Bulvar

Oleh denizyolcusu

234K 25.5K 6.2K

Görünmez bir adamın son derece sıradan hayatı, çekimine kapılarak peşinden sürüklendiği tuhaf bir kadınla kar... Lebih Banyak

İlk dokunuş - 1
Mahşere mahkum - 2
Kardaki ayak izleri - 3
Bulutkent koruyucuları - 4
Tuhaf rüyalar - 5
Semender'in dönüşü - 6
Sorular ve zehirler - 7
Ellerinde sihir var - 8
Çaresizlik denizi - 9
Yarasa'nın yardımı - 10
Kör edici şüphe - 11
Mayın tarlası - 12
Mavi gökyüzü - 13
Madalyonun öteki yüzü - 14
Tehlikeli oyunlar - 15
Gözyaşının kaderi - 16
Kuralların canı cehenneme - 17
Kaygan bir balık - 18
Benim büyük lanetim - 19
Avcı ve av - 20
İkinci şans - 21
Çıkmaz sokak - 22
İki ayrı cadde - 24
Düşmüş bir uçurtma - 25
Yedi alem şahit - 26
Yaşatmak uğruna - 27
Ağır ölüm - 28
Son bölüm

Vaat edilen bahar - 23

5.5K 732 192
Oleh denizyolcusu

Kollarımın arasında bana doğru dönüp yüzüme baktı, ciddiyetimi ölçer gibiydi. Elleri göğsümün üzerinde ürkekçe duruyordu. Her zaman mat bir beyazlıkla parlayan yanaklarında kırmızılık vardı, utanmış mıydı? Hislerini ölçmek, tahmin etmek o kadar zordu ki. Bazen onu gerçek anlamıyla göremediğim düşüncesine kapılıyordum. Aramızda bir tül vardı ve o tül, sözleri, bakışları, öfkeyi, hüznü geçiriyor ama sıra aşka, mutluluğa, umuda geldiğinde katı bir duvar kesiliyordu. 

"Kalacak mısın?" diye sordum, evet cevabı için yanıp tutuşurken.

"Gitsem daha iyi olur." dedi. "Seni de kendimi de boş yere tehlikeye atmak istemiyorum."

Haklıydı, hem de sonuna kadar. Öyleyse kalbim neden böyle isteksizdi? Ben hiç farkında olmadan, aklımın uzak bir köşesi onu yanımda ve güvende tutmaya dair planlar kurmaya başlamıştı. Hayır, dedim kendi kendime. Böyle bencil olma.

Başımı evet anlamında sallarken, birlikte geçireceğimiz vakti uzatmanın yollarını aramakla meşguldüm. Tüneller her neredeyse oraya birlikte yürümeyi teklif edecektim ki mandalina bahçesinin başından gelen belirsiz bir ayak sesi duydum. Düşüncelerim ivedilikle, o günün öğlen saatlerinde sarayın penceresinden izlediğim gözcülerin bahçe ağaçlarının gölgesinde saklanmış suretlerine kaydı. Bahçeye girerken beni görmüşler miydi ya da onu? Hiçbir fikrim yoktu ancak izleniyor olsak bunu fark edeceğimi düşünüyordum. Ben onun peşinden koşup kutlama alanından bahçeye gelirken etrafta kimsenin olmadığına neredeyse emindim.

"Benimle gel." dedim, Nida'nın elinden tutup hızla öne geçerek. 

"Neler oluyor?"

Başını arkaya çevirip karanlık bahçeyi kontrol ederken tedirgindi, avuçlarımın arasında titreyen eli soğuk bir nemle kaplanmıştı. Elimden kayıp gitmemesi için parmaklarımızı kenetledim. 

"Hızlı ol." dedim, gergin ve sessizce. 

Adımlarını hızlandırdı, yumuşak toprağın üzerinde becerebildiğimiz kadar sessiz bir şekilde uzun bir süre koştuk. 

"Tünel girişinden uzaklaştık." dedi Nida, fısıltıyla. "Nereye gidiyoruz?"

"Henüz parlak bir planım yok." dedim, kısık sesle. "Gözcüden ne kadar uzaklaşırsak o kadar iyi."

Arkamı dönüp baktığımda, ağaçların arasındaki minik bir ışığın ağır ağır yaklaştığını, ışığın ardında gölgeli bir yüzün parladığını gördüm. Fakat gözcünün bizi görebiliyor olması imkansızdı. Etrafı şüpheyle kontrol edişinden, bakışlarının bir avcı misali ağaçların arasında dolaşmasından anlıyordum.

"Kim var orada?" diye soran ses, yağmurla ıslanmış mandalinaların arasında dolaşıp kulaklarımıza ulaştı. 

Nida ormanın zeminindeki kurumuş bir dal parçasına bastığında derin bir çıtırtı çıktı ve bu ses gözcünün yürümeyi bırakıp koşmaya başlamasına neden oldu. Artık ses çıkarıp çıkarmadığımızı önemsemeden, Nida'yı da peşimden sürükleyerek koşmaya başladım. Rüzgar kulaklarımın iki yanında uğulduyor, bedenim alarm veriyordu. Nida'nın bana uyum sağlayamadığını, tökezlediğini, soluk yetiremediğini fark ettiğimde ona danışma gereksinimi duymadan bedenini kucakladım. Sanki bu onu güvende tutmaya yetebilirmiş gibi başını omzuma gömdü ve hızlanmış nefeslerini yatıştırmaya çalışarak omuzlarımı sıktı. 

"Kalbim duracak." dedi kulağıma doğru.

"Merak etme." dedim. "Sana zarar gelmesine izin vermem."

Mandalina ağaçları seyrelmeye, yerini alçak fundalıklara bırakmaya başlamıştı. Yağmur yavaşladıysa da durmamıştı, ağaçlar azaldıkça damlalar da etkisini arttırıyor, gözlerime doluyordu. Gözcü hala koşuyor olsa da bizden metrelerce uzaktaydı, bizi göremediğine ama uzaklaşan ayak seslerimizi duyduğuna emindim. Önümdeki tek seçenek, fundalıkların açtığı dar patikanın sonundaki depo benzeri, tek katlı kerpiç evdi. Evin etrafı demir tellerle çevrelenmiş, tellerin uçları bilerek sivri bırakılmıştı. Evden ne ışık ne de ses geliyordu. Pencerelerin önüne çarpı oluşturacak şekilde iki geniş tahta çakılmıştı. 

"Tırmanacağız." dedim, ani bir kararla. Nida'yı kucağımdan indirdim.

Önce Nida'yı destekleyerek telin tepesine kadar çıkmasına yardım ettim ardından kendim yukarı çıktım ve sivri uçlardan sakınarak telin öteki tarafına geçtim. Nida parmaklarını tellerin arasına geçirmiş bir şekilde korkuyla bana bakıyordu.

"Ben seni tutacağım." dedim, telin öteki tarafından. "Sadece ayağını at. Korkma."

Bu teminat onu rahatlatmıştı, başını evet anlamında salladıktan sonra ıslak saçlarını gözünün önünden itti, ellerini tellerden çekip ayağını benim bulunduğum tarafa attı. Belinden kavrayarak onu aşağı çektiğimde gözcünün bir anda ortaya çıkıp bizi görmesinden korkarak aşağı atladım. Kolumun desteğiyle bana yaslandığından Nida ufak bir sarsıntı dışında zarar görmemişti. 

"Hadi." dedim. "Acele et."

Yağan yağmurun beyaz boyasını toprağa akıttığı binanın önüne geldiğimde kapıya koşup demir kulpu yokladım ancak kapı tahmin ettiğim gibi kilitliydi. Nida hızlı adımlarla evin etrafında dolaşıp sıkı sıkıya kapalı pencereleri kontrol etti. 

"Burası neresi?"

"Bilmiyorum." dedim. "Ama içimden bir ses içeride kimsenin olmadığını söylüyor." Elimi kapı kilidinin göbeğine yerleştirdim ve bunun işe yarayıp yaramayacağı konusunda bir fikrim olmasa da içimdeki ateşi bulup avuçlarıma yönlendirdim. Vücudum saniyeler içinde ısınırken, elimin altındaki demirin yumuşadığını, tereyağı gibi kolaylıkla eridiğini tuhaf bir haz eşliğinde fark ediyordum. Nida yanımda duruyor, tedirgin bir halde karanlık fundalıkları gözlüyor, bir yandan da yağmurun altında tir tir titriyordu. 

Aradan dakikalar geçtiğinde kilit yuvası dağıldı ve kapı bir gıcırtı eşliğinde açıldı. İkimiz hızla, zifiri karanlığın güvenli olduğunu umut ederek içeri girdik. Kapıyı sertçe kapattım ve boş kilit yuvasına parmağımı takarak kapıyı sıkıca örttüm, Nida'nın benimkine karışan gürültülü soluklarını dinleyerek beklemeye başladım. Yaklaşık beş dakika sonra demir tellerin etrafında dolaşan ayak sesleri duyulur hale geldi. Gözümü boşalmış kilit yuvasının bıraktığı küçük aralığa getirdim ve dışarıyı gözledim.

Gözcü elinde uzun namlulu bir tüfek ile yürümekteydi. Adamın elindeki tüfeğe bakarken, hakimlerin iki alem arasındaki kapıları pek de barışçıl amaçlarla kullanmadıklarını, dünyanın silahlarını Bulutkent'e taşıyarak müritlere karşı üstünlük elde etmeye çalıştıklarını anlıyordum. Fakat bütün bunlar, hakimlerin kaçınılmaz yenilgisini önleyemeyecekti. Vaat edilen bahar eninde sonunda gelecekti. Bozmak için kendimi feda edebileceğim kehanet, ne silah ne de güç dinleyecekti. Sarih biçimde gördüğüm bu geleceğe dair hissizlikten başka bir şey beslemiyordum.

Bulunduğum ana dönebilmek için zorladım kendimi.

Gözcü tahmin ettiğimin aksine cılız bir adamdı, uzun saçları yüzüne yapışmıştı. Aklımda, adam tellerin ötesine geçip kapının kilidinin açıldığını anlarsa yapabileceklerimi, bir gözcü cesedinin bana neye mal olabileceğini kurup duruyordum. Onu benim öldürdüğüme dair kanıt gösteremezlerdi ancak ortalıklarda olmadığım bir zaman diliminde işlenmiş faili meçhul bir cinayet yararıma olmazdı. Neyse ki korktuğum başıma gelmedi ve adam bir süre tellerin etrafında dolaştıktan sonra anlaşılmaz cümleler eşliğinde homurdanarak yoluna devam etti, ayak sesleri duyulmaz oldu. Artık yalnızca kerpiç evin teneke çatısına vuran yağmurun tıkırtıları duyuluyordu. Gevşeyerek derin bir soluk verdim ve düşmüş yuvası yüzünden gevşekçe ileri geri sallanan kapıyı bıraktım. 

"Korkmana gerek kalmadı, adam gitti Ni-"

Dönüp baktım ama yanımda yoktu. Nefesinin kaybolduğunu nasıl fark etmemiştim? Bir anda kalbim freni boşalırcasına çarpmaya başladı. Düşkün karanlığın altında boş bir depodan başka hiçbir şey görünmüyordu. 

"Nida?" dedim, kurumuş dilimi güçlükle hareket ettirerek. 

Bir ses duydum. Odanın tam köşesinden geliyordu. Dikkatli baktığımda zeminin dört metrekarelik köşesinde, dörtgen şeklinde açık bir çukur fark ettim. Uyuşmuş hissederek ağır ağır yürüdüm ve küf, mantar, ilaç ve asit kokularını burnuma taşıyan çukura eğildim. İçeriden kaynağı belirsiz, zayıf, titreşimli bir ışık geliyordu. Ayaklarımı aşağı sarkıtıp basamakları körlemesine indim.

Sonra onu gördüm. Acı acı yanan mumun tam karşısında, boş bakışlarla, cam bir bebek gibi bekliyordu. Perçeminden damlayan yağmur masanın üzerinde birleştirdiği ellerine düşüyordu.

Zarar görmemişti. İyiydi. Kaslarım gevşedi, onu kaybettiğimi sandığım o andan beri ilk kez gerçekten nefes alabildiğimi hissettim.

"Nida?"

Yutkundu. Ellerini mumun beklediği masadan çekti. 

"Burası sana tanıdık geldi mi?" diye sordu, düz bir sesle.

Etrafıma bakındım. İç içe geçmiş mermer masalar, masaların üzerinde beherler, şişeler, bakır renkte ilaç benzeri kutular, damıtma düzenekleri, huniler, ısıtıcılar, gümüşi kazanlar, fitiller, duvarları döşeyen kirli beyaz renkte fayanslar... Tek bir mumun aynı anda gözler önüne sunabildiği bu manzarayı daha önce de bir kez görmüştüm.

Dünya'da. Nida'nın ailesinin sözde mutlu bir yaşam sürmek için yaşamaya başladığı o döküntü evin bodrumunda. Nora'nın sözde kimya laboratuvarında. Şimdi her şeye farklı bir açıdan bakabiliyordum. Nora'nın kimyayla alakası bile yoktu, bir kehaneti asla bozamayacak zavallı iksirler deneyerek azabını gidermeye çalışmak için kurduğu ve sabahlara kadar çalıştığı, acınası bir yaşam alanı yaratmıştı kendine yalnızca. 

"Nasıl olur?" dedim, kısık sesle. "Burası..."

Yanıma yaklaştı ve gevşekçe sarkan elimi tuttu, elleri öyle soğuktu ki içim titredi. 

Peşinden gittim. Ağır ağır ilerliyor, unuttuğumuzu zannettiğimiz bir hatırayı yaşıyorduk.

"Burası çakışma noktası." dedi, içinde büyük bir hayranlık ve bariz bir büyü barındıran puslu bir sesle.

"Çakışma noktası mı?"

"İki alemin farklı düzlemlerde çakıştığı noktalardan biri." dedi. "Ortak alan."

Dönüp yüzüme baktı. "Babam hep anlatırdı ama o saçmalıklara kim inanırdı ki?" dedi. Gözleri dolmuştu. Sesi heyecandan mı yoksa üzüntüden mi bilmiyorum ama hafifçe titriyordu. "Haklıymış. Babam bana hiç yalan söylememiş, Semender. Bir kez bile."

"Emin misin, Nida?" dedim. "Belki de sadece benzetiyoruz."

Elimi bıraktı ve çocuksu bir heyecanla L şeklindeki masalardan sağdakine koştu ve yere eğilip masanın bacağındaki kırık mermeri gösterdi.

"Bak." dedi. "Bunu ben yapmıştım. Beş yaşındayken. Anneme benimle ilgilenmediği için sinirlenmiştim ve demir ısıtıcılardan birini tutup masaya fırlatmıştım. Bir günlük oda hapsine mal olmuştu."

Sonra az önce yanında durduğu ahşap ilaç dolabının üzerine yapıştırılmış sarı kağıdı gösterdi. 

"Üç miligram kurşun tozu, bir mililitre akça ağacı şurubu." diye okudu, dağılmış mürekkebi. "Annemin yazısı."

"Yine de..." diye başladım, mantıklı bir antitez oluşturmaya çalışarak. 

"Yine de inanılır gibi değil, biliyorum." dedi, yeniden yanıma yürürken. "Ama büyüleyici, değil mi?"

"Dünya için düşündüğünde bu fikir fazla ütopik." dedim. "Yani bulutkentte dinozorların bulunduğu bir ormanla dünyadaki tehlikesiz bir ormanın çakıştığını düşünsene. Facia olurdu."

"Ya tesadüf diye bir şey yoksa?" dedi. "Bugün, şu an burada olmamız; sen, ben, bastonsuz iki kör gibi yaşamamıza rağmen birbirimizi yeniden bulmamız... Evrende faciaya yer yoktur belki. Asıl facia bizde, içimizde, insanın kendi deliliğinde."

Elimi kaldırıp yüzüne uzandım, yağmurun ıslattığı yanaklarına dokundum. Parmak uçlarımda soğuk bir gezegen vardı; güneşten uzak, yorgun ama her şeye rağmen yörüngeye bütün kuvvetiyle tutunan... O gezegen benimdi; deliliğimin içindeki tek gerçeklik, faciadan uzak tek tesadüf. 

"Bastonsuz iki kör..." dedim, kelimelerin doğruluğuyla sarsılarak. "Sen yanımdayken her şey öyle berrak ki bana korkmayı unutturuyorsun."

"Neden korkuyorsun?"

İstisnai bir faciaya kurban gitmenden, seni kaybetmekten, yolumu yitirmekten, yeniden körleşmekten...

"Hiç." dedim. "Kuruntu işte."

"Sence..." diye devam ettim, o cevap veremeden önce. "Annen ya da baban, yaşayacakları evi inşa etmek için iki evrenin çakışma noktasını hesaplayacak kadar zeki olabilir mi?"

Keyifle güldü, kollarını birbirine bağladı. Konuşmanın akışını değiştirme girişimim başarıyla sonuçlanmıştı. "Annem hayır ama babam, belki." dedi. "Bunu asla öğrenemeyeceğim sanırım." Gülümsemesi bir süre daha dudaklarında asılı kaldıktan sonra ağır ağır silindi.  

Kollarımı açtım, tereddüt etmeksizin yaklaştı ve başını ıslak göğsüme dayadı, omuzlarını kollarımla sardım. Göğsümün üzerinde inip kalkan göğsü, kalbimi ısıttı. 

"Unuttun mu?" dedim. "Bunca deliliğin ortasında hayaletlerin var olmaması için hiçbir sebep yok."

"Hayaletler gerçek değil." dedi, göğsüme dayandığı için boğuk çıkan bir sesle. "Gerçek olan, içimizde yaşatmaya devam ettiğimiz ölüler. Eğer onları özgür bırakabilseydik, olmayan hayaletlerde teselli aramak zorunda kalmazdık."

Yüzünü göğsümden kaldırdı ve yüzüme baktı, yumuşak bir çukur bırakan çenesini baş parmağımla tuttum. Gülümsedim. Gülümsedi. Alnımı alnına yasladım. Hızlanan nefesini soludum bir süre. 

"Bekle biraz." dedi, aniden hareketlenerek. Kollarımdan kurtuldu ve ben biraz hayal kırıklığı içinde onu izlerken odanın öteki ucuna koştu, ahşap dolabın kapaklarını açıp kutuları karıştırdı ve elinde küçük bir kutuyla geri döndü. Eski bir teypti elinde tuttuğu, içindeki kaseti kontrol ettikten sonra kapağı kapattı, teybin tepesindeki oynatma tuşuna bastı. Eski bir şarkı odayı yavaş esen bir rüzgar gibi doldurdu. Yanıma yaklaşıp ellerimi tuttuğunda ve iki yana şarkının ritmiyle salınmaya başladığında,

"Ben dans etmem." dedim, huysuzca. 

"Neden, incilerin mi dökülür?"

Karşısında hareketsiz bir ağaç gibi dikilmeye devam ederken, "Hoşlanmıyorum." dedim. "Bana göre değil."

Durdu, omuzlarını düşürdü. "Sen beni terk ettikten sonra bir süre daha şarkı dinlemeye devam ettim." dedi. "Dinlerken gözlerimi kapatır, kimsenin olmadığı bir yerde dans ettiğimizi hayal ederdim. Buna fırsatımız olmadığı, gelecekte de olmayacağı için üzülürdüm." 

İç çektim ve kollarından tutup onu kendime yaklaştırdım, müziği duymaya çalışarak dans etmeye çalıştım. Mutlu olmuştu, ellerini ensemde birleştirip çenesini sol omzuma dayadı. Gözlerimi kapattım. Artık yalnızca eski bir şarkı vardı duyularımda, bir de onun kokusu. 

"Her defasında bir şekilde başarıyorsun." dedim.

"Neyi?"

"Beni yola getirmeyi."

Güldü. "Şikayetin mi var?"

"Yok." dedim. "Hiç yok."

Kasetin yuvarlak şeridi döndü, döndü ve sonunda müzik bitti, teybin oynatma tuşu yukarı attı. Bizse öylece salınmaya ve içimizde çalmaya devam eden şarkıyı dinlemeye devam ettik.

Sonra yukarıda bir yerde ikimizin de duraksamasına sebebiyet verecek bir hareketlilik hissettik.

Tavandaki giriş deliğinden bir ses geldi. Bir kadın sesi. Ayak sesleri. Tıkırtılar. Hepsi bir anda can bulmuştu. Nida ile birbirimizden ayrılıp birbirinin aynası gözlerle tavandaki karanlık girişe baktık. 

"Yürü." dedim. "Acele et."

Kolundan tutup onu da peşimden sürükleyerek paslı lavabonun yanında duran tezgahın yanına gittim. Karanlığın bizi muhafaza edeceğini ummaktan başka çarem yoktu, yere eğilip tezgahın altına girdim ve köşeye kadar çekildim. Nida da tam önüme oturdu ve sırtını göğsüme yaslayıp öylece kaldı. Soluklarımız hızlı olmasına rağmen sessiz ve yüzeyseldi. 

"Biraz abartmıyor musun?" dedi, bir erkek sesi. Basamakta çınlayan ayak sesleri zemini buldu. Biri sıkkın bir soluk verdi. 

"Abartmak mı?" dedi tanıdık bir kadın sesi. "Eskiden akıllı uslu bir çocuktu. Ama artık öyle değil. Sürekli ayağımın altında, sürekli huysuz, sıkılgan!"

"O sadece biraz ilgi istiyor." dedi adam. "Her çocuk gibi! Nasıl bu kadar anlayışsız olabilirsin?"

"Aklım dolu, sabrım yok, anlıyor musun?"

Kadının ağlamaklı sesi bir anda kesildi, neden sonra daha kısık, yorgun bir tonda devam etti. 

"Ne kadar zamanımız olduğunu bile bilmiyoruz." dedi. "Ona baktığımda, düşünebildiğim tek şey bu. Ne zaman kayıp gidecek elimden? Ne zaman kaybedeceğiz onu? Boğuluyorum sanki. Elimde değil, bu lanetten kurtulana kadar ona iyi bir anne olamam. Elimde değil, istersen buna güçsüzlük de... Elimde değil..."

Nabzım hastalıklı bir ritimle hızlandı, tezgahın karanlık köşesinde hafifçe eğilip, mum ışığının hemen yanında duran kadının gölgeli yüzüne baktım. Başım döndü, nutkum tutuldu. O kadın Nora'dan başkası değildi. Ancak onu en son gördüğüm zamanki halinden oldukça uzaktı. Gençti daha, saçlarında ak yoktu, yüzünde pek az kırışıklık vardı. O an, her ne kadar inanılması zor olsa da, içine düştüğümüz bu dar çakışma noktasının, yaşadığımız zamanın çok gerisinde ilerlediğini idrak ettim. Nida kıpırtısızdı, kaskatı kesilmişti. 

"Böyle yapma..." dedi adam. "Kötü düşünme."

"Nasıl düşünmem?" dedi kadın. "Elimizde tutunabileceğimiz küçük bir umut bile yok."

Ellerimle Nida'nın kulaklarını kapattım, sımsıkı tuttum avuçlarımı şakaklarında, duymasını engelleyebilmeyi öyle çok isterdim ki...

Ama duymuştu. Duyduklarının ne kadarına anlam verebilmişti bilmiyorum ama ellerimi tutup indirdi, parmaklarımı avuçlarının içinde sıktı. Bu hareketiyle iyi olduğunu, kaldırabildiğini anlatmak ister gibiydi. Nora ve eşi Baha bir süre sessiz kaldıktan sonra masalardan birine kurulup çalışmaya başlamışlardı. 

"Bu kitap..." dediğini duydum Nora'nın heyecanlı bir sesle. Sonra canlı sesi aniden söndü, "Hayır, kahinlerle alakalı bölüm sansürlenmiş." diye mırıldandı.

Nida, aradan bir müddet geçtiğinde hareketlendi ve benim onu durdurmama fırsat vermeden tezgahın altından çıkıp doğruldu. Bulunduğum yerden bacaklarının hafifçe titrediğini görebiliyordum. Nora'nın ya da Baha'nın çığlık atmasını, bağırmasını ya da harekete geçmesini bekleyerek hızla tezgahın altından çıkıp Nida'nın yanında durdum. Ancak ne Nora ne de Baha bizi gördüğüne dair işaret vermişti. Hala aynı dikkat ve konsantrasyonla masanın üzerindeki iki kol açım mesafesine uzanan eski kitabi inceliyorlardı.

"Emin olduğumuz tek bir şey var." dedi Baha, bakışlarını kitaptan kaldırmadan. Kirli sakallı, kısa saçlı, hangi açıdan bakılırsa bakılsın iyi görünümlü, dinç bir adamdı. Başını kaldırıp Nora'ya baktı, kendinden emin bir sesle konuşmaya devam etti:

"Çakışma noktalarındaki enerji yoğunluğu, kaderin seyrini değiştirebilir. Ve tabii, bunun için öncelikle doğru büyünün doğru kişiyle can bulması gerekir."

"Doğru kişi derken ne demek istiyorsun?" diye sordu Nora, şüpheyle. Adamla aralarında aşktan çok endişe, bağlılıktan çok mecburiyet içeren rahatsız edici bir sessizlik geçip gitti.

"Bilmiyorum." diye cevap verdi Baha karısına. "Senin ya da benim bu büyüyü bozamayacağımız yadsınamaz bir gerçek. Müritlerden öğrendiğim iksir ilminin bir faydası yok, sen de bunun farkındasın."

Nida ağır ağır, annesinin ve babasının geçmişteki gölgelerine doğru yürüdü, her adımda kaybolmalarından korkar gibi tereddütlüydü. Sonunda babasının yanına geldiğinde elini kaldırdı ve adamın saçlarına dokundu. Baha bir an durdu ve etrafa bakındı sonra kafası karışmış gibi başını kaşıdı ve yeniden kitaba döndü. 

"İki ayrı doğrunun bir noktada birleştiğini ve sonra sonsuzluğa doğru devam ettiğini düşün." dedi Nida, durgun bir sesle. "Babam bu noktadan çoktan geçip gitti ama ben o noktaya ancak varabiliyorum. Artık onu durdurmam, çabalarının fayda vermeyeceğini haykırmam imkansız." 

Dolan gözlerini sımsıkı yumdu. Yanına gittim, ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemez bir halde faydasızca bekledim.

"Sen biliyor muydun?" diye sordu, gözlerini babasının düşünceli yüzünden çekip bana çevirirken.

Dilim tutulmuştu, cevap veremedim. 

"Tabii ki biliyordun." dedi, başını sallayarak. Benden uzaklaştı ve yanan muma doğru amaçsızca yürürken düşünme yetisini geri kazanmak istermiş gibi saçlarını arkaya çekti. 

"Bunu durdurmanın bir yolunu bulacağım." dedim. "Söz veriyorum Nida, bunun için kaderin seyrini değiştirmek zorunda kalsam bile, izin vermeyeceğim."

"Fark etmeden, etrafımdaki herkesin hayatını mahvetmişim." dedi, histerik bir sesle. Şimdi bütün vücudu titremeye, durgun gözleri sendelemeye başlamıştı. 

"Endişelendiğin şey bu mu?" dedim. "Nida, hakimlerin ve müritlerin arasındaki iktidar savaşının sana ölüm getireceğinden bahsediyorum. Benim ya da bir başkasının hayatının bu yüzden sekteye uğraması çok mu önemli?"

"Önemli!" dedi yüksek sesle. Gözleri deli bir ateşle parladı. "Neden bir kez olsun bana anlatmadınız, neden? Kaldıramayacağımı mı düşündünüz ya da bu yüzden kendimi kaybedeceğimi? Ben, beni kurtarmak için girdiğiniz savaşta bundan çok daha büyük yaralar aldım. Siz, beni kaybetmekten çok daha büyük yaralar aldınız. Kimse sonsuza kadar yaşamaz, Semender, hiç kimse! Vademin yettiği yere kadar mutlu yaşayamaz mıydık?"

"Ne demek olduğunu anlamıyorsun, değil mi? Seni terk ettiği için affedemediğin annenin söylediklerini duymadın mı? Sevdiğin birinin gözlerine baktığında onun senden önce öleceğini, onun ölümünün acısını tadacağını düşünmek nasıl bir duygu, haberin var mı? Evet herkes ölür ama kimse ölüme inanmaz! Annen, baban, ben, hepimizin tek bir ortak noktası var Nida: ölüme inanmak. Bizi bu noktaya getiren tek şey bu kahrolası inanç!"

"Bu odadan çıktığımızda..." dedi, kısık sesle. "Gerçekliğine inandığın ölümü unutacaksın. En azından kalan zamanımızı endişeler içinde kıvranarak geçirmeyeceğiz, duydun mu? Eğer benim için bir şey yapacaksan, bu unutmak olsun. Kaderi değiştirmek değil."

"Söylediklerini kulağın duyuyor mu senin?" dedim, iyiden iyiye öfkelenerek. Kanım kulağımda çınlıyordu, dişlerimi sıktım, sırtımda dolaşan yakıcı ateşi söndürmeye çalıştım. "Benden hiçbir şey yapmadan beklememi istiyorsun, bunun imkanı yok!"

"Eğer bir kez daha canımı kurtarmak için beni terk edip gidersen, seni mezarımda bile affetmem. Unut her şeyi, her şeyi unutalım." Şimdi sesi yumuşamış, yalvarır bir tona bürünmüştü. "Lütfen..." diye devam etti, gözleri dolarken. "Zor olduğunu biliyorum ama unutalım, bunu önlemenin bir yolu yok, kaderle oynayamazsın. Kabullen, ne olur."

"Kabulleneyim mi?" dedim, ruhsuz bir gülümseme eşliğinde. "Kusura bakma ama ben senin gibi değilim. Öldüğünü duyduğumda rahatlayıp, acılarım sonlandığı için oh çekemem."

Kelimeler ağzımdan çıktığı anda pişman olmuş, onu geçmişle vurduğum, öfkeli ve kırgın olduğu bir zamanda söylediklerini yüzüne çarptığım için suçluluk hissetmiştim. Ama sözler fırlamış bir oktan farksızdır, hedefi yaraladıysa o oku çekip almak daha büyük bir yara açmaktan başka bir işe yaramaz.

Dudaklarında acıdan kaynaklı, belirsiz bir tebessüm belirdi.

"Hiç değişmemişsin, gerçekten." dedi, uzak bir sesle. "En iyi nereden kırılırım, hala çok iyi biliyorsun."

Her şeyden bihaber çalışmaya devam eden ailesine ve pişmanlık içinde kıvranan bana arkasını döndükten sonra tavana çıkan merdivenlere koştu, uçarcasına tırmandı ve karanlık çukurda kayboldu. Peşinden gittim. Tavandaki karanlık alandan çıktığımda kısa bir an için, Nora ve Baha'nın dünyadaki evini görmeyi bekledim ama Bulutkent'teki metruk, kerpiç evin boş duvarları arasında buldum kendimi. Doğmak üzere olan güneşin belirsiz ışıkları, pencerelere çakılmış tahtaların arasındaki boşluklardan içeri sızıyordu. Nida kapıdan çıkmak üzereydi, odanın öteki ucuna saniyenin onda biri kadar bir sürede kayıp kolundan tuttum ve kapıyı sertçe örtüp bedenini kapıya yaslayarak zapt ettim. Ellerimden kurtulmaya çalıştı, gözlerime çevrili bakışları karardı ancak gözleri kalkanlarla korunan saray sınırları içinde bana karşı koyamazdı. 

"Beni dinle..." dedim, yüzüme bakmasını sağlayarak. "Öyle söylemek istemedim. Sadece delirdim bir an."

Çırpınmayı kesip yüzüme baktı, bir süre birbirimize tutunmuş pozisyonda sessizce, kıpırtısızca bekledik. Yüzüme çarpan nefesi yavaşladı, düzenli bir hal aldı.

"Ben senin öldüğünü duyduğumda rahatlamadım." dedi, kesik kesik konuşarak. 

"Biliyorum." dedim, yatıştırırcasına. Aslında pek de bir önemi yoktu, benim gibi patavatsız, öfkeli bir adamı bir kez olsun sevmesi bile yeterince büyük bir mucizeydi zaten.

"Hep karanlıktı, hep renksizdi." dedi, dolan gözlerinden bir damla yaş düşerken. "Öldüğünü duyduktan sonra benim için bir kez bile güneş doğmadı."

Gözyaşıyla ıslanan yanağını sildim. "Ağlama." dedim, neredeyse emreder gibi.

"Bana inanmıyorsun!"

"İnanıyorum!"

"Seni kırmak için öyle söylemiştim."

"Ben de." dedim. "Aşağıdayken seni kırmak için öyle söyledim."

"Bir daha yapmayalım." dedi.

"Yapmayalım." dedim.

Sonra uzanıp öptüm onu, işlediğim bütün suçları, kapıldığım bütün delilikleri, onda açtığım yaraları unutturmak istercesine. Onu daha uzun ve daha mutlu yaşamaya, ölüm ihtimalini arada sırada hatırlayarak ama her insan gibi ölüme tam anlamıyla inanmayarak aldığımız nefese kapılıp gitmeye ikna etmeye çalışırcasına öptüm. Eğer dudaklarımın altında ezilen dudakları bir gün cansızlaşır, bir gün sıcaklığını kaybederse ne yapacağımı, bununla nasıl baş edeceğimi düşündüm. 

Ölümden sonra da bir hayat var mıydı? Peşinden gidersem, o hayatta birlikte olur muyduk? 

Dudaklarımı hafifçe uzaklaştırdım, gözlerimi açmadan,

"Eğer beni seviyorsan ya da bir kez olsun sevdiysen, pes etme." dedim, fısıltıyla. 

Gücünü kaybetmiş bir halde başıyla onayladı, soğuk eli sakallarımın üzerinde dolaştı. Sonra bir anda kasıldı, bir şey söylemek isteyen ama dili varmayan her insan gibi tutuklaştı, elleriyle omuzlarımı sıktı ve delirmemden korkarcasına sindi. 

"Söyle." dedim, gerilerek. 

"Geliyorlar." dedi.

"Kimler?"

Yutkundu. "Müritler. Buraya geliyorlar. Yarasa onları almaya gitti."

"Ne?" diyebildim yalnızca.

"Ben buraya gelmek için yola çıkmadan önce hazırlıklar başlamıştı."

"Bu kadar çabuk mu?"

Başıyla onayladı.

"Ama bana söz verdi." dedim, inanmaktan kaçarak. "Yarasa bana yardım edeceğine söz verdi. Savaş vaktini benden neden gizlesin ki?"

Nida'yı bıraktım ve ellerimle başımı kavrayarak burnumdan solurken odanın içinde yürümeye başladım. "Ya yine yalan söylediyse? Hayır, bu kadar çabuk olamaz... İmkansız. Henüz hiçbir şey hallolmadı, bu kadar..."

"Semender!"

Aklım kaymaya başlamıştı, düşüncelerimi sağlıklı tutamıyordum, titrediğimi, çenemin kasıldığını hissedebiliyordum sadece. Çıldırmaktan korktukça kalbim daha şiddetli çarpmaya başlıyordu. Omurgamı kaval yapıp çalan endişe, içimi kurutuyordu.

Nida'nın kollarımdan tuttuğunu hissettiğimde bozulmuş algılarım nedeniyle onu ittim ve gücü kesilen bacaklarım yüzünden yere düştüm. Şimdi sadece yere tutunuyor ve delilik arefesinde hissizce bekliyordum. 

Görüşüm kayboldu, önce boşluğun sonra da hayalin içine düştüm.

Ellerimin altında saçları örgülü, yüzünde boyalı desenler olan, esmer bir adam vardı. Beynimden ışık hızıyla ipuçları geçiyordu ve ben bu ipuçlarının pek azını yakalayabiliyordum.

Müzisyen. Lavta. Kahinin oğlu. 

Aç kulaklarını ve iyi dinle. Kahinin oğlu gezgin bir şarkıcı ve eğer ona ulaşmayı başarırsak annesinin yerini bulmamız mümkün.

...Göçebe bir müzisyendir ve gittiği yerlerde para topladıktan sonra onu izleyen kalabalığa meydan okur.

Jamar!

Kader ve tesadüfün kardeş olması mümkün müydü? 

"Söyle." diye hırlıyordum, Jamar'ın yakasını sıkarken. "Annen nerede?"

"Bilmiyorum, lanet olsun bilmiyorum!"

"JAMAR!" diye kükrerken sesim tanınmazdı. Başını duvara çarpmasına yol açacak kadar hızla onu geriye savurduğumda sendeleyerek yere düşüyordu. Gözlerinin karardığını, bakışlarına gölge düştüğünü, ona ağır ağır yaklaşırken fark ediyordum.

"Daha ne istiyorsunuz?" diye soruyordu, bağırarak. "Annemin hayatını mahvettiniz! Kadın yıllarca saklanarak yaşadı! Daha ne istiyorsunuz ha, ne?"

Yere eğilip çenesini avuçlarımın arasında sıkıyordum.

"Bana onun yerini söyle." diyordum, kesik kesik.

Avuçlarımdan gelen ateş yüzünden gözlerinden yaşlar akarken bir kuş gibi çırpınıyor ve sonra,

"Eski Reus Çadırları." diyordu, duyulmaz bir sesle. "Orada saklanıyor."

Sahne değişiyordu, kendimi bir anda çadırlarla dolu geniş, çorak bir arazide buluyordum. Normal şartlarda şarkılar, renkli elbiseler, önlenemez bir coşku ve hareketlilik içinde olması gereken arazide doğal olmayan bir sessizlik vardı. Çadırların arasında yürüyor, sönmüş ateşlerin kara kozlarına, parçalanmış at arabalarına, yere düşmüş tentelere bakıyordum. 

Çadırlardan birine yaklaşıp perdeleri araladığımda burnuma yoğun, iç bulandırıcı bir koku çarpıyordu. Ceset kokusu. İçeride kan ve ceset yığınından başka bir şey göremeyince öğürme hissimi bastırarak teker teker bütün çadırlara, tıpkı bir çılgın gibi koşuyor, içlerini kontrol ediyor ve her defasında karşılaştığım manzarada daha fazla ceset, daha fazla kan görerek kahroluyordum. Parçalanmış boğazlar, açığa çıkmış bağırsaklar, iki geniş küre gibi dışarı fırlamış ve derin bir korkuyla sonsuza dek donmuş gözler, yaşarken gördüğüm kabusun ateşini anbean körüklüyordu.

Sonunda dizlerimin üzerine düşüyor, çadırlardan birinden uzanan kan şeridine bakarken gözlerimi açık tutabilmek için kendimle savaşıyordum. Bir rüzgar esiyor, çadırın perdesini dışarı uçuruyordu. Sonra bir hareketlilik, ufak bir kıpırtı. Bir inleme. Yerde emekleyerek iniltinin kaynağına gittiğimde, can çekişen bir kız çocuğu görüyordum. Esmer. Kara saçlı, kara gözlü. Erguvan renkteki fırfırlı elbisesi göğüs kısmından yırtılmış. Yüzüne yeşil kalemle dört yapraklı yoncalar çizmiş. Fakat o yoncaların üzerinde artık yalnızca kuru bir ölüm bekleyişi var. Kızın kanlı başını dizlerime çekip yüzüne dokunuyor, söyleyecek mantıklı bir söz arıyordum.

"Kim yaptı?" diye soruyordum, onu teskin etmek yerine.

Kanlı ve hırıltılı bir nefes verirken gözlerini hafifçe aralıyordu. 

"O." diyebiliyordu yalnızca. "O yaptı."

Elini canından kalan son güçle kaldırıp uzak bir yeri işaret ettiğinde arkamı dönüyordum. 

Rüzgar şiddetini arttırıyor, çadırlardaki ceset kokusunu aynı kefeye koyup ciğerlerime üflüyordu. 

Ellerini arkasında bir şey gizliyormuş gibi belinde birleştirmiş, siyah peçeli, uzun siyah pelerinli bir adam bulunduğum yere doğru yavaş adımlarla yaklaşıyordu. Gözlerini görür görmez tanıyordum onu. Hayır, hayır, imkansız, o yapmış olamaz. Peki ya kollarına sıvanmış kan? Peçesinin altından damlayan kan? Buna mecbur değil, kan için bir kabileyi katletmez. Öyleyse neden?

"Onu öldürdüm." diyordu, buz gibi bir sesle.

Canını dizlerimde teslim etmiş kız çocuğunun başını toprağa bırakıp ayağa kalkarken bacaklarım titriyordu.

"Yapmadın." diyordum.

"Yaptım." diye cevap veriyordu. "Bana başka yol bırakmadın."

"Kahini öldürmedim de, Yarasa." diyordum, yalvarır gibi. "Yapmadım de, yalvarırım yapmadım de."

"Vaat edilen bahar." diyordu, kelimeleri bir ok gibi üzerime salarak. "Eninde sonunda gelecek."

Ona saldırmam, onun boğazına yapışıp içimdeki bütün ateşle onu saçlarına kadar kavurmam gerekirdi. Ama yapabildiğim tek şey buz gibi bir soğuklukla dikilmekti.

"Sana inanmıyorum." diyordum, dişlerimi sıkarak. Başımı tutarsızlıkla iki yana sallıyordum. 

Yarasa belinde birleştirdiği elini öne çıkarıyor ve saçlarından tuttuğu kesik başı önüme fırlatıyordu. Kesik baş bir top gibi yuvarlanıyor, tam ayaklarımın önünde duruyordu, cansız gözleri gökyüzüne değil tam gözlerimin içine bakıyordu.

Muhbir cücenin zihninde gördüğüm kahinin yüzü karşımdaydı. Aylardır yılmadan, yeis ve umut arasında gidip gelerek aradığım o yüz şimdi ayaklarımın dibindeydi. Ama kehaneti bozacak tek güç olan o yüz, artık cansızdı. 

Nefesim soluk borumda tıkanırken, güçlükle adım adım geriliyor, kesik başın baktığım her yerden üzerime çevrilen cansız gözlerinden kaçıyordum. O gözler bana çırpınman faydasız diye fısıldıyordu, kaçsan ne değişecek? 

Her şey bitmişti. O ölecekti ve ben bunu durduramayacaktım. Vaat edilen bahar bana cehennemi getirecekti. 

"Hayır." diye fısıldıyordum, kulaklarımı kapatırken. Aklım, bilincim uçurumdan yuvarlanıyordu. "Hayır, hayır..."

O anda birden etrafımda bir kalabalık hasıl oluyor, kollarım başka kollar tarafından zapt ediliyordu. Gözlerimi muazzam bir çaba sarf ederek açtığımda sarayın muhafızlarının etrafımı çepeçevre sardıklarını görüyordum. 

"Seni ihbar etmek zorundaydım." dediğini duyuyordum Yarasa'nın. Sesi gittikçe uzaklaşıyordu.

"Umarım bir gün beni affedersin, eski dostum." 

Lanjutkan Membaca

Kamu Akan Menyukai Ini

3.6M 300K 82
Ölüm uşaklarını peşime salmıştı. Soluğum korkunun soluğuna karışmıştı. Koşuyordum. Sivri dalların berelediği bacaklarım hiç durmadan hareket ediyor...
7.4M 300K 55
Fantastik #1 Siz hiç bir ruha aşık oldunuz mu? Gülüşünden bihaberken ya da öfkelendiginde nasıl baktığı bilemeden sonsuz bir melankoninin içine düştü...
1K 316 12
Her hikayenin bir başlangıç noktası vardır ve her başlangıç noktası, başka bir hikayenin sonunu taşır. Ayın kızıla vurduğu, insanların derin uykuda...
199K 13K 61
Kitap en baştan düzenleniyordur bu yüzden bölümlerde karışıklık olabilir. Bu yüzden düzenlenmeyen bölümlerin olunmaması önerilir !!! Dünya baştan koy...