Lacivert - Safir - Amber

By tymazerr

2.8M 125K 24.3K

Tıp öğrencisi Beren, yıllardır göğüs gerdiği aile şiddeti yüzünden sonunda evden kaçtığında, aklına gelecek s... More

GİRİŞ
1- BEREN SOYDAN
2- JAMES HUNTER
3- Mahzen
4- Royal De Maria
5- Antidote
6- Sofia Dark
7- Denge
8- Dönüş
9- Kaçış
10- Sara
11- Soğuk
12- Ekip
13- Sınırlar
14- Kırık
15- YANILGI
16- YENİ GÖREV
17- DONUK
18- ACI SESLER
19- ILIK GECE
20- EV
22- DEIRDRE
23- ÇIPLAK
24 - NOT
25- OYUNCAK BEBEK
SAFİR | GİRİŞ
SAFİR | 1.BÖLÜM
SAFİR | 2. BÖLÜM
SAFİR | 3. BÖLÜM
SAFİR | 4.BÖLÜM
SAFİR | 5.BÖLÜM
SAFİR | 6. BÖLÜM
SAFİR 7. BÖLÜM | Gece Nöbeti
SAFİR 8. BÖLÜM | Fil Ağacı
SAFİR 9. BÖLÜM | Zehir
SAFİR 10. BÖLÜM | BOZUK
SAFİR 11. BÖLÜM | LACİVERT
SAFİR 12. BÖLÜM | AİT
SAFİR 13. BÖLÜM | SIFIR
SAFİR 14. BÖLÜM | Ruh Kesiği
SAFİR 16. BÖLÜM | Ateş
SAFİR 15. BÖLÜM | Cennet
SAFİR 17. BÖLÜM | Geç
SAFİR Final | Herkes için...
Amber 1 | PARADOKS
Amber 2 | KARMAKARIŞIK
Amber 3 | EĞİTİM
Amber 4 | ÇAYLAK
Amber 5 | MILEN
Amber 6 | DARKBLUE
Amber 7 | RÜYA
Amber 8 | HAVADA SÜZÜLMEK
Amber 9 | SOĞUK ATEŞ
Amber 10 | TAŞIYICI
Amber 11 | KAÇIŞ
AMBER 20 | LIZY
AMBER 12 | CENNET
AMBER 13 | DEĞİŞİM
AMBER 14 | UZAY BOŞLUĞU
AMBER 15 | ZİHİN YANGINI
AMBER 16 | GÜVEN
AMBER 17 | FAROE
AMBER 18 | GENOA
AMBER 19 | GÜN IŞIĞI
AMBER 20 | LIZY
AMBER 21 | VEDA VE ÖTESİ
AMBER 22 | FİNAL 1- İLLÜZYON
AMBER 23 | FİNAL 2- GERÇEKLER
AMBER 24 | FİNAL 3- MASALLAR VE SONLAR

21- BOWIE

33.9K 1.8K 291
By tymazerr

Instagram: t.y.mazer
Twitter: tymazerr

21- BOWIE

Sorduğu soruya önce nasıl tepki vereceğimi bilemedim. Kızarık yüzümle öylece gözlerine bakıyordum. ifadesinde alay yoktu. Aksine merak vardı. Bunu gerçekten merak ediyordu ama beni ne kadar utandıracağını tahmin edememişti.

İlk öpücüğümü metroda ve insanların arasında ona vermiştim! Ne yapmamı bekliyordu! Hayal kırıklığı ile derin bir nefes alıp gözlerimi ondan ayırdım ve tuttuğu elimi geri aldım. Neyse ki metro hızlı bir şekilde diğer durağa gelmişti ve kapının önündeki kalabalığı yararak ani bir hareketle metrodan indim. Bu hamlemi beklemediği bana yetişmesi biraz fazla zaman almasından belliydi. Koşar adım yürüyen merdivenlere ulaşmaya çalışıyordum. Hangi durakta indiğimin farkında bile değildim.

Gözlerimde yaştan çok, öfkenin dışarı vurumu vardı o an. Asla ağlama zayıflığını göstermeyecektim. Lacivert yanıma yaklaşıp kolumdan çekti.

"Sorun ne?"

Canımın yanmasına aldırış etmeden sertçe kolumu çektim ve hızla merdivenlerden çıkmaya devam ettim.

"Beren" dedi sakin bir şekilde. Yine de sesindeki öfkeyi sezebiliyordum. Başıma buyruk davranmamdan hoşlanmıyordu elbette. Tekrar koluma uzandığında izin vermeyerek "Bırak!" dedim. Bu sefer direkt önüme geçerek yolumu kesti ve nazikçe kollarımı kavradı.

"Beren"

"Yanlış bir şey mi söyledim? Ben, gerçekten anlamıyorum."

Sabrım taşmıştı. "Evet, yanlış bir şey söyledin! Bütün hayatımı araştırdın, Çetin'in bana ne eziyetler ettiğini biliyorsun, bir de sağda solda milletle öpüşüyor muydum sanıyorsun? Hadi onu da geçtim, öpüşmeyi bilmek ne ya?" Resmen burnumdan soluyordum.

"Ayrıca çok merak ediyorsan söyleyeyim, öpüşmeyi bilmiyorum çünkü daha önce bilmem gerektiği aklıma gelmemişti!" gözlerimdeki kırgınlık kendini o kadar açık ediyordu ki, onun da bunu anladığını görebiliyordum.

"Ben bu amaçla sormadım." Sesi sakin ve ifadesizdi ancak üzgün çıkıyordu. Sonra yine kalbimi parçalara ayırıp tekrar birleştirebilecek kadar tesirli bir şey yaptı. Yüzümü ellerinin arasına alarak bana baktı. Gözleri parlıyordu, lacivert harelerinin kapısı açıktı.

"Sen...Düşündüğümden de farklısın Beren. Seni asla incitmek istemem. Bu yüzden senden uzak durmalıyım." Sözleri samimiydi. Belki de bir şekilde beni öptüğü için kendini kötü hissediyordu. Buruk bir şekilde gülümsedim.

"Bu çok klişe olmadı mı James?"

Kafasını kaldırarak gülümsememe karşılık verdi. Sonra da diliyle dudaklarını yaladı ve bana döndü. Bu sefer gözleri ciddileşmişti.  "Maalesef ben karşılaştığın en tehlikeli klişeyim."

Dürüst duruşu buzlarımı eritmeye yetmese de, ifademi biraz olsun yumuşatmıştı. Kafa sallayarak yürümeye başladım. O da hemen bana ayak uydurdu ve yanımda yürümeye başladı. Bu durum biraz değişik hissettirmişti.

Yani onunla kalabalığın içinde yan yana iki normal insan gibi yürümek... Caddeye çıktığımızda taksi çağırmak için zarifçe kaldırdığı eli, arada göz ucuyla beni kontrol etmesi ve yolda geçen süre boyunca aramızdaki sessiz diyalog, ciddi anlamda normal geliyordu.  Eve yakın bir yerde indik ve bir süre daha sessizce yürüdük. Kapıya yaklaştığımız anda birden bana döndü.

"O..." diye söze başladı ama ilk defa sesi sakinlikten uzaktı. Kaşlarım havada onu dinliyordum. "Onur, neden seni izliyor?"

"Bilmiyorum." diye omuz silktim. "Gördüğümden beri pek hoşlanmadım ondan ama ortak ders alıyoruz, o yüzden sıkça görüyorum."

"Başka bir şey yok yani?" diye sordu imayla.

"Benden yana bir şey yok James." dedim uyarıcı bir ses bir tonuyla. "Ben gayet açık bir insanım." diye ekledikten sonra önüme dönüp tekrar yürümeye başladım. Senin aksine diye devamını getiren iç sesimi alkışlamak istiyordum.

Bahçe kapısından geçtiğimiz anda eve girmek yerine garaja yürüdüğünü gördüm.

"Nereye?" dedim kendimi tutamayarak. Cevap vermeden garaja girdi. Derin bir iç çekerek eve girdim ancak aklım ondaydı. Bu nedenle odama çıkmak yerinde mutfaktan garajı izlemeye devam ettim.

Yaklaşık iki dakika sonra,  gözlerinin renginde, mat spor bir arabayla garajdan çıktı. Bu arabayı daha önce görmemiştim ancak görür görmez aşık oldum. Belki de renginin gözlerini çağrıştırmasından dolayıydı, aşırı lüks spor arabalara normalde herhangi bir ilgim yoktu.

Lacivert göz ucuyla odama baktı ama retina taraması yapar gibi anında mutfakta izleyen beni buldu. Kulağında değişik bir cihaz vardı ve dudaklarının kımıldanışından anladığım kadarıyla biriyle ya da Jenny ile konuşuyordu.  Başını hafifçe öne eğerek bakışmamızı sonlandırdı ve bahçe kapısından çıktı. Arkasında içine yumru oturmuş bir ben bıraktı.

Odama çıktığımda bugünkü maceranın verdiği yorgunluğu iliklerime kadar hissediyordum. Ancak beni asıl yoran şeyin onun öpücüğü olduğunu itiraf edecek kadar da dürüsttüm. Bu benim ilk öpücüğümdü, yani nasıl hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Görünen o ki onun da bana bu konuda yardımcı olacağı yoktu.  Aslında kalbimin nasılda çırpındığını biliyordum. Bilmek istediğim şey onun ne hissettiğiydi. Ve bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğimden neredeyse emindim. Dün sorduğum anlık cesaret soruları birer birer zihnime üşüşürken üst üste yaşadığım rezilliklerden Bağdat'a kadar yol olacağını düşündüm.

Ayağımdaki çizmeleri çıkarıp, ev ayakkabılarımı giydim. Altıma dizlerimin altında biten bir tayt ve üzerime geçirdiğim yırtık desenli tişörtle fazla salaş bir hale gelsem de umursamadım. Mutfağa gidip bir şeyler atıştırdıktan sonra salona yöneldim. Televizyonu açarak rahat koltuğa gömüldüm. Bir süre sonra bastıran uykuyla, ayağımın ucunda bulunan diz örtüsünü alarak bacaklarımı örttüm.

Televizyonda fazlaca baş ağrısına neden olacak programlar dışında bir şey bulamayınca bir dizi kanalını açarak izlemeye koyuldum. Bu evde olduğum zamanlardan izlediğim bir diziydi. Beş sezondur A. takma isimli biri tarafından tehdit edilen dört kız arkadaşın, her bölüm atlattığı tehlikeler ve gerilim dolu anları konu alan, olayları ördükçe örmeyi seven bir senaryosu vardı.

Başroldeki kızlardan biri, ciddi derecede korkunç, terkedilmiş bir oyuncak deposunda tek başına dolanmaya başlayınca elimde olmadan irkildim. Bu kızların sorunu buydu. Her karanlık deliğe, her ses gelen yere koşuyorlardı. Bence çözüm basitti. Kaçacaktın işte! Ben koltukta uzanırken hava iyice kararmıştı. Koca evi aydınlatan tek şey televizyon ışığıydı ve bu dizinin çoğu puslu ortamda geçiyordu! Pikeyi daha çok çekmeye çalıştım ama diz örtüsü olduğu için bu sefer de ayaklarım açıkta kalmıştı.  Ormanlık bir alanda, kimsenin görüş alanına girmeyecek kadar gizlenmiş bir evde, tek başıma gerilim dizisi izliyordum.

Aynı anda kulağıma çalınan ani çarpma sesi olduğum yerde tavşan gibi zıplamama neden oldu. Ses mutfaktan geliyordu! Parmaklarımla pikeyi sıkıca kavradım ve televizyonun sesini kısarak etrafı dinlemeye başladım. Bir katille aynı evi paylaşıyor, ondan korkmuyordum, hatta adama deli gibi âşıktım ancak ne olduğunu bilmediğim bu ses ödümü koparmıştı. Ani bir cesaretle pikeden kurtularak ayağa kalktım. Elime gelen ilk obje, gümüş olduğunu tahmin ettiğim bir vazoydu ve onu sıkıca kavrayarak, minik adımlarla mutfağa yöneldim.

Tam şuanda dizideki kızı eleştirdiğim şeyi yapıyordum. Mutfakla salon arasında kapı yoktu. Üç basamak merdiven ve bir de şömineye ait panel gibi bir duvarla ayrılıyorlardı. Duvarın kenarında pusuda bekleyerek mutfağın kapısını kontrol ettim. Kimse yoktu. Basamakları yavaşça çıktıktan sonra, sol tarafta uzanan koridora ve odama çıkan merdivenlere korku dolu bir bakış attım. Herhangi bir hareketlilik göremedim.

Bakışlarımı tekrar mutfağa yönlendirdiğimde biraz rahatlamıştım, buna bağlı olarak adımlarım da gevşemişti.  Ancak sinek kapısının çıkardığı tok ses, olduğum yerde zıplayıp kısık bir çığlık atmama neden oldu. Offf! diye inledim. Sadece rüzgârdı. Kapı menteşeye oturmadığı için çarpıp duruyordu.  Mutfağın kapısını açıp sinekliği sabitledim ve kapıyı da üzerine kilitleyip perdeleri çektim. Kapıyı açmamla içeri soğuk esinti dolmuştu. Sanırım yazdan kalma havalara elveda demenin vakti gelmişti.

Yukarıya çıkıp üzerime bir hırka aldım ve evdeki ışıkların bir kısmını açıp korkunç atmosferden kurtuldum. Meyve çayı yapmak için dolapları karıştırmaya başladım. O sırada ısıtıcıya suyu koymuştum.

Hızlı hızlı çekmeceleri açıp kapatıyordum. En alt çekmeceye geldiğimde çekmeceyi açtım ve içinde buzdolabı poşetleri ve ona benzer malzemelerin olduğunu gördüm. Tam kapayacaktım ki, çekmecenin dibindeki ucu görünen siyah kutu ilgimi çekti ve kutuyu çıkarmaya çalıştım. Kutu oraya yapıştırılmış gibi yerinden kıpırdamıyordu. Ama merakım o kadar yoğundu ki pes etmeyip çekmeceyi yerinden çıkardım ve düşündüğümden ağır olan çekmeceyi mutfak zeminine bıraktım.

Neyse ki kutu kilitli değildi. Merakla kapağını açtığımda kaşlarım havaya kalktı.

Birbirinden farklı onlarca bıçak kutunun içindeydi. Bazıları son teknoloji görünse de bazıları fazlaca eski duruyordu. Sanki antika gibiydi. Biraz ürksem de ona ait olduğundan emin olduğum bu bıçakları incelemek istiyordum.  İçlerinden en dikkat çekici kılıfa sahip, boyut olarak kısa olanı aldım ve kılıfından çıkardım.

Bıçağın sapında ve kılıfında inanılmaz zarif işlemeler vardı. Gövde kısmında bulunan şekil, markası ya da üreticisinin adı olmalıydı. Kılıfı bordo ama işlemeleri metalik renkteydi. Özenle bıçağı çıkardım. Ah! İnanılmaz keskin görünüyordu. Ucu hafif kanca şeklindeydi ve ciddi derecede deşici bir görüntüsü vardı. Tüylerimi ürperten manzaraya rağmen, parmağımı bıçağın keskin ucunda gezdirmek gibi çarpık bir düşünce aklımdan geçti.

"Beren"

Duyduğum sesle aniden ayağa fırladım ve elimdeki bıçağı saklamak ister gibi göğsüme bastırdım.

James mutfak kapısının önünde bana bakıyordu. İyi de o kapıyı daha yeni kilitlemiştim. Nasıl bu kadar sessiz girebilmişti?

Sık nefes alarak bıçağı daha çok sıktım.

"Beni korkuttun."

Yanıma yaklaştı ve gözleri direkt kalbimin üzerinde tuttuğum bıçağa gitti. "Çok yanlış bir teknik." dedi yalandan azarlar gibi.  Nefesini yakınımda hissedince, korkuyla harmanlanan heyecanım boğazımda takılı kalmıştı. Kalbimin üzerinde duran elimi kavradı. Şimdi bıçağı beraber tutuyorduk. Dudaklarını kulağıma yaklaştırdı.

"Bıçak kullanmak önemli bir sanattır." Sıcak nefesi boynumu, saçımı, ensemi deldi geçti. "Bu sanatı ne kadar iyi öğrenirsen, kendini savunman kolaylaşır." Ses tonundaki öğretmenvari hava anın tılsımıyla birleşince, ortamda farklı titreşimler oluşmuştu.  Onu dinlerken nefesim çoktan kesilmişti.

"Bıçağı kullanırken..."

Elimi bırakmadan çevik bir hareketle etrafımda dolandı. Lacivertleri yine kızıl noktalarla bezenmiş, içinde güneşi saklıyor gibi ışık saçıyorlardı.

"Hız," dedi kulağıma fısıldayarak.  Elimi daha sıkı kavradı ancak canımı yakmıyordu, bu şekilde ben de avucumu sıktım. "Güç," dedi dudaklarını bu sefer yanağıma yaklaştırdı.

Aniden uzaklaşıp karşımda durdu ama yine de elimi bırakmadı. Hala bıçağı beraber tutuyorduk.

"Zamanlama" dedi gözlerimin içine bakarak. Meydan okuyor gibiydi. Onun karşısında tam bir saf gibi durduğuma emindim. Çivit mavisi kazağın içinde mükemmel görünüyordu. Mutfakta sadece aspiratörün loş sarı ışığı açıktı ve ışık bana inat gibi direkt göğüs kaslarına vuruyordu.

Harelerin içindeki muhteşem noktalar hareket ederken daha büyük bir hamlenin geleceğini anlamıştım. Çevik bir hareketle beni kendine çektiğinde bıçağı ikimiz arasında tuttu. Nefeslerimizi tam ortamızda duran bıçak ayırıyordu. Ama sıcaklığı o kadar yoğundu ki, tenimde bıraktığı ateş hızlıca yayılıyordu.

"Pozisyon" dedi dudaklarını yalayarak. Derin bir nefes aldım ve elimde olmadan sesli bir şekilde yutkundum. Ama daha bitmemişti, farkındaydım.

"ve..." diye devam ettiğinde, elimle beraber bıçağı da hızla çekip kendi şah damarına dayadı.

"Cesaret."

Gözlerim kocaman açılmış, nefesim hırıltılı bir şekilde, benimkiyle arasında santimler kalan yüzüne bakıyordum.  Dışarıdan biri için ayak parmaklarım üzerinde yükselmiş, karşımdaki adamın boğazına bir bıçak dayamış görüntüsü veriyordum. Bu düşünce kabus gibi zihnime çökerken, ondan uzaklaşmaya çalıştım. Ancak izin vermedi.

Hala gözlerimin içine bakıyordu. Bıçak neredeyse boğazını kesecekti.

"Son vuruşu yapabilmek için kendine güvenmelisin Beren."

Çaresizce kafa salladım. O andan kurtulmak istiyordum. Dudakları bana bu kadar yakınken düşünme yetimi kaybediyor olmalıydım ki, adam kendi boğazına bıçak dayamışken, ben hala beni öpmesini düşlüyordum. Keskin metali boynundan çekti ancak elimi serbest bırakmadı.

"Bu bir Bowie bıçağı." dedi beraber tuttuğumuz bıçağı göstererek.

"Tarihi 1830'lara dayanır. Sapı kurşundan. Keskin kısmına namlu denir." Bıçağı ışığa doğru tuttu. "Bu kısmı doğru kullanman gerekir." Büyülenmişçesine onu izliyordum. "Drakula'yı biliyor musun?"

Kaşlarım havalandı. Drakula ne alakaydı şimdi? "Biliyorum." dedim.

"Yazarı kim biliyor musun?"  Olumsuz anlamda kafa salladım.

"Bram Stoker, İrlandalı. Çoğu kişi, eserin sonunda Drakula'nın kalbine kazık saplanarak öldüğünü bilir, aslında Drakula, eserdeki başkarakterin biri tarafından Bowie bıçağıyla öldürülür."

Lacivert'in bu bıçağa neden ilgi duyduğunu şimdi anlamıştım. Onun için her sahiplendiği şeyin bir hikâyesi var gibiydi. Beni de içine yerleştirdiği bir hikâye vardı. İçim anlık bir sıcaklıkla dolarken, ifademin değiştiğini görerek bana döndü.

"Bu sen de kalsın, en kısa zamanda nasıl kullanacağını öğreteceğim."

Bir anlık boşlukla "Gerçekten mi?" diye sordum.

Gözleri alayla kısıldı ama cevap vermedi.

"Şimdi.." dedi duraksayarak. "Bu kadar ortalığı ayağa kaldıracak ne arıyordun?"

"Ah. Meyve çayı." dedim dudaklarımı sarkıtarak.

"Buzdolabının üzerindeki kutuda." dedi mekanik bir hızla.

Buzdolabına yöneldiğim anda, bıçağı dikkatlice kılıfına koyarak tezgaha bıraktı ve bana yetişti. Uzanmama fırsat vermeden, kutuyu seri bir hamleyle aldı ve bana uzattı.

"Teşekkür ederim." diye mırıldandım ancak o çoktan koridora yönelmişti.

Artık teşekkür etmekten vazgeç." diye ağzının içinde mırıldandığını pek ala duymuştum. Meyve çayımı alıp bu sefer odanın tam köşesinde duran kanepeye geçtim ve TV kanallarında gezinmeye başladım. Az sonra , altında siyah bir eşofman ve üzerinde yine siyaha yakın, koyu renk dar bir tişörtle salonun girişindeki üç basamağı indi. Onu gördüğüm an, içmekte olduğum meyve çayından koca bir yudum alarak dilimi haşladım. Saçları nemli ve dağınıktı. Belli ki duş almıştı. Ayakları çıplaktı. Elinde dizüstü bilgisayarı ile yanıma gelmesine şaşırsam da görüntüsüne takılı kalmıştım. Bir şaheserin beden bulmuş haline bakarken çayın boğazıma kaçması çok da garip değildi yani.

"Bana yapmadın mı?" dedi alaycı bir tavırla.

"Sen ve meyve çayı içmek mi?" dedim yarı alayla.  Ancak kaşlarını çatarak karşılık vermişti.

"Neden içemez miyim?"

"Bilmem," dedim dudağımı bükerek. "Koyu kahveden başka bir şey içmeyen tiplere benziyorsun."

Gözlerini bir an dudağıma kaydırsa da hemen çekti ve tek kaşını kaldırdı.

"Türk çayını severim." Sonra gözlerini kapayarak derin bir nefes aldı ve yanıma yaklaştı.

"Elma çayı da tek içtiğim meyveli çay. Rahatlatıcı bir etkisi var." Dudaklarımı aralayıp bir süre şaşkınca ona baktım. Bana karşı bu kadar açık ve konuşkan olmasına alışık değildim.

"Ben, sana da yapayım o zaman" diye ayaklanıyordum ki, kanepeye oturmak yerine, gelip ayakucumdaki halının üstüne oturdu ve sırtını da oturduğum koltuğun minderine yasladı. Bacaklarını öne doğru uzatarak diz üstü bilgisayarı açtı.  Ne yaptığını anlamaya çalışırken omzunun üstünden bana döndü. Ah! Can alıcı görünüyordu. Lacivert gözlerine vuran diz üstü bilgisayarın beyaz ışığı, harelerinin ışıltılarını açığa çıkarıyordu. Ama daha da güzeli, benim yanımda sergilediği bu rahat, sadece ona ait olan tavırlarıydı.

"Uzatır mısın?" dedi muzip bakışlarının arasından. Tatlı olarak tanımlayabileceğim ender anlardan birini yaşıyordum. Elimdeki fincana saf saf bakıp, 'bunu mu?' der gibi baktım.

"Paylaşabiliriz diye düşündüm." dediğinde, ellerimin titrememesini dileyerek fincanı ona uzattım.

Uzun bir yudum aldıktan sonra omzunun üzerinden bana uzattı. Bu sefer yüzünü dönmemiş, görüntüsünden mahrum bırakmıştı.

"Şerbet gibi."

Yüzünü buruşturduğunu anlamıştım. Aslında koca fincana sadece üç küp şeker atmıştım. Yani normaldi şekeri (!).

Tekrar bir yudum aldım. Elbette amacım dudağının değdiği yerden içmekti. "Bence gayet iyi" dedim omuz silkerek.

"Uzat bir daha." dediğinde kıkırdadım. "Hoşuna gitti galiba." 

Tekrar bir yudum aldı. "Hala şerbet gibi." Bu sefer ciddi anlamda yüzünü buruşturmuştu. İçimden gülmek gelse de gözlerimi devirdim.

"İçme o zaman, şerbet diye diye yarısını bitirdin."  Cevap vermek yerine tek kaşını kaldırarak bana baktı.

Bu adam benim en büyük sınavımdı! Beni olduğum yerde buharlaştırıp havaya karıştırmaktı amacı!

"Bakma öyle" dedim. Dudağının kenarı, üzerimdeki etkisini kutlar gibi kıvrıldı. Nihayet gözlerini benden alarak önüne döndü. Çayımdan son büyük yudumu alarak fincanı sehpanın üzerine bıraktım. Şimdi nasıl televizyona konsantre olacaktım?! Kalkıp gitsem o anı bozmak da istemiyordum. Onu izlediğim takdirde de kendime işkence ediyordum.  Oysa kokusu çoktan beni ele geçirmişti ve ellerimi saçlarında dolandırma dürtümü tetikliyordu. Nemli saçlarının bir kısmı, tekli koltuğa sığdırdığım bacaklarımın tayttan açıkta kalan kısmına değiyor, bu temas bile beni yeterince heyecanlandırıyordu.

Birkaç dakika televizyon izledim ancak ellerim kontrolüm dışında saçlarına değmek istiyor parmaklarım her zamanki gibi özlemle sızlıyordu. Beş dakika sabredebildikten sonra sağ elimi yavaşça hareket ettirerek saçlarına ulaştığımda, parmaklarım huzura kavuşmuş bir şekilde tutamlarının arasında gezinmeye başladı. Gerildiğini hissedebiliyordum ancak durmak istemedim. Parmaklarım alnına doğru ilerlediğinde vücudu biraz olsun gevşemişti ama hala tetikteydi.

Ortamda sanki sadece nefeslerimizin sesi vardı. Ne televizyonu duyuyordum ne de başka bir şeyi. O da her ne yazıyorsa bırakmıştı, dikkati parmaklarımdaydı.

"Bu şekilde sınav sorularını öğreneceğini sanıyorsan yanılıyorsun." dedi sakin bir sesle. Bilgisayarla ne yaptığına bakmamıştım bile. "Bu kadar erken mi hazırlıyorsun soruları?" dedim elimi çekmeyerek.

"Ben her işimi önceden hallederim" dedi ama gözlerini kapadığını hissetmiştim.

"Soruları hazırladığın dikkatimi bile çekmedi." dedim dürüstçe. "Ayrıca çalışarak geçmeyi tercih ederim, sonuçta öğrenci kimliğim görevden ibaret değil."

"Akıllı kız." diye mırıldandı. O sözcüğün dudaklarından döküldüğünü görmek için koltuktan önüne zıplayabilirdim.

Elbette yapmadım. Sadece belli belirsiz tebessüm ederek, saçlarını okşamaya devam ettim. Birkaç dakika sonra kollarını göğsünde katladı ve ensesindeki saçları işaret eder gibi kafasını eğdi. Bu masum an, benim için o kadar büyülüydü ki içimde yükselen sevinç çığlıklarıyla ellerimi ensesine gelen kısa saçlarına kaydırdım. Parmaklarım aşkını anlatır gibi saçlarında dolanırken o sabit duruyordu.  Kokusuna yakın olmanın verdiği huzurla ellerim ağrıyana kadar saçlarında gezindim. Bir süre sonra nefesleri sıklaşınca hayretle yüzüne doğru eğildim. Lacivert uyumuştu. Ve huzurlu görünüyordu.

Oldukça gülünç bir halde olmamıza rağmen  ben de çok huzurlu hissediyordum. Arkama yaslandım ve elimi saçlarından ayırmayarak, kadife saçlarını okşamaya devam ettim. Belki daha sonra böyle bir fırsatım olmayabilirdi.  Bir süre sonra gözkapaklarım ağırlaşmaya başladı ama inatla parmaklarımı durdurmadım. Yavaş yavaş gözlerim kapandığında elim hala saçlarındaydı.

Yüzüme vuran güneş ışığı yine uykunun ağırlığını kaldırmış ve gülümsememe neden olmuştu.

Yatağımda minnetle gerindikten sonra doğruldum ve balkona çıktım. Hava serinlemişti a, mevsimlik bir montla dışarı çıkmam gerektiğini aklıma not ettim. Ayaklarım çıplak olduğu için rahatsız oldum ve ev ayakkabısını aramaya başladım. Özenli bir şekilde yatağın kenarında durduğu gördüğümde kaşlarım havaya kalktı. Bu ayakkabıyı asla böyle bırakmazdım, bir tekinin odanın bir ucunda diğer tekinin de odanın öbür ucunda olması gerekirdi.

Bu görüntü nedeniyle kafam karışırken, yatağıma nasıl geldiğimi düşündüm. Önceki gecenin anıları zihnime toplandığı anda parmaklarıma baktım ve aptal aptal sırıtmaya başladım. Dizlerimde uyuyakalmıştı!  Ev ayakkabılarımı ayağıma geçirip resmen seke seke merdivenlerden indim.

Heyecanla onu görmeyi beklesem de ortalıkta görünmüyordu. Kahvaltı masasında, aşina olduğum el yazısıyla bırakılan not, içimdeki tüm heves kırıntılarını yok etti.

"Bazı ayarlamalar yapmam gerekiyor, bugün okulda olmayacağım. Araban dışarıda, okulun adres bilgisi kaydedildi. J."  Hislerime hayal kırıklığı eklenirken, dudak sarkıtarak nota baktım. Edepsiz Lacivert'e ne olmuştu? Notun sonuna sadece  J. yazmıştı. Dün geceden sonra yine kilometrelerce uzağımda duracaktı, bunu anlamak zor değildi. Elimde kalan not parçasını buruşturmaya kıyamadan bir kenara kaldırdım ve odama çıktım. İsteksiz bir şekilde hazırlanıp arabaya bindim ama yine de yol boyunca sağ elime bakıp bakıp gülümsememi engelleyemedim.

Okula vardığımda arabayı her zamanki yerine park edip, kahvaltı etmek üzere girişteki kafeye yöneldim. Evde, onun hazırladığı kahvaltı masasında yemek istememiştim çünkü bıraktığı not tüm iştahımı kaçırmıştı. Bir tost söyleyip ogünkü derslerimin notlarını açtım ve göz gezdirmeye başladım.

Notlara dalıp gitmişken, görüş açıma bir silüet girdi. Onur'dur diye ani bir panik yaşadım. Hem ondan hesap sormak istiyor hem de ne diyeceğimi bilemiyordum.  Zaten ne Lacivert'e bu konuda ne yapacağını sormuştum ne de o yorum yapmıştı. Elimdeki kalemi gergin bir şekilde sıkarak kafamı kaldırdım ve az önceden beri tepemde dikilen kişiye baktım. Karşımda gördüğüm kişi Onur'dan çok daha tehlikeliydi.

Çetin.

Gözlerimi kırpmadan uzun zamandır aklımdan çıkarmak istediğim yüze baktım. Afallamam kısa sürdü çünkü öfke ve hayal kırıklığı tüm hücrelerimi öyle hızlı sarmıştı ki, korkudan eser yoktu. Elimdeki kalemi sıkmaktan parmaklarımın bembeyaz kesildiğine emindim. Sinirimi kalemden çıkarmayı bırakıp, bakışlarımı ağır ağır üzerinde gezdirdim. Ondan iğrendiğimi fazlaca açık ediyordum. Son gördüğüm haline oranla gayet iyi görünüyordu. Suratında Lacivert'in attığı yumruklardan eser yoktu. Spor giyinmişti. Gözlerinin altındaki morluklar uzun zamandır uyumadığına işaretti ve yüzünde takılı kalan hastalıklı gülümseme psikopat profiliyle gayet uyumluydu.

"Ne istiyorsun?" dedim sesimi sakin tutarak. Gevrekçe gülerek önünde duran sandalyeyi çekti ve karşıma oturdu. Sinir bozucu bir şekilde tek kaşını kaldırarak etrafa baktı.

"Güzel okul..." Önemli bir şey düşünür gibi duraksadı.  "O sürtüklük yaptığın herif zengin piçinin teki değil mi? Yoksa böyle bir okulun kapısından bile geçemezdin."

Ona, aramızdaki kan bağına ve yirmibir senelik hasarlı ağabey kardeş ilişkimize karşı beslediğim, tüketemediğim son bir umut parçasını da bu sözleriyle aleve verdi.

Beni hiç tanıyamamıştı onu biliyordum. Ama bu yakıştırdığı şey, anneme babama da hakaret demekti. Çetin'in disiplin anlayışı şiddetti ama annemle aramda mükemmel olmasa da bir bağ olduğuna inanıyordum.

"Ne istiyorsun?!" dedim tekrar, öfkemin sesini yönetmesine izin vererek.

"Arabamda konuşalım" dediğinde gözlerindeki psikopat parlamayı yakalamıştım. Keyifsiz ve alaylı bir şekilde güldüm.

"Seninle bir adım atacağımı sanıyorsan hayal görüyorsun." Söylediklerim üzerine gözlerindeki parlama genişledi.

"Bakıyorum o piç cesaretini güçlendirmiş."  Okulun ortasında bana bir şey yapıp karakolluk olmayacak kadar kendini sevdiğini biliyordum. Tam defolup gitmesini söyleyecektim ki gözlerim fakülte binasına giren Lacivert'i seçti.

Kahretsin! Bugün okula gelmeyeceğini söylemişti. Beyaz gömleği ve lacivert dar pantolonuyla kapıdan girerken, tüm gözler yine ona çevrilmiş fısıldaşlaşmalar başlamıştı. Şuan onun görüş açısında değildik ancak girdiğimiz anda beni, daha da kötüsü Çetin'i görecekti. Hayatımda gördüğüm en sakin adam olabilirdi ama Çetin'i görünce göstereceği reaksiyon ya da Çetin'in onu görüp tanıma ihtimali tüm görevi tehlikeye atabilirdi.

Derin bir nefes alarak bakışlarımı Çetin'e çevirdim.

"Tamam" dedim gözlerimi kapayarak. "Gidelim de ne söyleyeceksen söyle!" Hızlı adımlarla masadan kalkıp direkt bahçeye açılan çıkışa yöneldim. Kafeden biraz uzaklaştığımız anda arkamda beni takip etmekte olan Çetin koluma yapıştı.

"Yürü bakalım küçük sürtük!"

"Bırak!" diye tısladım. "Bana hiç bir şey yapamazsın!"

Sinsice sırıttı. "Bugüne kadar seni elimden sadece o piç alabildi, o da şuan ortada görünmüyor."

Evet, görevi kurtarmak adına tek şansımı az önce ekmiştim. Bir süre daha kolumu koparırcasına tuttu ve yürümeye devam ettik. Arabaya ulaştığımızda etrafta kimsenin olmadığını gördüm. En ıssız yere park etmişti hayvan! Kolumu sertçe çekip ondan kurtardım ve arabanın birkaç metre uzağına kaçtım.

"Ne istiyorsan burada söyle. Asla o arabaya binmeyeceğim!"

Bu sefer sırıtmak yerine hızla yanıma geldi. Gözlerindeki nefret daha koyuydu artık.

"Bineceksin."

"Hayır." dedim kesin bir tonla, ondan korkmadığımı belli etmek için çabalıyordum. Yanıma yeterince yaklaştığında saçlarımı kavradı. Eline doladığı ve onun yüzünden kısalttığım saçlarım, uyguladığı şiddetin etkisiyle dayanılmaz bir acı verirken, içimden tekrar ettim. Ondan korkmuyordum.

O an bir bıçağım yoktu ancak Lacivert'in önceki gece söyledikleri aklıma kazınmıştı. Hız, güç, zamanlama, pozisyon ve cesaret... Evet, bunlardan birkaçını kullanabilirdim.

Saç diplerimin acısına aldırış etmeden hızla önüne geçip, tüm gücümle kasıklarına bir tekme geçirdim. Benden böyle bir hamle beklemeyen Çetin saçlarımı bırakıp, savurduğum tekmenin acısıyla kıvranmaya başladı. Koşarak oradan uzaklaştığımda, arkamdan bağırıyordu.

"Seninle işim bitmedi küçük sürtük, artık nerede olduğunu biliyorum!"

Koşarak uzaklaşırken tuttuğum yaşlar çoktan akmaya başlamıştı. Bunun nedeni korkmam değildi. Aksine, hiç olmadığım kadar güçlü hissediyordum. Her bir gözyaşımda, kalbimin en ücra köşelerinde sakladığım çocukluk hatıralarımızı; çamurlu suya düşürdüğüm oyuncak bebeğimi kurtarıp, annemden yediği azara aldırış etmeden banyoda yıkayan ve etrafı batırdığı için dayak yiyen, ama günün sonunda, beni mutlu etmek isteyen düşünceli abimin silik anısını, yıllarca bana yaptığı acımasızlıklara rağmen saklamıştım. Ancak pes ettiğim noktaya gelmiştim. Bu anıyı da, diğerleri gibi alaycı ruhumun tozlu raflarında saklamak yerine, boşluğa bırakıp kaybolmasını bekledim.

Yaşadığım duygu çöküntüsü içinde koşarken, sert bir şekilde birine çarpınca aniden durmak zorunda kaldım.

"İyi misiniz?" 

Yanmaya başlayan ciğerlerime aldırış etmeden, kafamı kaldırıp çarptığım kişinin kim olduğuna baktığımda okulun güvenlik görevlilerinden biri olduğunu gördüm. Elimden geldiğinde korkmuş görünmeye çalışarak, hırıltılı nefeslerimi de kullandım ve ağlamaklı bir sesle konuştum.

"Ne olur..." dedim yalvararak.

"Ne olur yardım edin, o adam.." hıçkırıyordum. Parmağımın ucuyla bana doğru sekerek koşmakta olan Çetin'i gösterdim. "Beni taciz etti!" ondan sonra gözyaşlarım deli gibi akmaya başladı. Sanki içimde öfke olarak çevrelediğim duygular birer birer gözyaşlarıma yapışıyor ve ağlamamı kolaylaştırıyordu.

"Ne olur bir daha bu okula girmesine izin vermeyin, ne olur! Ailem böyle bir şey yaşadığımı duyarsa beni okuldan alır, ne olur yardım edin." Adamın koluna yapışmış yalvarıyordum.

Önce şaşkınlığa uğrayan görevli halimi gördükten sonra açık bir şekilde bana acımıştı.

"Merak etmeyin hanımefendi" dedi, kolumu sıvazlayarak. "Ben ilgileneceğim. Ama isterseniz karakola gidelim, ben size eşlik edeyim ve şikâyetçi olun. Böylelerine fırsat vermeyin, ben ancak okula girmesini engelleyebilirim ancak sizin şikayetiniz daha büyük farkındalık yaratır hem de bu tarz olayları önemsemeyip sindiren insanlara yardımı dokunur."

Adamın bakış açısına da, yardım etme eğilimine de hayran kalmıştım. Ve söylediği her şeyde çok haklıydı. Bilmiyordu ki gerçekten tacize uğrasam, kimsenin ne düşüneceğini önemsemeden olay çıkarır ve o sapığın hak ettiği cezayı almasını sağlardım.

"Hayır!" dedim yalvararak, "Ailem böyle bir şeyin başıma geldiğini öğrenirse eğitim hayatım biter, uzakta yaşıyorlar ve çok endişeli insanlar. Ne olur sadece bu okula yaklaşmamasını sağlayın."

Tüm bu konuşmalarımız gayet hızlı bir şekilde gerçekleşiyor ve Çetin ağır adımlarla olsa da bize yaklaşıyordu. Nihayet görevli beni ikna edemeyeceğini anladı ve kararan gözleriyle Çetin'e baktı. Çetin'e yöneldiğini gördüğüm anda koşarak, arabamın bulunduğunu otoparka ulaştım.

Ellerim titriyordu ancak  yine de vakit kaybetmeden arabayı çalıştırdım. Paniğimin nedeni Lacivert'in ya da başka birinin beni bu şekilde görme ihtimaliydi. Tam gaza basacağım esnada camımın tıklanmasıyla parmaklarım direksiyonda asılı kaldı. Çetin'in görevlinin elinden kurtulduğunu düşünerek olduğum yerde buz tuttum. Gözlerimi kapayıp tekrar derin bir nefes aldıktan sonra kafamı sola çevirdim.

Görmeyi beklemediğim kişi karşısında farklı bir şok yaşadım. Metin Taner nam-ı diğer Tobias Donaldson badem gözlerini endişeli bir perdenin arkasında bana dikmişti.

Usulca camı açtım ve gülümsemeye çalıştım ancak berbat göründüğüme emindim.

"İyi misin Beren?"

Yüz ifademi biraz daha gerçekçi kılmak adına saçımı düzelterek konuştum. "İyiyim Mr. Donaldson sadece biraz hastayım, ben de size bugün okulda olamayacağımı haber verecektim." Kafasını hafifçe sallayarak beni onayladı ancak, ondan kurtulduğumu düşünürken arabamın kapısını açtı.

"Gel" diye elini uzattığında suratımda korku ifadesinin kol gezdiğine emindim. Çekici bir şekilde gülümsedikten sonra anlayışla konuştu.

"Hasta olmadığını biliyorum, az önce görevliyle konuşmalarınızı duydum."

Elini tekrar uzattı, ifadesi şefkat doluydu ama arkasındaki tablodan neyse ki haberim vardı. Rahatlamayan halimi görmüş olacak ki, daha tatlı bir sesle konuştu. "Korkma Beren, sana zarar veren adamı uzaklaştırdılar. Bir daha buraya yaklaşamayacak."

Başımı sallayarak o psikopatın oradan uzaklaşmış olduğu gerçeğine biraz olsun rahatladım. Dediği gibi arabadan indim ve titreyen bacaklarımın elverdiği şekilde ayakta durdum.

"Hiç iyi gözükmüyorsun" dedi endişeli bir ses tonuyla. "Odama geçelim, orada sana bir kahve ikram ederim, daha iyi hissedersin" dediğinde itiraz etmeye hakkım olmadığının farkındaydım. "Ayrıca, bana Tobias demelisin" diye uyardı tatlı bir ses tonuyla. Biraz daha sakinleşip, adımlarımı normal bir şekilde atmaya başladığımda fakülte binasına girmiştik.

Lacivert'le karşılaşmamayı dileyerek, odasına doğru ilerlemeye başlayan Donaldson'ı takip ettim. Üzerimde hala derin bir gerginlik vardı. Bunun en tabi nedeni hayatıma girmiş iki psikopatın ilkinden az önce kurtulmama rağmen beş dakika geçmeden diğerine yakalanmamdı.  Derin bir nefes aldım ve kenarda duran sandalyeye oturdum.

Donaldson'ın gözü üzerimdeydi. Bu sefer masa lambasını açmak yerine storları çekerek camı açtı ve içeriye temiz havanın dolmasını sağladı. Bakışlarını tekrar bana çevirdi.

"Rahat ol Beren. Ben şimdi iki kahve alıp geliyorum. Burada istediğin kadar dinlenebilirsin."

Sonra biraz daha bana doğru eğildi ve anlayışla gülümsedi.

"İyi hissedene kadar burada kal." Adam kafamdaki profilinden o kadar uzak davranıyordu ki, bir an doğru kişinin peşinde olup olmadığımızı bile sorgulama eğilimine girmiştim. Gömleğinin kol düğmelerini yavaşça açtı ve iki kere katladıktan sonra kapıya yöneldi. Kapıyı araladıktan sonra çıkmaktan vazgeçerek bana döndü.

"Şeker krema?"

"Sadece krema."  cevabımı aldıktan sonra "Tamamdır" dedi ve gülümseyerek odadan çıktı.

Aylar önce aynı soruyu Lacivert'in sorduğu an aklıma gelince nedensizce gülümsedim. O zaman bana çok şey ifade eden bu soru şimdi sadece basit bir ayrıntıdan ibaretti. Donaldson çıktığı gibi ayağa fırladım ve masasına yönelmeyi düşünürken, odada gizli kamera olması olasılığıyla hemen kütüphaneye ilerledim ve kitaplarına göz gezdirmeye başladım. Zaten hızlı bir şekilde geri dönmüştü.

Kütüphanesinin önünde durduğumu görünce gözlerinden saliselik bir tedirginlik geçse de hemen gülümsedi ve kahveyi kibarca uzattıktan sonra masasına oturdu.

"Biraz fazla mesaiye hayır demezsen, üzerinde çalıştığım bir proje var" diye giriş yaptı.

İlgili görünmeye çalışarak "Dinliyorum, buyurun." dedim. Verdiğim tepki hoşuna gitmiş olacak ki sandalyesinde geriye yaslandı.

"Genetik mutasyonla ilgili bir proje, şuan başlangıç aşamasındayım ama sana verdiğim kaynaklara çalışırsan şimdiden ne yapmaya çalıştığımı anlayabileceğini ve hatta bana yardımcı olabileceğini düşünüyorum."

"Memnuniyetle" diye onayladım. "Güzel" dediğinde gözleri parlıyordu. Birden ayağa kalkıp kütüphanesinin yanına geldi ve ayakta durduğum yere yaklaşarak "İzninle" dedi. Meraklı gözlerle onu izlerken kütüphanesinin kilitli çekmecesini açmasını ve oradan çıkardığı klasörleri incelemesini izledim.

Bir süre geçtikten sonra üç adet kırmızı klasörü bana uzattı.  "Bunları elinden geldiğince incele. Takıldığın noktalarda, mesaj atabilir ya da direkt arayabilirsin. İstediğin saatte yardımcı olurum sakın çekinme."

Cebinden çıkardığı cep telefonunun tuş kilidini açtı ve bana baktı.

Ah! Numaramı istiyordu.

Mekanik bir şekilde rakamları söyledim. "Çağrı bıraktım." dediğinde kafa salladım.

"Ben daha iyi hissediyorum." dedim tereddütle. "Hatta bir an önce eve gidip şu dökümanlara göz atmak istiyorum."

"Pekala, Beren." dedi. "Lütfen iyi ol. Artık beni her zaman arayabilirsin" dedi elindeki telefonu göstererek yarı yarıya sergilediği gülümsemesiyle.

"Teşekkür ederim." dedikten sonra odadan çıktım.

Koridor geldiğimiz haline göre daha kalabalıktı. Sanırım ben çıkana kadar ders arası olmuştu. Ancak bu  durum, hayran olduğum lacivert harelerin benim üzerimde olduğunu fark etmeme engel değildi. Başımı yavaşça kaldırıp onunla göz göze geldiğimde takındığı öğretmen maskesiyle hafifçe gülümsedi. Sahte olduğunu bilmeme rağmen aynı şekilde gülümsemekten kendimi alamadım. İngilizce konuşmaya dikkat ederek selam verdim. Karşılığında aynı şekilde selam vererek konuşmaya başladı.

"Geçen hafta sorduğunuz konuyla ilgili makaleleri getirdim, isterseniz buyurun göz atalım." Odasına çağırdığı anlayarak "elbette, çok sevinirim" diyerek onu takip ettim.

Odası Donaldson'ın odasının hemen yanındaydı. Nedense buna şaşırmamıştım. Kapısını açarak içeri girmem için yol verdikten sonra hızla bana döndü. İrislerinin mümkünmüş gibi daha da koyulaştığını hissedebiliyordum.

"Donaldson sana bir şey mi yaptı?"

Kaşlarımı çattım. "Hayır."

"Bir şey olmuş Beren" dedi sıkıntıyla. "İyi olmadığını anlayacak kadar ezbere biliyorum seni."

Gözlerinin içine baktım, ateşinin ardına gizlediği endişe gerçekti. Kafamdan küçük bir hesap geçti. Laciverte Çetin'in burada olduğunu söylesem onu öldüreceğinden emindim. Geçen sefer yapmamıştı ama bu sefer sözünü tutacağını biliyordum. Çetin'in ölümü... Her şeye rağmen, bana tüm yaptıklarına rağmen bu beni üzerdi. Sonuçta ölüm benim için olağan bir durum değildi. Ne kadar nefret toplamış olursa olsun kimsenin ölümünü kafamda meşrulaştıramıyordum.

Derin bir nefes aldım."Gerçekten James, bir şey yok." dedim dürüst görünmeye çalışarak.

Elimdeki dökümanları göstererek, "Bunları Donaldson'dan aldım, genetik mutasyonla ilgili bir projede onunla çalışmamı ve bu dökümanlara göz atmamı istedi" dedim konuyu değiştirmek adına.

Dikkatini dağıtmıştım. Dökümanlara ilgiyle baktı, sonra da klasörlerin altında kalan elime değip, fiilen küçük ama bana göre büyük bir elektrik akımı yaratarak dosya yığınını elimden aldı.

"Bu konu kapanmadı." dedi klasörlere göz atarken. Pekâlâ, sanırım dağıtamamıştım.

"Bugün okulda olamayacağım demiştin" dedim kıskanç bir şekilde, dikkatini verdiği kâğıtlarla arasına girmek adına.

Kafasını hafifçe kaldırarak gözlerimle buluştu. "Öyle olması gerekti."

"Ne kadar da açıklayıcısın(!)"  dedikten sonra omuz silkip odasını incelemeye başladım.

Gayet sade bir odaydı. Ondan abartılı bir şey beklemek mantıksız olurdu zaten. Donaldson'dan tek farkı, bütün odanın kuzey cephesinin tamamen camdan oluşmasıydı. Bu da dört duvara inanılmaz bir ferahlık katıyordu.  Bir de kütüphaneden farklı olarak köşede duran dolap dikkatimi çekmişti.

İlgiyle dolaba bakarken, bir an kımıldadığını gördüğümü sandım. Bir adım daha yaklaştığımda, kulağıma bir takım sesler dolmaya başladı.

"James" dedim panikle.

"O dolapta ne var? Ses geliyor, hatta kımıldıyor!"

"Önemli bir şey değil" dedi dişlerini sıkarak.  Gözlerim kocaman olmuştu.

"James! Sen neden bahsediyorsun! İçinde bir şey var diyorum!"

"Biliyorum Beren." dedi sakince.

"Sana inanamıyorum!" dedim ses tonumu kontrol edemeyerek. Tek kaşı havalanmıştı bile.

"Kimi dövdün de kapattın oraya?" diye bağırdım. Aklıma direkt Çetin gelse de bu düşünceyi hızla uzaklaştırdım. Sonuçta Donaldson onun okuldan uzaklaştırıldığını söylemişti. Tabi yalan söylemediyse diye uyardı zihnim.

"Bağırmaktan vazgeç!" dedi sabır diler gibi. "Tüm okulu başımıza toplayacaksın."

Mekanik bir hareketle klasörleri masaya bıraktı ve dolaba yöneldi. İçimden ihtimalleri geçirmeye çalışıyordum. Dolaptaki büyük ihtimalle Onur'du ama Onur'a ifşa olmamızı göze alabilir miydi ki? Tüm tahminlerim dolabı açtığı anda, elleri ve ağzı bağlı bir bedenin zemine düşmesiyle çürütülmüş oldu ve hayretle önümde beliren tabloya baktım.

"Mike!?" dedim şokla. Hemen dizlerimin üzerine çöküp yardım etmeye çalıştım. Ellerindeki ve ağzındaki bandı çıkarmak için uğraşmaya başladım.

Ağzı burnu kanla kaplıydı. Sol kaşı neredeyse tamamen yarılmıştı. Kollarındaki çürükler de durumu pek parlak göstermiyordu. Ağzından yavaş bir şekilde bandı çıkardığım anda öksürmeye başladı. Ağzından gelen kanları görünce yüzümü buruşturdum.

"Mike? İyi misin?" Sırıtıyordu. Yok, bu çocuğun akli dengesi yerinde değildi. Artık emindim.

Hızla Lacivert'e döndüm. "Ne yaptığını sanıyorsun James?! Öldürecek miydin adamı? Derdin neydi?"

İfadesizce bana bakarak sırtını duvara yasladı.  "Yeni bölüm asistanımızla tanış. Kendisi benden gizli asistanlık sınavına girerek, birlikte aldığı eğitimi kullanmış ve kazanmış."

"Mike, yapmış olamazsın!" dedim şokla.

"Başka şans bırakmadı bana." derken hala gülüyordu. "Ayrıca..." diye söze başladığı anda tekrar öksürmeye başladı ancak yine de konuşmaya devam etti. "Sana burada Beren için olmadığımı söyledim James, senin için bir tehlike yok yani" dedi eliyle tırnak işareti yaparak. "Benim hedefim bambaşka" derken gözleri parlıyordu.

"Saçmalama" dedi Lacivert sert bir şekilde. "Görevi mahvedeceksin!"

"Artık beni de dahil etmek durumundasın kaptan." dedi Mike sırıtarak.

Mike onaylamaz bakışlarla baktım.

"Ciddi olamazsın Mike!" dedim kafamı olumsuz anlamda sallayarak.  "Ciddi olduğumu söylemiştim." derken tavrı oldukça ukalaydı. 

Anlaşılan benim yokluğumda Sinem'le aralarında arkadaşlıktan fazlası gelişmişti. Derin bir iç çekerek Sinem'e bunun hesabını sormayı aklıma not ettim. Lacivert aramızdaki iletişime anlamayınca gergin bakışlarını bize yönlendirdi. Daha fazla uzatmadan ayağa kalktım.

"Ne olacak şimdi?"

"Bir şeyler düşüneceğim dedi." siyaha dönen gözlerini pencereye çevirerek.

"Bu halde okuldan çıkamaz." dedim endişeyle. "Kimse onu böyle görmemeli."

"Geceye kadar burada." dedi sabit bir tonla. "Sonra da kendi çıkar gider, buraya nasıl girdiyse." 

"Peki" dedim pes etmiş gibi. Klasörleri masadan aldım.

" Ben gidiyorum." Tam çıkacakken Lacivert'e döndüm. "Sinem," dedim, anında bakışları beni bulan Mike'a bakmayarak. "Mike'ı Mert diye tanıyor ve kuzenim sanıyor."

"Biliyorum" dedi ifadesizce.

"Güzel." dedim, "Bugün onu eve davet etmek istiyorum, sakıncası var mı?"

Bir süre düşündü. "Yok. Odamdan uzak tut sadece."

"Tamam." dedim ve odadan çıktım. Oraya daha ben girmemiştim, Sinem'e mi izin verecektim?

Hızlı adımlarla otoparka ilerleyip, arabama bindim ve Çetin'le yaşadıklarımın görüntüsünü kafamdan atmaya çalıştım. O an odaklanmam gereken çok daha önemli konular vardı. Mike göreve dâhil olmuştu ve bu da, yalan söyleyeceğim ve rol yapmak zorunda kalacağım kişi sayısının artacağına işaretti. Özellikle Sinem'e daha fazla yalan söyleyecek olma düşüncesi canımı fazlasıyla sıkıyordu.

Telefonumu açıp hızla mesaj kısmına girdim. Sinem'e "Bugün bana gelmek ister misin?" diye yazıp yolladım.

Bir dakika geçmeden cevap verdi. "Hemen geliyorum!"

Telefonuma kaydettiğim yeni ev adresimi ona göndererek eve doğru sürmeye başladım. Yol boyunca tetikteydim ve panik halim bir türlü uzaklaşmıyordu. Devamlı aynaları kontrol ediyor, takip eden birinin olup olmadığına bakıyordum. Nihayet evin garajına geldiğimde son bir kez etrafı kolaçan ederek arabadan indim. İlk işim, uzunca bir duş almak ve rahatlamak oldu. Gerçek anlamda tacize uğramış gibi Çetin'in dokunuşlarından kurtulmak istiyordum.

Sonra mutfağa indim ve uzun zaman sonra gerçek bir akşam yemeği hazırladım. Bu hem kafamı meşgul etmek içindi hem de pişirdiğim yemeklerden onun da tatması umuduyla saatler geçirdim. Nihayet fırından ana yemek tepsisini çıkardığımda ve uzun zamandır pişirmediğim kürdan kebabına baktım. Oldukça enfes görünüyordu. Yanına yaptığım safranlı pilavın altını kapattıktan sonra salatayı hazırladım. Masanın da tamamlandığından emin olduğumda üstümü değiştirmek için yukarı çıkmayı düşündüm.  Üzerimde pembe bir tayt ve üzerinde limon sarısı bir atlet vardı. Atletin yakası açıktı ancak Sinem geleceği için dert etmemiştim. Ayrıca çekmeceleri karıştırırken bulduğum pembe yazma çok hoşuma gitmişti ve kalın bir bandana gibi saçıma dolayıp yemeğe saç düşmesine karşı önlem de almıştım. Tabii bu halimle, birazdan jimnastiğe başlayacak bir köylü kızına benziyordum.

Görüntüm, Lacivert görene kadar kulağa komik gelse de, onu kapıda gördüğüm an kıpkırmızı kesilmiştim. Ani bir panik hissiyle konuşmaya başladım ve "James! Sinem'in geleceğini söylemiştim. Ne yapıyorsun burada?" diye çıkıştım.

"O daha yola yeni çıktı." dedi sakince. "Gelmesi en az otuz dakika sürer."

İlgiyle bana yüzüme baktığında ve uzun parmaklarını saçlarına götürerek işaret etti.

"O nedir?"

Benim de mekanik bir şekilde elim saçıma gitmişti.  Ah! Yazmayı diyordu.

"Yazma" dedim şaşkınca gülümseyerek. "Bir çeşit geleneksel örtü. Ben yemekleri yaparken hijyenik olayım diye kullandım o başka."

"Ah." dedi kaşlarını kaldırarak. Şaşkınlığı o kadar tatlıydı ki, onu öpmem için bağırıyordu sanki. Tamam, sapıtmaya başlamasam iyi olacaktı.

"Yakışmış." dediğinde kızardığıma emindim. Aklıma üzerimdeki gülünç renkler ve dekoltem gelince yakamı çekiştirerek odama çıkmak için hareketlendim. Ancak hazırladığım masaya yaklaştığını görünce onu izlemekten kendimi alamadım.

"Yemek pişirmişsin." dedi yine şaşırmış bir şekilde.

"Yemek yapmayı biliyorum." dedim. Dudağının kenarını kıvırarak bana döndü.

"Bildiğinin farkındayım ancak daha önce mutfağa girmediğin için sevmediğini düşünmüştüm."

"Daha önce canım yapmak istemedi." dedim omuz silkerek.

"Sinem'e özel o zaman bu isteğin." dedi düz bir şekilde.

"Bilmem, özel bir nedeni yok." dedim. İçimden geçen her şeyi bilmesine gerek yoktu. Sonra, önemsiz bir şeyden bahseder gibi sordum.

"Tatmak ister misin?" Gözlerini bir süre üzerimde sabit tuttuğunda kılığımdan dolayı bir kez daha utandım.

"Zevkle." diye cevap verdiğinde sesindeki ahenk beni benden almıştı. Elimden geldiğince sakarlık yapmamaya çalışarak, servis yaptım. Tabağı önüne bıraktığım anda gözleri ilgiyle parladı ve ciddi anlamda hazırladığım yemeği incelemeye başladı.

Zarif bir şekilde patlıcanı birkaç parçaya ayırdıktan sonra ilk lokmayı ağzına attı. Karşısında oturmuş, heyecanla ne diyeceğini bekliyordum. "Bunu bir yerde yemiştim" dedi, ağzındakini yuttuktan sonra. Gözlerim hayal kırıklığıyla sönse de konuşmaya devam etti. "Ama bu kadar lezzetli olduğunu hatırlamıyorum."

Kocaman bir gülümsemeyle ona baktığımda, benzer bir ifadeyle tekrar tabağa eğildi. Yemeğini bitirene kadar hayran hayran onu izledim. Eskiden olsa, muhtemelen tacizci bakışlarımı kesmemi isterdi ancak hiç yorum yapmadan onu göz hapsinde tutmama izin verdi.

Yemek sonrasında ikimizde sessizdik. Ortamdaki sessiz diyaloğumuzu bölen o oldu.

"Sinem gittikten sonra klasörleri inceleyelim. Gece, geç yatman gerekebilir."

"Sıkıntı değil." dedim samimiyetle.  "Bu arada," dediğinde dikkatle ona baktım.

"Bir akşam yemeği de benim sözüm olsun."

Gözlerimin mutlulukla parladığına emindim ancak heyecanıma engel olamayarak sordum.  "Nasıl yani? Bana yemek mi pişireceksin?"

Muzip bir şekilde bana cevap vermeye hazırlanıyordu ki bahçeden ve de çok yakından gelen bir ses duyduk.

"Beren?"

Gözlerim telaştan tamamen açılmıştı. Karşımda rahat bir şekilde oturan Lacivert'e bakarak  "Yarım saat sonra gelecek demiştin!" dedim fısıltıyla.

"Hata yapmam imkânsız." dedi ifadesini düzleştirerek. Zarifçe sol kolunu kaldırdı ve saatine baktı. Kaşları havalandığında çok tatlı görünüyordu. Sinem dışarıda bizi basmak üzereydi ve ben hala onun ne kadar can alıcı olduğuna dair çıkarımlar yapıyordum.

"Otuz dakika geçmiş." dedi inanamamış gibi. Gerçekten o kadar olmuş muydu? Ben de farkına varmamıştım.

"Sen arkadaşını karşıla." dedi oturduğu yerden kalkmayarak. Kafa sallayıp dediğini yapmak üzere ayağa kalktım. Ama önce seri bir şekilde Lacivert'in tabağını bulaşık makinesine tıkıştırdım. Çoktan ortadan kaybolmuştu.

Mutfağın kapısını açıp, çardakta yanan mumları izleyen Sinem'i gördüm. Hava kararmaya başlamıştı ve gökyüzüne kızıl bir ışık hâkim olmuştu. Lacivert'i bir kez daha gün batımında görme dürtüsünü her hücremde hissederek,  Sinem'e seslendim.

"Buradayım Sinem!" Beni gülümseyerek yanıma ilerledi.

"Ziliniz mi bozuk? Girişteki kapıyı tıklattım ama duymadın."

Sahi zilimiz mi bozuktu? Ya da bir zilimiz var mıydı? Haberim bile yoktu.

"Hiç farkında değilim" dedim ben de gülümseyerek.  Onu içeriye davet ettikten sonra hemen yemeğe geçtik. Keyifli sohbetimiz boyunca, Sinem'in ailesiyle olan anılarını dinledim. Bu hikayeler beni özendirmek yerine onun adına mutlu olmama neden oluyordu. Bazı anılarına normalden fazla gülmüş bile olabilirdim. Yemekten sonra çay faslına geçmiştik. Hava sadece serinlemekle kalmamış, kar kış kapıya geldi deyiminin canlı halini yansıtıyordu. Şömineyi yakmayı bilmediğim için üzerimize battaniyeler aldık ve ısıtıcıyı açarak evin ısınmasını sağladım. Dizimizde battaniye elimizde çaylarımızla tam bir kış rüyası yaşıyorduk ve ortam onu sorguya çekmem için gayet müsaitti.

"Söyle bakalım," dedim çayımdan bir yudum alarak.

"Ben yokken Mert'le neler yaptınız?"

Önce gülümsese de, bakışlarını düşürüp elindeki kupayla oynamaya başladı.

"Bir sorun mu var canım?" dedim endişeli bir şekilde. Kafasını kaldırıp, ifadesini yumuşattı.

"Ah, hayır. Sadece düşünüyordum."

"Neyi?" diye sordum ilgiyle.

Derin bir iç çekti ve sıkıntılı bir şekilde geri üfledi. "Bilmiyorum Beren. Mert tanıştığımızdan beri etrafımda. Ailemin geldiğini, onlarla olduğumu bilmesine rağmen bir bakıyorum markette karşıma çıkıyor ya da ailemle gittiğimiz yemekte karşı masamda oturuyor."

"Ve mükemmel gülümsüyor." dedi gülerek. Sonra bu anı unutmak ister gibi kafasını sağa sola salladı.

"Normalde sapık filan olduğunu düşünürdüm ama sonuçta senin kuzenin." diye ekledi. 'Düşünmelisin' diye geçirdim içimden.

"Sen ne hissediyorsun peki?" diye sordum anlayışla.

"Sana verdiğim sözü tutamamaktan korkuyorum." dedi oflayarak.  "Yani kafam çok karışık, ona aşık değilim ama etrafımda olması iyi hissettiriyor ve aşık olmak için kendimi engelliyorum gibi hissediyorum."

"Kendini rahat bırak canım." dedim gülümseyerek. Sinem'i az çok tanımıştım ve yanılmıyorsam çoktan Mike'a karşı bir şeyler hissetmeye başlamıştı.

"Ben sadece seni düşündüğüm için uyardım seni. Mert'in daha önce ciddi bir ilişkisi olmadı. Ama bu olmayacağı anlamına gelmiyor. Ne yaşarsan yaşa seni üzmesine izin verme." dedim feminist bir edayla.

Oturduğu kanepeden kalkıp yanıma gelerek, battaniyemin altına girdi. Bana sokulduktan sonra kafasını boynuma gömdü. Benden iri olan bir kız için bu hareketi komikti ancak samimiyetini seviyordum.

Ayrıca ne diyecektim ki? "James'den sonra tanıdığım en azılı katil Mert'tir. Bunun yanı sıra çok da çapkındır. Bence kesin uzak dur. He bu arada, sadece suçluları öldürüyorlar bir çeşit yasa bulucu gibi sorun olmaz yani" mi?

"Vermem!" dedi gülümseyerek. Sonra başını boynumdan çıkarıp bana baktı.

"Mert burada da karşıma çıkmaz umarım." dedi sırıtarak.  "Nasıl yani?" diye bağıran bakışlarıma karşılık şaşkınca sordu. "E kuzenin değil mi, seni ziyaret etmiyor mu?"

"Elbette geliyor ama bugün uğramayacak sanırım." dedim konuyu toparlamaya çalışarak.  Gelmezdi değil mi? Yok yok, o suratla Jenny'ye görünmeden hayatta buraya gelemezdi.

Sinem'le bir süre daha oturduk ancak geç olmadan eve dönmesi gerektiğini söyleyerek ayrılmak istediğinde daha fazla ısrar etmedim. Sinem aracıyla bahçe kapısından çıkarken, kapıdan ona el sallıyordum. Bileklerimden ısıran soğuk nedeniyle aniden titreyince, içeri girerek demir kapıyı kapattım.

Arkamı döndüğümde, Lacivert kapı eşiğinde beni izliyordu.

"Sinem'le çok yakınsınız." dedi bakışlarını gözlerimde tutarak.

"Sakıncası mı var?" diyerek bozulduğumu belli ettim.

"Şimdilik yok, ama Mike'la yakınlaşması tehlikeli olabilir." dediğinde,  "Onu da sen hallet James'ciğim, takımın lideri sensin. Otorite problemin varsa bu benim sorunum değil." dedim alayla gülerek. Bir anda, konumunu terk ederek önümde belirdi ve ince parmaklarıyla çenemi tutup kaldırdı. Dokunuşu sert ama kaldırışı hafifti.

"Ne dedin sen?" dediğinde bakışları yakıcıydı ancak cesaretimden ödün vermek istemiyordum.

"Duyduğuna eminim." dedim ukala bir şekilde. Şansımı zorluyordum.

Dudaklarını yalayıp, sanki yüzümü daha önce görmemiş gibi inceledi.  "Bir daha söyle." dedi baştan çıkarıcı bir sesle.

"Hangi kısmı?" diye cevap verdiğimde, sesim adeta kısılmıştı. Kalbimin yumrukları kulağıma kadar geldiğine göre onun da duyduğuna emindim.  "Adımı söylediğin kısmı" dedi aynı etkileyici tonla.

"James'ciğim?" dedim kaşlarımı kaldırarak. Sanki gözlerindeki alevler harlanmıştı, hepsinin birden parladığına yemin edebilirdim.

"-ciğim?" diye sordu imayla. Ses tonu beni kendine çekiyordu ve olduğum yerde bilincimi kaybedecek kadar büyüsüne kapılmıştım. Kuruyan ağzımla yutkunmaya cesaret edemeden cevap verdim.

"Öylesine." dedim ilgisiz görünmeye çalışarak.  Gözlerini kısarak "Peki." dediğinde çenemi bıraktı. Rahat nefes alsam da her zamanki yokluk hissi etrafımı sarmıştı.

"Ama," dediğinde tekrar ona baktım. "Bence kimseye böyle seslenme, komik oluyor."

Derin iç bir iç çekerek cevap verdim. "Türkçe 'de sevdiğim bir kullanımdır bu,  senin komik bulman normal."

Ellerini ben masumum der gibi havaya kaldırdı. "Ben her zamanki gibi objektif konuşuyorum. Sizin çoğu geleneğiniz zaten bana saçma geliyor" dedi ve salona geçti.  Kırmızı dosyalar çoktan salondaki sehpada konumlanmıştı.

Yanından geçerek, dosyalardan birini aldım ve favorim olan tekli koltuğa oturarak incelemeye başladım.

O gece sabaha kadar dosyaları inceledik. Ancak Donaldson bana tüm projeyi teslim etmemiş sadece başlangıç kısmı için gerekli olan bilgileri paylaşmıştı. Lacivert, bana tüm aşamaları anlayacağım dilde o kadar yalın ve güzel anlattı ki, öğretmenlik yeteneklerine de hayran kalmamak gibi bir şansım olamadı. Tüm özellikleri ben hayran olayım diye vardı sanki.  Böylelikle Donaldson'ı arayıp takıldığım yerleri sormama da gerek kalmamıştı.

Bir sonraki hafta odasına gittiğim Donaldson, yaptığım analizi dinlediğinde hayran gözlerle beni süzdü.

"Hakkında yanılmamışım Beren. Ancak bu kadar çabuk kavramanı beklemiyordum."

Normal bir öğrenci bu iltifatlar karşısında fazlasıyla onure olurdu ancak ben sadece kafa sallamakla yetinmiştim. Lacivert sayesinde aldığım bu övgüyü hak ettiğimi düşünmüyordum. Sanki bu çekingen hareketlerim Donaldson'un daha çok hoşuna gidiyor gibiydi. Bana karşı bakışlarını hiç beğenmesem de sözlü olarak hiçbir şekilde canımı sıkacak bir şey söylemedi. Yaklaşık bir ayı geçkin bir süredir beraber çalışıyorduk ve asistanı olma durumuna tamamen alışmıştım. Zaten bana çok iş bıraktığı söylenemezdi. Öğrencilerin sınav ve ödevleriyle bizzat ilgileniyordu.

Daha çok proje üzerinde çalışıyorduk. Onun haricinde gideceği akademik toplantı ya da seminerlerde ona eşlik ediyor, programını ezbere biliyordum. Yılbaşından sonra beni laboratuvarına götüreceğini söylemişti. Adama karşı gösterdiğim tek gerçek tepki bu haberi duyduğum andaki ifademdi. Çünkü gerçekten sevinmiştim. Bu, bir şeyleri çözebilmemiz için fırsat olabilirdi.

Tobias Donaldson gerçek anlamda etkileyiciydi. İçinde bulunduğu yakışıklı bedeni o kadar güzel kullanıyordu ki, sanki bu bedenle doğup büyümüştü. Hem Türkçe hem de İngilizce konuşurken, dış görünüşüyle uyumlu ve çarpıcıydı. Girdiğimiz her ortamda, karşılaştığı herkesle konuşacak bir şeyler buluyor ve bir şekilde bulunduğu ortamda ilgi odağı olmayı başarıyordu. Rolünü iyiden öte yapıyordu. Böyle bir yeteneğin bir sosyopat olduğunu bilmek gerçekten üzücüydü.

Aralık ayı sonuna yaklaşmıştık. Koca ay boyunca James benden uzak durmuştu. Donaldson'ın peşinden koşturduğum için eve yorgun geliyor, ona kısaca bir rapor verdikten sonra bir şeyler atıştırıp duş alıyor ve direkt odama geçerek uyuyordum. Ödev ve vizelere de, okuldan arta kalan vaktimde kütüphaneye giderek çalışıyordum.

Normalde yoğunluk insanlara bir şeyleri unuttururdu. Ama ona olan bağlılığımı ve aşkımı hiçbir yoğunluk azaltamıyordu. Onu okul koridorlarında her görüşümde, her dersine girdiğimde, evde bakışlarımızın buluştuğu her anda, kalbim boğazıma yapışıyor ve nefesimi kesene kadar ellerini çekmiyordu.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi, okulda da ona olan ilgi tam gaz devam ediyordu. Kendinden ödün vermeyerek sergilediği ifadesiz tavra herkes alışmış olmasına rağmen, göz kamaştırıcılığı hala ön plandaydı. Bu durum, çoğu zaman dişlerimi sıkarak gezmeme neden olsa da, başıma giren ağrıları yok saymayı öğrenmiştim. Fakültede öğrenci- öğretmen ilişkisi dışında kesinlikle muhatap olmuyor, görevi tehlikeye atacak hiçbir harekette bulunmuyorduk. Bir şekilde benden kaçıyor olduğunu düşünsem de, aslında profesyonel olduğu için böyle davrandığının farkındaydım.

Eve de ayrı arabalarla gidiyorduk. Bir ay boyunca her gün panik ve tetikte gitmeme rağmen, Çetin'in bir süre beni rahat bırakacağına ikna olarak biraz olsun rahatlamıştım.

Sinem ile Mike cephesinde ise şaşırtıcı bir şekilde her şey sakindi. Sinem'le arkadaşlığımız dostluk seviyesine gelmişti artık. Lacivert karışmadığına göre kızcağız karşıma köstebek olarak filan olarak çıkmayacaktı yani. Mike'dan her gün bir sorun çıkarmasını beklesem de, tabiri caizse edebiyle davranıyordu. Lacivert gözünü iyi korkutmuştu anlaşılan. Ya da Sinem'e gerçekten değer veriyordu. İkinci seçeneğin doğru olmasını umarak, yeni yıldan önceki son sınavıma çalışmaya devam ettim. Bu sefer kütüphanede değil de evde, odamda çalışıyordum. Son sınavım 30 Aralık'taydı ve ertesi gün, yani yeni yıl akşamı okulun düzenlediği bir davet vardı. Yeni yıldan birkaç saat önce bitmesi planlanan davet önemli akademisyenlerin ağırlandığı bir organizasyon olacaktı. Sıkıntıyla bu davet için Sinem'den yardım almam gerekeceğini düşünerek önümdeki kitaba tekrar gömüldüm.

Continue Reading

You'll Also Like

1.8M 94.7K 30
Cennetteki ırmağı kirleten her kötülüğe... "Vicdan, varlığında tedirgin ederken yokluğunda ağır gelirdi. En savunmasız anınızda içinizde yükselip tüm...
867K 48K 38
Evin ise yediği tokatın şiddetiyle yere düşmüştü. Dudağının kenarı yeni bir darbe alırkende Kazım Ağa saçlarından koparırcasına tutup Evin'i kaldırmı...
30.4K 2K 25
Ben ölülerin öpüp ruhunu çürüttüğü bir kızdım. Belki bir kahin. Belki bir katil. Yolumun kesiştiği kaderimle hayat kurmaya çalışan, sır kapılarını ar...
464K 80.4K 71
❝Karanlık çöktüğünde parlayan tek yıldız benim. Ben, sonsuz ışığın başladığı yerim.❞ Eleta tanıdığı bütün kişiler tarafından yalanlarla kandırılmıştı...