Bulvar

By denizyolcusu

234K 25.5K 6.2K

Görünmez bir adamın son derece sıradan hayatı, çekimine kapılarak peşinden sürüklendiği tuhaf bir kadınla kar... More

İlk dokunuş - 1
Mahşere mahkum - 2
Kardaki ayak izleri - 3
Bulutkent koruyucuları - 4
Tuhaf rüyalar - 5
Semender'in dönüşü - 6
Sorular ve zehirler - 7
Ellerinde sihir var - 8
Çaresizlik denizi - 9
Yarasa'nın yardımı - 10
Kör edici şüphe - 11
Mayın tarlası - 12
Mavi gökyüzü - 13
Madalyonun öteki yüzü - 14
Tehlikeli oyunlar - 15
Gözyaşının kaderi - 16
Kuralların canı cehenneme - 17
Kaygan bir balık - 18
Benim büyük lanetim - 19
Avcı ve av - 20
İkinci şans - 21
Çıkmaz sokak - 22
Vaat edilen bahar - 23
Düşmüş bir uçurtma - 25
Yedi alem şahit - 26
Yaşatmak uğruna - 27
Ağır ölüm - 28
Son bölüm

İki ayrı cadde - 24

5.6K 736 153
By denizyolcusu

Küçük not: Finale yaklaştığımızı belki bilmek istersiniz diye düşündüm. Şu an ara tatilde olduğumdan kendimi yazmaya verdim ve bu süre zarfında daha sık bölüm paylaşıp son bölüme varmak istiyorum. Bölümler hemen okunmuyor biliyorum ama birikmenin sakıncası olmaz umarım. İyi okumalar dilerim (: 

Ömür kocaman bir yangın, öyle ki yaşarken söndürülemez zannediyorsun. Alevleri körükleyen rüzgar bir an olsun dinmez diye düşünüyorsun. Ama sonra birden yağmur bastırıyor. O koca yangından geriye kömürden bir iskelet kalıyor. İçimde küçülen yangını, yağmurdan nasıl sakınırım? 

Gözlerimi üzerinde yağmur tüten ruh iskeletlerinin ortasına açtım. Yerde yatıyordum, güneş doğmuş olmalıydı, pencereyi döşeyen tahtaların arasından yol bulup eğimli huzmeler halinde gözüme doluyordu. Birinin hıçkıra hıçkıra ağladığını hayal meyal işitiyordum.

"Kendine geldi." dedi, bir oğlan sesi. Bi'nin sesiydi, çok sonra anladım. Burada ne işi vardı? 

Görüş alanıma yüzü yaşlarla kaplı bir kadın girdi; gözleri, dudakları ağlamaktan kızarmıştı. Ben doğrulurken korkulu gözlerle öylece yüzüme bakmaya devam etti. Onu inceler, onun her küçük ayrıntısını kafama nakşederken alıştığım o endişeden, ümitsizlikten, kaynayan acıdan eser yoktu, kanımdan çekilen deliliğin yerini hissizliğe bırakması şaşılacak şeydi. Yüzünü tutup omzuma çektiğimde kollarını boynuma dolayıp sımsıkı sarıldı. Ah, şimdi. Tam şimdi. Yangınım yeniden başlıyor, kömürden iskeletim canlanıyordu.

"Çok korktum." dedi, ağlamaya devam ederken.

"Artık korkmana gerek yok." dedim, saçlarını okşayarak. "İyiyim ben." 

"Neyiniz var, efendim?" dedi Bi, endişeli bir sesle. "Kendinizde değilken sayıklayıp durmuşsunuz."

Gözlerimi ona çevirdim. Saçlarını sıfıra vurmuştu, doğuştan sürmeli gözlerinde yaşayan endişe dürüsttü. Yine de Yarasa'nın hizmetindeki birine güvenmeyecek kadar akıllanmıştım.

"Hiçbir şey." dedim. "Bir an kendimi kaybettim, nedenini bilmiyorum."

"Geçmişe dair kötü şeyler mi hatırladınız?" diye sordu, tereddüt ederek. 

Yüzüme kondurabileceğim en masum ve her şeyden bihaber ifadeyi kondurarak, "Hayır." dedim. "Ne gibi?"

Rahatlamıştı, gözlerini yumarken, "Tahmin yürüttüm sadece." dedi. 

"Yokluğum göze batmadan önce saraya dönsem iyi olur." dedim. 

Bi başını hararetli bir onaylamayla aşağı yukarı salladı. "Nida..." dedim, gözlerimi sol omzuma dayadığı yüzüne çevirerek. Gözleri durgundu ve ağlamayı bıraktıysa da derin derin iç çekmeye devam ediyordu.

"Efendim?"

"Seni tünellere götüreyim."

"Ben götürürüm efendim." dedi Bi. "Zaten tepedekiler de yakın zamanda gelecekler - " Yanlış bir şey söylemiş gibi sustuğunda, "Biliyorum." dedim. "Devam et."

"Tünellerin sonunda, savaş vaktine kadar barınmak için donatılmış geniş bir mağara var." dedi. "Nida hanım orada güvende olacaktır."

"Tamam." dedim. "Oraya birlikte gideceğiz."

"Ama - "

"İtirazın yüksek ihtimalle umurumda olmayacak, Bi." dedim, sertçe. "O yüzden lafımı dinlesen iyi olur."

Sert çıkışım karşısında uğradığı şaşkınlığı bertaraf ederek başını evet anlamında salladığında ayağa kalktım. Hafifçe başım dönmüştü ama bunu belli etmeyecek kadar tecrübeliydim. Nida'yı kolumun altına çektim ve aynı anda hem ondan güç almak hem de ona güç vermek istercesine elimi beline yerleştirdim. 

Dışarı çıktığımızda ortalıkta kimse yoktu. Bi ansızın havaya karışıp tellerin öteki tarafında belirdi ve cebinden büyük bir anahtarlık çıkarıp tellerin birleştiği demir kapıyı açtı, dışarı çıkmamız için tuttu. Bi kapıyı yeniden kilitlerken güneşin altında eskisinden daha savunmasız, daha çıplak görünen mandalina bahçesini izliyordum. Nida sürekli olarak yüzüme bakıyor, bir kopma noktası ya da bir açıklama beklercesine endişeli duruyordu. Bense ona bakmaktan itinayla kaçınıyordum. 

"Beni takip edin, efendim." 

Bitlambi'yi dinleyip onun küçük adımlarını takip ederek bahçe sınırında yürümeye başladığımızda, Nida da bana bakmayı bırakmış ve kendini doğan güneşin altında parıldayan çiğ damlalarını izlemeye vermişti.

Uzun bir süre hiç ses etmeden yürüdük, birkaç kez ayak sesi ya da bir hayvanın hırlaması da sayılabilecek belirsiz mırıltılar duyarak dikkat kesildiysek de tehlike arz edecek bir durumla karşılaşmamıştık. 

Bi nihayetinde oval bir su çeşmesinin yanında durdu, nemli toprağı eşeledi, yolunu kesen bitki köklerini kopardı ve çamura bulanmış elleriyle, ortaya çıkan beton rengi kapağın üzerini sıvazladı. Ondan beklenmeyecek bir kuvvetle kapağı yukarı çektiğinde kanalizasyon çukuruna benzeyen bir giriş kapısı açıldı. Bi'nin ardından basamağa adım atıp, Nida'ya içeri girmesi için yardım etmek niyetiyle geri döndüm ancak o zaten tecrübeli görünüyordu, yardımım olmadan da karanlık basamakları güvenle adımlayabilecek kadar cesaretliydi. Uzun zamandır açılmadığı belli olan beton kapak rüzgarın etkisiyle madensi bir çınlama çıkararak kapandığında Bi ortalıktan yok oldu ve birkaç dakika sonra son basamakta yeniden belirdi.

"Kapağı kamufle etmek için geri döndüm." diye açıklama yaptığında başımı sallamakla yetindim. 

Vardığımız tünelin duvarlarına on metre aralıklarla karşılıklı meşaleler asılmıştı. Bitlambi tıpkı bir labirent gibi farklı kollardan birbirine bağlanan tünellerin içini adı gibi biliyormuşçasına hızlı, tereddütsüz ve güvenle yürüyordu. Parmak uçlarına basarak ilerlemesine, arada sırada arkasını dönüp sanki tünelin böyle soğuk ve karmaşık olması onun suçuymuşçasına özür diler gözlerle bakmasına karşı içimde ister istemez merhamet benzeri bir duygu yükseliyordu. Ancak öyle hissizdim, öyle nefret doluydum ki bu duygu, benzerinin bir taklidinden öteye geçemiyordu.

Tünellerin beş ayrı koldan birleştiği yerde Bi'nin bahsettiği gibi nispeten daha sıcak ve aydınlık, kiremit rengi bir mağara vardı. Nemli tavandan arada sırada su damlıyor, yerdeki küçük gölcüklere düşerek duvarların arasında yankılı sesler çıkarıyordu. Burası bir ordunun sığabileceği kadar geniş, insan ihtiyaçları düşünülerek düzenlenmiş - döşekler, küçük tüpler, patates çuvalları, yedek giysiler gibi ayrıntılar unutulmamıştı - son derece çok amaçlı bir mağaraydı. 

"Ne zaman burada olacaklar?" dedim, düz bir sesle.

"Yoldalar." dedi Bi. "En geç akşama doğru burada olurlar."

"Pekala." dedim, azarlar gibi. "Sen gidebilirsin, Bi. Beni dışarıda bekle."

Başını evet anlamında salladıktan sonra Nida'ya kaçamak bir bakış atarak ortalıktan kayboldu.

"Ona neden bu kadar sert davrandın?" dedi, Nida yalnız kaldığımızda. Bana yönelen bakışlarında gizlenmiş bir korku vardı. "Bize yardım etti ve sen uyanana kadar en az benim kadar endişeliydi."

"Sence herhangi birine yumuşak davranabilecek durumda mıyım?" dedim. 

Sesim önceki kadar sert ve ulaşılmazdı, bunu fark ettiğinde bir adım geriledi.

"Sorun ne?"

"Sorun yok." dedim. "Endişelenme artık."

"Seni tanıyorum." dedi, kısık sesle. "Gözlerinde beni korkutan bir şey var."

"Ne varmış gözlerimde?"

Uzun bir süre gözlerimiz birbirine kenetli kaldıktan sonra, "İnsani değil." dedi duyulmaz bir sesle. "Gözlerinde gördüğüm şey."

"Bana güven." dedim. "Hiçbir şey cezasız kalmayacak, her şey yoluna girecek."

"Ne demek bu?"

Ona sırtımı dönerken, "Fırsat bulduğum anda yanına geleceğim." dedim. 

"Semender!" Koşup kolumu tuttuğunda bunu yapmak istemesem de kolumu onun ellerinden kurtardım. "Ne gördün?" dedi. "Kötü bir şey hatırladın, biliyorum."

"Aklımı yerinde zor tutuyorum, Nida." dedim, öfkemi dışarı vurmamak için dişlerimi sıkarak. "Soru sorma artık."

Gözlerindeki korku kırgınlığa kayarken, söylediklerim için özür dilemek istesem de yapamayacağımı fark ettim. Onun da söylediği gibi, içimdeki insani duygular bir anda diri diri mezara gömülmüştü. Ve ortaya çıkan canavar tatmin olmadıkça eski halime dönmemin imkanı yoktu. 

Kendimi zorlayarak ona sırtımı döndüm ve mağaradan çıktım. Bir fırtına gibi yürürken Bi'nin peşimden geldiğini, bir kaybolup bir ortaya çıkarak bana yetişmeye çalıştığını duyuyordum.

"Baş hakim koruyucuları meydanda bekliyor." dedi, sesini duyurabilmek için bağırarak. 

"Yarasa geri döndü mü?"

"Evet, dönmek zorunda kaldı. Ordu tünellerde onsuz da ilerleyebilir."

Yol tükendiğinde Bi ortalığı kolaçan etmek için toz olmuş, ardından tehlike görmediğini belirterek yeniden tünellerde belirmişti. Tünellerden çıktığımızda kendimi sarayın arka tarafında, menderesler oluşturarak durgun akan akarsuyun öteki tarafında bulmuştum. Üstümü başımı silkeleyerek kendime sağlıklı bir görünüm kazandırmaya çalıştım, ardından Bi'yi takip ederek baş hakimin bizi beklediği meydana doğru yürüdüm. Ben oraya vardığımda diğer koruyucular çoktan konuşlanmışlardı. Ortalığa yoğun bir kalabalık ve gürültü hakimdi, muhafızların tamamı dışarıdaydı ve savaş bandoları eşliğinde nizam içinde sıralanmaya çalışıyorlardı. Baş hakim, devasa arenayı tıklım tıkış doldurmuş ordunun önünde, bir komutan olduğu her halinden belli olan geniş omuzlu, zırhlı bir adamla konuşuyordu. Seslerini duyamıyordum. Diğer hakimler, meydanın gerisine kurulmuş seyir kuşağının ardında zafer vaat eden gözlerle kalabalığı izliyorlardı. 

Koruyucuların en solundaki yerimi aldığımda, baş hakim komutanla olan derin konuşmasını sonlandırdı ve bizim bulunduğumuz sıraya doğru ağır adımlarla yürüdü. Gözleri sağdan başlayarak hepimizin yüzünde dolaştı ve benim yüzüme geldiğinde biraz daha uzun süre oyalandıktan sonra belli belirsiz gülümsedi.

"Savaşçılar kuzeye, tepelere doğru yola çıkıyor." dedi. "Zafere doğru, daha güvenli ve daha mutlu bir geleceğe doğru!"

Dikkatimi ondan ayırdığımda yalnızca koruyuculara değil, savaşçılara ve komutanlara da hitap ettiğini anladım çünkü arenaya bir anda yoğun bir sessizlik hakim olmuş ve askerler nizama gelmiş bir şekilde dikkatini baş hakime yönlendirmişti. 

"Üzülerek söylüyorum ki hakimler olarak yaşlı ve güçsüzüz..."

"Bu yüzden..." diye devam etti, hayran olunası ses tonuyla. "Hakimler olarak bu tarihi savaşa fiilen katılamayacağımızı derin bir hüsranla belirtmek zorundayım. Koruyucularla birlikte sarayda bekleyecek ve savaşçılarımızın kaçınılmaz galibiyetinin haberini büyük bir heyecanla bekleyeceğiz."

Savaş bandoları büyük bir coşkuyla çalmaya başlarken, savaşçılar da attıkları naralarla baş hakime olan desteklerini gösteriyorlardı. 

Sonunda baş hakim elindeki yüzük ve yaprakla damgalanmış bayrağı yukarı kaldırdı ve savaşçılar bandolar eşliğinde meydandan ayrılıp gözden yitinceye dek sallamaya devam etti. Saray ve şehir halkı geride bekleyerek savaşçıları uğurluyor, içlerinden bazı kadınlar gizleme ihtiyacı duymaksızın gözyaşı döküyordu.

Baş hakim ortalık sakinleştiğinde bayrağın direğini bir baston gibi yere dayayarak yeniden bize doğru döndü. 

"Savaş bitene kadar saraydan ayrılmanız yasak, koruyucularım." dedi. "Ayrıca akşam vakitlerinde dönüşümlü olarak hakimlerin kaldığı kanatta nöbet tutacaksınız."

Başımızı aynı anda onaylarcasına öne eğdiğimizde hakim de ufak bir baş hareketiyle karşılık verdi. Gözleri gözlerimi bulduğunda, kısa zaman önce omzumda bıraktığı kara lekenin sızlamasına neden olarak hafifçe gülümsedi. Omzumun üzerindeki acıyan noktaya elimi götürmemek için irademi zorluyordum. Sonunda bana işkence etmeyi bırakarak gözlerini çekti ve diğer hakimlere katılmak üzere seyir kuşağına yöneldi. Derin bir nefes verdim ve alnımdan akan ince teri kol yenimle sildim.

"Ne şamata ama!" dedi Örümcek. "Savaşçılar gitti diye ödleri kopuyor."

"Haklılar." dedi Kurt, sıradan çıkıp hakimleri gözlerken. "Bunca yıl bir kez bile askeri güçten mahrum kalmadılar."

"Müritlerden başka hangi güç onlara karşı gelebilir ki? Eh, zaten onları devirmeye gidiyorlar."

"Yorumlarını kendine sakla." dedi Karga, çatık kaşlarla. "Üzerinize düşeni yapın, yeter. Bu geceki nöbete kim gönüllü?"

Herkes sus pus olduğunda Karga gözlerini yumdu ve yeniden açtığında, "Semender." dedi. 

"Tamam." dedim, kısaca. "Ben hallederim."

"Tek başına değil, tabii." dedi. "Yarasa, sen de çok sevdiğin dostuna eşlik edeceksin."

Başından beri bunu yapmaktan kaçınmış olsam da gözlerimi Yarasa'ya çevirdim. Peçesinin üzerinde görünen teni her zamankine göre solgundu, gözlerinin altında ancak ilaç bağımlılarında görülebilecek türden yoğun bir karanlık vardı. Bitkin görünüyordu ancak bakışlarındaki öz güven ve sabırsızlık fark edilmeyecek gibi değildi. 

"Emrin olur." diye cevap verdi, Karga'ya.

***

Vakit akşamı bulana dek nöbetçilerle görüşmek, sarayı kollamak, şehirden gelen elçilerle görüşmek gibi görevlerle oyalanıp durduk. Karga başımızdan bir an olsun ayrılmıyor, düşünmemize ya da gevezelik etmemize fırsat vermiyordu. Yarasa'dan uzak duruyordum çünkü bakışlarımızın kesiştiği her an kanımda öfke kaynıyor, yüzüm geriliyordu ve duyduğum nefreti gizlemekte zorlanıyordum. Oysa bu kez acele etmemeli, soğukkanlı davranmalıydım. Beni sinsice zehirleyen o kini akıtmanın tek yolu doğru zamanı beklemekti. 

Hava karardığında, diğerlerini geride bırakıp Yarasa ile birlikte hakimlerin kanadına doğru yola çıktık. Yüzüne bakıp tek kelime etmemiştim, buna karşılık o ise göze batan bir teyakkuzla bekliyor, hiçbir şey sormuyordu.

Karanlık iyiden iyiye gökyüzüne yayılırken hakimlerin odasının önünde beklemek üzere sarayın ana binasının en üst katına vardık. Altın rengi kapılar sıkı sıkıya kapalıydı. Bir hale oluşturacak şekilde saray katını çevreleyen geniş koridorların ortasında yine altın rengi merdivenler vardı. Pencereler yerden başlayıp tavana kadar uzanıyordu ve çoğu karmaşık desenler oluşturacak biçimde cam boyayla boyanmıştı. Ortalıkta hiç kimse yoktu, hakimlerin odasından derin bir sessizlik geliyordu. 

Merdivenlerin ilk basamağına oturduğumda Yarasa da beni taklit ederek basamağın öteki ucuna oturdu. Rahat edebilmek için kılıcını düzeltti.

"Nida buraya gelmiş." dedi. Sesi benden başkasının duyamayacağı kadar kısıktı.

Başımı evet anlamında salladım.

"Neden peki?"

"Beni özlemiş." dedim, yüzüne bakmadan.

"Başka bir sebep söylemedi mi?"

"Müritlerin yola çıktığından bahsetti." dedim, ilgisizce.

"Sana söyleyecektim." dedi. "Ama her şey ani oldu. Hakimler savaşçıları hazırlamaya başlayınca sığınağı boşaltmak zorunda kaldık."

"Anlıyorum." dedim kısaca.

"Yardımına ihtiyacım var, Semender." dedi, kısık sesle. Dönüp yüzüne baktım. Perişan halinin sebebini çözmeye çalışırken son derece ifadesizdim.

"Hakimler beklediğimiz gibi davranmadılar." dedi. Artık sesini duyabilmek için dikkat kesilmem gerekiyordu. "Savaşa onların da katılacağına neredeyse emindik ama burada kalmayı tercih ettiler. Büyüye başvururlarsa ki muhakkak başvuracaklardır, kaybetme imkanımız var."

"Benden ne istiyorsun?"

"Savaşmanızı." dedi, fısıltıyla. "Hem senin hem de Nida'nın."

Aramızdaki dar mesafeye sığan yoğun akımın içinde gizlenmiş ne öfkeler, ne nefretler vardı ama o bunların farkında değildi. 

"Sen de karşılığında kehaneti bozacaksın, öyle mi?" diye sordum, ciddi görünmeye çalışarak.

"Aslına bakarsan kehaneti dert etmene gerek kalmadı." dedi. 

"Öyle mi?"

"Öyle." dedi. "Nida zarar görmeyecek. Kahin iş birliğini kabul etti."

Nasıl da kolay, nasıl da inanarak söylüyordu yalanlarını. Kanım dondu. Etrafım insanlıktan düşmüş hayvanlarla doluyken, bende azalan insaniyeti nasıl geri döndürebilirdim?

Savaş bitene kadar müritlerin yanında yer alacak, onlar ne derse yapacak, onların kölesi olacaktım. Sevdiğim kadına, ezilerek yaşayan mihenklere karşı borçluydum bunu. Ama sonra, her şey bittikten sonra, Nida'yı savaşta ansızın kaybetsem bile, düşerken yanımda ne kadar çok kişiyi götürebilirsem kâr sayacaktım. Uzuvlarımda dolaşan ateş zehirliydi artık, dişlerimde intikamın sızısı duruyordu, koparmadan, parçalamadan rahatlayamazdım. 

"Nöbet nasıl gidiyor?" 

Örümcek'in sesi içine düştüğüm çukurdan çıkardı beni. Yarasa da birden uyanmış gibiydi, ona doğru dönüp her şey yolundaymışçasına gülümsedi.

"Senin ne işin var burada? Gidip yatsana."

"Size eşlik etmeye geldim." dedi, safi bir mutlulukla. En üst basamağa oturup, sırtını korkuluğa yasladı. Üçümüz de uzun bir süre tek kelime etmedik, akşam hızla ilerledi. 

Örümcek uyuklamaya başlamıştı. Yarasa ise arada sırada iç geçirse de gözlerini fal taşı gibi açık tutan endişeden kurtulamıyor gibi görünüyordu, sürekli düşünüyor, sürekli plan yapıyordu, biliyordum. Benim aklımdaki çarklar da durmaksızın dönüyordu. 

Zamanın yavaşladığı kısa bir dilimden sonra bir yerden uğultulu bir gürültü gelmeye başladı: sesler, gıcırtılar, tambur benzeri ritmik yürüyüşler.

Örümcek sesle birlikte kendine geldiğinde birbirimize dönüp bir cevap aradık.

Sonra öyle ani bir kırılma sesi duyuldu ki üçümüzün içgüdüleri de bunu önceden tahmin etmeye kafi gelmemişti. Üzerimize bir yağmur gibi yağan cam parçalarından korunabilmek için iki büklüm olduk. Ardından hızla ayağa fırlarken, hakimlerin odasının hemen yanındaki büstün, boyalı camların patladığını, içeri devasa bir taşın düştüğünü gördük. 

Herkesten önce davranarak devasa taşın üstüne çıkıp parçalanmış camlardan geriye kalan enkazı ayağımla vurarak temizledim ve dışarı baktım.

"Kahretsin." dedi Yarasa. 

Sarayın bahçesi hıncahınç doluydu, devasa mancınıklara devasa taşlar yerleştirilmişti ve çileden çıkmış insanlar yumruklarını sallayarak, "MUTLAK GÜCE SON! MUHBİRLERE ÖZGÜRLÜK!" diye bağırıyorlardı. Aralarında çoğunlukla boyları bir elliyi aşmayan cüceler vardı ve yüzleri son derece kararlı, öfkeli duruyordu.

"Savaşçıların ayrılışını fırsat bilip ayaklanmış olmalılar." dedi Örümcek. 

"Muhbirler mi?" dedim, bir anlam çıkarmaya çalışarak.

"Son zamanlarda kanıt unsuru olarak görülmeye başlanmışlardı." dedi. "Suç işleyenler kanıtları ortadan yok edebilmek için muhbirleri öldürüyorlardı ve hakimler de bu olanlara ses çıkarmıyorlardı."

Yarasa'nın, kehanetin tanığı olan cüce muhbiri öldürdüğünü söyleyişi geldi aklıma. 

Hakimlerin kaldığı odanın geniş kapısı aniden açıldı ve bulunduğum kata kaos hakim olurken sarayın bahçesine yerleştirilmiş mancınıklardan biri daha büyük bir taşı binanın soluna doğru gönderdi. Doğu kanadının önemli bir kısmı hasar alırken, saraydan dışarı çığlıklar yükseldi.

"Neler oluyor?" soruları ardı ardına yinelenirken, diğer koruyucular da katı doldurmuş, hakimleri sakinleştirmeye çalışıyorlardı.

"SİZİ BURAYA SÜS OLARAK MI DİKTİLER?" diye bağırıyordu, Karga. Bize bağırdığını çok sonra fark edebildim. 

Örümcek ve Yarasa'yla birlikte hakimleri pencerelerden uzaklaştırırken, gözlerim hala sarayın bahçesindeydi. 

Merdivenlerden hızla iniyor, hakimleri neredeyse sırtımızda taşıyorduk. 

Onları sarayın iç salonuna getirdiğimizde, Karga yüksek sesle, "Hepiniz bahçeye!" dedi. "Hemen!"

Gözlerim baş hakimin bulunduğu yere çevrildi. Herkesten uzak duruyor, aydınlık yüzüne düşen menşei belirsiz gölgeler nedeniyle ürkütücü görünüyordu. Dudakları sürekli kıpırdıyordu ve ne dediği anlaşılmıyordu. Diğer hakimler de baş hakimin kendinden emin görüntüsüyle birlikte panikten uzaklaşmış, dingin bir hale bürünmüştü. Şimdi hepsi belirgin bir güç oluşturarak çember çiziyor, ortak bir büyüye eşlik ediyorlardı.

Biz odadan çıkmadan önce, karanlık bir dumanın hakimleri çevrelediğini ve bir su yılanını andırırcasına kıvrılarak tavana yükseldiğini görebilmiştim. Hakimlerin yüzü insanda gözlerini kaçırma ihtiyacı doğuruyor, yanlış bir şeylerin döndüğüne dair güçlü hisler oluşturuyordu. Baş hakimin yukarı kalkan kolları, ölü bir ağacın dalları gibi kırışık, renksiz, çıtırtılıydı. 

Karga'nın peşinden o ölçüsüz karanlığa bulanmış odadan çıkarken kapıldığım dehşeti güçlükle sindirebildim. Bu sırada tıpkı Bitlambi gibi kaftan giymiş, saf ve çocuk yüzlü onlarca soytarı etrafımızı sarmış, ellerimize kılıçlarımızı tutuşturmuşlardı. 

"Arien!" dedi Karga, kendi soytarısına dönerek. Arien, Bi'nin aksine iri yapılı ve sert görünümlü bir soytarıydı. "Revirde kalan nişancılara söyleyin, ateş toplarını hazırlayıp tepeye konuşlansınlar!"

"Fakat efendim, revirden - "

"Sana dediğimi yap!" diye böğürdüğünde, Arien yanında diğer soytarılarla birlikte yokluğa karıştı. 

Sarayın bahçesine çıktığımızda, kaos hali büyümüştü. Cüceler ellerindeki küçük bıçaklarla saldırıyor, onlara karşı duran saray halkını büyük bir iştahla yaralıyorlardı. 

Karga, "Semender, kılıcını bırakıp ellerinle saldır! Ateşine ihtiyacımız var. Diğerleri ne kadar çok cüceyi kılıçtan geçirirse o kadar iyi! Anladınız mı?" diye bağırdı. 

Kalabalığın ortasına daldığımızda, gözlerini nefret bürümüş cücelerin arasında ölüm yolu açarak ilerlemeye başlamıştık. Saray halkı bizim gelişimizle birlikte geri çekilse de mancınıklar taş yağdırmaya devam ediyordu. Muhbirler, düşündüğümden çok daha kalabalıklardı. Bunun uzun zamandır planlanan bir saldırı olduğunu anlayabiliyordum. 

Bu benim savaşım değildi ama öldürmekten geri durmadım. Bir yandan nereye yönlendireceğimi bilmediğim, güçlükle dizginlediğim öldürücü nefreti kusabildiğim için rahatlıyordum, öte yandan kinimi hak etmeyen kişilere yönelttiğim için suçluluk duyuyordum.

Yarasa'nın sesini kulağımın dibinde hissettiğimde, boğazıma yapışan bir cüceyi eritmekle meşguldüm. 

"Bu isyan bizim için bir fırsat." dedi. "Buradan hemen gitmeliyiz, tünellere gitmeliyiz, duydun mu?"

Başımı ölen cücenin kararmış cesedinden kaldırdığımda sarayın tepesinden yağan ateş toplarını ve ateşlerin hedefinde cayır cayır yanan insanları dehşete kapılmadan edemeyerek izledim, ardından hemen yanı başımda savaşan Yarasa'ya,

"Gidelim." dedim. "Kimse fark etmeden."

Böylelikle bu büyük izdihamın, mahşer yerinin ortasından sıyrılarak koşmaya başladık. Arada sırada gözüme koruyucular ya da saray halkından insanlar çarpıyordu ama onlar bizi göremeyecek kadar düşmana yoğunlaşmış durumdaydılar.

Yukarıdan yağan ateş koştuğum yerde boynuma isabet etmiş fakat ne yakmış ne de canımı acıtmıştı. Eriyen bir buz gibi ateş, tenimden akıp gitmişti. Aynı şey Yarasa için geçerli değildi, üzerine isabet eden ateş topları canını yakıyor, arada sırada haykırmasına neden oluyordu. 

Savaş yerinden çıkıp kendimizi serin ve güvenli gecenin kucağına attığımızda nefes nefeseydik ama yavaşlamamıştık. Artık yalnızca Yarasa'yı takip ediyor, onu şimdi, tam şu an öldürsem ne kaybedeceğimi düşünüyordum. Bir ara elim belimde takılı duran kılıca gitti ve onu tek darbeyle öldürmeyi hayal ettim ama henüz erkendi. Zaman gelmemişti. Hissediyordum.

"Buradan." dedi Yarasa, tünel girişini açarken. Kaç giriş vardı, tüneller kaç noktaya bağlanıyordu artık kestiremiyordum, sorgulamadan içeri girdiğimde dışarıda kopan isyanın getirdiği o sesten geriye yalnızca hiçlik kalmıştı. 

Meşalelerle aydınlatılmış tünelde hızla ilerlemeye başladık.

"Bu isyan en az iki gün sürecek." dedi. "Cüce muhbirler güçten düşmeden önce saldırıya geçersek, galibiyet sandığımızdan çok daha çabuk gelebilir."

"Hakimlerin büyüsünü unutuyorsun." dedim. "O büyünün ne kadar büyüyeceğini ve nasıl bir kıyıma yol açabileceğini bilmiyoruz."

Yarasa bu gerçeği benim dememle birlikte hatırlamış olmalıydı çünkü yüzündeki coşku söner gibi oldu. Vücudunun sol yanını yalayıp geçmiş alevlerden geriye kalan acıyı dindirmek istercesine geniş avuçlarıyla kolunu sıktı.

"Haklısın." dedi. "Ama bir yolunu bulacağız."

Uzun bir süre hiç ses etmeden, iki sıkı müttefik gibi yürüdük ve ben onu öldürmemle biten bütün o hayalleri şimdilik geri plana itmeyi başardım.

Nida'yı sabah saatlerinde bıraktığım geniş mağaraya vardığımızda, büyük bir kalabalıkla karşılaştık. İnsanlar dip dibe oturmuş, haşlanmış patates yiyor, erkeklerin çoğu kılıçlarını ya da zırhlarını parlatıyor, kimileri konuşup gülüşüyordu. O kadar çok ses ve o kadar çok nefes vardı ki bizi fark etmeleri bir dakikadan uzun sürdü.

"Yarasa ve Semender geldi!" dedi Aben, ayağa fırlayarak. Birileri hızını alamayarak alkışladı.

"Beni dinleyin!" dedi Yarasa, yüksek sesle. Ortalığa sessizlik hakim olurken kalabalığın içinde gözlerimle Nida'yı arıyor ama onu göremiyordum.

"Sarayda isyan çıktı!" diye devam etti. "Muhbir cüceler ayaklandı. Bu fırsatı değerlendirmek zorundayız, bu yüzden planladığımızdan daha erken harekete geçeceğiz."

Ortalıkta heyecanlı bir dalgalanma insandan insana atladı. Bu sırada onu gördüm, gözleri benim üzerimdeydi ancak ne düşündüğünü anlamak imkansızdı. Önünde duran haşlanmış patatese dokunmamıştı. Etrafına dizili kalabalığın içinde, çoğunun mihenk olduğunu tahmin ettiğim, çelimsiz duran kadın ve erkekler vardı. O, bu mihenk halkasının tam ortasında bir güneş gibi parlıyordu. Bütün gözler üzerine çevriliydi, onun ağzından çıkabilecek tek kelime için yanıp tutuşuyormuşçasına. Bu garip vaziyeti nafile bir çabayla anlamlandırmaya çalışırken, Yarasa'nın,

"Haritayı açın!" diye emir verdiğini duydum.

Mağaranın ortası çabucak açılırken, Aben ve Lori devasa bir haritayı boşalan alana boylu boyunca serdiler. Sarayın ve saray bahçesinin ayrıntılı haritası şimdi herkesin görebileceği konumdaydı.

Aben elindeki uzun çubuğu Yarasa'ya attığında Yarasa basit bir hareketle yakaladı ve ortaya geçerek haritanın üzerine çıktı.

"Hakimler sarayın tam orta katındaki yıkılmaz odada saklanıyorlar." dedi. "Ve gösterdiğim noktalarda da mihenklerin güçlerinin işlememesi için kalkanlar yaşıyor."

Elindeki çubuğun ucuyla, sırasıyla sarayın doğu, batı, kuzey kanatlarındaki beş ayrı noktayı gösterdi. 

"İçimizdeki mihenklerin güçlerini etkin kılabilmek için öncelikle kalkanları ortadan kaldırmak zorundayız. Ve burada görev biz savaşçılara düşüyor. Ordu ortaya çıkmadan önce beş kişiyle birlikte saraya sızıp kalkanları öldüreceğiz. Her kalkana bir katil. Mihenkler bu şekilde özgür kalacaklar ve tam kuvvetle savaşabilecekler."

"Sonrasında sıra hakimlere gelecek. İçimizde müritlerin yetiştirdiği toplamda otuz beş büyücü var. Fakat hakimlerin güçleri ve tecrübeleri düşünüldüğünde onlarla baş etmeniz zor olacak. Yine de sizler, ordu tünellerden çıkıp saldırıya geçerken onların büyülerine karşı durarak bize zaman kazandıracaksınız. 

Savaş bu noktaya geldikten sonra kalan koruyucular savaşmayı bırakıp asıl ait oldukları yere, hakimlerin savunma alanına çekileceklerdir. Semender ve ben, kalan koruyucuları temizlerken, savaşçılar hakimleri esir alacaklar. Ölü ya da diri."

"Ne zaman harekete geçeceğiz?" diye sordu Aben.

Yarasa, "Hemen!" dediğinde, çoğu kişi heyecanla kıpırdandı.

"Acele ediyorsun." dedim. "Ateş topları tükenmeden dışarı çıkmamız aptallık olur. Herkesi yakmak mı istiyorsun?"

"Ateş toplarının tükenmesini beklersek muhbirlerin getireceği takviyeyi boşa çıkarmış oluruz." dedi Yarasa, sinirle.

"O halde bütün bir ordunun yanmasına izin verelim, öyle mi?"

Sorumun ardından gelen sessizlik, kalabalığın bana katıldığını onaylar nitelikteydi.

Yarasa derin bir nefes verirken, "Pekala." dedi. "Şafak sökene kadar bekleyebilirim yalnızca. O zamana dek kendinizi hazırlayın."

"Büyücüler, benimle gelin. Karşı büyüye şimdiden başlasanız iyi olur."

Kalabalığın içinden soluk yüzlü, diğerlerine göre daha cılız otuza yakın insan kalkıp çıkış kapısına yöneldiğinde Yarasa da onlarla birlikte mağaradan çıktı. Geriye savaşçılar ve mihenkler kalmıştı yalnızca.

Melina o çıktıktan sonra yanıma yaklaştı ve kısık sesle, "Birinin onu yavaşlatması gerek." dedi, Yarasa'yı kastederek. "Büyük bir hata yapmasından korkuyorum."

"Bu biri umarım ben değilimdir, Melina." dedim. "Çünkü onu durdurmaya niyetim yok."

"Bu hepimizin savaşı, Semender." dediğinde, "Öyle," diyerek onayladım, "ve artık o savaşın pimi çekildi, akışına bıraksan iyi olur."

Melina hayal kırıklığına uğramış bir şekilde sırtını dönüp eski yerine yürürken, savaşçılar volta atmaya ve kısık sesle tartışmaya başlamışlardı. Kimi bu geriye çekilmiş çarpışmayı desteklerken kimi acele edildiğini düşünüyordu. Hiçbiri umurumda değildi. 

Hiç tereddüt etmeden Nida'nın yanına yürüdüm ve ayaklarının dibine geldiğimde yere eğilerek onunla aynı hizaya varıp elimi dizinin üzerine koydum. Etrafı hala kalabalıktı, mihenklerin çoğu onu yer çekimi farz ederek yörüngesine dizilmiş gibiydiler, onun fikirlerini soruyor, onun gözlerinin içine bakıyorlardı. Ona ne ara bu denli tapmaya başladıkları ve bağlılıklarının sahici olup olmadığı konusunda tahmin yürütemiyordum ama tepelerde kalırken mihenkleri eğiten kel adam dahil olmak üzere tamamı Nida'nın gölgesinde kalmış, ona sığınmış gibi görünüyordu dışarıdan. Şimdi bile, ben ona yaklaşırken, etraftaki mihenklerin gözlerinde benim Nida için bir tehdit unsuru olabileceğime dair karanlık bir ifadenin geçtiğine yemin edebilirdim. Kendime geldiğim o andan beri duyduğum nefretin ötesinde ilk kez farklı bir duygu duydum içimde; kıskançlık. O benimdi, kim ona benden daha güçlü bağlanabilir ve benim bağlılığımı sorgulayabilirdi? 

"Konuşabilir miyiz?" diye sorduğumda, başıyla onayladı. Ve elimi tutup ayağa kalktı. Diğerlerinin delici bakışları eşliğinde mağaradan çıkarken,

"O da neydi öyle?" diye sordum. "Seni korumak için kendilerini feda edebilecek gibi görünüyorlar."

"Beni kurtarıcı olarak görüyorlar." dedi, kısık sesle. Ses tonundan, öyle olmadığına emin olduğu anlaşılıyordu. "Başlarda biraz rahatsız ediciydi ama kötü insanlar değiller, onlara alışıyorum sanırım."

Elini daha sıkı tutarken karanlık tünellerde uzun bir süre ilerledim ve etrafta kimsenin olmadığına emin olduktan sonra duvara yaslandım ve onu da kendime çektikten sonra dudağımı kulağına yaklaştırıp,

"Beni dinle." dedim. "Bana güveniyor musun?"

"Evet." diye kısık sesle yanıtladığında nefesi boynuma çarptı. 

"Şafak vaktinde herkes tünellerden çıkarken buradan ayrıl. Nereye olursa, saraydan uzağa. Bunu benim için yapar mısın?"

"Onları yüz üstü bırakamam, Semender." dedi. "Bana güveniyorlar. Çoğu canını vermek için hazır, bir parça özgürlük için savaşmaya geldiler ve ben kaçıp gidemem."

Biraz uzaklaşıp yüzündeki ona bağırıp çağırmamı bekleyen ürkmüş ifadesine baktım. Aramıza bu mesafenin girmesine nasıl izin vermiştim? Benden korkuyordu. Bu gerçek içimi acıttı.

"Lütfen..." dedim, kısık sesle. "Sadece uzak dur... Biliyorum kaderi değiştiremem ama kaçmanı istiyorum."

"Gidemem." dedi. "Bunu benden isteme. Benim yolum çoktan çizildi, kaçsam ne fark eder? Kaçarak ölmektense yanında savaşarak ölmeyi tercih ederim."

"Sana mutlu bir hayat vermek isterdim." dedim, içimde derin bir sızıyla.

"Sen bana zaten bir hayat verdin." dedi. "Bazen ya olmasaydın diye düşünüyorum. O zaman ne olurdum ben? O elbise dolabında çürüyen küçük bir çocuk cesedinden başka ne olurdum? Onca acıya rağmen, seni sevdiğim için hiç pişman olmadım."

"Ben de." dedim. "Bir kez bile."

Kollarını geniş gövdeme dolayıp sımsıkı sarıldı, bense ona yıkılmış bir ruh haliyle dolandım. Artık benden korkmuyordu; gevşemiş vücudundan, gözlerini olabilecek en güvenli yere varmış gibi yummasından, parmaklarının tenimi delip geçercesine sırtıma kapaklanmasından, benim de o an bütün şiddetiyle duyduğum bir olma, tek beden olma ihtiyacından anlıyordum. 

"İçinde dünyanın en şefkatli ruhu var, en içten, en samimi." dedi, duyulmaz bir sesle. "O ruhun adı Ozan. Onu hiç kaybetme, Semender. Ona tutunduğun her an, bana da tutunmuş olacaksın."

Parçalandım, dağıldım, içimde hayvani olan ne varsa bir anda söndü, insanlığımı, insanlığıma dair her küçük duygu kırıntısını yeniden kazandım. 

Ve o an anladım ki acı çekmek, insan olmanın kaçınılmaz bir yazgısı. 

"Böyle konuşma." dedim, boğuk bir sesle. "Bana veda etme."

"Biz seninle bir bulvarda kesişen iki ayrı caddeyiz." diye fısıldadı. "Her ne olursa olsun, bir parçamız sonsuza dek birlikte kalacak."




Continue Reading

You'll Also Like

2.8K 1.5K 23
Yeni taşıdıkları evde evin büyük çocuğu chris bir odanın soğuk olduğunu fark eder ve 2 yaşındaki küçük kız kardeşi odadan oldukça korkar hiç bir şeki...
26.2K 2.7K 24
Mihrimah Alçin, Las Vegas'ta sıradan ailesiyle, pek sıradan olmayan bir hayata gözlerini açmıştır. Dünyada başlayan yolculuğu zihninde ona seslenen...
7.4M 307K 57
Fantastik #1 Siz hiç bir ruha aşık oldunuz mu? Gülüşünden bihaberken ya da öfkelendiginde nasıl baktığı bilemeden sonsuz bir melankoninin içine düştü...
2.1M 177K 79
~Wattys2018 Modernistler kazananı~ *TAMAMLANDI* 🔥 Çok az kaldı. Benzini döktüm ve çakmağı da ateşledim. Alevlerin göğü sarmasına çok az kaldı. Hepi...