Bulvar

By denizyolcusu

234K 25.5K 6.2K

Görünmez bir adamın son derece sıradan hayatı, çekimine kapılarak peşinden sürüklendiği tuhaf bir kadınla kar... More

İlk dokunuş - 1
Mahşere mahkum - 2
Kardaki ayak izleri - 3
Bulutkent koruyucuları - 4
Tuhaf rüyalar - 5
Semender'in dönüşü - 6
Sorular ve zehirler - 7
Ellerinde sihir var - 8
Çaresizlik denizi - 9
Yarasa'nın yardımı - 10
Kör edici şüphe - 11
Mayın tarlası - 12
Mavi gökyüzü - 13
Madalyonun öteki yüzü - 14
Tehlikeli oyunlar - 15
Gözyaşının kaderi - 16
Kuralların canı cehenneme - 17
Kaygan bir balık - 18
Avcı ve av - 20
İkinci şans - 21
Çıkmaz sokak - 22
Vaat edilen bahar - 23
İki ayrı cadde - 24
Düşmüş bir uçurtma - 25
Yedi alem şahit - 26
Yaşatmak uğruna - 27
Ağır ölüm - 28
Son bölüm

Benim büyük lanetim - 19

5.8K 741 145
By denizyolcusu

Kötü günler başlarken bölümü gibi bir şey oldu bu bölüm ve hikayenin dönüm noktalarından biri aynı zamanda. İyi okumalar dilerim :)

Tek yoldaşım Nox'tu. Bilinmeyene koşuyorduk. Kent merkezinin tepelerin doğusunda mı yoksa batısında mı kaldığı konusunda dahi fikrim yoktu, belki de kuzeyindeydi ya da güneyinde. Kalbimin sesini dinleyerek doğuya yönelmiştim ama yanıldığımı, kalbimin sesine güven olmayacağını anlamam için aradan birkaç saat geçmesi gerekti. 

Tepeler çoktan gözden kaybolmuştu, gün ışığının ağaçların arasından utangaçça uzanıp toprağa dokunduğu engebeli bir patikanın girişine varmıştım. Patikayı ören ağaçlardan birine yaslanmış uyuklayan adam, kirli gömleği, keçe gibi saçları ve sol eline bulaşmış menşei belirsiz kırmızı lekeyle tekin görünmese de, yola çıktığımdan beri karşılaştığım ilk insandı. Vakit kaybetmeden kent merkezindeki işimi halledip tepelere dönmek istiyorsam yolu ona danışmalıydım. 

"Ağabey!" diye seslendim. "Bir bakar mısın?"

Homurdanarak kendine geldi ve yüzünün etrafında dolaşan kara sineği kovalamak için elini sallarken yüzüme baktı. 

"Buyur birader?"

"Kent merkezine nasıl gidebilirim?"

"Kuzey batıya doğru yol alman gerek." dedi. Uzun saçlarını arkasında toplayıp ayağa kalktı ve sakalını sıvazladı. "Tam olarak nereyi arıyorsun?"

"Kirli Kale'yi."

"Beni de merkeze atabilirsen sana yolu gösterebilirim." dedi. "Buradan oldukça uzak, yollara yabancıysan bulman zor olur."

Bir süreliğine sunduğu teklifi tarttım. Yolda gördüğüm hırpani bir adama güvenmem yersiz olurdu. Ama içten içe, bu adamın zararsız olduğunu ve bana zarar vermeye niyetlense bile bunu hissedip onu önleyebileceğimi hissediyordum.

"Kabul." dedim. 

Tembel ve hantal görüntüsünden beklenmeyen bir şekilde hızla yaklaştı, ardından kolaylıkla atın arkasına atladı. "Şu taraftan, dosdoğru." diyerek, patikadan oldukça uzaktaki vadinin silik izlerini işaret etti.

Atımı tereddüt etmeksizin vadiye yönelttim, dizginleri salarak Nox'un dört nala koşmasına izin verdim.

"Acelen var galiba?" diye sordu adam arkamdan. Tok bir sesi vardı, alaycı gibiydi ama bir şekilde ukala ya da çok bilmiş bir tavırdan uzak geliyordu kulağa.

"Gece olmadan kent merkezine gidip geri dönmem gerekiyor." dedim.

"Ne yapacaksın Kirli Kale'de?"

"Tüccarım." diye uydurdum. "İş bağlamaya gidiyorum."

"Bir nevi meslektaşız."

"Sen de mi tüccarsın?"

"Elime yetişkin bir dinozor düştüğü takdirde, evet."

Aben'in dinozor avlayıp derilerini satan adamlarla ilgili anlattıklarını hatırladım.

"Bir dinozoru nasıl yakalarsın?" diye sordum sırf meraktan.

"Meslek sırrı, evlat." dedi. "Cesaretin varsa benimle gelip dinozor avına katılabilirsin."

"Belki başka bir zaman." dedim, kısık sesle.

Güneşin bulutların arasına gizlenmesiyle ortalık gölgelenmiş ve hava serinlemişti. Yolun geri kalanında ikimiz de tek kelime etmedik.

Vadiye vardığımızda aradan bir ya da iki saat geçmişti. Güneş artık bulutların arasından çizgi şeklinde huzmeler olarak düşüyor ve vadiyi ışınsal şeritlere ayırıyordu. Konik vadiyi biraz sabırsızlık biraz da doğal olmayan sessizliğin verdiği tedirginlikle, Nox'un bacaklarının izin verdiği kadar hızla geçtik. 

Vadi bittiği anda sesler bir anda yerine gelmişti sanki. Kuşlar cıvıldıyor, ortalıkta dünya üzerinde şahit olmadığım türlerde kediler dolanıyor, daha uzaklarda evlerin puslu sureti görünüyordu. 

"Şurayı görüyor musun?" diye sordu, parmağıyla işaret ederek. Gösterdiği yere baktığımda evlerin oldukça uzağında, gökyüzüne bir sur gibi yükselen duvarları gördüm. Bir sis tabakasıyla örtülüydü ve oranın bir kale olduğunu bilmesem, gökyüzünden doğan devasa bir hortum olduğunu düşünebilirdim.

"Kirli Kale." dedi, açıklarcasına. "Kent Merkezi'nin hem ilim hem de ticaret yuvası. Orayı daha önce hiç duymamış olman ilginç. Nereden geliyorsun?"

"Uzak bir yerden." dedim, hızlanırken. "Oldukça uzak bir yerden."

Bu konunun irdelenmesinden hoşlanmadığımı hissetmişti sanırım, daha fazla soru sormadı. Evlerin, tezgahların, karınca yumağı gibi oradan oraya koşturan insanların bulunduğu yerleşim yerine varmamız yarım saati bulmadı. Gözlemlediğim halk daha önce kaldığımız hanın yakınlarındaki kasaba sakinlerinin aksine düzgün giyimli, temiz, etrafı bilgiç bir tavırla süzen, asilzade tipli insanlardı. Kadınların giydikleri elbiseler, dünyanın orta çağını andıran tarzda, kabarık, korseli, kol yenleri dantelli elbiselerdi. Erkekler ise çoğunlukla gömlek, kolsuz yelekler ve dizlerine varan uzun çizmeler giyiyorlardı. Gölge oyunu izleyen kalabalığın yanından geçerken kimileri dönüp bize bakıyor, giyimlerimizi - ya da sadece arkamda oturan adamın giyimini - hoşnutsuzluklarını gizleyemedikleri bakışlarla süzerken çenelerini havada tutarak yüzlerini hafifçe buruşturuyorlardı. 

"Beni burada indir." dedi adam. "Yanına uğramam gereken bir kadın var."

Durdum ve attan inmesini bekledim.

"Sanırım ikimiz için de faydalı bir yolculuk oldu." dedi, el sallarken. "İyi şanslar, genç adam!"

"Size de." dedim ve hiç vakit kaybetmeden yola devam ettim.

Uzaktan gökyüzüne dokunuyormuş gibi duran surlara varmam tahmin ettiğimden çok daha uzun sürdü, belki iki belki de üç saat. Nihayet vardığımda attan indim, Nox'u dizginlerinden tutarak peşimden sürükledim. Kale girişine geldiğimizde kalabalık iyiden iyiye artmıştı. Kimi içi yüklü tekerlekli arabaları güçlükle çekiyor, kimi ellerindeki file poşetleri düşürmemek için cambaz gibi dikkatle yürüyor, kimiyse pazarlığa mahal vermeyen cimri tüccarların arkasından sövüp duruyordu.

Kalabalık yüzünden rahatsız hissetmekten kendimi alıkoyamayarak surların giriş kapısından içeri geçtim. Düşündüğümün aksine boğucu bir yer değildi, aksine taş sokaklar ve taş duvarlar ışıldıyordu, ortalıkta tek bir toz tek bir çöp bile yoktu ki bu kadar kalabalık olan bir yer için bu durum son derece garipti. Başım yerde, ellerim ceplerimde sessizce yürüyor ve Nora'yı sorabileceğim uygun birini bulmaya çalışıyordum. Sonunda kabarık etekli, güleç bir kadın gördüm. Sırtını camlı bir dükkanın hemen yanındaki taş duvara yaslamış, müşterileri içeride satılan kürkleri denemeleri konusunda yüreklendirmeye yönelik etkili bir konuşma yapıyordu. "Hepsi Akrin ustanın elinden çıkma ve o kadar zarifler ki inanamayacaksınız, ayı postunu andıran kürkleri bırakıp buraya gelin bayanlar!"

"Afedersiniz?" dedim Bulutkent dilinde, kızın yanına yaklaşırken. Konuşmayı yarıda kesip sustu ve yüzünü bana çevirdi. 

"Buyurun?"

"Birini arıyordum." dedim. "Adı Nora."

"Bu kalede Nora adlı onlarca kişi var bayım."

"Kalkan." dedim, hakkında başka hiçbir şey bilmediğimden.

"Baştan öyle söylesenize." dedi, gülerek. "Yokuşun tepesindeki dükkan. Kuvvetli Tütsüler yazıyor, görürsünüz zaten."

"Teşekkürler."

"İstediğiniz başka bir şey yok mu?" dedi, işveli bir sesle.

"Hayır." dedim, ellerimi sallayarak. Nox'un iplerini çekerek yokuş yukarı tırmanmaya başladım. Yokuş bittiğinde, dışarıdan ahşap bir ağaç evini andıran dükkan gözüme çarptı. Tam önündeki kara tahtaya, tebeşir benzeri bir kalemle "Kuvvetli Tütsüler Dükkanı - bütün ürünlerimiz tazedir." yazılmıştı.

Nox'u kapının önündeki uzun direklerden birine bağlayıp içeri yöneldim.

Dışarıdan öyle görünmemesine rağmen içerisi hınca hınç doluydu. Kalabalık ve gürültü kulaklarımda matkap etkisi yapıyordu. Raflar ardı ardına dizilmişti, ayrılan sık bölmelerin içinde otlar, uzun çubuklar, sertleşmiş deri tabakaları, dondurulmuş hayvan kafaları veya vücutları, hangi hayvandan söküldüğü konusunda tahmin yürütemediğim farklı ebat ve şekillerde dişler, bir atın paçasını fena halde andıran kahverengi ve siyah renkte tüylü şeyler, bütün bu rafların daha ötesinde, camlı bir büfeye özenle yerleştirilmiş değişik renkte cam şişeler vardı. Şişelerin altındaysa cazip açıklamalar ve aynı oranda cazip fiyatlar içeren etiketler görülüyordu:

"BİR GECELİK AŞK - yüzde yüz işe yarıyor.(Bin beş yüz Salin)" 

"ZAMAN YAVAŞLATICI - Sınav günleri için birebir.(Yedi yüz Salin)" 

"KARAÇIBANLARA KESİN ÇÖZÜM - doğal dinozor yağından.(Altmış Salin)" 

Etiketleri okumaktan sıkılarak etrafı incelemeye devam ettim.

Omzuma çarpıp geçen insanların kolları satın almak üzere istifledikleri tuhaf nesnelerle doluydu ve daha az ücret ödeyebilmek için çileden çıkmış satış görevlilerine çemkiriyorlardı. 

"Bu fiyata ancak domuz bağırsağı satın alabilirsiniz!" diye bağırıyordu, satış yapan kızlardan biri böğürürcesine. 

"İsabet olurdu!" diyordu, azılı müşteri. "Çeneni bağlayabileceğim bir bağırsak olurdu elimde!"

Kulaklarımı tıkama isteğimle boğuşarak raflardan birine yöneldim ve en zararsız  gibi duran bölmenin (sinameki - tuvaletle küs olanlar için birebir - ) önünde, kurutulmuş ot parçaları o zamana dek gördüğüm en ilginç varlıklarmış gibi incelemeye ve gizliden gizliye ortalığı araştırmaya başladım. Satış yapanların büyük çoğunluğu, Nida'nın annesi olamayacak kadar gençti. Bu yüzden bölmenin içinden bir tutam sinameki aldıktan sonra boşta duran satış görevlilerinden birinin yanına yaklaştım.

"Pardon." dedim, kıza.

"NE VAR?" dedi, bağırmaktan kısılmış sesine rağmen böğürmekten vazgeçmeyerek.

"Şey." dedim, içimden kadınların gazabından korunmak için dua ederken. "Ne kadar diye soracaktım?"

"Sekiz salin, bir salin bile aşağı olmaz, hayır - "

Eline cebimdeki onluğu aceleyle tutuşturduğumda gözleri büyüdü ve yüzü bir anlığına yumuşadı.

"Birini arıyordum." dedim. "Geçen sefer verdiği sinamekiden çok memnun kaldım da teşekkür edecektim."

"Kim?"

"Adı Nora'ydı sanırım."

"Ah." dedi. "Nora hanım kimseye satış yapmaz ki."

"Sanırım bana özeldi." diye uydurdum, ateş basarken. Uydurduğum yalanların kuyrukları artık boğazıma dolanıyordu, yavaşlasam iyi olacaktı sanki.

"Üst katta." dedi, yumuşak bir sesle. 

Teşekkür ettikten sonra hızla merdivenlere yöneldim ve yer yer çürümüş ahşap korkuluklara tutunarak sarmal merdivenleri çıktım. 

Yukarı kat aşağı kata göre nispi bir sessizlik içindeydi. Müşteriler yoktu, ortalıkta beherler, tüpler, şırıngalar, damlalıklar ve bütün bunları taşıyan kireç rengi masalar görülüyordu. Titizlikle çalışan kadınlar ve adamlar içeri girdiğimi duymamışlardı. İçlerinden birinin beni görmesi için aradan birkaç dakika geçmesi gerekti.

"Buraya giremezsiniz bayım." dedi, beni gören kadın. "Aşağı inin lütfen."

Kadının uyarısıyla masada oturan herkes başını bulunduğum yere çevirdi. Masanın başında oturan adamlardan biri yüzüme o kadar dikkatle bakıyordu ki rahatsız olarak kıpırdandım ve gerçekten de dönüp gitmeyi düşündüm.

"Kimsiniz?" diye sordu beni inceleyen adam. 

"Adım..." diye başladım ama tam o anda biri kolunu omzuma attı ve beni kendi gövdesine sertçe yasladı. Orta yaşlı, sarışın, beyaz tenli bir kadındı ve kolları bir erkeğinki kadar güçlüydü. Öyle ki bir anlığına nefesim kesilmişti. 

"Yeğenim." dedi. "Beni ziyarete geldi."

"Bir yeğeniniz olduğunu bilmiyordum." diye cevap verdi adam, bariz bir şüpheyle.

"Müsait olduğun bir gün incelemen için soy ağacımı veririm, Wiles." dedi kadın, kollarını biraz olsun gevşettiğinde. Yüzünde alaycı bir tebessüm belirmişti. Adamın asık suratına karşılık aşırı bir coşkuyla kolumdan çekti ve o zamana dek orada olduğunu fark etmediğim siyah bir kapıyı açıp beni içeri aldıktan sonra kapıyı sıkıca kapattı. İçerisi zifiri karanlıktı ancak kadın beni peşinden kesin bir surette sürüklediğinden yürürken zorlanmıyordum. Sonunda durduk, uzaklaştığını ve oldukça kalın duran perdeleri açtığını duydum. İçeri gün ışığı girdiğinde gözlerimi kıstım ama aynı anda yüzüme yediğim tokat yüzünden öyle ani bir şok yaşadım ki gözlerim fal taşı gibi açıldı. Şaşkınlıkla yüzümü tutarken beni peşinden sürükleyen kadına baktım. Dikkat çeken ilk özelliği, gözleriydi. Yeşil, parlak, içinde kaybolmaya gönüllü olabileceğiniz türden bir ormanı andırıyordu. Ki bu gözler, aşık olduğum kişinin gözlerinin birebir kopyasıydı. 

"Nora..." dedim, kısık sesle. 

"Nasıl bu kadar aptal olabilirsin?" dedi, sinirden köpürerek. Yüzüne yansıyan öfke o kadar canlıydı ki kasıp kavurmaya hazır bir yangını andırıyordu. "NE HALT ETMEYE - " Sustu ve derin bir nefes alıp sakinleşmeye, kendini kontrol etmeye çalıştı. Yeniden konuştuğunda sesi kısık ama buna rağmen ölümcüldü.

"Ne halt etmeye kentin ortasına açık bir yüzle geliyorsun?" 

"Ben..." dedim, yutkunarak. "Bunun sorun olacağını düşünmemiştim."

"Düşünmekten yoksun olduğun ortada." dedi, saçlarını geriye atıp yüzünü benden öteye çevirirken.

Uzun süreli sessizlik boyunca karşılıklı durduk. Gözlerinin altındaki kırışıklıkları, kaşlarının ortasında mütemadiyen duran çift çizgiyi inceliyor ve Nida'yı düşünüyordum. Bu kadına müteşekkir olmam gerekirdi, hem de hayatım boyunca. 

"Ona çok benziyorsunuz." dedim.

Belli belirsiz güldü. "İlk karşılaştığımızda söylediğin ilk cümle buydu."

"Öyleyse bile hatırlamıyorum."

"Biliyorum." dedi. Yüzünü bana çevirdiğinde sakinleşmiş, durulmuştu. "Kusura bakma, aşırı tepki verdim. İçerideki adam neredeyse seni tanıyordu. Hala hayatta olmana sevindim ama kalan ömrünün kısacık olmasını istemiyorsan, aptalca davranma. Sen sürgüne gönderilirken, kentin neredeyse yarısı oradaydı. İçlerinden herhangi biri seni tanırsa, kıçını kimse kurtaramaz."

Arkasını dönüp çalışma masasını andıran, üzeri devasa kitaplarla dolu masaya yürüdü ve mavi bir sıvıyla dolu sürahiyi kafasına dikti, ardından dudaklarının kenarından damlayan sıvıyı kol yeniyle sildi.

"Neden geldin buraya?" diye sordu.

"Sizinle konuşmak için."

"Bulutkent'i kastediyorum. Dünyayı bırakıp neden buraya geldin?"

Yutkundum. "Cevaplara ihtiyacım vardı."

"Cevaplara ihtiyacın vardı demek." diye tekrarladı, kısık sesle. "O da burada mı?"

"Evet." dedim, rahatsız hissederken. Bir şekilde yargılanıyor, infaza mahkum ediliyormuş gibi sıkıntı içerisindeydim.

"O asla buraya gelmemeliydi." dedi. "Asla."

"Orada acı çekmeye devam mı etseydi?" dedim, sinirlenmeye başladığımı fark ederek. "İğrenç bir adamın ellerinde kirlenmeye devam mı etseydi?" 

"Kötünün iyisi olsa da yapması gereken buydu."

Keyifsiz bir gülüş kaçtı ağzımdan. "Siz kendinize anne mi diyorsunuz? Dokuz yaşında terk edip gittiğiniz bir çocuğun iyiliği umrunuzdaymış gibi davranmayın."

"Sen ne biliyorsun ki?!" dedi hışımla bana dönerek. Birkaç adım yaklaştı ve öfkeden titreyen göz bebeklerini gözlerimin üzerinde sabitledi. "Hiçbir şeyden haberin yok. Aklın da ruhun da bomboş. Silindin sen, ölüden daha aşağı düştün. Şimdi karşıma çıkıp da - "

"Evet haberim yok! Evet bildiğim her şeyi unuttum! Ama savaşıyorum. Sizin gibi bir kaleye gizlenip ahkam kesmiyorum."

İkimiz de sustuk ve bir süre öfkeli iki hayvan gibi burnumuzdan soluduk. Nihayet sakinleştiğinde,

"Bu konuşma böyle olmamalıydı." dedi başını iki yana sallayarak. "Böyle olmamalıydı."

"Bu konuşma aslında belki de hiç olmamalıydı." dedim. "Buraya hiç gelmemeliydim."

Gitmek üzere arkamı döndüğümde, "Dur." dedi. "Buraya öğrenmek için geldiğin soruyu sormadın henüz."

"Ne için geldiğimi nereden biliyorsunuz?" diye sordum. Yüzümü ona çevirdiğimde dudaklarında buruk, yıkık bir tebessüm vardı.

"Daha önce de geldin." dedi. "O zamanki öfken düşünülünce, bugünkünden daha bahtsız bir konuşma olmuştu." Yutkundu. "Sor hadi."

"Nida doğmadan önce..." dedim, kısık sesle. "Neden Bulutkent'i terk edip dünyaya yerleştiniz?"

Dudakları gerginleşti ve yüzü put ifadesizliğine büründü. "Biz dünyaya Nida doğduktan sonra yerleştik."

Sorumun cevabı olmasa da yeni edindiğim bu bilgiyi sindirebilmek için duraksadım. "Nida öyle bilmiyor ama."

"Babası fazla korumacıydı, kızına anlattıkları çoğunlukla gerçeğin yumuşatılmış şekli, masalsı saçmalıklar olurdu."

"Peki neden?" diye eski sorumu yineledim. "Neden burayı terk ettiniz?"

"Çünkü başka çaremiz yoktu." dedi. İlk kez sert gardı düşer gibi oldu ve gözleri belli belirsiz buğulandı. Bu buğuyu dağıtabilmek için gözlerini kırpıştırdı. 

"Mutluyduk." dedi. "Baha ve ben. Onunla ilk kez ailemle kasabaya gittiğim tatilde karşılaşmıştık. Etkilenmiştim. O ise büyülendiğini söylüyordu, her zaman için benden biraz daha duygusaldı."

Bir an gücünü kaybetmiş gibi geriledi ve çalışma masasının başındaki sandalyeye çöktü.

"Ailem onun bir mihenk olduğunu öğrendiğinde, aramızdaki ilişkiye şiddetle karşı çıktı. Kasabaya gitmemi yasakladılar, hatta dışarı çıkmamı, biraz daha ileri gidip odamdan çıkmamı bile yasakladılar. Bir gün azmettim ve evden kaçtım. Belki de bu kadar üzerime gelmeselerdi, birkaç aya unuturdum onu. Ama gençken işler nasıl yürür bilirsin. Yasaklara olan meyil, beni ona bağlamıştı. Gizlice evlendik, kimsenin bizi tanımadığı, dans ederek ve fal bakarak geçimini sağlayan, içlerinde kahinlerin, şarkıcıların, tiyatrocuların bulunduğu küçük bir köye yerleştik. Baş döndürücüydü. Başlarda hafife alsam da bizimki tutkulu bir ilişkiydi. Hamile olduğumu öğrendiğimde önceleri korktum ama sonra bu fikre de alıştım. Nida doğana dek, hayatım büyüleyici seyrinden bir an olsun şaşmadan ilerliyordu ve ilk kez masalların o kadar da ulaşılmaz olmadığını düşünüyordum. Ama o doğduğunda, hayatımız tepetaklak oldu. O güzel masal bir gece içinde bitti, kabus başladı. Asla geçmeyecek bir kabus."

"Ne demek istiyorsunuz?" dedim, huzursuzca.

"Hala sabırsızsın." dedi Nora. Konuşmasını böldüğüm için sinirlenmiş ve hayal kırıklığına uğramış, dikkati dağılmış gibiydi. Sustu ve aklındakileri toparlamış olacak ki kısa süre sonra devam etti.

"Beni doğurtan ebe aynı zamanda ünlü bir kahindi. Kahinler, dünyada olduğu gibi düzenbaz, dolandırıcı kimseler değillerdir. Dilleri yaşayan herkesi korkutan bir büyüyle kaplıdır. Ağızlarından çıkan sözler, gizli ve kadim bir güçten gelir ve o söz her neyse, geleceği bağlayan, geleceği şekillendiren bir kehanete dönüşür."

Derin bir nefes aldı, gözlerini sıkıca kapattı, bir an için burada değil de geçmişte yaşıyor gibi göründü. "Bebeği dışarı çıkardığında gözleri uzak bir noktaya sabitlenmiş, titriyordu. O an sancılardan nihayet kurtulduğum ve bebeğin sesini de duyduğum için mutluydum bu yüzden önemsemedim. Ama sonra o pes, derinden gelen sesiyle konuştu. Ebe ve ben yalnız değildik. Baha çadırdaydı, yardım etmek için ortalıkta dolaşan birkaç kadın ve anestezik ilaçları vermek için içeri giren bir cüce de oradaydı. Hepimiz duyduk.

Bebeğin büyüdüğünde müritlerin yükselişini haber veren aydınlanış gecesinde orada olacağını, hakimlerin düşüşünde büyük rol oynayacağını ve mihenklere huzur getireceğini söyledi. Ve sonunda..."

"Sonunda ne?" dedim, kısık sesle.

"Sonunda bu yolda hayatını kaybedeceğini."

"Ne?" dediğimi hatırlıyorum yalnızca. Uyuşmuştum, ayakta duramayarak hemen yanımda duran pencerenin pervazına tutundum. "Ben..." dedim, kekeleyerek ve dolanan dilimi güçlükle zapt ederek. "Ben buna izin vermem." Sözlerim dilime battı. "Asla. Ben buna asla izin vermem."

"Kaçtık." dedi, beni duymamış gibi. Trans haline geçmişti, anlattığı her şeyi bana değil kendine anlatıyordu. "Bulutkent'i terk etmeye karar verdik. Hakimlerin her şeyden haberi vardı, çadırdakilerden biri onlara bu bilgiyi fahiş fiyata satmıştı. Çocuğu öldürmeyi tercih ettiklerini açık ve net biçimde söylediler. Ama Baha ve ben, ömrümüzün sonuna kadar dünyada kalacağımıza ve Bulutkent'e asla dönmeyeceğimize yemin ettik. Sonunda kabullendiler ve çocuğu bize bağışladılar. Dünyada yeni bir yaşam kurduk ancak sürekli izleniyorduk, çocuğun etrafında dolaşıyorlar, onu huzursuz ediyorlardı. Yalnızca iki yaşındayken, gölgelerden, ani seslerden korkan, titrek bir kız çocuğu haline geldi. Yine de yakın zamanda her şeyin düzeleceğine, aradan yıllar geçtiğinde peşimizi bırakacaklarına, rahata kavuşacağımıza, huzursuzluğumuzun son bulacağına inanıyordum."

"Neden gittin o zaman?" diye bağırdım. "Neden? Neden, anlamıyorum, neden?!"

"Baha'yla kehaneti bozmanın yollarını araştırıyorduk." dedi fısıltı gibi bir sesle. "Hakimlerden yardım isteyebilirdik belki ama onların amaçlarının bu olmadığını, buna vakit ayıramayacak kadar kibirli olduklarını ikimiz de biliyorduk. Belki de vakti geldiğinde onu öldüreceklerdi, emin olmak imkansızdı. Bütün gün laboratuvardan bozma küçük odamda çalışıyordum, Nida'ya çok az vakit ayırabiliyordum. Bulabildiğimiz bütün kitapları, iksir formüllerini hatta kara büyüleri bile araştırmıştık. Sonunda binlerce yıl öncesinden kalma, dağılmış bir kitap nüshası bulduk. Ufacık bir yere çiziktirilmiş bir büyüydü belki de uydurmaydı, işe yaramayacaktı ama son şansımızdı. Büyü için, kahinin dili gerekiyordu. Bulutkent'e dönüp ebeyi bulmak zorundaydık. Baha ya da ben, ikimizden biri. Kızımızı korumak için geride kalması gereken oydu. Artık ikimiz de kendimiz için değil, kızımız için yaşıyorduk. Ailemi terk ettim ve gizlice Bulutkent'e gittim."

Yanağına bir damla yaş uzandı ve yeniden konuştuğunda sesi çatladı, yüzü ağlamak üzere olan biri gibi gerildi ve kirpikleri sırılsıklam oldu. "Onun mihenk olduğunu bile bilmiyorduk, kahretsin ki bilmiyorduk. Yanından bir an olsun ayrılmamıştım, nereden bilebilirdik ki? Ben gittikten sonra bir gece yarısı pencerenin ardından onu gözetleyen düş polisini gördüğünde, güçlerinin patlaması onun suçu değildi. Sadece dokuz yaşındaydı. Birinin ölümünü sırtlanmak için çok küçüktü." Hıçkırıklarını dizginleyebilmek için dişlerini sıktı.

"Ebeyi..." dedim, soğuk bir hissizlikle. Gördüğüm gözyaşlarına karşı en ufak bir duygu kırıntısı, acıma ya da hüzün hissetmiyordum. Damarlarımda dolaşan tek duygu, öfke, öfke, daha çok öfkeydi. Bu büyük öfkeyi nereye yönlendireceğim konusunda kahretsin ki hiçbir fikrim yoktu. Yutkundum. "Ebeyi bulabildin mi? Kahini?"

"Hayır." dedi. "Baha'nın öldüğünü duyana dek ebeyi aradım, hiç ayak basmadığım yerlere gittim, yüzlerce insana danıştım, her yolu denedim ama izine rastlayamadım. Sanki yer yarılmıştı ve o da yerin dibine girmişti."

"Bir gün olmadık birinden Baha'nın öldüğünü duydum. Çok geçmeden bu haber Bulutkent'e çığ gibi yayıldı. Katil Hakimler, bir mihenk öldürdü hem de suçsuz bir mihenk! Kahini aramayı bıraktım. Kızımın yanına gitmeliydim ama kapılarda yakalandım. Dünyaya geçmeme izin verilmedi. Hakimlerin karşısına çıktım, kızımın yanına gidebilmek için onlara yalvardım, gururumu çiğnemelerine izin verdim. Ama olmadı. Kızımın yaşamasını istiyorsam, ondan uzak durmam gerektiğini söylediler. Merak etmemeliymişim, ona iyi bakacaklarmış, o artık onların gözetiminde olacakmış." Ruhsuzca güldü. "Şerefsiz köpekler." dedi, etrafa tükürük saçarak.

Bir süre ikimizden de tek ses çıkmadı, ikimiz de sessizliğin ve çaresizliğin kırıntılarını hazmetmekle meşguldük.

"Sonra seninle tanıştım, daha doğrusu sen beni buldun. İçimi rahatlattın. Bana karşı öfkeliydin, tanışmamız pek hoş olmamıştı ama endişelerimi giderecek kadar naziktin. Onun annesi olduğum için bana belirli ölçüde saygı duyuyordun. Sana kehanetten bahsedip bahsetmemekte kararsızdım. Hakimler için çalışıyor gibi görünsen de Nida'nın etkisiyle uzun zamandır müritlerin tarafındaydın. Ve müritler, bu kehanetin bozulmasındansa, canlarını vermeye hazırdılar. Çünkü bu kehanet onların son şanslarıydı, hakimleri yenmek için son umutlarıydı. 

Kızıma duyduğun sevginin, müritlere olan bağlılığından daha büyük olup olmadığı konusunda şüpheliydim. Ama bir gün nasıl olduysa kulağına kehanetin fısıltıları çarpmış. Yanıma geldin, gerçekleri istedin, delirmiş gibiydin. Sana her şeyi anlattım. İki olasılık vardı. Ya benim başlayıp da beceremediğim işin peşine düşecek, kahini bulup kehaneti bozacaktın ve müritlerin düşmanlığını kazanacaktın. Ya da eskiden olduğun gibi müritlerin yanında kalacak ve sessizce kehaneti bekleyecektin. Sen ikinci ihtimali düşünmedin bile. Kehanetin peşine düştün. Artık her iki tarafa da bağlı değildin, ne müritlere ne hakimlere, ama her iki tarafa da bağlı görünmek zorundaydın. Bütün bunların ortasında bir de Nida'yı güvende tutmak, onunla saklanmak durumundaydın. Çoğunlukla öfkeliydin, görüştüğümüz nadir zamanlarda ne konuşuyor ne de bir kez olsun gülümsüyordun. Sana acıyor ama bütün kalbimle minnet duyuyordum. 

Fakat çok geçmeden müritler senden şüphelenmeye başladılar. Kehaneti öğrendiğin ilk zamanlardaki öfkenin yerini derin bir sessizliğe bırakması onları endişelendiriyordu. Nida'yla bağlantını koparmak zorunda olduğunu işte o zaman anladın. Eğer kızı bıraktığına, onu unuttuğuna ikna olurlarsa, sana inanabilirlerdi ve sen kehaneti yok etmeye çalışırken peşine düşüp seni önlemeye çalışmazlardı. Ve sen bunu da başardın. Onu terk ettin. Kızla ilgin kalmadığı konusunda müritler ikna olmuşlardı. 

Buluştuğumuz zamanlarda bana kahini bulmaya çok yaklaştığını anlatıyordun, çok az zaman kaldığını, yakında Nida'ya dönebileceğini. Birlikte yaşarız diyordun, kehanet bozulduktan sonra her şeyi bırakıp ve Nida'yı da alıp çok uzak bir yerde her şeye yeni baştan başlayabileceğimizi söylüyordun. 

Ama olmadı, Semender. Olmadığı için kendini suçlama. Zordu, en başından beri imkansızlık derecesinde zordu. Hakimler senin ihanetini öğrendiklerinde kaçmak için en ufak bir fırsatın bile yoktu elinde."

"Bu kez olacak." dedim, öfke yüzünden ateşlenen ellerimi sıkarken. "Bu kez yenilmeyeceğim."

"Çok güçlüler..." dedi, kısık sesinin altına gizlenmiş ümitle. "Tahayyül edemeyeceğin kadar güçlüler. Sorun ne biliyor musun, Semender? Sen her iki tarafa karşı tek başına savaşmak zorundasın. Bu büyük savaşta üçüncü bir tarafın ezilmekten başka şansı yok."

"Savaşı kimin kazandığı umurumda bile değil." dedim. "İstediğim tek şey kahinin dili ve bunun için ezilmem gerekecekse, ezilirim."

"İkinci kez savaşabilir misin?"

Birbirimizin yüzüne baktığımız uzun saniyeler boyunca derin bir sessizlik oldu. Odaya düşen karanlık yeşil gözlerini gölgelemeye, siyaha sürüklemeye başlamıştı. 

"Savaşabilirim." dedim. "Korkacak hiçbir şeyim yok."

Nora'yı geride bırakıp odadan çıkarken, aklıma uzak bir hatıranın serpiştirdiği yağmur damlaları düşmeye başlamıştı. İçimde kopan fırtınanın, gök gürültüsünün, sağanak yağmurun, yok olduğunda karanlığımı belirginleştiren şimşeklerin arasında hatırladım.

Nida ve ben tanınmaz bir lagünün kıyısında oturuyorduk. Arkamızda ormanın bıraktığı gölgeler dolaşıyor, yaklaşan geceyi haber veriyordu. 

Nida sessizce ağlıyordu, sebebini bilmiyordum. Ama içten içe, gözyaşlarının tek sebebi olmamdan kaynaklanan yakıcı bir utanç, suçluluk hissediyordum. 

"Senin sorunun ne?" diyordu, hıçkırıklarının arasında. "Önce mısır tarlasında söylediklerin sonra az önce yaptıkların. Son zamanlarda başka biri gibisin, seni tanıyamıyorum. Neyin var, söyle, ne var?"

Söyleyeceklerimin onu daha da fazla yaralayacağını, gözyaşlarının dipsiz kuyusunu daha derinden kazacağını bilsem de kulağına yaklaşıyor,

"Ne var biliyor musun Nida?" diye fısıldıyordum. 

"Ben kendime duymam gereken yaşamsal içgüdüyü sana karşı duyuyorum. Seni hayatta tutmaya çalışmak benim lanetim."

Continue Reading

You'll Also Like

199K 13K 61
Kitap en baştan düzenleniyordur bu yüzden bölümlerde karışıklık olabilir. Bu yüzden düzenlenmeyen bölümlerin olunmaması önerilir !!! Dünya baştan koy...
740K 17.1K 56
"Madem çok ısrar ettiniz, o zaman artık bey diyebilirim." deyip gülümsedim, bandı yapıştırdıktan sonra yutkundu. "Boşver beyi." deyip dudaklarıma yap...
4.3K 975 44
Fegel, on sekiz yaşına girdiğinde, çocukluğunu kâbusa çeviren Gölge'den kurtulduğuna neredeyse emindi. Liseyi bitiriyordu, hayatının aşkını bulmuştu...
1.2M 64.6K 35
"Hatırla Rüzgar! Bir hayalet olarak girdim hayatına. Yani aslında hiç olmadım. Beni görünür yapan sendin..." "Bir hayalete sarılamazsın, dokunamazsın...