım. Olayın şokundan kalan kırıntıları hâlâ üzerimde taşıyordum. Enis, kolumu bıraktığında sakince birkaç adım attım. Titriyordum. Dahası korkuyordum.

"Neden Sultanahmetteyiz?" dedim sesim, bulunduğumu sokağa gömülürken. Eski, o hayallerimi süsleyen Osmanlı İmparatorluğunu hatırlatan evlere dikkatle bakarken, tarihin ağır ve eskimiş satırları omuzlarımdan aşağıya doğu devrilmeye başlamıştı. Eğer ademoğluna bir seçim sunulsaydı, hangi devirde doğmak istedikleri hakkında; işte o zaman, huzurla yaşayacağım, adaleti mahkemelerinde taşıyan bir Osmanlı devrinde var olmak isterdim, bütün ruhumla. Kadısından, mahallesinde top oynayan çoçuklarına kadar adaletle hükmeden altı yüz yıllık bir asrın en şânlı medeniyeti: Osmanlı.

Ayrıca kadınların okumasını sağlayan en güzel devirdi. Belki o devirde olsaydım uzayla ilgilenirdim. Bakışlarımı sakince etrafımda gezdirirken, maneviyatı bu denli hissetmem bu İstanbul'un kutsallığındandı. Evlere hediye edilen en büyük armağan gibiydi medeniyet. Ah, o muhteşem tarih... Hayal dünyamın en gizli bölmelerine bile yazdığım padişahların sözleri vardı; zihnim sürekli onların adını tekerrür ediyordu.

Kim unutur ki Fatih Sultan Mehmet'i? Yirmi bir yaşında, ulu bir önderi? Kim unutur ki adaletten ayrılmayıp, kadının karşısına çıkan cesur yürekli dedelerimizi?

Enis, önden gitmem için kolunu ittiğinde zihnimdeki tura bir balon gibi patlayarak tuzla buz oldu. Sorumun cevaplarını boş bir şekilde zihnimdeki öğretmene vererek, yetersiz soru kağıdına sıfır notu basmıştı şimdiki adaletsiz kıtalara. Ne seçilebiliyorduk, ne seçebiliyorduk. Bakışlarımı aşağıya indirdiğimde, ayağımdaki botlarıma bakarak, sakince yürümeye başlamıştım. Hemen ardımdan gelen geniş, heybetli vücudu, uzun ama zayıf bedenimin üzerine karabasan gibi çöküyordu. Varlığı ruhumu daraltırken, büyük, tahta bir kapıyı çaldığında kapıyı yaşlı bir kadın açmıştı. Başında güzelce kapatılmış başörtü vardı. Orta yaşlı kadının bakışları önce bana sonra Enis'e döndüğünde şenlendi.

Kadının şok olmuş yüzü o kadar güzeldi ki. Yüz hatları gençliliğin güzelliğini taşıyordu. "Oğlum," dedi kadın Enis'in yanaklarına yaşlanmaya başlamış ellerini koyduğunda. Enis'in gözleri duygusaldı; kadına güzel bakıyordu. Olduğum yerde birkaç sarsak adım atmama sebep olmuştu. Kadın, bakışlarını bana çevirince aynı merhameti yönelttiğinde içime öyle bir hoşluk sardı. Gözleri bende dolanırken, gülümseyerek Enis'in heybetli bedeninden ayrılmıştı. "Hoşgeldin kızım," dedi dudakların yakışan gülümsemeyle bana bakarken. En fazla kırklı yaşlarında olmalıydı ama tüm buna rağmen kadın, çok güzeldi. "Sen Yadigâr'ın kızısın," dediğinde gülümsemesi eksilmemişti. Enis'in bakışları üzerimde dolandı. Sen Yadigâr'ın kızısın, demişti. Hayır, ben Özlem Karay'ın kızıydım. Sözleri, zihnime ok gibi saplandığında duyduğum ses yayıldı, yayıldı, yayıldı ve ezberlenmeye muhtaç bir isime dönüşmeye başlamıştı.

Kapalı kadın, elini usulca koluma koyduğunda bana dikkatle bakarken, birkaç saniye içerisinde yüz ifadesi telaşa saplanmıştı, "Oğlum," dedi kızgın bir sesle. "Derin'in ateşi var?" Bakışlarım karşımdaki renkli gözlü kadına dikilmişken, irislerimde derinleşen soru işaretleri, cevabı bulma umuduyla kadına diktmiştim. Derin? Benim adımı böyle seslenmişti. Bunu daha önce de duymuştum ama ilk defa duyduğum bu isim, bir yabancı tarafından biliniyordu.

Kadının telaşı canımı yaktı. Elini alnımda tutuyor, anne şefkatiyle ilgileniyordu. Tüm bu olanlardan sonra rahmetle dokunan bir elin varlığıyla şereflendirildiğim için burnum sızlamaya başlamıştı. "Anne!" Kayra'nın kapı ağzına doğru koşan ufak adımları buraya doğru gelirken, sarı saçları İstanbul'un kasvetli havasına bir güneş gibi perde indirmişti. "Kayra!" dedi kadın rahatlamış sesle. "Annecim, gel buraya." O sırada arabanın kapısına yaslanmış, uzun boylu Batuhan'ı gördüm. Bana bakarken, bakışları oldukça sert ve hesap sorar gibiydi. Onun bu yüz ifadesi hiç hoşuma gitmiyordu. Sanki bir şeye hazılıklı duruyordu.

"Anlayamadım?" dedim kucağına almış küçük kızı seven kadına bakarken bir adım attım. "Bana Derin dediniz daha demin? Adım Derin değil, Efsa." Kadın, çocuğunun saçlarını okşarken renkli gözlerini bana çevirerek, "İçeri gelin," dedi. "Hem oturursunuz, hem ben sana ilaç getiririm birazdan." Sanki dediklerimin hiçbir harfini duymamış gibi davranırken, elleriyle gelin işareti yaptı. Kadın bizi içeriye doğru götürürken, modern bir evin içiyle karşılaştım, evin çoğu yerinde bulunan bilim kitapları ve tarih kitaplarıyla inşa edilmişti adeta.

"Anne, oturur musun? Yorulmanı gerektiren bir şey yok. Biz zaten hastaneye götürdük." Evet, tek ben değil, benimle birlikte o da gelmişti. Kadın, birden durdu ve yürümeyi keserek Enis'e doğru döndü. "Senin koluna ne oldu, Enis?" Enis, birden gergin bir ip gibi çekildiğinde ortama yayılan bu kasvet, en çok benim yüreğimi paralamaya başlamıştı. Enis iyileşene kadar devam edecek bir vicdan azabı çekeceğimi biliyordum. Onun bu hareketi beni de gerdiğinde bacaklarımda topladığım ellerimi sıkmaya başlamıştım. Odayı hakimiyeti altına alan bu can yakıcı sessizlik, yüksek sesle yutkunmama neden olmuştu. "Enis," dedi kadın annelik dürtüsüyle. "Sana bu işe bulaşma, demedim mi?"

Zeki bir kadın olduğundan gram bir şüphe beslemiyordum. Gözlerindeki o ifade tek bir bakışın içinde saklı olan romanı anlatıyordu. Bir sorun vardı. Az önce bulaşmamasını tembihlediğinde bakışlarımı onun gözlerine indirmiştim. Enis ne işe bulaşmıştı?

"Emir büyük yerden," dedi zorla gülerek. Sesi emindi. Tamamıyla kesin ve net. Kaşlarım çatılırken, Batuhan'ın yüzüne yapışmış o ifade benim iyice kaşlarımın çatılmasına neden oldu. "Şimdi de bu işin peşini mi bırakmamı istiyorsun, anne?"

Kadın bana döndü. "Kıza ayıp olacak şimdi," diyerek söylendi ve kolumu sıvazladı. "Öz annesi değilim ama kendi canımdan ayırmam. Sağolsun oğlum da beni hiç üzmedi ama şu işin içinden bir çıksa." Elini dizlerine vurdu. "Aklım çıkacak size bir şey olacak diye."

"Koskoca adam oldu hanım, küçük çocuk değil ya." Bir ses duyuldu gerimizden. Merdivenlerin başından aşağıya inen, elinde tuttuğu taşlarla yapılmış bastonu olan takım elbiseli bir adam belirdi. En küçük parmağında taşlı, otantik bir yüzük vardı. Tıpkı Enis gibi iri, heybetli bir adam. Gözlerini gördüğüm o an, olduğum yerde soru işaretlerimle kalmıştım. Kalbimin ritmi yavaş yavaş yükselirken gözlerime çarpan kusursuz bir çehreyle karşılaştığım bu adamın ta kendisi, Enis'in babasından başka biri olamazdı şayet. Şimdi anlaşılıyordu neden Enis'in bu kadar güzel olduğu. Enis babasına o kadar çok benziyordu ki.

Babasının saçlarına ve sakalına bulaşan gri renkler, gençliğinin güzelliğini yansıtıyordu gram eksilmeden. Dudaklarına taşınan kelimelerin bu denli ahenkli ve güzel sözleri, dilinden düşmeyen bir güzelliği vardı.

"Hoşgeldin, Derin kızım." Özenli kıyafetlerle, hoşgörülü bir davranışla başıyla selam verdiğinde bende başımı eğerek, adama karşılama yapmıştım. Evin duvarında asılı olan Abdülhamid'in turası tam yanında duruyordu. "Hoş bulum." diye aniden kekeledim. Bakışlarım etrafımda dolanırken, harbin ortasında keşfe dalmış bir askerin imtihanıyla baş başaydım, adım atsam tuzak, dursam tuzaktı. Batuhan, arkamızda sessiz bir ifadeyle bekliyordu. Bir selamlaşma merasimi oldu. Herkes hâl hatır sorarken, bense başı boş etrafı izliyordum.

"Oğlum" dedi annesi. "Neler oluyor? Neden kızımız seninle beraber?"

"Hanım, sen bize bir çay koy en iyisi." Vedat amca, gülümseyerek rica etti. Kadın derin bir nefes alarak kalktı. Konudan uzaklaştırılmış olduğu gerçek yüzünden oldukça hoşnutsuzdu. Enis yanımda hareketlenirken "Baba," dedi ellerini bacaklarından çekerek, öne doğru yürüdü. "Bu daha ne kadar sürecek? Kızı aramaya başladılar bile. Kaldığımız yerlerde uzun süre kalamayacağız."

"Kimlikte ölü olarak gösterdiniz mi?" dedi Vedat amca, düşünceli bir sesle.

"Evet ama uzun süre dayanmaz. Derin'i aramak için her yolu deneyecekler elbette." Gerilim müziği gibi artarken heyecanın baskısı göğüs kafesimi sıkmıştı. Ellerimi birbirine bastırarak ikisine baktım. Vedat amcanın yüzünde düşünceli bir ifade vardı. Enis'in gerginliği bedeninde belli oluyordu. Batuhan ise en arka yere geçmiş, dikkatle herkese bakıyordu.

"Onun kimliğini araştırdım," dedi bakışları kısa bir an bana değip geçerken. "Dosyası kabarık. Özellikle kaldığı yerden evde, çok fazla bilgisi var." Anlam verememiştim. Dosyam mı kabarıktı?

"Baban, yani Tarık Karay, seni sık sık hastaneye götürüyor muydu kızım?" Gerginliğim biraz daha artmıştı. Dudaklarımı bastırdım ve kuşkuyla halının üzerindeki desenleri izledim. Kısa bir sessizliğin ardından adama güvenmeyi seçmiştim. "Evet, sık sık giderdim ama bunun nedeni astımım olmasındandı."

Başını sallayarak, onay vermişti ama bu başka söze katıldığını söyler gibiydi. "Astımın bahaneydi kızım. Bunca yıl o namussuzun yanında yaşadın." Yüzündeki ifade nefretti ancak onun hoşnutsuzluğu, benim korkum olmuştu. "Hastaneye gitmemizin başka bir sebebi olduğunu mu söylüyorsun?" Vedat amca, başıyla onay verdi.

"Neden?"

"Hiçbir şey bilmiyor." Aniden araya girdi Enis. Öfkeyle ona baktım. Umursamadan babasına doğru meylederken, adımları sakin, ritmik ve kısaydı. Karşısındaki düşmanını tek bir bakışla, darbe girişimi yapacak kadar güçlü bir vizyon çiziyordu. Sanki konuştuğu kişi babası değil, ta kendisiydi. "Şimdilik bilmeyecek. Kesin emir." Bunu söylerken, ses tonu değişmişti ve babası, tuhaf bir şekilde geri çekilmişti.

"Neler olduğunu bilmek benim de hakkım." Elimi göğsüme yasladım. "Lütfen beni kendi yerinize koyun. Ailemden bir anda koparıldım ve yaşadığım her şeyin sahte olduğunu söylediler. Şimdi ise hiç tanımadığım bir adama güvenmemi ve denilene uymamı bekliyorsunuz. Lütfen!"

"Hiç küçüklük anılarını hatırlıyor musun?" Bu soruyu beklemiyordum. Bir anda durdum. "Küçükken dış devletler hakkında bir şeyler biliyor olmalıydın, Derin Ulkatan? Özellikle 776 sayısını en iyi hatırlayan sen olmalısın, değil mi?"

"Ne?" O kadar şaşkındım ki cümlelerimin virgülleri kelimeleri bir arada tutabilmek güçtü. Enis'in yan profiline bakarken, kalp atışlarım üzerime atılan iftira sebebi ile deli gibi atmaya başlamıştı. Neyin sayısı, neyin devleti, neyin anıları? Hem de ben? On sekiz yılımı okulumda ve evimde geçirdiğim sıradan bir kız çocuğu olan ben? Hem de itham tutulduğum bir ülkeden bahsediliyordu? Gözlerim kocaman olurken, Enis'e doğrudan dehşetle bakan kirpiklerimi kırpıştırdım. "Ne diyorsun sen, Allah aşkına?! Neyin sayısı?"

"Dış devletler seni arıyor," dedi Vedat amca bir anda. Gözlerinde bir tartı vardı, ölçmeye çalıştığı kişi bendim ama elimde ne elma vardı, ne de armut. "Seni öldürebilmek için arıyorlar. Çünkü onlarda olan bir şey, sende."

Oturduğum yerden hızla kalktım. Enis kolumu tuttu. Sakin bir hareketle, gözleriyle koltuğu işaret etti. "Otur."

Oturmadım.

"Kaçırılmanı emreden bendim, Derin." Yaşlı adamın dudaklarından kopan cümleyi yazan kalemin ucu açıldı ve hızla kalbime doğru şaşmaz bir hesaplamayla saplandı. Kelimeler canımı yakarken, bir adım gerileyerek, şaşkın bir ifadeyle babasına doğru döndüm. "Ne diyorsunuz siz?" dedim anlamayarak. Vücudumun ateşi mümkün olabiliyormuş gibi daha çok yükseldiğinde bu sefer, üzüntü ve şaşkınlığın bedenime zehir gibi yayıldı. "Ne olduğunu anlamıyorsun, biliyorum. Her şey bu kadar normalken, bir anda hayatının altüst olmasının sebebini soruşturuyorsun, onu da anlıyorum ama Derin," Biraz durdu ve gerginlikten kasılmış yüzüme baktı. Onun söyledikleri o denli şaşkınlığa sürüklüyordu ki beni, her defasında biraz daha kafam karışıyordu. "Sen aslında doğduğundan beri bu olayın içindeydin. Eğer biraz olsun anılarını hatırlıyorsan, bizim için çok önemli olan bilgileri verebilirsin. Eğer o gün sana saldırıyı yapmasalardı ve biz seni, bu durumdan kurtarabilmek için ölü olarak göstermeseydik, şu anda emperyalist devletlerin elinde, bir oyuncak olacaktın."

Duyduklarımı hazmedemiyordum.

Sanki biri bana masal anlatıyordu.

"Baba," diyerek araya girdi Enis. Şaşkınlığım cayır cayır yakarken, hareket bile edemiyordum. "Daha fazla bir şey anlatma." Her ağızdan çıkan ses, olduğum yerde çakılı kalmama neden oluyordu. Zihnimin içinde yayılan cümleler birbirlerine çarparak yere düşüyorlar, kimisi inleyerek yerde yatarken, kimisi acımasızca kırılıyordu. Piri Reis'in çözülemeyen o gizemli haritası gibi karmaşık bir hâl almıştı kafamın içi.

"Enis!" dedi babası uyaran bir sesle.

"Emrim net." Kendisinden emin bir şekilde söylediği anda Batuhan ve babası, tekrardan sınır bölgelerine geçti. Düştüğüm şu anki karmaşık yapbozun oyununa mı şaşırayım, yoksa Enis'in kim olduğu sorusuna mı yoksa benim kim olduğum sorusuna mı anlayamamıştım. Kapı gürültülü bir şekilde çalındı, hemen ardından açıldı. Elinde tuttuğu tepsi ile gergin bir yüzle bize yaklaştığında, dilim damağım birbirine girmiş, her an bayılacakmışım gibi hissediyordum. O an, herkes sustu. Sadece kadını izlemeye başladılar. Annesi bana doğru adım attığında ilgi odağı bize kayarken, korkmaya ve gerginlikten titremeye başlamıştım. Enis'in annesi nihayetinde bana yaklaştığında elime bir su tutuşturarak, ilaç verdi.

Bana neden ilaç vermişti? Öldürecekler miydi? Ona korkak bir bakış attığımı görünce, kadın şefkatle gülümsedi. "Ateşin düşsün kızım, çok yüksek." Elini alnıma koyarak, ateşime baktıktan sonra usulca önüme düşmüş tel tel saçlarımı geriye doğru attı. "Ayakta durman bile zor. Hadi, iç ilacı." Kadın topuz yaptığım ama yüzümün etrafına doğru düşmüş saçlarımı sakince kulağımın arkasına doğru sıkıştırdı. Bakışlarım Enis'e kayınca elini yumruk yapmış, dudaklarını birbirine bastırdığı öfkesiyle bana bakıyordu. Onun gözlerine vurmuş olan o dehşet, elimdeki bardağı sıkı sıkı tutmama neden oluyordu. "Anne," dedi dişlerinin arasından. Sesindeki öfke, ikimizin arasında patlarken, kadın birden korkuyla sıçradı.

"Oğlum!" dedi uyaran bir tonda.

"Yalnız, gitmemiz gerek. Biraz acele etseniz!" dedi Batuhan. Ritim yükseliyordu sanki, korku tam boğazımda deli gibi artarken, bazı şeylerin daha da kötüye gideceğini hissetmeye başlamıştım. Neden böyle yapıyordu? Burada korkuyla bayılıp, düşmesi gereken, ben değil miydim? Bakışlarımı Vedat Kükreyen'e çevirdiğimde o an şaşkınlıkla bakakalmıştım. Ne olduğunu anlamadan Enis'de aynı hareketi tekrar edince birden, saniyeleri devirdikleri kısa zaman içerisinde etraf bir toz tabakası gibi birbirine karıştmıştı.

İkisi de o kadar hızlı ve atik bir şekilde hareket etmişti ki algılama kuvvetim gerilemiş, neler olduğunu saniyeler sonra fark edebilmiştim. Vedat Kükreyen, yaşlı olmasına rağmen Enis'den hızlıydı. Babası ve Enis, aynı anda silahın namlusunu yükseldi. İkisinin aynı anda hareket etmesi, kanımı dondurmuştu. Enis yanıma geldi ve elini sırtıma yaslayarak, beni yere doğru eğdi. "Koltuğun arkasında kal!" diye yüksek sesle emir verdi. Deli gibi titredim. Kalp atışlarım bana meydan okuyarak, gümbür gümbür atarken, tam gözlerimin önünde beliren bu hadise, sayfaların arasına sokulamayacak kadar derinde işleniyordu.

"Anne, Kayra'yı al en üst kata çık, hemen!" Kadın panik yaparak bir bana bir de oğluna baktı.

"Şimdi anladın mı?" dedi öfkeyle babasına. "Bunun olacağını biliyordum."

"Etrafı sarmışlar!" dedi Batuhan. Ben korkuyla onlara bakarken, etrafa bakıyordum ama onların gördüklerini göremiyordum. Başımı biraz kaldırdığımda perdenin arkasında siyah arabalar belirdi. Biraz daha bakmak için kalkmıştım ki Enis başımı eğdi. "Orada kal."

O kadar da zor değildi, yılbaşında yaşadığım dehşetin kara yazısı, şimdi de çırılçıplak karşımdaydı. Korkunun ne demek olduğunu ezbere biliyordum artık. Kısa bir an kendime geldiğimde, bakışlarımı omzumdan arkaya doğru meylettiğimde evin içerisindeki camlardan dışarı baktığımda etrafı ele geçirmiş, birçok siyah insanla karşılaştım. Hepsinin yüzü kapalıydı ama sanki ellerindeki namluyla bilerek kendilerini gösteriyorlar gibi duruyordu. Bu tuhaf davranış, zihnimde analiz edilmeye gitmişti bile.

"Lütfen, benim kimseye zararım yok! İzin verin gideyim. Kimseye bahsetmeyeceğim, yemin ediyorum." İkisi tam gözlerimin içine o korkunç gözleriyle bakıyordu, psikolojik baskının altında kalırken gırtlağıma sarılan ipin idamıyla adım şereflendirilmeye başlanmıştı. İkisinin heybeti, elinde duran silahtan bile daha kuvvetliydi. Bu görüntü, saniyeler içerisinde beni nakavt edecek bir sebepti.

Bu muazzam güç, onların karşısında durmamı engelliyordu.

"Vedat! Enis!" Kadın benim önüme geçti. "Derin'i alıp yukarı geçeyim."

Sorunun en büyüğü buradaydı, mantıkla çalışan bir akla mantıklı teoriler öne sürersen hemen işler ve kabullenirdi. Gerçekleri öyle bir kapatıyordu ki şu anki durum, kendimi ajan gibi hissetmeye başlamıştım. Benim adıma bir dosya hazırlanıyordu ve Emperyalist devletler üzerine çalıştığım geçiyordu; bu adamlar neden böyle bir şey yapmak istesinler ki? Beni kötü gibi gösterip, kendilerine daha kolay çekebilmek için miydi? Evet, bu çok yüksek bir ihtimaldi. Ne olduğunu anlayamıyordum, çevremde nelerin döndüğünü idrak edebilmek benim gibi bir aptal için çok zordu. Daha okuma yazması problemli olan ben için, neden bu adamlar, böyle bir oyunun içine dâhil etmişlerdi? Salak olduğumu onlara söyleseydim, beni serbest bırakırlar mıydı?

Şu an, dibine kadar emin olduğum bir şey varsa, o da ellerimin engellenemez bir kudretle titremesiydi.

Transtaydım. O kadar stres altındaydım ki.

"Anne çekil oradan, zarar göreceksin." Enis korkmuştu. Gözleri kocaman olmuş, annesine gelirken, kadıncağız zorla kolumu tutmuş çekiştiriyordu.

"Evin her tarafını çevrelediler," dedi Batuhan. Panik yükseldi.

"Kızımı geri almak gibi bir çabaları olmaz." Kadın zorla kolumu çekti ve nihayetinde ayağa kalkarak meydana çıktım. "Kızı istedikleri gibi kullandılar şimdi folyosu ortaya çıktı diye yaşatmazlar. Ben onu öldürtmem, o Yadigar'ın kızı! Vermem!" İstedikleri gibi kullandılar mı? Ben, daha bu insanları yeni tanıyordum. Neyin kullanmasından bahsediyordu? "Anne!" dedi Enis korkuyla. "Yere eğilin!"

Kolumun üzerindeki koluna elimi yasladım ve kadına baktım. "Teyze, lütfen sakin ol. Gel önce güvenli yere geçelim." Her nefes alışverişimde göğsüme batan acıyla onlara bakıyordum. Kadın beni korumaya çalışıyordu, elini omzumdan sardı ve merdivenlere doğru götürmeye çalıştı. "Anne Derin'le beraber kalma!" Enis öfkelenmeye başlamıştı. Doğru diyordu, eğer hedefleri bensem ve yukarı kata çıkarlar ve bir aksilik olursa, kadın benim yüzümden zarar görebilirdi. Oysa Enis'le beraber kalırsam, bu işin yükü bende kalmayacaktı.

"Lütfen teyze, çık yukarı. Ben iyiyim, nolursun." Onlar ne iş yapıyorlardı? Ben, neydim? Kimim ben? Ne işim vardı benim burada? Neden sorularım hep cevapsızdı? Ne yapacaktım ben?

O denli kısa bir zamandı ki, neyi düşüneceğimi bile akledemeyecek kadar gerilemiştim. Çığlığım evin içindeki duvarlara hızla çarparken, korkunç cam kırılma seslerine eşlik eden iki silahın patlama sesini eş zaman içinde duymuştum. Ellerimle başımı hapsettiğim kollarım, koruma altına aldığımda kısa bir süreliğine, yere doğru dehşetle bakarken, orada bekledim.

Hiçbir şey olmamıştı.

Bedenime saplanan hiçbir kurşun acısı yoktu. O yakıcı, közlenmiş alev hissi de yoktu. Sadece sessizlik, korkunç bir kahkahayla aramızda dolaşırken, dokunduğu bedenlerin üzerine bir alay bırakıyor, kahrediyordu. Başımı usulca, kollarımın arasından araladığımda karşımda duran manzara, ayaklarımın ağırlığını taşıyamadım. Dizlerimi üzerine düştüm. Gözümün önündeki kan, bana bakıyordu; bir kez daha ölümle burun buruna gelmiştim. Ayaklarımın dermanı kesilmiş, sadece gördüğüm o kana odaklanmıştım. Soğuk bir ter damlası, göğsüme doğru kaydı.

Enis'in annesi, gözlerimin içine bakarken birkaç saniye sonra birden ağır bir pişmanlıkla yere doğru yığıldı.

Bedenini zemine tok bir sesle emanet ederken, türbanına düşmüş kan izleri onun güzelliğini saklamak ister gibiydi.

Her şey sessizdi. Enis bağırıyordu, buraya koşuyordu ama duymuyordum. Batuhan bir şeyler diyordu, anlamıyordum. Vedat amca silahını kullanıyordu, görmüyordum. Bir iblis vardı aramızda. Arkama saklanmış gülüyordu. Bütün suçu bana atmıştı. Senin yüzünden, diyordu şeytan. Senin yüzünden bu kadın öldü.

"Anne?" diyen masum bir ses, karanlıkta belirdi. Kafamı kaldırdığımda elindeki oyuncağı düşürmüş, küçük bir kız çocuğu vardı. Sarı saçlı, lüleleri omuzlarına inmiş bir çocuk, gölgelerin arasından bize bakıyordu.

İblis ona yaklaştı. Bu çocuğun annesiz kalmasına sen sebep oldun.

Kimi zaman gölgeler, taşıdığı günahlarından kararırdı. Onlara gölge dememizin sebebi buydu belki. Kararmış, günahkâr.

Aramızda birinin gölgesi vardı. Günahları o kadar çoktu ki düştüğü her yeri karartıyordu.

Ve ben, o gölgenin nereden geldiğini biliyordum.

İblis bana bakarak güldü ve yere düşen gölgemi gösterdi.

Continue Reading

You'll Also Like

141K 10.9K 18
"Abin falan dinlemem. Eğer o odaya gelirsem, sabaha kadar çığlık attırırım sana."
114K 7.9K 7
Hiç kapanmamak üzere açılan yaralar, kanamaz. İz bırakır. Ve o iz sonsuza dek geçmez, Yanı başında kalır.
22.1M 890K 115
İşte oradaydı... Muhtaç olduğum kadın korkuyla bana bakıyordu. Ona biraz daha dokunmazsam sanki ölecektim. Bu hastalıklı duygular beni resmen ele geç...
10.6M 377K 30
BÖLÜMLER GERİ YÜKLENİYOR Şakadan zerre anlamayan birine okkalı bir şaka yaparsanız elde edeceğiniz şey yüklü bir para ve birkaç bin fazla tıklanma o...