Lacivert - Safir - Amber

By tymazerr

2.8M 125K 24.3K

Tıp öğrencisi Beren, yıllardır göğüs gerdiği aile şiddeti yüzünden sonunda evden kaçtığında, aklına gelecek s... More

GİRİŞ
1- BEREN SOYDAN
2- JAMES HUNTER
3- Mahzen
4- Royal De Maria
5- Antidote
6- Sofia Dark
7- Denge
8- Dönüş
9- Kaçış
10- Sara
11- Soğuk
12- Ekip
13- Sınırlar
14- Kırık
15- YANILGI
16- YENİ GÖREV
17- DONUK
18- ACI SESLER
19- ILIK GECE
20- EV
21- BOWIE
22- DEIRDRE
23- ÇIPLAK
24 - NOT
25- OYUNCAK BEBEK
SAFİR | GİRİŞ
SAFİR | 1.BÖLÜM
SAFİR | 2. BÖLÜM
SAFİR | 3. BÖLÜM
SAFİR | 4.BÖLÜM
SAFİR | 5.BÖLÜM
SAFİR | 6. BÖLÜM
SAFİR 7. BÖLÜM | Gece Nöbeti
SAFİR 8. BÖLÜM | Fil Ağacı
SAFİR 9. BÖLÜM | Zehir
SAFİR 10. BÖLÜM | BOZUK
SAFİR 11. BÖLÜM | LACİVERT
SAFİR 12. BÖLÜM | AİT
SAFİR 13. BÖLÜM | SIFIR
SAFİR 14. BÖLÜM | Ruh Kesiği
SAFİR 16. BÖLÜM | Ateş
SAFİR 15. BÖLÜM | Cennet
SAFİR 17. BÖLÜM | Geç
SAFİR Final | Herkes için...
Amber 1 | PARADOKS
Amber 2 | KARMAKARIŞIK
Amber 3 | EĞİTİM
Amber 4 | ÇAYLAK
Amber 5 | MILEN
Amber 6 | DARKBLUE
Amber 7 | RÜYA
Amber 9 | SOĞUK ATEŞ
Amber 10 | TAŞIYICI
Amber 11 | KAÇIŞ
AMBER 20 | LIZY
AMBER 12 | CENNET
AMBER 13 | DEĞİŞİM
AMBER 14 | UZAY BOŞLUĞU
AMBER 15 | ZİHİN YANGINI
AMBER 16 | GÜVEN
AMBER 17 | FAROE
AMBER 18 | GENOA
AMBER 19 | GÜN IŞIĞI
AMBER 20 | LIZY
AMBER 21 | VEDA VE ÖTESİ
AMBER 22 | FİNAL 1- İLLÜZYON
AMBER 23 | FİNAL 2- GERÇEKLER
AMBER 24 | FİNAL 3- MASALLAR VE SONLAR

Amber 8 | HAVADA SÜZÜLMEK

21.6K 1K 219
By tymazerr

Instagram: t.y.mazer
Twitter: tymazerr


AMBER 8. BÖLÜM
HAVADA SÜZÜLMEK


Gözlerimi uykunun hain kollarından kurtardığımda, panikle pikeyi üstümden çekerek ayağa kalktım. Dün gece uyuyakalmış ve soruların tamamını hazırlayamamıştım. Zaten Edepsiz yardım etmese, sorularla iki günden fazla uğraşmam gerekeceği su götürmez bir gerçekti. Çalışma masama ulaştığımda, sayfalarca yazdığım soru ve cevapları telaşla kontrol ettim.

Sekizinci soruya kadar geldiğimize emindim ancak şimdi baktığımda soruların hepsi tamam görünüyordu. Kağıtları dikkatle inceleyince, aceleci ve çarpık yazımdan ayrılan özenli el yazısını fark ettim. Dokuz ve onuncu soru ve cevapları adeta bir kaligrafın elinden çıkmış gibi özenle yazılmıştı.

Şaşkınlıkla havalanan kaşlarıma karşılık, parmak uçlarım özenli el yazısında dolaştı. Bu adamın mükemmel olmayan tek bir özelliği yok mu diye düşündüm. Normalde böylesine bir durumun beni kızdırması gerekirken, şimdi sadece şaşırmıştım ve bir şekilde Edepsiz'e teşekkür etmem gerektiğini düşünüyordum.

Uyku hala beni çağırıyor gibiydi. Yatakla kısa süreli bakışmamızdan sonra, uyumayı biraz daha erteleyip, doğru olanı yapmak için James'i bulmak üzere odamdan çıktım.

Koridorda attığım dengesiz adımlar, hala uykunun etkisinde olduğumu gösteriyordu. Neyse, sadece küçük bir teşekkür edip odama dönecektim.

James'in odasının kilitli olduğunu görünce, kırmızı kapılı odaya yöneldim. Mike ve James hararetli bir şekilde konuşuyorlardı. Kapıyı araladığımı bile fark etmeyecek kadar yorgun görünüyorlardı. Konuştukları konu Mike'ın 'hamilelik hormonlarından bahsetmesiyle ilgimi çekti.

"Neler oluyor? Kimin hamilelik hormonlarından bahsediyorsunuz?" diye söze karıştığımda, ikisi de orada olmam imkansızmış gibi şaşkınca bana baktılar. James'in beni görünce bir anlığına değişen ifadesi kısa bir süre sonra anlamsızlığa büründü. Mike ise daha çok köşeye sıkışmış gibi görünüyordu. Ve bu aklıma tek bir ihtimali getirdi.

"Mike!" Diye bağırdım dehşetle.
"Yoksa Sinem mi hamile?"

James'in öfkeli yüz ifadesi değişmezken, Mike bir süre donup kaldı. Dudaklarını kıpırdatsa da ne diyeceğini bilmiyor gibiydi. Tepkisini görünce daha çok endişelenip ona doğru bir adım attım.
Ancak James aramıza girerek beni arkasına sakladı ve Mike'ın konuşmasına izin vermeden sözü o aldı.
"Frank'in yolladığı çipi tekrar incele, en azından bir ipucu bulmaya odaklan."
Mike itaatkar bir şekilde kafa sallasa da James kontrollü bir sesle devam etti.
"Ve gözlerinin odağını değiştir."

Mike ikimizi birden süzdü ve sırıtarak önündeki ekranlara geri döndü. Ona hesap sormak adına James'in arkasından çıkmak için davrandım ancak Lacivert buna izin vermedi. Belimi kavrayıp beni dışarı çıkmaya zorladığında öfkeyle homurdandım.
"Ne oluyor? Yine benden ne saklıyorsunuz?"

Kollarından kurtulmak için debelendiğimde, beklediğimin aksine, beni serbest bırakarak şaşırttı. Benden bir adım uzaklaşarak, karşıma geçti. Ardından parmaklarını saçlarından geçirerek sıkıntılı bir nefes aldı.

"Seninle ilgili bir durum yok."

İfadesi öfkeyle sabırsızlık arasında gidip geliyordu. Bir adım ileri attı, ardından geri. Bakışlarını bir anlığına bacaklarıma kaydırdıktan sonra yüzüme sabitledi ve fikir değiştirmiş gibi tekrar belime sarılarak itirazlarım eşliğinde odamın kapısına kadar beni sürüklemeye başladı. Bana değen bedeni öylesine kasılmıştı ki, bana dokunmanın ona hissettirdiklerini merak ettim. Bu kadar mı kötüydü?
"N'apıyorsun? Bıraksana!" diye ciyakladım ancak beni duymuyor gibiydi. Oldukça da hızlıydı.
Seğiren kaslarının atışını tenimde hissederken, odamın önüne geldiğimizde sabrım taşmıştı.
"Bırak artık!" diye bağırdım.
"Odana gir" dedi sakin bir sesle. Sanki az önce beni sürükleyen, zorla buraya getiren o değildi. Öyle ki ses tonunda kibarlık bile hissetmiştim. Ancak bu sakinlik, bakışlarındaki kararlılığı gizleyemiyordu.
Kaşlarım çatık bir halde ona bakıp, hala kıpırdamadığımı görünce, gözlerini sabır dilenir gibi kapayıp açtı.

"Lütfen," dedi daha yumuşak bir sesle, "daha uygun bir şeyler giyene kadar odana gir."

'Neden bahsediyorsun?' der gibi bir bakış atsam da, gözlerim üzerimdeki kısa geceliğe kayınca şaşkınca kekeledim.

"Bu, bu-nu ben giymedim."

"Biliyorum." dedi gayet normal bir şeymiş gibi.

"Ben giydirdim."

Şaşkınlıkla aralanan dudaklarımı elimle kapattım.
Sabrı tükenmiş gibi odamın kapısını açtı ve tek saniye de kendimi içeride buldum.
Öfkem damarlarımdan yükselirken aynı anda tenimi basan ateş utançtan olmalıydı.

"Sen!" diye bağırdım öfkeyle. Sözcüklerin dilimin ucunda eziliyordu.

"Sana bu rahatlık nereden geliyor? Sen.. Sen, nasıl beni giydirirsin?"

Derin bir nefes çekti ve odaya girdiğimiz anda yüz hatlarının nasıl da değiştiğini fark ettim. Öfkem kesinlikle ona etki etmemişti. Bakışları artık çok daha yumuşak, çok daha lacivertti.

Mantıklı bir cevap beklediğim için kusursuz yüzüne dik dik bakıyordum ancak bana yanıt vermek yerine beni dizlerimin altından kavrayarak kucağına aldı.

"Ne yaptığını sanıyorsun? James! Bırak beni!"

Tenimi saran sıcaklık anında aleve dönüşürken, bu kadar tehlikeli bir adamla böylesine bir yakınlığın beni zehirlediğini fark ettim. Aksi takdirde vücudumun böyle tepkiler vermesi imkansızdı.

İtirazlarım karşısında dudağının kenarı kıvrıldı ama ifadesinden ödün vermedi.
Kısa bir süre içinde yatağımla buluşturulmuştum ve pikem bacaklarımı örtmüştü.

Beni bir bebek gibi yatağıma yatırdıktan sonra eğilerek sıcak nefesini yakınımda hissetmemi sağladı.

"Bazı şeyler hiç değişmiyor." dedi alayla. "Şimdi güzel bir uyku çek, okuldan sonra gitmemiz gereken bir görev var."

Odanın ışığını loşa ayarladı. Kapıdan çıkmadan tekrar bana döndü. "ve bir daha bu şekilde odandan çıkma"

Az önce yaşadıklarımdan sonra hazır cevaplılığım sanki toz olup uçmuştu. Dakikalardır kapanmayan ağzım, hızla odadan çıkıp gittiğinde hala açıktı.

Elimin tersiyle yanaklarıma dokunarak, ateşimi kontrol ettim. Yanıyordum. Utançla pikeyi yüzüme çekerek vücudumun verdiği tepkilere lanet ettim.

Edepsiz aklımı kaçırmama neden olabilirdi...

*
Oturduğum koltukta sabırsız bir şekilde Tobias'ın soruları incelemesini bekliyordum.

İnce çerçeveli gözlüğünü takmış, kahverengi gözlerini hazırladığım sorular üzerinde gezdiriyordu.

Parmaklarımı koltuğun kadifemsi derisine sürterek dikkatimi dağıtmaya çalıştım. Neyse ki soruları Word sayfasına geçirerek çıktı almış, James'in muazzam el yazısının beni ele vermesinden kurtulmuştum.
Yanaklarımın içini ısırarak suçluluk duygumu bastırma çabasına girdim. Edepsiz aklıma gelince, sabahki sahneleri hatırlıyordum ve kafam karışıyordu. Düşüncelerimi Tobias'ın sesi sonlandırdı.

"Gerçekten etkilendiğimi söylemeliyim Beren, sınav kağıdının aksine burada tüm ayrıntıları yakalamış ve en mantıksal çözümleri sunmuşsun." Kağıtlara yüzünde büyük bir keyifle bakıyordu.

"Bu dersten geçtiğim anlamına mı geliyor?" diye sordum heyecanla.
"Elbette, hem de yüksek bir notla." dedi gülümseyerek. Gülümsemesine karşılık verdim çünkü gerçekten iyi notlara ihtiyacım vardı.

İşaret parmağının ucuyla burnunu kaşıdıktan sonra derin bir nefes verdi. Ardından gözlüğünü çıkararak dirseklerini masaya dayadı ve gözlerini bana sabitledi.

"Burada kalıp seninle saatlerce sohbet etmek isterdim ancak bugün çok yoğunum."

Yüzümde gülümsemeyle şaşkınlık arasında gidip gelen bir ifade yakaladığında, konumunu terk ederek ayağa kalktı ve masanın etrafında dönüp, tam karşımdaki koltuğa oturdu. Bana doğru eğilerek, görüş alanımı tamamen kapladı.

"Seninle konuşmak istediğim şeyler var."

Badem gözleri yarı kısık bir şekilde beni süzüyordu. Sessiz olmasını dilediğim bir şekilde yutkunarak gülümsedim.

"Elbette, dinliyorum."

"Bu duvarlar arasında söyleyeceğim şeyler değil." dedi gözlerinin odağını bir an olsun üzerimden ayırmayarak. Üzerime hapsettiği bakışları bir çeşit kafes oluşturmuştu sanki. Ona bakmak zorundaymışım gibi hissediyordum.

"Benimle yemeğe çıkmanı istiyorum küçüğüm"
"Nasıl yani?" dedik tereddütle.
"Dönem bitene kadar bekleyecektim ancak okulun kapanmasına sadece bir kaç gün kaldığı düşünülürse, teklif etmemde bir sakınca yok."

Nefesimi tuttum. Israrcı bakışları sakince yüzümde dolanıyordu. Etkileyiciydi. Ona hayır demek imkansız gibiydi. Yemeğin amacını sormak istesem de kayıtsız şartsız kabul etmem gerektiğini hissediyordum.

"Tobias," diye söze başladım ancak parmağını kaldırarak beni durdurdu.
"Şimdi bir cevap verme, sana yeri ve zamanı bildireceğim, orada olmanı bekliyor olacağım." Çarpık bir şekilde gülümseyerek tekrar ayağa kalktı.

Dudaklarımdan çıkan tek sözcük "Peki." oldu.

*

Önümde uzanan eğlence parkının girişine baktım. Oldukça büyük ve korkutucu görünüyordu. Aslında küçüklüğümden beri lunaparkları severdim. Her ne kadar yükseklik korkum olsa da, annemin Çetin ile beni bu parklara götürdüğünü hatırlıyordum. Çetin'in o zamanlarda bile işkence ederek beni korkuttuğu, ancak çocuk aklımla, tüm bunların oyun olduğunu düşünerek ona kızmadığım zamanları hatırladım. Midemdeki acı kasılmayla terleyen avucumu yırtık kotuma sildim.

Buraya nasıl geldiğimizi bile anlamamıştım. James her zamanki gibi görevle ilgili düzgün bilgi vermemişti. Tobias'ın yanından ayrıldığım anda önümde beliren simsiyah bir arabaya binerek buraya ulaşmıştım. Şoför koltuğunda oturan Edepsiz'i gördüğümde içimde oluşan rahatlamaya anlam veremesem de, bu durumu günlerce birlikte olmanın verdiği aşinalığa yormuştum.

Üzerimdeki yırtık kotun ve salaş tişörtün göreve hiç de uygun olmadığını belirtsem de cevap vermemişti. Şayet görev yerimiz burası ise önemi yok diye düşündüm o an ben de. Bilet sırasından çıkan James, sıcak bir gülümsemeyle bana baktı. Sanıyorum görev başlamıştı.

Üzerinde koyu renk bir kot ve iri cüssesini ortaya çıkaran siyah, ben güçlüyüm diye bağıran bir tişört vardı. Saçları yine serseri kıvrımlarını ortaya sermiş, karşıdan görene dokunma isteği yaratacak kadar çekici görünüyordu. Bu adamın her haliyle büyüleyici görünmesi kanıma dokunuyordu.

Bakışlarımı farklı yöne çevirerek onu böylesine incelediğimi görmesin istedim. Ancak o derinleşmiş bir gülümsemeyle yanımda belirdi.

"Gördüklerin seni memnun ettiyse gidelim mi sevgilim?"
Kendimi tokatlayasım geliyordu. Bu adamdan habersiz nefes bile alamayacak mıydım?

"Benim kıyafetlerim görev için uygun değil." dedim kısık ama kızgın bir sesle.

Bunu neden söylediğimi bilmiyordum. Bu kadar iyi göründüğü için onu kıskandığımdan mı yoksa yanımızdan geçen bir kız grubunun gözlerini ondan alamayışından dolayı mı, bir fikrim yoktu.

Tişörtten açıkta kalan omzuma ince parmaklarını değdirerek gülümsedi. Dokunuşu tenimin karıncalanmasına neden oluyordu. Omzumu silkerek ondan uzaklaşmaya çalıştım.

"Ne giydiğin önemli değil. Çok güzelsin, Milen."

Sözlerini yansıtan lacivert gözleri, ay ışığında denizin aldığı renk kadar heyecan verici ve bir o kadar da huzur doluydu. Bir süre bakışlarında takılı kalsam da yapmacık bir şekilde gülümsedim.
"Bu akşam da mı Milen olacağım?"

"Allen'ın yanında hep Milen olacaksın." dedi göz kırparak. Belime sarılıp eğlence merkezinin girişine yönelmemizi sağladı.

Ama ben hala az önceki anı düşünüyordum. Sanırım Edepsiz bana göz kırpmıştı. Doğru gördüğüme emin olmak için tekrar yüzüne baktım. Oldukça huzurluydu. Pek de tetikte gibi görünmüyordu.
"İyi de" dedim duraksayarak.
"Senin Allen olduğun bir göreve gitmiştik"
Tek kaşını kaldırdı. "Ben çoğu görevime Allen olarak gidiyorum."
"Hayır" dedim zihnimdeki bulanıklığı çözmeye çalışarak. "Bu görevde ben, bendim, Beren'dim." Midem kasılınca hafiften duraksadım. Zihnimi tekrar zorladım.
"Arabistan" dedim zorlukla. Aynı anda başıma nefesimi kesen bir ağrı saplandı. Başımı tuttum.
James tutuşunu sıklaştırdı. "İyi misin?" dedi endişeli bir sesle. "Olmuyor" dedim güçlükle. "Hatırlayamıyorum." Alnımı ovuşturdum. "Sanki çok önemli bir şey var ama..." sesim kısıldı. Kafam patlayacak gibiydi. Başımı iki elimin arasına aldım. James sıkıca bedenimi sardı.
"Hiştt, tamam. Hiçbir şey düşünme. Kendine izin ver." Omuzlarımı kavrayıp yüzüme odaklandı ve beni yavaşça bir banka oturttu.
"Bana bak sevgilim" dedi tatlı bir sesle.
"İyisin" yanağımı okşadı. "Şimdi derin nefesler al." Başımı sallayıp dediğini yaptım. Ağrı hafifçe azaldı. "Bugün hiçbir şey düşünme." Dedi tatlı sesini koruyarak. Birkaç dakika daha kendime gelmem için bana izin verdi. Bu anlar boyunca elimi hiç bırakmadı. Nihayet iyi olduğuma kanaat getirince oturduğumuz banktan kalktık.
Turnikelerden geçtikten sonra bizi karşılayan bir kaç görevli fotoğraf çekilmek isteyip istemediğimizi sordu, ben hayır demeye hazırlanıyordum ki James gülümseyerek, "Elbette," dedi ve beni de beraberinde çekip panonun önüne yönlendirdi.
Bir an için 'neler oluyor' diye düşündüm. Edepsizle fotoğraf çekiliyordum? Aklımın ucundan bile geçmeyecek bir ihtimaldi bu. Kafa karışıklığımı anlamış olacak ki, yüzünü benimkine yaklaştırarak güldü.
"Gülümse sevgilim."
Flaşlar ardı ardına patlarken, gülümseyememiştim. Muhtemelen suratımda koca bir şaşkınlık ifadesiyle fotoğraflanmıştım.
Girişi geçip, yürümeye başladığımızda, üzerimdeki şaşkınlığı silkeleyerek James'e döndüm.
"Ee şimdi ne yapacağız? Görev nedir? Hedef kim?" bir yandan hızlı hızlı yürüyor aynı anda da sorularımı sıralıyordum.
Elimi kavrayarak beni durdurdu. Ilık dudaklarıyla elimin üzerine bir öpücük kondurduktan sonra gözlerimin içine baktı. Ben yine hipnotize olmuş halde, ne yapmaya çalıştığını anlamakla uğraşıyordum.
"Hedefimiz buraya çocuklarıyla geldi, o yüzden sana kim olduğunu göstermeyeceğim, görünce sempati besleme olasılığın çok yüksek. Biz sadece onu izleyeceğiz, kaç kişi tarafından korunuyor, korumaları ne kadar profesyonel görmem gerekiyor."
"Senden sadece Milen Todorka olmanı istiyorum. Benim güzel ve sadık sevgilim." Elimi bırakmadı ancak diğer eliyle de saçımın bir tutamını okşayarak geriye attı.
Kafa sallayarak dediklerini onayladım. Bu sözleri görev için sarf etmiş olsa da, derinlerde bir yerde samimi geliyordu.
Tuttuğu elimi daha sıkı kavradı ve tekrar yürümeye başladık.
"Nereye gidiyoruz?" dedim gülümseyerek.
"Eğlenmek için buraya gelen bir çiftin yapacağı şeyleri yapmaya, şu mavi trenden başlayabiliriz."
"James," dedim tereddütle, "benim yükseklik korkum var."
"Biliyorum." dedi ve tekrar durdu. Elimi bırakarak, yanaklarımı avuçları içine aldı.
"Ben yanındayım, burada bineceğimiz hiç bir alet tehlikeli değil, hepsinin kontrolleri gerçekleştirildi. Sadece gözlerini kapa ve eğlenmeye bak. Hatta görevi bile unut. Lunaparklardan hoşlandığını biliyorum."
Sözleri o kadar yumuşak, o kadar sıcaktı ki, avuçları arasında kalan yüzümü kurtarmaya gerek duymadan gözlerimi kapadım ve sessiz bir onay verdim.
Dakikalar sonra, hız trenine biniyorduk. Aslında eğlence merkezi oldukça kalabalıktı ancak James Vip bilet alarak sıra beklememizi önlemişti. Hazırlıklar tamamlanıp, tren hareket etmeye başladığında kalbim delicesine çarpıyordu.
Elimde hissettiğim sıcaklıkla James'e döndüm ve sakinliğini kıskandım. Normalde göründüğü kadar ifadesiz olmasa da oldukça sakindi. Tren yavaşça bir tepeyi tırmandığında gözlerimi kapayarak dişlerimi sıkmaya başladım. James elimi daha fazla sıktı ve fısıldadı. "Gözlerini aç, çok yüksek değil."
Hayır, çok yüksekti! "Ço-çok yüksek" diye kekeleyince, sağ koluyla bedenimi sardı. "Seni tutuyorum, hiçbir şey olmayacak."
Cümlesi bittiği anda hızla zirveden aşağı inmeye başladık. Çığlığımı serbest bırakıp delicesine bağırmaya başladığımda, James'in kahkahalarını işittiğime yemin edebilirdim. Tren o saniyeden sonra o kadar hızlı ilerlemişti ki, durana kadar çığlık attım ve bittiğinde bana kocaman gülümseyen bir Edepsiz'in kollarında olmak hiç de sağlıklı değildi.
"Nasıldı?" diye sordu yumuşak bir tonla.
Bir süre adrenalinin verdiği etkiyle şaşkınca yüzüne baktım. Kanım kaynıyor, kalbim çarpıyordu ve canlı hissediyordum.
"Sanırım muhteşemdi James" diye cevap verdim heyecanla.
Ancak çığlığımla beraber parmaklarıyla dudaklarımı örttü. Gülmekle gülmemek arasında kalmıştı.
"Şştt sakin ol küçük canavar." Sonra kulağıma yaklaşarak fısıldadı, "Bugün bana T.J. demen daha sağlıklı"
Yaptığım hatayı anladığım anda gözlerimi kocaman açtım. Ancak o sorun olmadığını belirtircesine belimden tutarak beni ayağa kaldırdı.
Çıktığımız anda, duraksayarak kısa bir süre etrafı taradı. Ne yaptığını tahmin ettiğim için ne olduğunu sormadım, sessizce analizini bitirmesini bekledim.
Elimi hala sıkıca tutuyordu. Birden aceleci adımlarla olduğumuz yerin tam tersi istikametine yürümeye başladı. Ekstra çaba sarf ederek ona yetişmeye çalıştım. Bu defa normal girişi kullanmak yerine arka taraftan dolandık, ses çıkarmadan ona uyum sağladım.
Arkadaki girişi kullandıktan sonra loş bir koridora ulaştık, eliyle bana dur işareti yaparak etrafı kontrol etti. Sonra hızlı ve sessiz bir şekilde ilerideki kapıya ulaşıp, kapıyı açtı. Zifiri karanlık bir yerdi burası. Ben hiç bir şey göremiyordum ancak o ne yaptığının gayet farkındaydı.
Bir an odada yalnız olmadığımızı hissettim. İnsanların fısıltılarını duyuyor, nefeslerini hissedebiliyordum. James gerginleştiğimi hissetmiş olacak ki, beni yanına çekti. Aynı anda önümüzde sinema ekranı gibi bir ekran belirdi ve onun yaydığı kısmi ışık ile bir oda dolusu insanla aynı ortamda olduğumuzu gördüm.
Ekran renklenirken minyatür bir çocuk konuşmaya başladı. "Fatih'in Rüyası" adı verilen kano gezisine geldiğimizi onun öncesinde ön bilgilendirme sunumunu izlediğimizi çok sonra anladım. Osmanlı ve dünya tarihinden bahseden, Türkiye'de bulunan önemli yapıtları anlatan sunum etkileyiciydi. Sunumun ortasında bir süre ortam tekrar karardı. James beni tamamen kendine çekerek, tam arkama geçti ve belimi sardı. Şimdi çenesi omzumdaydı. Kulağıma tekrar eğilerek fısıldadı. "Korumaları burada, bu şekilde durmamız hem daha güvenli hem daha inandırıcı."
O an kalbimin atışını, bu kadar yakın olmamıza mı yoksa görevin verdiği tedirginlik ve adrenaline mi yormam gerektiğini bilemedim. Sessizce kafa salladım ancak enseme vurup saçlarımın arasına karışan nefesi delicesine dikkatimi dağıtıyordu. Beni bu kadar etkilemesinden nefret ediyordum. Bu düşünceyle sanki zihnim açılmıştı. Göğsümü döven kalbime karşılık, zihnim oradan kaçmamı emrediyordu. Gözlerimi kapayıp kafamdaki çatışmanın bitmesini bekledim. O sırada videonun sonu geldi ve ışıklar açıldı. Bedenimi Edepsiz'den ayırarak, yan tarafına geçtim. Bu ani değişimim karşısında gözleri kısıldı. Ama hemen rolüne bürünerek gülümsedi.
"Tarihiniz çok etkileyici."
"Biliyorum."dedim ters bir şekilde, "Sizin gibi yüz yıllık tarihle tüm dünyayı kontrol etmeye çalışmıyoruz."
Dudakları kıvrılarak gülümsedi. "Ben sadece Amerikalı değilim Milen, köklerim Kelt dönemlerine de dayanıyor. Yani benim tarihim de sizinki kadar eski."
Bunu söylerken kanoya binmeme yardımcı oluyordu. Kaşlarımı çatarak söylediği şeyi düşündüm. Daha önce İrlandalı olacağı aklıma gelmemişti. İrlanda'nın en çok merak ettiğim ülkelerden biri olması ironisi bir yana gerçekten saygı duyduğum bir tarihleri vardı. Kafa karışıklığı içinde koltuğa yerleştim.
Yanıma oturduktan sonra hareket ettik. Kanonun en arka sırasında oturuyorduk. Önümüzde iki aile bir de çift vardı. Teknenin yavaş hareketleri eşliğinde karanlık bir yere girdik.
Gördüklerimden etkilenmemek elde değildi. Minyatür bir İstanbul inşa edilmişti ve fetih tarihini anlatan ayrıntılar anlatılıyordu. Her geçtiğimiz nokta birden aydınlatılıyor, minyatür askerler sesli bir şekilde hareket ediyor, kimisi fetih için hazırlanan topları hazırlıyor, kimisi yük kaldırıyor, kimisi malzemeleri taşıyordu.
İlgiyle onları izlerken, James'in yanıma yaklaştığını hissettim. Yüzündeki ciddiyet gerilmeme neden oldu. Zarifçe kolunu kaldırarak, elini suya yaklaştırdı ve ince parmaklarıyla suyun üzerinde bir yol çizdi. Heyecanla onu izlerken, içimde korku fitili de ateşlenmişti. O sırada geçtiğimiz noktada ışıklar söndü ve kano yeni noktaya ilerlemek üzere hareket etmeye devam etti. Her an sudan birisi çıkacakmış gibi hissediyordum. James eğlen demişti ancak ben daha çok acımasız bir gerilim filminin ortasında sıkışmış gibiydim. Minik hareketlerle ben de ona yaklaştım.
Tepkilerini anlamak adına karanlık da olsa James'in yüzüne bakmaya başladım. O anda tam da fetih anındaki sahneye denk gelmiştik. Toplar havada uçuşuyor iki düşman gemi birbirine yaklaşmış savaş veriyordu. James'in karanlıkta kalan gözleri, ışıklarla beraber muhteşem bir renk cümbüşünün hayali yansıması gibi parladı. Etrafta dolanan renkler gözlerinde şiirsel bir hale gelmişti. Yüzüne vuran ışıklar, hayran olunası çehresini bambaşka boyuta taşıyordu. Gerginliğimi unutarak bir süre gözlerimi ondan ayıramadım. Harelerinin içinde dans eden renkler inanılmazdı.
İzlendiğini fark ederek bana döndüğünde, kendimi yakalanmış hissettim ancak başımı başka bir yöne çeviremedim. Gözlerini gözlerimin içine, tam merkezine sabitlemiş gibiydi. Garip bir andı. Anlatamayacağım, hatta kendi kafamda betimleyemeyeceğim kadar garip. Sanki etrafta tüm sesler susmuş, sadece biz kalmıştık. Ağır çekimde ilerliyor, zamanı lehimize çeviriyorduk. Diğer minyatür sahneye geçene ve yeni bir karanlık hakim olana, yüzüne gölgeler düşene kadar gözlerimi çekme cesareti gösteremedim...
Ortam karardıktan sonra, aramızdaki mesafeyi biraz açarak derin nefesler aldım. O ana kadar nefesimi tuttuğumu bile fark etmemiştim. Bugün ne kadar erken biterse benim için o kadar iyi olacaktı.
Kanodan indikten sonra havanın iyice karardığını fark ettim. James'in yüzünde sevecen bir ifade olsa da tetikte olduğu belliydi. Elimi sıkıca tutarak, yine bir tarafa doğru yürümeye başladı. Hala soru sormuyor, sadece onu takip ediyordum.
Yine kapalı bir alana gittiğimizi görünce derin bir nefes aldım. Kapalı alan demek onunla yakınlaşmak demekti.
Korku tüneline benzeyen bir yere girmiştik. Bir çeşit alete biniyorduk ve yapmamız gereken o aletin geçtiği yerlerdeki ışıklı noktaları vurmaktı. Bunu bir çeşit oyun gibi görerek heyecanlanmıştım. Elimle silahı alarak heyecanla tetikte bekledim. James ise gayet rahat bir tavırla önündeki iki silahı da alarak oyuncağın hareket etmesini bekledi. Ben elimden gelenin en iyisini yaparak ışıklı canavarları vuruyordum ancak elindeki silahlar James'e yetesiz geliyor gibiydi. İki silahı birden ustaca kullanıyor bana vuracak alan bırakmıyordu. Oyunun sonuna geldiğimizde homurdanarak silahımı bıraktım. Silahların önündeki mini ekranda yazan puanlara bakılırsa James benim dokuz katım kadar fazla vuruş yapmıştı.
Çıkışa geldiğimizde görevli gülerek yanımıza geldi. "Merhaba, sizi tebrik ediyorum, oyunda rekor kırdınız, sanmıyorum ki bu rekoru biri daha geçebilsin." James sadece başını salladı ben de nezaketen gülümsedim.
Görevli elindeki fotoğrafı uzattığında James'in gerildiğini hissettim.
"Buyrun, bu da rekorunuza karşılık hediyemiz."
James'in gergin koluna girerek ondan önce fotoğrafa uzandım ve çığlığı bastım.
"Aman Allah'ım berbat çıkmışım, halime bak!" James'in gergin kolu gevşerken benim gibi fotoğrafa uzandı ve gülmeye başladı. Fotoğrafta o gayet cool bir şekilde hedefleri vururken bense son derece rezil bir ifadeyle vurulacak hedef arıyordum.
Görevliye "Teşekkürler." dedi ve dışarı çıktık.
Dışarıya çıktığımızda elini tutmayarak kollarımı göğsüme doladım.
"O fotoğrafı almak zorunda mıydın?" Cevap vermek yerine dudaklarını sola kıvırarak gülümsedi. Kollarımı çözmeyeceğimi anlayınca belime sarılarak "haydi" dedi.
O etrafı izlerken ben de keyifsiz bir şekilde yanında yürüyordum. Ok atarak oyuncak kazanılan standın önünden geçiyorduk. Orayı işaret edip alayla söylendim.
"Bence bunu da denemelisin. Bakalım bunda nasıl bir rekor kıracaksın bay inanılmaz."
Başını yana eğerek gülümsedi.
"Senin için oyuncak kazanmamı da ister misin?"
İsterdim. Gerçekten sevgilim olsa, tüm bunlar oyun olmasa, elimi sahiden tuttuğunu bilsem isterdim ancak bazen fazla gerçekçi gelse de, Edepsiz'in zehirli olduğunu, her şeyin bir oyun olduğunu biliyordum.
"Durma, dene" dedim alayla. "Ne de olsa sevgili rolündeyiz ve benim için oyuncak kazanman en normal davranış."
Tekrar gülümsedi ve dakikalar sonra ikimizin de kucağında taşıyamayacağımız kadar çok oyuncak vardı.
Aralarından sadece minik beyaz bir tavşanı seçerek geriye kalan oyuncakları görevliye verdik ve oradan geçen çocuklara vermesini rica ettik.
Geriye dönerken bu defa Boxer'ın önünden geçiyorduk.
"Denememi ister misin?" diye sordu.
Sesi gayet ciddiydi. Bir an, ne kadar iyi olduğunu göstermek için bunu sorduğunu düşündüm ancak onda egoya dair hiç bir şey yoktu.
"Hayır." dedim tek kaşımı kaldırarak. "Bunda da aşılmaz bir rekor kırarsan herkes senin uzaylı olduğunu düşünecek ve normal bir çift rolümüzden tamamen sapacağız."
O da kaşını kaldırdı ve gülümsedi. "Haklısın, haydi şimdi seni eğlendirecek bir şeyler yapalım."
"Görev bitti mi?" diye sordum şaşkınlıkla.
"Hayır, hala buradalar ancak yemek yiyorlar, biraz vaktimiz var."
O söyleyene kadar acıktığımı fark etmemiştim ancak o an bir şey demeyerek eğlenme fikrini kabullendim.
Parkın üst tarafına doğru yürüyerek Saray Salıncağı'na ulaştık. Buradaki çoğu alete daha önce binmemiştim ancak salıncak benim için çok daha özeldi. Lunaparka gittiğimiz zaman zincirlerin sağlam olmadığından bahsederek annem hiç bir zaman bu salıncağa binmeme izin vermemişti.
Heyecanla en yakın salıncağa binerek bekledim. James de yanımdaki salıncağa binerek beklemeye başladı. Rahat görünüyordu. Alet hareket etti ve yükselip hızlanmaya başladı. İçimde minik kelebekler uçmaya başlarken ben de uçuyor gibi hissediyordum. Gülümseyerek ellerimi havaya kaldırdım ve rüzgarın parmaklarım arasında dans etmesine izin verdim.
Bu muhteşem bir histi. Bir an James'e bakma isteğiyle ona döndüm. Ben oldukça eğlenirken onun yüzünde ifadesizliğinin içine gizlenmiş bir şeyler olduğunu seçebiliyordum.
"Ne oldu?" diye bağırdığımda ona baktığımı fark etti, yüzünü buruşturarak saniyeler içinde normal ifadesine döndü ve gülümsemeye başladı. Alayla başlayan gülümsemem kahkahaya dönüştü.
"Aman Allah'ım Bay Allen, mideniz mi bulandı?" diye gülmeye başladım. Onun kadar yenilmez ve güçlü bir adamın salıncakta midesinin bulanacağı aklımın ucundan geçmezdi. Salıncak sefam bitene kadar ona gülmeye devam ettim.
Tur bittiğinde inmeme yardımcı olurken hala sırıtıyordum.
"Çabuk toparladınız bay Allen."
Burnundan bir nefes vererek elimi tuttu. Onunla alay etmem hoşuna gitmiş gibi görünmüyordu. Görevde olduğumuzu hatırlayarak içimden gülmeye devam ettim ve acıktığımı söyledim.
Yemek yemek üzere parkı turlarken, su kayağını görünce heyecanla atıldım.
"Yemekten önce şuna da binebilir miyiz?"
"Islanacağız?" dedi kaşlarını havalandırarak.
"Olsun." diye gülümsedim. "Salıncaktan sonra en çok binmek istediğim şey buydu."
Lacivert hareleri hızla değişirken yüzünde sıcak bir gülümseme oluştu. Allah'ım inanılmaz rol yapıyordu. Bu bakışıyla mideme giren kramp da ona inanmaya yakın olduğumun göstergesiydi. Tüm bunların oyun olduğunu bir kez daha hatırlattım kendime.
Heyecanımı sabit tutmaya çalışarak teknelerden birine bindik. Bu sefer en öndeydik. Tekne yavaşça ilk tepeyi tırmanmaya başladı.
Suyun klorlu kokusu burnuma dolarken, bu macerayı hava aydınlıkken de yaşamak istedim. Tekne kendini aşağı bırakırken tüm kano çığlığa boğulmuştu. Elbette aralarında ben de vardım. Suyla buluştuğumuz anda, baştan aşağı ıslandığımı hissettim ve kahkaha atmaya başladım. James de benimle birlikte kahkaha atmasa da gülümsüyordu.
İkinci yüksek tepeye çıktığımızda, bunun öncekinden daha dik olduğunu fark ederek sıkıca tutundum.
Çığlıklarla suya indiğimizde bu sefer çok daha fazla ıslanmıştık ve her tarafımızdan sular damlıyordu. Ben hala kahkaha atıyordum.
Tekneden inip çıkışa yönelirken James duraksadı. Kaşları öyle hızlı çatıldı ki, ne olduğunu merak ettim. Gözlerimi onun odaklandığı noktaya çevirdiğim anda yanaklarım utançla kızardı. Tişörtüm sırılsıklam olmuş, içimde ne var ne yok ortaya çıkarmıştı. Panikle üzerime yapışan tişörtü çekiştirerek bu görüntüden kurtulmaya çalıştım.
James tıslayarak beni kendine çevirdi ve kollarını etrafıma sardı. Amacı dışarıya görüntü vermemi engellemekti.
"Başka renk giyemedin mi içine?"
"Efendim?" dedim, ben de ona sokularak.
"Kırmızı'dan başka renk bulamadın mı?" dedi öfkeyle.
Utancım ikiye katlanırken yanaklarımın rengini tahmin bile edemiyordum.
"Nereden bileyim bu kadar ıslanacağımı? Ya da en başından buraya geleceğimizi?" dedim inleyerek.
"Lanet olsun!" diyerek hızla üzerindeki tişörtü çıkardı ve dikkatle üstüme geçirdi. İtiraz bile edemeden kollarımı kaldırmış, ıslaklığımı kapamasına izin vermiştim. Ancak şimdi de o yarı çıplak kalmıştı. Yarı çarpıcı çıplaktı. Enfes, nefes kesici. Ne diyordum ben?
Bir an gözlerimi kapayıp derin bir nefes aldım.
"Ne yapıyorsun? Herkes bize bakıyor!"
Herkes gerçekten bize bakıyordu. Daha doğrusu James'in çarpıcı görüntüsüne odaklanmışlardı.
Arkamızdaki yılışık bir grup ıslık çalıp tezahürat etmeye başlamıştı bile. Kimisi James'i beni böylesine sakındığı için kutlasa da ıslıkların çoğunun mükemmel gövdesine geldiğinden emindim.
Sinirle yanından kolundan kurtulup, çıkışa yöneldim. "Bekle," dedi belimden kavrayarak. Kolları sırtımı sararken beni kendine yaklaştırdı. Çıplakken kokusunu daha çok hissediyordum. Sanki teninden ayaklanıyor ve somut bir ziyaretçi gibi benim tenime değiyordu.
"Dikkat çekiyorsun." dedim onun sözlerini kullanarak. Kızgındım. Beni rezil edip kendini de teşhir etmişti.
"İnsanlar sadece sevgilisini delice kıskanan bir genç adam görüyorlar."
Yanağımı okşadı, sonra da gülümseyerek "Kıskandın mı sevgilim?" dedi.
Yüzüne karşı oflayarak tekrar yürümeye başladım. Ama o yine benden önce davranarak çıkışta yer alan kurutma makinelerinden birine girmemizi sağlamıştı. Önümde perde görevi görerek tişörtüm ve iç çamaşırım kuruyana kadar bekledi. Ona sırtımı dönerek utançla düştüğüm hali düşündüm. Bu adam karşısında hiçbir özelim kalmamıştı. Abim desem değildi, sevgilim hiç değil. Yüzümü buruşturarak bu iki fikri de kafamdan uzaklaştırdım. Beynim çorbaya dönmüştü.
Biraz daha kuru hale geldiğimizde ikimize de bir tişört aldı ve üstümüzü değiştirdik. Şimdi ikimizde aynı formda iki siyah tişört giyiyorduk.
Bir yerde oturmak yerine elimize sosisli ve içecek alarak yürüyerek yemeye başladık. Edepsiz her an tetikteydi. İtiraf etmek istemesem de eğlenceli bir gün olmuştu. Saat gece onu geçiyordu ve eğlence merkezinin yakında kapanacağı anonsu yapılıyordu. Çıkışa doğru yürüyorken bana döndü.
"Şuan hedef ayrılıyor, biz de dönebiliriz istersen." Gayet düz bir şekilde sorduğu soru karşısında verecek değişik bir cevabım yoktu.
"Tamam." diye onayladım.
Ancak çıkmadan önce sağımızda kalan Roller Coaster'a bir bakış attı ve sonra da bana döndü.
Kafamı olumsuz anda sallayarak hissiz bir şekilde güldüm." Asla. O şeye asla binmem!"
Elini uzattı. "Gel hadi, gerçekten çok eğlenceli." Sesi yumuşacıktı ama yine de beni ikna edemezdi.
"Hayır! Ne kadar yükseğe çıktığını görmüyor musun? Yetmezmiş gibi bir de en tepeye inşa etmişler." Sesim dehşet içindeydi. Bu sefer yanıma yaklaşarak belimden tuttu. Kokusu anlık bir hipnoz etkisi yaratsa da o korkuyla çabucak kendime geldim.
"Sadece 25 saniye sürüyor, ne olduğunu anlamayacaksın bile."
James vazgeçecek gibi durmuyordu. Ona güvenmeyi seçerek elini tuttum ama neredeyse titriyordum. Belimle beraber omuzlarımı da kavrayarak beni iyice kendine çekti.
"Korkma." dedi gülümseyerek.
Birkaç dakika sonra emniyet kemerlerimiz takılmış, trenin hareketi için bekliyorduk. İçimden bildiğim duaları okumaya başlamıştım bile. Tren hareket etmeye etti ve saniyede 100 km hıza ulaşan bu çılgın alet hızla en yüksek rayı çıkarken, çığlık atmaya başladım. Rayların doruk noktasına tırmanan tren ışık hızıyla inmeye başladığında, ruhumu teslim ettiğimi, bedeniminse rüzgarla beraber kaybolduğunu düşündüm. Öylesine süratli ilerliyorduk ki çığlığım havada asılı kalmıştı. Defalarca ters döndük. Ben usanmadan çığlık atmaya devam ettiğim için ve tren durduğunda hala çığlık attığımı fark etmeyecek kadar kaptırmıştım kendimi.
James muzip bir ifadeyle bana bakıyordu ama o kadar adrenalin yüklenmiştim ki, hala nefes nefeseydim.
Emniyet ekipmanlarımız otomatik olarak açıldığında ayağa kalkmak istedim ancak dizlerim titriyordu. Halimi fark ederek beni kendine çekti ve yürümem için destek oldu. Yüzünde hala o muzip ve tatlı ifade olduğunu görünce dayanamayıp konuştum.
"İlk bindiğimiz tren hiç bir şeymiş dedim." Şok içinde. "Bir an kalbimin duracağını sandım." Gülümsedi ama gülümsemesinin içinde ufak bir ciddiyet sezdim.
"Kalbinin durmasına asla izin vermem." dedi mırıldanarak.
Söyledikleri karşısında bir an duraklasam da zihnim sadece rol yapıyor diye hatırlattı. Çıkmadan önce önümüzde kahkahalarla gülen grubun nereye baktığını merak ettim. Tren yolculuğu esnasında çekilen fotoğraflara gülüyorlardı. Merakla bizim fotoğrafımızı aradım. Fotoğraf rayların en yüksek noktasından inerken çekilmişti.
Halimi görünce bu sefer ben de kahkaha attım. Saçlarım havadaydı, ağzım açık deli gibi çığlık atıyordum ve gözlerim kapalıydı. Ancak ilgimi çeken yanımda oturan ve o yükseklikte bile bana bakan, ve kahkaha atan James'ti. Doğru gördüğüme emin olmak için fotoğrafa iyice yaklaştım. Evet, muhteşem bir gülüş sergilemiş, ben tamamen dağılmış haldeyken o, alnına düşen saçlar ve muhteşem gülüşüyle sadece daha yakışıklı görünüyordu.
"8. Karedeki fotoğrafı alabilir miyim?" dediğimde ne düşündüğümü ben de bilmiyordum. Belki Edepsiz'le geçen bu değişik gün için anı olarak saklayabilirdim.
James benden önce davranarak fotoğrafın parasını ödedi ve eğlence merkezinden çıktık. Çıkmadan önce girişte çekildiğimiz fotoğrafı almayı da unutmadı. Fotoğrafın arkasına sevgili olduğumuzu ilan eden bir fon eklemişlerdi. Ve tahmin ettiğim gibi oldukça şaşkın çıkmıştım.
James fotoğrafa bakıp gülümsedi. "Sanırım bu fotoğrafı Allen'ın sosyal medya hesaplarında paylaşmam gerekecek."
"Gizli kimliğinin bir de sosyal medya hesapları mı var?" dedim hayretle.
"Eh, dünyanın sayılı bilyonerleri arasındaysan bir şekilde gözle görünür olman gerekiyor."
İçimdeki merak duygusu ağır bastığı anda midemde bir bulanma hissettim. Sanki ona yaklaştığım her an, zihnim fiziksel olarak bana engel olmaya başlamıştı. Belki de düşündüğüm gibi beni zehirliyordu.
"Kendimi iyi hissetmiyorum" dedim sıkıntıyla. Halsiz ve takatsiz hissediyordum. "Mahzene dönebilir miyiz?"
"Elbette." dedi sakince. Ancak gözlerindeki telaşı görebiliyordum. Düşünme diye uyardı zihnim. Onu düşünme. Midemin daha çok bulandığını hissettim.
*
Yol boyunca James'in defalarca beni kontrol ettiğini fark etmiştim. Mahzene vardığımız an Jenny'nin kontrolünden geçtim. Ancak bir sorun yoktu.
Jenny yine fiziksel bir durumun söz konusu olmadığından ve durumun stresten kaynaklanabileceğinden bahsetti.
Halsiz bir şekilde yatağıma uzandım. James uyuduğumdan emin olana kadar yanımdan ayrılmadı. Kendini rolüne fazla kaptırmış olmalıydı. Ancak bunu düşünecek kadar halim bile yoktu. Bir süre uyumuş olmalıyım ki telefonumdan gelen mesaj sesiyle uyandım. Mesaj Tobias'dandı.
"Les Amours, yarın saat 19:00. Seni bekliyor olacağım küçüğüm. Sevgiler, Tobias."
Mesajı görünce biraz olsun geçen mide bulantım geri döndü. Yine sıkışmışlık hissi tüm hücrelerimi sardı. Oraya gitmeli miydim? Ondan da önemlisi James'e söylemeli miydim? Görev için bir fırsat ya da önemli bir durum olabilirdi. Aklım kendi başıma hareket etmem için teşvik etse de, bugünden sonra James'e ihanet ediyor gibi hissediyordum.
Ona haber vermek en mantıklısıydı. Ya da bilmiyordum.
Odasına yaklaştığımda, yine Mike ile sohbet ettiğini düşündüm. Çünkü Mike'ın odayı inleten kahkahası dışarıdan bile duyuluyordu.
"Yani bunun bir görev olduğunu mu söylemiş ?" diyerek güldü tekrar Mike.
Ona cevap veren Sofia'nın sesini duyduğumda dondum kaldım.
"Görünüşe bakılırsa öyle. James'in elinde eğlence merkezinde çekilmiş bir fotoğraf olmasa benim de aklımın ucundan geçmezdi. Bir açıklama yapmadı ama Beren'in onunla gitmesi için görev olduğunu söylemesi gerekirdi diye düşünüyorum."
"Olsun" diye cevap verdi Mike. "Keşke onları öyle görebilseydim. Desene James'in eğlence anlayışı varmış."
Sofia kapıya doğru dönerek hafifçe iç çekti. Bir an beni gördüğünü düşündüm ancak başını diğer tarafa çevirince görmediğini anladım.
"Zavallı Beren, onun için çok üzülüyorum."
Yaslandığım kapıdan uzaklaşarak boğazıma kadar yükselen safrayı bastırdım. Nasıl bir oyun oynuyorlardı? Edepsiz benden ne istiyordu. Sofia bile bana acıyordu. Bense yaşadığım tüm karmaşaya, ona beslediğim tüm nefrete karşı Edepsiz'e güvenmeyi seçmiştim. Midemin bulantısına, başıma aniden saplanan ağrı da eklenince bir an soluksuz kaldığımı hissettim. Soyut bir işkence çekiyor gibiydim. Kanım çekilmiş, ruhumun nefesi kesilmişti. Parmaklarımı yavaşça hareket ettirerek cebimdeki telefonu çıkardım.
Ona göstermek üzere olduğum mesaja girip cevaplaya bastım.
"Orada olacağım. Sevgiler, Beren."

Continue Reading

You'll Also Like

783K 46.2K 66
"Hiç bir aile karesinde yerim yokmuş ki benim" Ben Buse. Buse Yalın olarak doğmuştum ve şimdi Buse Gamzeli olarak ölecektim. Bu ruhu ölmüş, bedeni ya...
537 66 7
HAZAN AVCI VE ARAF KARADAĞ Hazan 10 yaşında ailesini kaybeder ve abisiyle beraber babaannesiyle kalırlar. Yanlızlığın ve kimsesizliğin mahkumu olan H...
4.3K 236 10
İntikamın gölgesinde kaybolan bir ruhun zaferi içsel bir yıkımın başlangıcıydı... Savaşı kazanmıştı. Ama kim? Uzaklarda onu kahkahalarla izleyen şey...
500K 45.5K 67
IMMATURA Serisinin ikinci kitabıdır. UYARI: Bu kitabı okumadan önce lütfen Mavi Ay kitabını okuyunuz! Zannettiğiniz kişi olmadığınızı hatta bir i...