Bulvar

By denizyolcusu

234K 25.5K 6.2K

Görünmez bir adamın son derece sıradan hayatı, çekimine kapılarak peşinden sürüklendiği tuhaf bir kadınla kar... More

İlk dokunuş - 1
Kardaki ayak izleri - 3
Bulutkent koruyucuları - 4
Tuhaf rüyalar - 5
Semender'in dönüşü - 6
Sorular ve zehirler - 7
Ellerinde sihir var - 8
Çaresizlik denizi - 9
Yarasa'nın yardımı - 10
Kör edici şüphe - 11
Mayın tarlası - 12
Mavi gökyüzü - 13
Madalyonun öteki yüzü - 14
Tehlikeli oyunlar - 15
Gözyaşının kaderi - 16
Kuralların canı cehenneme - 17
Kaygan bir balık - 18
Benim büyük lanetim - 19
Avcı ve av - 20
İkinci şans - 21
Çıkmaz sokak - 22
Vaat edilen bahar - 23
İki ayrı cadde - 24
Düşmüş bir uçurtma - 25
Yedi alem şahit - 26
Yaşatmak uğruna - 27
Ağır ölüm - 28
Son bölüm

Mahşere mahkum - 2

14.2K 1.3K 254
By denizyolcusu

Bölüm hazır olduğundan paylaşmak istedim, bir sonraki bölüm daha geniş bir zamandan sonra gelir sanıyorum. Bu arada kapağı değiştirdim, fikirlerinizi duymak isterim. Umarım beğenirsiniz, ilk bölümdeki destekleriniz için sonsuz teşekkürler :)

Gece, bir bardak suya atılan kara mürekkep gibi dağılmaya başladığında hep şöyle düşünürüm; ya bir daha güneş doğmazsa? Endişeden, ölüm korkusundan, kıyamet beklentisinden değildir içimdeki bu kuruntu. Dünyanın bir gün biz küçük kalplerle uğraşmaktan bıkması olağan görünür gözüme. Bu biraz da ağlayan birinin, bir daha hiç gülümseyememekten korkmasına benziyor aslında. 

Hiç ağlamadım, en azından şapkayı taktığım günden beri, bir kez olsun gözyaşı dökmedim. Sadece geçen yaz bulvarın otobüs durağında bekleyen genç bir adamdan, tebessümün de en az güneşin doğuşu kadar mucizevi olduğunu öğrendim. Adam sessizce ağlıyordu, durakta yalnız sanıyordu kendini. Kol yeniyle gözlerini silmiş ve cep telefonunun ardında bekleyen kişiye, "Bir kez ağladım ya, bir daha hiç gülmeyecekmişim gibi geliyor." demişti.

O gün, yani kadının evinden ayrıldığım akşamın ertesi sabahı, geçen yaz ağlayan adamın beklediği durağa uğradım. Her zamankinin aksine dudaklarımda pervasız gülüşüm eksikti. Bulutların ardından yüzünü göstermeye çalışan güneşin altında, işe ya da okula yetişmek için koşuşturan insanları izliyordum. Kahverengine çalan fötr şapkamı her ihtimale karşı bir iple boynumun önünden bağlamıştım. Otobüs durağının reklam panosunda yansımam yoktu, bu da her zamanki kadar var olmadığım anlamına geliyordu.

Yeşil yaya ışığı yandığında cadde karşıdan karşıya geçen insan kalabalığıyla ezildi, tam da o an, insanların arasında benim açımdan en az güneş kadar parlayan bir suret göründü. Yutkundum ve göz alıcı parlaklık mum alevi gibi titreyip sönerken, adım adım geriledim. Düş polisinin gözleri bir mıknatısı andırırcasına üzerime çevrildiği anda da elimi her ihtimale karşı fötr şapkamın üzerine yerleştirerek koşmaya başladım. 

Bulvar sabah vaktinin kalabalığıyla haşır neşir olduğundan, insanlar görünmez bir suret nedeniyle itildiklerinin pek de farkında değillerdi, dolayısıyla rahat hareket ediyordum. Yine de düş polisinin yalnızca ben ve benim gibilerinin duyabileceği sirenleri kulaklarımda uğulduyordu, bu yüzden pek tabii huzurumu yüreğimde tutamıyordum.

Aklımdan tonlarca olasılık geçiyordu koştuğum yerde. Çınar ağacını, bulvarı çevreleyen dükkanları, ardından kavşağı baştan başa geçerken, ihtimallerin içinde en yakın gelen dün geceki temasımdı. Düş polislerini hafife aldığım için kendime kızgınlık duysam da yine olsa yine aynı teması kuracağımı biliyordum. 

Yorgunluktan bacaklarım sızlamaya başladığında pes etmeye karar vererek yavaşladım, dizlerimi tutup yere eğildim. Bu sırada düş polisi de kulak tırmalayıcı homurtularıyla yanı başımda bitmişti. Doğrulup polisin beyaz, soluk yüzüne, bembeyaz kaşlarına ve saçlarına baktım. Onlardan birini görmeyeli uzun zaman olmuştu, bu yüzden selam vermeyi neredeyse unutuyordum. Etrafı kolaçan ettikten sonra saniyelik bir hareketle fötr şapkamı çıkarıp selam verdim, saniyelik görüntü titreşimi kimsenin dikkatini çekmezdi ne de olsa.

"Sizi görmek ne güzel, efendim." dedim, kibar bir sesle.

"Neden kaçıyorsun, muhterem?" diye cevap verdi düş polisi. Muhterem hitabını duyduğumda neredeyse gülümseyecektim, alışkanlıklar zamana rağmen değişmiyordu demek.

"Daha önce bir kez bile kural ihlali yapmadım." dedim, sakin bir sesle. "Bu yüzden tek seferlik ihlal için ceza vermeniz doğru gelmiyor. Bunu hak ettiğimi düşünmüyorum, efendim."

"Sen neden bahsediyorsun?"

"İhlal için kovalamadınız mı beni? Dün gece bir insanla yakın temas kurdum."

Düş polisi kaşlarını çattığında, beyaz yüzü güneşin öfkesini andırdı. Elindeki kırmızı ışık saçan ekranı hızla kontrol ederken başını iki yana salladı.

"Bir ihlal söz konusu değil, muhterem."

Saygı hitabını dahi unutacak kadar şaşırdığımı hatırlıyorum. Ellerimi salaş pantolonumun ceplerine yerleştirdim. "Sizi hafife almakta haklıydım sanırım." diye mırıldandım, duyulmaz bir sesle. "Ne demek oluyor bu?"

"Temasta bulunduğunuz kişi, en az sizin ve benim kadar anormal demek oluyor." dedi polis, gülümseyerek. "Sizi aramamın sebebi başka. Bulutkent panayırının asırlık kutlaması yaklaşıyor. Şapkalılar mensubu olarak siz de davetlisiniz."

Yeniden parlak bir biçimde gülümsedi ve cevabımı beklemeden ansızın yok oldu.

"Bulutkent panayırının asırlık kutlamasıymış. Kıçımın panayırı." diye homurdandım, caddede ters yöne yürümeye başlarken. "Dünyayı verseniz dönmem oraya." Sonra aniden duraksadım yolun ortasında, arabalar vızır vızır geçiyordu iki yanımdan, şeridin üzerinde mıhlanıp kalmıştım.

"En az benim kadar anormal..." diye tekrarlarken, dün karşılaştığım kadında herhangi bir anormallik olup olmadığını anımsamaya çalışıyordum. Sonunda başımı iki yana salladım esefle, "İşlerini iyi yapmıyorlar, kesinlikle, evet..." dedim ve şeridi takip ederek yoluma devam ettim. Kollarımı iki yana açmış, akıp giden trafiğe dil çıkarıyordum. Çocukluktu bu, ama çocukça davranışlarımı garipseyecek hiç kimse yoktu nasıl olsa.

Eskiden de böyle çocuksu muydum? Merak ediyordum ara sıra. Şapkayı alabilmek için anılarımı, önceki yaşamımı, insanlığımı Bulutkent'e teslim etmiştim. Ancak işin ironisi şu ki, anılarımdan neden vazgeçtiğimi de unutmuştum böylelikle. Bana şapkamı veren kadın, anılarımdan vazgeçmek için haklı sebeplerim olduğunu, bu durumu sorgulamadan yaşamamın en iyisi olduğunu söylemişti durgun bir sesle. Ona inanmıştım, hala inanıyordum, görünmezliğe dair seçimimden bir an olsun pişmanlık duymamıştım. Şapkam her şeyimdi, yokluk beni mutlu ediyordu. Mahşerin ortasında bir hiç olmak, kalbimde sebebini hatırlamadığım ama izlerini duyduğum yaralara gölge düşürmenin tek yoluydu.

Caddeden ayrılıp kaldırıma çıktığımda dalgın ama huzurluydum, hemen ardından huzurun yeniden tabana kuvvet kaçmasına neden olarak, göz ucuyla siyah bir paltonun dalgalanışını gördüm.

Farkındalık, kaderin boyutunu değiştiren, küçük ama önemli bir ayrıntıydı. Belki bunca zaman o her daim yanımdan geçmişti, belki bir keresinde çarpışmıştık, aynı otobüse binmiştik, ya da ne bileyim durakta yan yana oturmuştuk? Onu yüzlerce insan arasında görünür kılan farkındalık, kaderin boynuma doladığı bir ipten farksız göründü gözüme. O ipin mahkumu olarak kadının ardından sürüklendim.

Lacivert, dizlerine kadar inen pileli bir etek vardı paltosunun altında, ayak bileklerine dek çıkan gri çoraplar bacaklarını soğuktan korumaya kafi gelmiyor olmalıydı. Ayakkabıları eski, kenarları patlak bir sandalet şeklindeydi. Saçları her zamanki gibi açık ve dalgalıydı; yürüdüğü yerde arkasında bir pelerin gibi salınıyordu. Elleri ceplerinde, başı yerde, put gibi yürüyordu. Hastaneye gitmiş miydi, ilaçlarını almış mıydı, onu kanamaya meyilli yapan hastalık ne kadar ciddiydi? Bu gibi sorular boğazımı kurutuyor, yüreğimdeki gölge serinliğini ateşle yakıyordu.

Kadın bulvarı geçti, kaldırımdan şaşmadan küçük adımlarla yürüdü, nihayetinde yüksek bir binanın tam önünde durup başını yukarı kaldırdı. O anda burnunun tam üzerine küçük bir kar damlası düştü. O bunun farkında değildi, kızarmış burnuna düşen ıslaklığı silmeye yeltenmedi. Bir süre sol ayağının tabanını kaldırıma vurarak gökyüzünü izledi. Binaya yöneldiğinde hızla ama bir fare sessizliğinde hareket ederek peşinden gittim.

Kadın asansörü çağırdığında, onun hemen yanında, durgun gözlerini izleyip herhangi bir çıkarımda bulunmaya çalışarak bekliyordum. Sonunda asansör kapıları açıldı ve ikimiz birlikte kalabalık asansöre dahil olduk. Kadının yirminci kata basan elleri belli belirsiz titriyordu. Hemen arkasında uzun boylu, şişme montlu bir adam duruyordu. Kadın, adamın onu dikkatle incelediğinin farkında değildi, gözleri her zamanki gibi yerdeydi. Adamın bakışları, bedenini sürekli kadına doğru meyletmesi beni çileden çıkarsa da dişlerimi sıkmaktan başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Bir an deli aklıyla adamı itmek geldi içimden ama kendimi tuttum, ellerim iki yumruk topuna dönüşmüştü. Neden bu kadar umursuyordum?

Neyse ki bahsi geçen adam on yedinci katta indi ve kadınla birlikte asansörde yalnız kaldık. Asansörün kapıları yirminci katta açıldığında kadının peşinden dışarı çıktım. Yangın merdivenlerine benzeyen, kireç renginde bir merdivenden tırmandık ikimiz de.

Gökyüzünü kucaklayan çatı katına ayak bastığımda, kadının buraya neden geldiğini çözmeye çalışıyordum. Fakat düşüncelerim, kadının üzerindeki paltoyu çıkarıp yere atmasıyla dağıldı. Ayakkabılarını çıkardı, çoraplarını çıkardı, bir an için üzerindeki lacivert elbiseyi de çıkarmayı düşünür gibi ellerini elbisenin fermuarına götürdü ancak vazgeçmiş olacak ki elleri ipleri kesilmiş bir kukla gibi iki yanına düştü. Gökyüzü saçlarındaki kepekleri silkeliyordu yeryüzüne, hava insanın iliğini titretecek kadar soğuktu, ne yapıyordu bu kadın Allah aşkına?

Ayaklarını sürüyerek çatı katının duvarlarına yöneldiğinde ardından tutuk adımlarla ilerledim. İçime uğursuz bir his çörekleniyordu işte, olacak iş değildi...Kafam düşünce yumağından halliceydi o an.

Kadın duvarın üzerine tek ayağını attı kolaylıkla, tek nefeslik sürede duvarın üzerindeydi. Hızlanan kar damlalarının altında lacivert elbisesi ve zarif bedeniyle gerçek olamayacak kadar güzeldi. Ne yaptığımın farkında olmayarak duvarın üzerine çıktım ben de. Arabalar ve ince uzun asfalt yollar, çocuk oyuncağı gibi görünüyordu bulunduğumuz yerden. Gün ışığı, yağan kara inat, gökdelenlerin üzerinde parlıyordu.

Sonra, gözlerinden bir damla yaş süzüldü kadının. Gözyaşı, dudaklarının kenarını silip geçti.

"Yapamıyorum." dedi.

Yarım adım yaklaştı uçuruma, gözleri metrelerce yüksekliği içine çekti sanki. Gözlerini yumdu ve bedeni boşluğa doğru kıvrıldı.

Uçup giden bilincimi hissederek eline uzandım ve sanki düşen benmişim gibi sımsıkı tuttum parmaklarından. Tökezledi bir an, dengesini kaybeder gibi oldu ama toparlandı. Büyümüş göz bebekleriyle, şaşkınlıktan aralanmış dudaklarıyla bulunduğum tarafa döndü. Bana doğru kırık bir adım attı ama aynı anda elimi avuçlarından kurtarıp bir adım geriledim. Ansızın, bir hiç olmaktan uzaklaşmak fikrinden deli gibi korkmuş, kendimi ifşa etmeye yakınlaşmış olmaktan dehşet duymuştum.

Gözyaşlarını soğuktan kızarmış elleriyle dağıttı. Başını her şeyi anlıyormuş gibi evet anlamında salladı. "Bunu yapmaya hakkın yok." dedi. "Benim de en az senin kadar, bir hayalet olarak huzur bulmaya ihtiyacım var."

Beni kıçı kırık bir hayalet sanıyordu demek? Ya da belki kaybettiği birinin hayaleti? Kimle konuştuğu konusunda en ufak bir fikrim yoktu, bu nedenle cevap ya da tepki vermedim.

"Ama madem öyle, madem sen öyle istiyorsun..." diye mırıldandı. Arkasını boşluğa dönüp, duvardan dikkatsizce indi, hızlı ve öfkeli adımlarla paltosunu bıraktığı yere gitti. Üzerine giydi onu, çoraplarını ve ayakkabılarını geçirdi ayağına, sonra da koşar adımlarla çatı katından çıktı. Geç de olsa toparlanıp peşine düştüm. Asansör kapıları kapanmadan hemen önce yetişmeyi başarmıştım. Kadın, öfkeli bir şekilde sol ayağının tabanını asansörün zeminine vuruyor, burnundan soluyordu. Bir alt katta asansöre bir başkası bindiğinde aniden duruldu, putlaştı, gözlerini yere dikti. Onun çekingenliğin zirvesine varan bu tavrını anlamlandırmaya gücüm yetmiyordu. Yirmi kat boyunca cevapsız sorular yüzünden ağrımaya başlayan başımı tutarak, kadını izledim.

Yüksek katlı, uğursuz binadan çıkarken, içimden bir ses bulvarıma dönmenin, kadına olan farkındalığımı geç olmadan yitirmenin en doğrusu olduğunu söylüyordu. Ancak bu ses, kadına olan merakımın ve ilgimin çığlıkları altında cılız ve savruk kalıyordu.

Tahmin edilebileceği üzere, boynuma sarılan ipin kölesi olarak onu takip ettim. Kar iyiden iyiye bastırmış, kaldırımları pamuklara bulamıştı. Anlık bir dehşetle ayaklarımın karda bıraktığı izleri fark ettim. Nasıl olurdu, nasıl olurdu da karlı havanın getirdiği tehlikeyi aklımdan çıkarırdım? Bizim gibiler, karlı havada bırakın sokakta dolaşmayı, sığındıkları kuytu köşeden bir an olsun ayrılmazlardı. 

Kadının da durduğunu ve kendi ayak izlerinin hemen yanında uzayıp giden ayak izlerine baktığını gördüm. Ellerini ceplerine yerleştirirken oluşan soğukkanlı görüntüsünün altında yatan düşünceleri merak etmekten kendimi alamıyordum. Üstelik onun dikkatini çeken, gözlerini bir kez olsun yerden ayırabilen kişi olmaktan, gizliden gizliye gurur da duyuyordum.

Sivilceleri yüzünde yeni bitmiş genç bir çocuk karın üzerinde koşarken tam karşımda duran kadına çarpana dek, yüzümde o alışıldık pervasız ama mutlu gülüşlerimden biri vardı. Çarpışmanın etkisiyle, dudaklarımdaki bu tebessüm, dalgaların zalimce vurup göğsüne çektiği kumsal yazıları gibi silindi.

Genç adam kadına çarptığı anda onu benden birkaç adım öteye savurmuştu. Kadın yüzünü buruşturarak kolunu tuttu ve dudaklarından acı dolu bir inleme döküldü.

"İyi misiniz?" Genç adam, kadının kollarından tutmuş, onun yüzüne bakmaya çalışıyordu. Kadınsa sanki histeriye kapılmış gibi başını iki yana sallıyor, genç adamın kollarından kurtulmak için adım adım geriliyordu. Ancak adam kadını bırakmamaya, onu kendine getirmeye kararlı gibiydi. Kadın dişlerini sıktı ve saniyenin onda biri kadar bir süre için onu tutan genç adamın yüzüne baktı.

O an şahit olduğum şeye belki inanmayacaksınız; kafamdan atıp tuttuğumu düşünecek, yazdıklarımı deli saçması tahayyül edecek, bu sayfayı kapatıp bir daha açmayacaksınız belki. Aslına bakarsanız, ben de o an, tam olarak bunu yapmak istemiş, hayatıma bodoslama dalan bu kadını bir daha açılmayacak bir kitabın sayfaları arasına hapsetme arzusu duymuştum.

Genç adamın kadını tutan kolları elektrik akımına kapılmış gibi titredi; adam görünmez bir kamyon ona çarpmışcasına yol kenarına savruldu, başını kaldırım taşına çarptı. Adamın başından sızan kan, pamuğu andıran karın üzerine dağıldı ince yollar halinde.

Dizleri üzerine düşen kadının buruşturulmuş bir kağıt parçası gibi iki büklüm olan, titreyen bedenini kollarımın arasına alma isteğimi bastırabilmek için kollarımı birbirine sardım.

Birileri karın üzerine dağılan kanı gördüğü anda çığlık atıyor, başkalarıysa ambulansı arıyor, etrafımıza meraklı bir kalabalık üşüşüyordu.

O an anladım. Biz. Ben ve kadın. Kalabalıktan korkan, hiçlik arzusuyla yaşayan iki biçareydik. Ve sırf bu yüzden, üzerimize kapaklanan mahşere mahkumduk.








Continue Reading

You'll Also Like

152K 6.5K 14
"MARDİN'DE AŞK" Birbirlerine olan aşklarını ifade etmek için konuşmaya gerek yok . Belki de sessizlik, kalplerinin birbirine daha da yakınlaşmasına...
1.2M 64.6K 35
"Hatırla Rüzgar! Bir hayalet olarak girdim hayatına. Yani aslında hiç olmadım. Beni görünür yapan sendin..." "Bir hayalete sarılamazsın, dokunamazsın...
23.6M 1.4M 78
Doğum gününden sonra, kardeşiyle eğlenmek için konsere giden bir genç kız... Fırtına yüzünden iptal olan konserden eve dönmeye çalışırken, kendini bi...
2.8K 1.5K 23
Yeni taşıdıkları evde evin büyük çocuğu chris bir odanın soğuk olduğunu fark eder ve 2 yaşındaki küçük kız kardeşi odadan oldukça korkar hiç bir şeki...