Mavi Gözyaşı

By fraatkaya

26.6K 2.8K 792

Bir Mavi Hikayesi... More

2.Bölüm - KURTARILIŞ
3.Bölüm - RÜYA
4.Bölüm - ŞARKÖY TURU
5.Bölüm - GİTARIN SESİ
6.Bölüm - SARMAŞ DOLAŞ
7.Bölüm - Maria Puder
8.Bölüm - Rüya'nın Evi
9.Bölüm - Nil'in Evi

1.Bölüm - BOĞULMA ANI

14.6K 1K 384
By fraatkaya


MAVİ RÜYA

Yüreğini Isıtan Kişiyi Kaybettiğinde Yaz Sıcağında Bile Üşürsün...


Aylardan temmuzdu. Okul bitmiş, yaz gelmişti. Ve ben artık doktor sayılırdım.

Hem tıp fakültesinden mezun olmanın heyecanı, hem de tatilin başlamış olmasının verdiği keyifle Şarköy'e, yazlığımıza doğru yola çıkmıştım. Bindiğim otobüs ağır ağır İstanbul'dan Tekirdağ'a doğru ilerlerken şoför DVD'ye yabancı bir film koymuş, bazı yolcular onu seyrediyordu. Ben ise pencere kenarında olmanın da vermiş olduğu avantajla dışarıyı ve yer yer evlerin arasından görünen denizi seyrediyordum. Bazen kafamı çevirip otobüsün içine baktığımda hostes kızla göz göze geliyorduk. Üstelik göz göze geldiğimizde kafasını çevirmiyor aksine gözlerimin içine daha dikkatli bakıyordu sanki bir şeyler anlatmak istercesine.

Hostes yanıma gelip bir şeye ihtiyacım olup olmadığını sorduğunda 'hayır' cevabını verdim. Bu artık bakışlarını üzerimden çekmesi için yeterli bir cevaptı sanırım. Aslında güzel bir kızdı fakat giydiği üniformadan mı yoksa bana aşırı ilgi göstermesinden mi bilemiyorum ama bana çekici gelmemişti. Zaten hiç tanımadığı birine bu kadar ilgi gösteren bir kızı kendime yakın bulmam imkansızdı.

Bir söz görmüştüm sosyal medyada 'kadın dediğin İstanbul gibi olmalı fethi zor Fatih'i tek' işte bu söz benim aradığım kadının tüm özelliklerini tarif ediyordu adeta. Çünkü ben, benim peşimden koşacak kadını değil, beni peşinden koşturacak kadını arıyordum. Ama nedense karşıma İstanbul gibi değil de Irak gibi kadınlar çıkıyordu, yani toprakları sürekli birileri tarfından işgal edilen kadınlar... İşte bu yüzden kadınlardan Irak duruyordum. Ben zor kadınları seviyordum, çünkü kolay elde edilen şeylerden kolay vazgeçilir.

Yanıma aldığım 'Kürk Mantolu Madonna' kitabının rastgele bir sayafasını açtım. Maria'nın sözleri çıktı karşıma. 'Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar. Halbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz. herkes tabii olanı kabul eder, ortada ne hayal sukutu, ne inkisar kalır... Bu halimizle hepimiz acınmaya layığız; ama kendi kendimize acımalıyız. Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki, ne kendimizi bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur!' Bu sözlerle her şeyin ne kdar geçici ne kadar boş olduğunu etkili bir biçimde dile getirmişti Maria Puder.

 Kitabı kapattım artık gelmek üzereydik. Şarköy'e yaklaştıkça kalp atışım hızlanmaya başlamıştı. Bu tatil bana çok iyi gelecekti. Çünkü son bir senedir çok fazla yıpratmıştı beni yaşadıklarım.

Otobüs garaja yanaştı. İçerisinde yazlık kıyafetlerimin, kitaplarımın ve umutlarımın olduğu bavulumu alıp indim. İner inmez burnuma deniz kokusu gelmişti ve beni kendime getirmişti. Deniz, kum, güneş ayaklarımın altındaydı. Bir de temiz hava vardı tabi ciğerlerime huzurla çektiğim. Her şey tam istediğim gibiydi yani... Bu şartlar altında çok mutlu olmam gerekiyordu ama değildim.

Yanıma bir ticari taksi yanaştı. Son ses roman havası çalıyordu arabada. "Abe kaynana ne yaptın bize ne yaptın bize ne yaptın bize, biz birbirimizi çok sevdik, kaçıyoz bize, kaçıyoz yarimle." Sağ eliyle müziğin sesini kıstı. Camdan sarkan sol elini yukarı kaldırıp bana selam verdi. "Oj geldin bea. Gideceğin yere götüreyim mi?" Konuşması hoşuma gitti. Hangi yöreye ait olursa olsun şiveli konuşmaları çok severim.

"Hoş buldum abi. Olur." diyerek bindim taksiye ve arka koltuğa oturdum. Aslında yürümek istiyordum ama adamı kıramadım. 

Şoför de bavulumu bagaja koydu ve arabaya bindi.Dikiz aynasını beni göreceği şekilde ayarladıktan sonra, "Nereye gidiyoruz?" diye sordu gülümseyerek. Müşteri bulmuş olmanın verdiği mutluluk yüzünden okunuyordu.

"Gökkuşağı sitesine lütfen." Kollarımı göğsümde birleştirerek arkama yaslandım. Camdan dışarıyı izlemeye başladım.

Sürmeye başladı arabayı. Yavaş yavaş ilerlerken bir yandan da dikiz aynasından bana bakmayı ihmal etmiyordu. "Yazlıkçı mısın?" Buralarda yeni tanışan insanların birbirlerine ilk sordukları soru bu oluyor genellikle.

"Evet." dedim pencereden dışarı bakarak.

"Peki nerelisin?" Sorulan ikinci soru da bu oluyor çoğu zaman.

"İstanbul." dedim Kısa cevaplar veriyordum ki fazla soru sormasın. Zaten yol midemi alt üst etmişti, hiç sohbet edecek halde değildim.

Bir süre sessizce yolda ilerledikten sonra canı sıkılmış olacak ki teyibi açtı. Az önce yarıda kalan şarkı tekrar çalmaya başladı. Sesini epeyce yükseltince rahatsız oldum. "Müziğin sesini biraz kısar mısın?" dedim ardından da kırılmasın diye "Başım çok ağrıyor da.." Cümlesini ekledim.

Taksici biraz bozuldu. Vitesi sert hareketlerle geçirmeye başladı. Üstelik müziğin sesini de kısmadı. Tatsızlık çıkmasın diye ses çıkarmadım. Sonuçta yaşça benden epeyce büyüktü. "Ben burada inebilir miyim?" dedim sert bir ses tonuyla.

"Peki üle olsun." diyerek sağa çekti. Ücreti verdim ve para üstünü beklemeden indim taksiden. Bavulumu da kendim çıkardım bagajdan.

Taksici son ses müzik çalarak oradan uzaklaştı. Ben de yürümeye başladım. Çarşıdaki dükkanların önünden geçerek sahile doğru ilerledim. Öğlen saatleriydi ve güneş tüm gücüyle yükleniyordu dünyaya. Etrafı aydınlatıyordu ve gözlerimi kamaştırıyordu güneş ışıkları. Keşke biz de güneş gibi olabilsek, hiç kimseye muhtaç olmadan kendi içimizi ısıtabilsek ve yüreğimizin karanlıklarını aydınlatabilsek. Belki de içimizdeki umut ışığını söndürmezsek kimse karartamaz dünyamızı.

Sahile yaklaşınca deniz kokusu ve dalga sesleri gelmeye başladı. Derin derin içime çekerken o muhteşem kokuyu, yosun tutmuş ciğerlerimin temizlendiğini hissettim. 

Sahil yolundan kalacağım yer olan ablamların evine doğru ilerlerken, plajda güneşlenen insanların ne kadar çok olduğunu fark ettim. Yaz yeni başlıyor olmasına rağmen plaj epeyce kalabalıktı. Sanırım bu yaz buralar çok fazla insanla dolacak.

Ablamların oturdukları ev dubleks bir villaydı, site içerinde. Sessiz sakin bir yerdi. İstanbul'un gürültüsüne alışmış birisi olarak buraya alışmam zaman alacaktır. Kuş sesleri arasında evin kapısına geldim ve zile bastım. Yeğenim Furkan açtı kapıyı ve beni karşısında görünce "Selçuk dayım gelmiş yaşasınnn." diyerek bağırdı. Geleceğimi haber vermemiştim sürpriz olsun diye.

Furkan sekizinci sınıfa gidiyordu. Kendisine beni örnek alıyordu, benim gibi giyiniyor, benim gibi konuşuyordu. Onunda hayalleri vardı ve en büyüğü ressam olmaktı. Çok güzel resimler çiziyordu yetenekliydi. Bakalım kader ona nasıl bir gelecek çizmişti...

Ben de resim çizebilmeyi çok isterdim. Mutluluğun resmini çizip kalbimin odalarına asmak mümkün olsaydı keşke...

Furkan'la tokalaştıktan sonra içeri girdim ablam Sevgi'ye sarıldım bir senedir görmüyordum nasıl özlemişim. "Oo doktor bey hoş geldin. Sen buranın yolunu biliyor muydun?" Sadece yaz mevsiminde oraya gittiğim için inceden laf dokundurmakta haklıydı aslında. Ama benimde haklı nedenlerim vardı.

"Abla biliyorsun okul sınavlar falan derken anca fırsat bulabildim."

"İyi hadi öyle olsun. Hangi rüzgar attı seni? Daha doğrusu hangi denizin dalgası attı?" Yüzmeyi çok sevdiğimi biliyordu.

"Mutsuzluk rüzgarları attı abla. Mutluluğu burada bulacağımı fısıldadı kuşlar." İçimden bir ses bu yaz tatilinde mutlulukla tanışacağımı söylüyordu. Umarım iç sesim yanılmıyordur.

"İçindeki ses doğruyu söylüyor. Yakında mutlulukla tanışacaksın. Seni öyle biriyle tanıştıracağım ki, iyi ki daha önce kimseyle mutlu olmamışım diyeceksin." dedi göz kırparak. Pek inandırıcı gelmedi bu sözleri. Çünkü benim mucizelere pek inancım kalmamıştı.

Pek oralı olmadım. Etrafa baktım, "Eniştem yok mu?"

"Enişten dışarıda akşama gelir anca. Ben sana bir şeyler hazırlayayım acıkmışsındır" dedi. Onun leziz yemeklerini özlemiştim. Yüzerken epeyce enerji harcayacağımdan ablamın yemeklerine ihtiyacım olacaktır.

"Abla ben biraz yüzmek istiyorum. Yemeği sonra yesek olmaz mı?" Fazlasıyla özlemiştim yüzmeyi...

Ablam bana havlu verdi. Plaj evimize çok yakındaydı. Şortumu giyip hemen denize koştum. Malum kış boyunca deniz kokusu burnumda tütmüştü.

Mavi Rüya Plajı her zamanki gibi tertemizdi. Sahip olduğu mavi bayrağı gerçekten hak ediyordu. Bu plajın ismini de çok seviyordum. Sonuçta en sevdiğim rengin ismini taşıyordu. Üstelik gerçekten de rüya gibiydi.

Havluyu yere serdim. Tişörtümü çıkartıp üzerine koydum. Hiç güneşlenmeden direk denize koştum. En büyük tutkularımdan birisi de yüzme olduğu için, hemen serin sulara bıraktım kendimi. Hani insan çok sevdiği birinden aylarca ayrı kalır da onu görünce boynuna sarılır ya, işte öyle sarıldım dalgalara.

Dalgalı denizde yüzmeyi çok severim. O gün dalgalar rüzgarın da etkisiyle tam istediğim gibi çok yüksekti. Büyük bir iştahla kulaç atıyordum. Suyun altından yüzüyor, sonra dalgaların üzerine çıkıyordum. Dalga geldiğinde kendimi bırakıyor, suyun beni savurmasına izin veriyordum.

Tekrar suyun üzerine çıktığım bir anda, kafamı kaldırıp da kıyıya baktım. İnsanlar mercimek tanesi gibi küçük göründü gözüme. Bir an için ürktüm... Çünkü kıyıdan çok uzaktaydım. Farkında olmadan epeyce açılmıştım.

"Bu kadar açılmak yeter artık geri dönmeliyim."

Ani bir hareketle geri dönmek üzere yüzmeye başladığım an kramp girdi ayağıma, sırt üstü dönüp geçmesini beklemesi gerektiğini biliyordum ama o anki panikle bir türlü sırt üstü dönemedim. Su yutmaya başlamıştım. Dibe batıp çıkıyordum.

"İmdat. İmdaat..." diye bağırıyordum ama sesimin duyulduğundan emin değildim. Çünkü suyun üzerinde bir saniyeden fazla kalamıyor tekrar dibe batıyordum.

Orada geçen birkaç saniye tüm ömrünün özetiydi sanki. Her şey ne kadarda boş geliyordu o an bana. Ölümlü dünyada ne kadar çok gereksiz şeye üzülmüş, kafaya takmıştım. Hiçbir şey için üzülmemek gerektiğini hayatın zannettiğimden daha kısa olduğunu o an anlamıştım. Ama sanırım her şey için çok geç kalmıştım.

Hayallerimi gerçekleştiremeden ölmek üzereydim. Oysa benim daha yapılacak bir sürü işim vardı... Ruh eşimle tanışamadan Azrail'le tanışmak üzereydim.

Cankurtaranın olmadığı bir yerde yüzdüğüm için beni kurtarmaya kimsenin gelmeyeceğini biliyordum. Zaten yüzerken yakınlarımda hiç kimse yoktu.

Geçmişim, geleceğim, yaşadıklarım, yaşayamadıklarım hepsi benimle birlikte suya batıyordu. Öldükten sonra nelerle karşılaşacağımı bilmiyordum ama bildiğim bir tek şey vardı; ben öldükten sonra dünya daha yaşanmaz bir yer haline gelecekti. Çünkü dünyadan iyi bir insan eksiliyordu.

Oysaki benim hedeflerim vardı. Kendimi geliştirip mükemmel bir doktor olacaktım ve insanlara yardım edecektim. Araştırmalar yaparak birçok hasatalığın çaresini bulacaktım. Özellikle de kanserin...

Benim annem ben çocukken kanserden ölmüştü ve ben annesiz büyümüştüm. Eğer kanserli hastaları tedavi edebilirsem, başka çocukların annesiz veya babasız büyümesine engel olabilcektim.

Dakikalar ilerliyor fakat beni kurtarmaya gelen olmuyordu. Artık umudumu kaybetmeye başlamıştım. Zaten fazlasıyla yorulmuştum, derman kalmamıştı kollarımda. Çırpınmaktan vazgeçtim ve kendimi suya bıraktım. "Elveda İstanbul, elveda Şarköy, elveda Dünya..."



Continue Reading

You'll Also Like

4.4M 123K 41
054* ***: benim seninle sevişme 054* ***: pardon antrenman yapma ihtimalim nedir? - : kapak tasarımı için @gokbuttired 'a çok teşekkür ederim.<3 :
352K 22.7K 23
17 Yıl sonra gerçekleri öğrenen Bade, yıllardır onu arayan abilerine giderse. Azıcık dram. Bolca eğlence. Bolca aksiyon. Bir tutam da kaos. Daha...
833K 37.7K 20
Son yirmi yedi saniye. Zaman gelmişti, kulaklıktaki ses son kez konuşacaktı. "Sonuna geldik, küçük hanım," Alacağı canları düşündükce duyduğu memnuni...
2M 120K 64
Ulaş: Ev alma, komşu al demişler. Işık: Öyle mi demişler. Ulaş: Öyle demişler. Alacağım seni kendime. Mecburuz.