Gökyüzü'nün İçinde - 2

By mybahap

7.5K 745 1.6K

"Bu doğru mu bilmiyorum ama onun canını acıtabilmek için her şeyi yapabilirim." More

1. BÖLÜM - BİR SARAY DOLUSU GEÇMİŞ (Part 1)
1. BÖLÜM - BİR SARAY DOLUSU GEÇMİŞ (Part 2)
2. BÖLÜM - DÖNGÜ
3. BÖLÜM - ATEŞ VE BUZ
4. BÖLÜM - GÜNEŞ VE AY
5. BÖLÜM - TEKİNSİZ HATIRALAR
6. BÖLÜM - TEHLİKELİ BİR HUZUR
7. BÖLÜM - SIRADIŞI MÜHÜR VE GİZLENEN KEHANET
8. BÖLÜM - SİHİRLİ DEĞNEK
9. BÖLÜM - GÜNAHA BATANLAR
10. BÖLÜM - BÜYÜK SADAKAT YEMİNİ
11. BÖLÜM - NERGİSLER VE CANI ACIYANLAR
12. BÖLÜM - KAÇAMAK ZİYARET
13. BÖLÜM - KUTSAL RUHLAR VE AYDINLANANLAR
14. BÖLÜM - GÖZDEN KAÇAN DETAYLAR
15. BÖLÜM - DOĞRULARIN YANLIŞI
16. BÖLÜM - KARANLIK VE KARINCA
17. BÖLÜM - ÖLÜM MELEĞİ
19. BÖLÜM - YALNIZ KALAN YILDIZ
20. BÖLÜM - KADERİN KIRMIZI İPLİĞİ
21. BÖLÜM - KUTSAL DANS
22. BÖLÜM - SİYAH VE BEYAZ

18. BÖLÜM - GÜNEŞ'İN KANI VE BUZ TUTMUŞ KALP

235 31 77
By mybahap

Merhaba canım okurlarım!

Bu hikayeyi yazarken o kadar heyecanlanıyorum ki, bazen kelimeleri zihnimden koparıp klavyeye nasıl aktardığımı anlayamıyorum bile.

Eminim ki aynı heyecanı siz de okurken yaşıyorsunuz ve bunu bilmek beni inanılmaz mutlu ediyor. Saatlerce hatta günlerce emek vererek yazıp düzenlediğim kurguma destek olmak için yapmanız gereken tek şey oy vermek.

Lütfen oy vermeyi ve her oyunuzla beni gülümsettiğinizi unutmayın💗

Sizleri seviyorum.

İyi okumalar diliyorum💫

Instagram: gokyuzunun_icinde

//LP: No Witness (bölüm akışında)
//Maroon 5: She will be loved (son sahnede)


Güneş doğmadan önce yola çıkmak için hazırlanmıştık. Yeterince dinlendiğime karar verdikten sonra hiç zaman kaybetmeden ormanın derinliklerine ilerlemiştik. Başka bir boyuta açılan portasyonu, krallıklara bağlı olan Ortak Saray'da yaparsam soylular bunu anında hissederlerdi. Bu yüzden saraylara en uzak, Öz'ün en tenha ormanlarından birindeydik. Kraliçeler pekâlâ burada da hissederlerdi ama onlar azat dönemine hazırlık yaptıkları için bir hayli meşgullerdi. Ortay Saray'da olduğu kadar yoğun hissetmezlerdi enerjiyi bu yüzden bu toprakları benden daha iyi tanıyan Elvis'in önderliğinde karanlık ve ıssız ormanın içerisinde hızlı adımlarla ilerliyorduk.

"Yeterince ilerlediğimizi düşünüyorum," dedi Elvis yavaşlayarak.

Başımı sallamakla yetindim. Yol boyunca elimden düşürmediğim büyü kitabını toprağın üzerine bıraktım. Lotus pozisyonunda oturup ellerimin içinde bir şeyi tutuyormuşum gibi karşılıklı konumlandırdım. Gözlerimi kapatıp avuç içlerimde bariz bir soğukluk hissedene kadar yoğunlaştım. Enerjinin en saf halinin bir küre şeklinde avuçlarımda doluştuğunu hissederken yaydığı soğukluğa aldırmamaya özen gösterdim. Veliaht simgemin kaşındırıcı hissini vücudumda hissedince gözlerimi açtım. Avuçlarımın içinde parlak, soluk mavi bir ışık yayan küreyi gördüğümde kürenin ağırlığını çok nazik bir şekilde tek elime yönlendirdim. Etrafına yaydığı titrek ışıktan faydalanarak büyü kitabın sayfalarını hızla karıştırmaya başladım.

Birkaç dakika boyunca yalnızca ağaçların hışırtısı ve sayfaların birbirine girme sesi dışında hiç ses yoktu. Sonunda aradığım büyüyü bulduğum zaman yavaşça başımı kaldırarak ayakta dikkatle beni izleyen muhafıza baktım.

"Seni sadece bir kez uyaracağım." Tehditkâr mavi gözlerimi bir an olsun kırpmadım. "Arya, Rigel veya diğer iki baş belası kralla karşılaştığımız an buraya geri döneceksin," dedim emredici bir ses tonuyla.

"Ama-"

"Aması yok Elvis!" diye dişlerimi birbirine bastırarak tısladım. "Onlarla yalnızca ben başa çıkabilirim. Eğer yanımda kalırsan beni alt etmek için sana saldırırlar. Arya bana zarar veremez." Gözlerimi kapatıp sakinleşmek adına derin bir iç çektim. "Sana gitmeni söylediğim anda gideceksin. Eğer beni ikiletirsen..." Uyarıcı bakışlarımın sözlerimi bitirmesine izin verdim.

"Siz ne derseniz odur, efendim."

Alt dudağımı dişleyerek gergince başımı salladım. Ritüele başlamadan önce odaklandım ve ne olur ne olmaz diye bizi kimsenin bulamaması için ikimize de koruyucu bir büyü yaptım. Saraylardan çok uzak olduğumuz için zaten zayıf olan enerjiyi daha da zayıflattım. Kimsenin kapının enerjisini hissetmemesi gerekiyordu.

Elimde tuttuğum yapay Ay ışığını bir kez daha kitaba yaklaştırdım ve esas büyülü sözleri önce içimden tekrar ettim. Ardından ses tellerimden sihirli bir melodi kopmasına izin verdim.

Elimde tuttuğum yapay Ay ışığına gerek kalmayacak kadar parlamaya başladım. Tenim, sanki damarlarımda kan yerine ışık akıyormuşçasına parlarken saçlarım yer çekimine meydan okuyarak dalgalandı. Büyülü ezgiyi mırıldanırken etrafımızda dönen rüzgâr ağaçların dışa doğru savrulmasına sebep olup bizim için daha fazla alan açıyordu. Veliaht simgemde Ay'ın döngüleri parıldamaya başladı. Buz mavisi auram akıp önümdeki boşluğa doluştu. Zihnimde, bir portasyon yarattığım gibi geçit kapısını hayal etmek daha güçtü. Oturduğum yerden havalandım. Yaklaşık iki metre havalandıktan sonra lotus pozisyonumu bozdum ve parmak uçlarımı yere doğrulttum. Bir peri misali zarifçe parmak uçlarımı toprağa dokundurduğum an bir saniyeliğine sonsuz bir sessizlik oldu, ardından auramdan akan enerjinin milisaniyeden daha kısa bir sürede yoğunlaşıp aniden parlamasıyla boyut kapısı bütün görkemiyle açıldı.

Sessizlik bozuldu, kapının anormal derecedeki parlak ışığı yavaşça normalleşti. Ben de elini bana uzatan Elvis'in elini tutarak çok yavaş bir şekilde ayaklarımı toprağa bastım.

İkimiz de resmi kıyafetlerimiz yerine bol cepli, silah kemerli deri savaş kıyafetlerimizi giyinmiştik. Elvis'in belinde bir kılıç ve elinde bir yay vardı. Sırtına taktığı ok kılıfı dışında boynuna astığı bir de su matarası bulunuyordu. Benim de belimde iki tane zift karası, keskin mi keskin obsidyen hançerlerim ve elimde sıkı sıkı tuttuğum kılıcım vardı.

Sıradan bir portasyondan giriyormuşuz gibi hiçbir sıkıntı yaşamadan kapıdan girdik.

Yeniden kendi Öz'üme ayak bastığımda kalbim kırk parçaya ayrıldı.

Burada her şey bıraktığım gibiydi. Gerçi, nasıl olmasını bekliyordum ki? Rigel çiçeklerle donatacak değildi buraları.

Beni asıl yaralayan şey, Öz'ün beni tanımamış olmasıydı. Önceki gelişimde de tanımamıştı ama bu defa bilmediğim bir umut zerresiyle buradaydım.

Kızıl Gökyüzü. Kana bulanmış, kurumaktan çatlamış toprak. İsli hava. Yerde yatan cesetler... Rigel, kendi ölen askerlerine onurlu bir şekilde sahip çıkma zahmetine bile girmemişti. Hala nasıl oluyor da onun arkasında duran kocaman bir ordu vardı anlamıyordum.

Gözlerim yerde yatan çürümeye başlamış cesetlere takıldı. Öz'ün büyüsü çok zayıf olduğu için bedenler korunmuyordu. İçlerinde barındırdıkları kendi özlerini evrene geri iade etmedikleri için de ruhları hala acı çekiyor olmalıydı. Bu çok kötüydü. Ölü bile olsalar, bu kötüydü.

Duygularım onlar için hızlıca bir ritüel hazırlamamı söylüyordu. Mantığım ise bir an önce işimi halledip buradan gitmem gerektiğini söylüyordu. Ama ne olursa olsun onlar da birer candı. Askerlerimi, halkımı öldürüyorlardı ama ben onların da Tanrıçasıydım. Bütün evrenden sorumlu olacaktım. Bir annenin çocuklarını ayırt edememesi gibi bir şeydi bu. Yalnızca birkaç gün önce her birinin keskin bıçakları beni hedef alıyor olsa da...

Bu belki de bir tuzaktı. Bilerek burada bırakılmıştı ve Rigel duygularıma yenilip onlara sahip çıktığım zaman beni tuzağa düşürecekti.

Umutsuzca başımı iki yana sallayıp yürümeye başladım. Şu anda bir ritüel yapsam bütün dikkatleri buraya çekerdik. Ayrıca onları huzura kavuşturacak Yıldızlar ve bir ölüm meleği yoktu. Yani, bir süre daha çürümeye mahkumdular.

Tam olarak nereye gittiğimizi bilmiyordum. İçgüdülerime güvenerek Elçi'yle yaptığım konuşmada gördüğüm o yeri bulmaya çalışıyordum: Çam ağaçlarının olduğu bir orman ve bir de dağ yamacı. Gözlerimi kısarak etrafımda döndüm. Öz devasa bir yerdi. Yeryüzü'nün üstüne kurulmuş bir başka Yeryüzü gibiydi. Tek farkı yüzlerce uçan adalardan oluşmasıydı. Bütün bir Dünya'yla eşdeğer olan bu topraklarda aradığım yeri nasıl bulacaktım ki?

Lanet olsun!

Yalnızca yürümeye devam et, Diana. Gökyüzü bir işaret gönderecektir.

Attığımız her adımda kuru toprağın çatırtısı kalbimi de aynı şekilde kırıyordu. Çam ağaçlarının yoğunlukta olduğu onlarca ormanlardan ilkine girdiğimde durum kesinlikle iç açıcı değildi. Çamlar dayanıklı ağaçlardır, kolay kolay yaprak dökmezlerdi. Ancak yanında yürüdüğüm çıplak ağaçların, Elvis bana söylemeseydi çam olduklarını anlayamayacaktım bile.

İki ya da üç saat yürüdüğümüzü sanıyordum. Gökyüzü'ne bakıp hesap yapabileceğim herhangi kutsal bir ışık kaynağı olmadığı için sadece sanmakla yetiniyordum. Öteki Öz'de yakında Güneş doğacaktı. Gün doğmadan geri dönmeliydik ama elimiz boş da dönmek istemiyordum. Zamanım daralıyordu.

Uçan adalardan birindeydik. Adayı baştan sona dolaşmış, en sonunda uçurumun kenarında elimizde bir hiçle durmuştuk. İlerleyip uçurumun kenarından aşağı baktım. Yeryüzü'ndeki Yıldızlar yoktu. İnsanların teknolojileriyle aydınlattığı şehirleri gecenin korkunç karanlığına bulanmıştı. Canlı olduklarını bildirecek sesler yoktu. Kalabalıklar yoktu. Korna sesleri yoktu. Bütün Dünya sessiz bir karanlığa hapsolmuştu.

Elvis bana su dolu matarayı uzatınca tereddüt etmeden aldım ve doyana kadar içtim. İçmesi için ona geri uzattıktan sonra ellerimi belime koyup havaya baktım. Sisli, kıpkırmızı, boğucu bir gece... Mükemmel manzaralı ve huzur dolu olması gereken Öz'üm...

"Pekâlâ, plan değişti." Yüzümü ona çevirmeden, etrafı izleyerek konuşmuştum. "Yeryüzü'ne iniyoruz."

"Bundan emin misiniz?" diye sordu Elvis, sorgular bir şekilde.

Keskin bakışlarımı hızla ona çevirdim. "Beni sorgulama, Elvis." Anında dikleşti.

Ölüm meleği olmak için aldığım hiç de hoş olmayan ilk dersim düşündüğümden daha fazla zamanımı almıştı. Burayı tam istediğim gibi inceleyecek zamanım olmadığı için kalan kısa zamanımda haftalardır kimsesiz olan Yeryüzü'ne bakmam gerekiyordu. Hiçbir şeyden haberi olmayan zavallı insanlar, kim bilir ne haldelerdi. Muhtemelen birbirlerine girmişlerdi. Sahipsiz kalmışlardı. Hem onlar hem de Gökyüzü bilir hangi boyutta işkence gören Öz halkım. Hepsine nasıl yetişecektim bilmiyordum. Şu anda sadece bütün bu yükün altında ezilmemeye çalışıyordum. Resmen yalnızca günü kurtarıyordum.

Büyü kitaplarını kurcalarken özellikle aklıma kazıdığım bu büyüyü, kaybolmadan önce yalnızca bir kere bizzat annem yaparken görmüştüm. Hiç deneme şansım olmamıştı. Hatta o büyüyü yeni öğrenmeye başlıyordum. Ne şans ama?

Olmayan şeyin sorgusunu yapma Dia.

Hiçbir fiziksel harekete ihtiyaç duymayacağım halde istem dışı omuzlarımı esnettim. Karşılaşacağım manzara beni epey korkutuyordu.

"Hazır mısın?"

"Her zaman."

Derin bir soluk verdim. Zihnimden geçirdiğim sözcüklerin doğruluğundan emin olduktan sonra mırıldanmaya başladım.

"Kutsal kapı açılsın, Yeryüzü'ne bir merdiven dayansın.

Işıklarını yak Yeryüzü, karşında duruyor Gökyüzü Tanrıçası."

Hiçbir şey olmadı.

Cümleleri defalarca kez tekrar ettim ama ne bir kapı açıldı ne de büyünün kokusunu aldık. Anlamsız bakışlarımı Elvis'e çevirince onun da benden bir farkı olmadığını gördüm.

Öz beni tanımıyor.

Öz beni tanımıyor!

Ulu Gökyüzü aşkına!

Öz beni tanımadığı sürece Yeryüzü'ne bir kapı açması imkansızdı.

Kelimenin tam anlamıyla bir çocuk gibi ayağımı yere vurarak kendi kendime çığlık attım. Kolay olacağını neden düşünmüştüm ki? Birkaç büyülü söz söyledikten sonra öylece kapının karşımda belireceğini hangi şansıma güvenerek düşünmüştüm ki? Sinirden deliye dönmüştüm. Ne kendi halkımı bulabiliyordum ne de Yeryüzü'ndeki insanlara ulaşabiliyordum. Üstelik kendi evim beni tanımayı reddediyordu. Ve bir Tanrıça olmam bekleniyordu. Bu durumda biraz kafayı yememi herkes hoş karşılayabilirdi.

Ellerim saçlarımın arasındaydı. Saçlarımı tutarken sinirle tırnaklarımı avuçlarıma batırıyordum. O kadar sert bir şekilde bastırıyordum ki parmaklarımı, dirseklerime kadar ulaşan ve kar beyazı saçlarımı kirleten kanı, Elvis beni uyarana kadar fark etmemiştim bile. Ama onu dinlemedim. İşaret parmağımı Gökyüzü'ne sallayarak bağırabildiğim kadar bağırdım.

"Lanet olasıca bir çıkış yolu bile göstermezken her işimi daha da zorlaştırman mı gerekiyordu, seni aptal ruh!" Elvis nefesini tuttu, gözleri yuvalarından çıkarcasına büyüdü. "Kendi Öz'üm bile beni tanımazken nasıl diğer Öz'leri kurtaracağım? Mantıklı bir açıklama göstersene! Tek işin o aptal Elçi'yi burnumun dibinden ayırmaman ve beni yıpratmaya çalışmak, öyle değil mi? Kaçıp saklandığım için beni cezalandırıyorsun, değil mi? Kahrolasıca!"

"Tanrıça Diana," diye belli belirsiz soludu Elvis.

Ona bakmadım. Çaresizlikle dizlerimin üstüne çökerken çoktan gözyaşlarımı salmıştım bile. "Bir çıkış yolu..." diye hıçkırıklarımın arasından mırıldandım. "Yalvarıyorum, bu düğümü çözebilmem için bana ipin ucunu göster. Aklımı yitirmek üzereyim." Kelimelerim belki de yalnızca benim duyabileceğim bir fısıltı gibi çıkmıştı.

Avuçlarımdan minik damlalar halinde sızan kanı umursamadan yanağımda akan gözyaşını silince yüzüme yayılan sıcaklık daha fazla ağlamama sebep oldu. Kanım delicesine ısınmıştı. Gözyaşlarım ise buz gibiydi. Avuçlarımı yüzüme gömüp kambur bir şekilde çaresizlikle ağladım.

"Tanrıçam?"

Ağlıyordum. Beni rahat bırak.

"Tanrıça Diana," sesi daha çok panikler halde çıkmıştı.

Ona bakmadan ağlamaya devam ettim.

Resmiyeti bir kenara bırakıp, "Diana!" diye bağırınca irkilerek, biraz da cüretine sinirlenerek kafamı kaldırdım.

Sen benimle dalga mı geçiyorsun!

"E bu Tanrıça ağlıyor," diye iğrenç kahkahasıyla birlikte gelmişti. "Yazık."

Aramızda on metre kadar mesafe olan beni ve Elvis'i ortalarına aldıkları bir asker çemberi oluşturmuşlardı. İki düzine ok, yayından fırlatılmak üzere doğrudan beni hedef almıştı. Bu çabanın nafile olduğunu bildiğimden ayağa kalkmamıştım bile. Elvis ise temkinli adımlarla bana doğru yürümeye çalışıyordu.

"Kıpırdama!" diye bağırdı ok tutan askerlerden biri. Elvis olduğu yerde kaldı.

Etrafımdaki askerlere bakarak gülmeye başladım. Kafayı yemiş gibi gülüyordum. Askerler öfkeli bakışlarını değiştirmeden bana bakmaya devam etse de Rigel de aynı şekilde gülmeye başladı. Onun manyak bir psikopat olduğunu biliyordum. Şimdi, benim askerim ve onun askerleri birbirlerine oklarını hedef almışken ikimizin böyle kahkahalarla gülmesi, beni ne yapıyordu?

Yalnızca birkaç dakika önce yalvararak bir çıkış yolu istedikten sonra bununla karşılaşmam... Gökyüzü'nün beni cezalandırdığından artık kesinlikle emindim. Varlığımın özünden nefret etmeme ramak kalmıştı.

"Komik olan ne?" dedi şaşkınca, Yıldız Prensesi.

Rigel ona baktı ve omuz silkmekle yetindi. Gülmeye devam ediyordu.

"Ben sana söyleyeyim komik olanı," dedim artık ağlamanın ve gülmenin arasında gidip gelirken. "Korumak için beni hedef aldığın Öz ve Yeryüzü ölüyor, seni geri zekalı!" diye hırladım ona karşı. Elimle etrafı gösterdim. "Prenses olmanın ne demek olduğunu senin aksine iyi biliyorum, Diana," diye onun bana söylediği lafları tekrarladım. "Prensesliğini konuştursana! Hani, Yıldızlar'ın nerede?" Elimin tersiyle burnumu sildim. İçimdeki titrek hıçkırığı serbest bıraktım. "Peki, söylediğin gibi ben bir prenses olamıyorum, ama bütün bir evrenin Tanrıçası olabiliyorum. Söyle!" diye hırladım. "Sen hangi Öz'ün çok sevgili koruyucu prensesisin, söylesene!"

Dişlerini birbirlerine sıktığını görebiliyordum. Gir gözleri öfkeyle koyulaştı. Yumruklarını sıktı ve babasının önüne geçerek bana doğru yürümeye başladı. Elvis onun önünü kesince bana nişanlanmış oklardan biri ona çevrildi ve yayından ayrıldığı an gözlerimle oku havada parçaladım. Ancak Arya'nın bakışları Elvis'i hedef aldığı an onun acısını engelleyemedim. Birkaç saat önce kutsadığım muhafızıma benden başka kimsenin büyüsü etki etmemeliydi. Bana denk biri hariç. Diğerleriyle baş edebilirdim ama Arya'yla baş edemezdim.

"Bırak onu," diye soğuk bir sakinlikle soludum. Büyüyle Elvis'i kendime çekmeye çalıştıysam da olmadı. Şu anda Arya'nın etkisi altındaydı.

Bana baktı ve sırıttı. Elvis acıyla inleyince dizlerinin üstüne çöktü ve elindeki ok ve yayı bırakıp sertçe saçlarını çekiştirmeye başladı.

"Arya, bırak onu dedim sana!" diye bağırdım.

Gözlerimin içine bakıp sırıtmaya devam edince Elvis'in inlemesi korkunç bir çığlığa dönüştü. Rigel, ellerini ceplerine yerleştirmiş ıslık çalarak Arya'nın yanına geldi ve sivri uçlu çizmeleriyle yerde acı içinde debelenen muhafızımın yüzüne inanılmaz bir sakinlikle tekme attı. O çizmelerin tadını iyi bildiğimden darbe esnasında kalbimdeki ağrıyla gözlerimi yumdum ve Gökyüzü'nden dirayet dilendim.

Arya yeniden ona gözlerini diktiğinde Elvis kusmaya başladı. Kusarken de acıyla haykırıyor, kurtulmak istercesine kuru toprağı eliyle eşeliyordu.

"Sıradan bir muhafıza göre oldukça güçlü," diye mırıldandı Arya.

"Sıradan bir muhafıza göre fazla umursuyorsun," diye ona katıldı Rigel bakışlarını bana dikerek.

"Son kez uyarıyorum," diye ölümcül sesime büründüm. Ayağa kalktım. "Bırak. Onu. Arya!"

Dudakları tehditkâr bir şekilde kıvrılırken yanına bir ateş elfi geldi. Hayır, o ateş elfi geldi. Arya, Elvis'i bıraktı. Ateş elfi soluk soluğa kalmış olan muhafızıma bakmadan önce bana baktı ve gülümseyerek el salladı. Yeniden Elvis'e bakınca önce egzotik bir yaratığı inceler gibi kaşlarını çattı ardında düşünceli bir şekilde mırıldandı. "Ay Krallığı..." Tekrar bana baktı ve çapkınca göz kırptı.

Ateşi harlanınca Elvis korkuyla ona baktı ve geriye kaçmaya yeltendiği an elimi kaldırarak görünmez bir güçle yanıma çektim onu. Tam o esnada ateş elfi soluk verircesine onun üstüne üfledi ve benim çabalarıma rağmen, suya yatkın krallıktan olan Elvis, ateşin kötü yanıyla yüzleşti.

"Sakın!" diye çığlık attım ve ateş elfine doğru elimi savurunca yalnızca o değil, Rigel dahil onun doğrultusunda bulunan herkes bir köşeye savruldu.

Ben bir su elfi değildim. Güneş, saf ateşten oluştuğu için Güneş Krallığı ateşi yoktan var edebiliyorlardı ama Ay yalnızca var olan suyla oynayabiliyordu. Bu yüzden onu cayır cayır yakan ateşi söndürmek için kullanabileceğim bir damla dahi suyum yoktu.

Acı içinde kıyafetlerini tutuşturan ateşi söndürmeye çalışan Elvis'e bakıp ne yapacağımı düşünürken bütün oklar yaylarından fırladı ve son anda, gerçekten son anda, tam da bize saplanacağı sırada hepsini geri püskürttüm. Yeniden Elvis'e döndüğümde, artık gerçekten tehlikeli bir şekilde yayılmaya başlamış ve mavinin korkutucu tonuna bürünmüş ateşle gözlerim büyüdü.

Ateş.

Tam sırası.

Avuçlarımdaki kurumuş kana baktım.

İşte bu...

Arya yeniden Elvis'i hedefi haline getirince Elvis haykırarak zihnindeki acıyla mı yoksa bedenini kavuran alevlerle mi baş edeceğini anlamayarak resmen kendinden geçti. Diğer askerler ise yeniden yaylarına ok takmakla meşguldüler.

Kalbimin delicesine çarpmasına ve resmen korkudan başımın dönmesine aldırmadan yere yığılmış olan muhafızıma ilerledim. Gözlerimi sıkıca yummadan önce elimi etrafımda bir yay şeklinde savurup beni oyalamamaları için diğer askerleri mümkün olduğunda uzağa savurdum. Bize doğru koşmaya başlamış olan Rigel de buna dahildi. Yalnızca Arya kalmıştı.

Ellerimi Elvis'in kıyafetlerini tutuşturmuş olan ateşe bastırdığımda çığlık attım. Bu histen nefret ediyordum. Sıcaktan nefret ediyordum. Ellerimi çekmemek için bütün direncimi koruyordum ve verdiği acıyla midemin bulanmasına aldırış etmemeye çalışıyordum. Ateşin, tıpkı Elvis'i yaktığı gibi beni de yakmasını önemsemeyip gözyaşlarım eşliğinde buna katlanabilmek için alt dudağımı ısırdım. Damarlarıma sızmaya başlamış Güneş kanıyla yüzleşmemin tam sırasıydı. Bunun işe yaraması gerekiyordu.

"Ben Güneş'in ve ateşin Tanrıçasıyım." diye zihnimden geçirdim. "Ateş bana zarar vermez. Ben ateşin Tanrıçasıyım. Ateşle bir bütünüm. Ateş bana sadıktır."

Hala yakıcı ateşi hissetmeye devam ettiğim sırada zar zor açtığım göz kapaklarımın altından, alevlerin diğer tarafında Arya'nın yere düşen ok ve yaylardan birine ulaştığını ve bizi hedef almaya çalıştığını gördüm.

Çığlık attım.

"Ben Güneş'in Tanrıçasıyım!"

Ateş benim sözümü dinlemedi.

"Kahretsin!"

Tamamen iç güdüsel bir şekilde belimdeki silah kemerinden hançerlerimi çıkardım. O an aklımdan geçen tek düşünce kanımla ateşi biraz olsun söndürebileceğimdi çünkü suya yatkın olan Ay kanı, Güneş ve ateşle zıt düşerdi. Oldukça soğuk olup beni her daim bir buz kütlesi gibi hissettiren kanımla bu işi çözebileceğimi düşünüyordum. İki hançerin de keskin bıçaklarını avcuma yerleştirip hiç tereddüt etmeden ellerimi sıktım ve yeniden Elvis'in vücudunda gezdirdim ellerimi. Bu defa kötü şansım ya tersine dönmüştü ya da Gökyüzü sonunda bana acıyıp ipin ucunu elime tutuşturmaya karar vermişti.

Her şey iki saniye sürmüştü.

Belki de beş, bilmiyorum. Ama kesinlikle Arya'nın o oku bırakmasından daha önceydi.

Kanımla birlikte Elvis'in vücudundaki ateş, yırtılmış damarlarımdan içeri çekildi. Damarlarımdaki yakıcı sıcaklık hızla beynime ulaştığında bilincim dayanılmaz bir acıyla kaoslar içerisinde yanarken gözlerimden buz gibi çaresizlik göz yaşları damlıyordu. Kanım daha hızlı aksın diye hançerleri avcuma biraz daha bastırırken bütün kanım bedenimden çıksa bile umursamayacağım kadar paniklemiştim. Zihnimde oluşan korkutucu sıcaklık şimdiye kadar Arya'nın üzerime yönlendirdiği nefes kesici işkencelerden daha keskindi.

Renkten renge giren ateş vücuduma çekilirken fışkırırcasına akan kanım ve durmaksızın döktüğüm gözyaşlarım, üzerine eğildiğim muhafızın bedeninde bir oldu ve hızla Öz'ün kurumuş toprağına karıştı.

Ateş ve buz.

Güneş ve Ay.

Arya oku bıraktı.

Veliaht simgem parladı. Kızıl Gökyüzü'nün sisli duvarlarının ardından önce sapsarı bir Güneş parladı, ardından bembeyaz bir Ay. Sol kolum ve sağ bacağımdan akan auram o iki saniye içerisinde muhafızımın yanıklarını iyileştiremedi ancak bilincini açmıştı. Çığlık atarken ellerimi ihtiyaç haline toprağa dayayınca milisaniyeler içerisinde vücudum kavurucu alevler eşliğinde tutuşmaya başladı. Toprak ikiye yarıldı, Arya onu yutmak isteyen topraktan dengesini kaybederek son anda kaçtı. Rüzgâr havada kavisler çizdi ve tam da kalbime nişan alınmış oku yolundan savurdu. Öz beni tanıdı. Veliaht simgemden taşan mavi aurama, altın renginde bir başka aura daha dahil oldu, Ay'ın dönencelerinin etrafına altın varaklı sarmaşıklar ve Güneş sembolleri eklendi.

Söndüm.

Ve böylece Güneş'in kanı damarlarımda Ay kanıyla bir bütün oldu.

Ve böylece su, ateşi kabullendi.

Düşünme yetilerimden önce hareket kabiliyetlerim çalışıyordu. Öteki Öz'e açılan bir geçit kapısını saniyeler içerisinde yeniden yaratırken vücudundaki taze yanıklarından dolayı yüzünü ekşiterek ayağa kalkan Elvis'e bağırdım.

"Git!"

Tereddütle bana baktı.

Hayır, sakın lafımı ikiletme Elvis.

Bir ok beni sol omzumdan yakalayınca sarsılarak geriye düştüm. Dağılan askerler toplanmaya başlamış ve yeniden etrafımızı sarıyorlardı. Arya'nın ve Rigel'in boyut kapısını kapatmak için büyü kullandıklarını görünce üzerime eğilmiş Elvis'i elimle itekledim. Ondan daha yavaştım. Aynı anda kapıya yetişmemiz mümkün değildi. Hem kapıyı açık tutmaya çalışıp hem de diğerlerini oyalayamazdım. Arya'nın, Elvis'i tekrar hedefi haline getirmesi de an meselesiydi.

"Git! Elvis, bu bir emirdir!"

Elvis istemeyerek de olsa arkasını dönüp var gücüyle koşmaya başladı, son anda kapıdan girdi ve geçit adeta onu yutarcasına kapandı.

Öfkeli bakışlarımı yayına yeni bir ok takmaya girişen Yıldız Prensesi'ne diktim. Acıyla dişlerimi sıkarak omzumdaki oku çektim ve kendimi iyileştirmeye çalıştım. Ama olmadı. Çünkü Davin'in de dediği gibi ölüm meleği olmaya çalışıyordum ve iki kişisel görev üzerinde de ustalaşamadığım sürece birbirlerini nötrleyeceklerdi.

Pekâlâ, iyi tarafından bakalım. En azından sol omzum yaralanmıştı. Kılıcı sağ elimle kullanıyordum.

Kenara bıraktığım kılıcıma uzandım. Toprağa bastırdığım kılıçtan destek alarak ayağa kalkarken avuçlarımdaki kesiklere aldırmamaya çalıştım. Etrafım yeniden sarılırken sakince kanların üzerini örtmeye çalıştığı yenilenmiş simgeme baktım. Vay canına... Şunu söylemeliyim ki bu cidden çok iyi görünüyordu. Nora'nın simgesiyle benim simgem birbirine dolanmış gibiydi. Ay'a Güneş eşlik ediyor ve muazzam bir uyum içerisinde altın ve mavi-gümüş varaklarla çevreleniyordu. Duruşumu bozmadan gözlerimi yavaşça kolları ve bacakları tamamen çıplak olan Yıldız Prensesi'ne baktım.

Yeryüzü'ndeki insanların uydurduğu masal karakterlerini oldukça komik bulurdum ama resmen kana susamış bir vampir gibi onun da simgesini tenime kazımak istiyordum.

Tam olarak ne düşündüğümü anlamış gibi elindeki yayı yere fırlatıp gece karası pelerinini çekiştirdi ve simgesini örttü. Sırıttım.

Acıya aldırmadan kolumu uzatıp daha iyi görebilmesi için havaya kaldırdım. "Bunun ne anlama geldiğini biliyorsun, değil mi?"

Öfkesinin sesine yansımasına engel olamamıştı. "Biliyorum. Yirmi bir günün kaldı ve sen hala bir Tanrıça olmayı becerememişsin," dedi.

Abartılı bir şekilde kahkaha attım. Sonra elimi gözlerimin hizasına getirip gülümseyerek inceledim. "Sanırım artık beceriyorum," dedim keyifle. Kesinlikle, şu anda omzumdaki delik onun yüzündeki siniri görmekten daha önemli değildi.

Bana doğru yürümeye başladı. Kalçalarını iki yana sallarken dik duruşundan ödün vermiyor ve oldukça tasasız görünüyordu. Belki korkmuyordu ama saçlarındaki Yıldız tozlarının parlaklığı, bana gücünü toparlamaya başladığını fısıldıyordu. Öfkelenmişti. Öfkenin ona sunduğu leziz gücü ruhuna çağırıyordu.

Aramızda beş adımlık mesafe kalınca durdu. Boş olan ellerinden birinde bir kılıç ortaya çıktı. Simsiyah kılıcın daha da siyah kabzasını sıkıca kavradı ve yerini aldı. Aynı şekilde ben de kılıcımı sapladığım topraktan kaldırdım ve tek elimle tutarak yerimi aldım. İlk hamleyi onun yapmasını bekledim. Ama yapmadı ve boğazını temizlemekle yetindi. Ona o kadar odaklanmıştım ki arkasında sıralanan dört elfi fark etmemiştim. Belki de hızlıca portasyodan gelmişlerdi. Ne olursa olsun, hava ve su onun solunda, ateş ve toprak ise sağında yerini aldı. Dört erkek elf, özellikle ateş elfi, beni baştan aşağı ahlaksız bakışlarla süzerlerken Arya savaş pozisyonunu bozup kılıcını toprağa yasladı ve ağırlığını bir bacağına vererek rahatça orada dikildi.

Kaşlarımı çatmış, yaralı kolumu bedenime kilitlemiş ve tedbirli bakışlarımla önümdeki beş kişiye bakıyordum. Göz ucuyla görebildiğim kadarıyla da ok tutan diğer askerler bir tiyatro gösterisi izler gibi rahat tavırlarıyla Rigel'in yanında yerlerini almışlardı.

Bir şeyler çeviriyorlardı.

Arya sakince gülümsedi ve, "Bana onu getiren, Yıldızlar tarafından kutsanacaktır," dedi.

Neredeyse bu çaresiz tavrına gülecektim. Bana denk olan kendisi iken dört sıradan elfi görevlendirmesi gerçekten de komikti. Ama hesaba katmadığım gerçek, ben elimi kaldırmadan dahi onları savururken yakama yapıştı.

Onlar elfti. Tıpkı bizler gibi Gökyüzü'ne bağlıydılar ama özleri Güneş, Ay veya Yıldızlar değil doğaydı. Hatta Güneş'in, Ay'ın ve Yıldızlar'ın yapıları ateş, su, hava ve topraktan oluşuyordu. Her şey doğaydı ve doğadan var olup yeniden doğayla yok oluyorlardı. Üstünde bulunduğumuz uçan ada parçası da Gökyüzü'nde konumlanmış doğanın ta kendisiydi.

Dört elf bir köşeye savrulurken hava elfinin güçlü rüzgârı ve toprak elfinin bir el misali şekillenip ayak bileğimden tutan üzerine bastığım toprağı beni gafil avladı. Rüzgâr büyük bir güçle ayaklarımı yerden keserken kurumuş toprak yükseldi ve ayaklarıma yapışıp beni sertçe yere geri serdi.

Yere çarpınca nefesimin kesildiğini hissettim. Yerde savunmasızca yatarken ateş elfinin tanıdık kahkahasının bana yaklaştığını duysam da dönüp ona bakmadım. Bakamadım. İki kolumdan ve iki bacağımdan bir şey çekiştirmeye başlayınca yattığım yerde kapana kısıldım. Gözlerimi yumup nefesimi düzenledim ve ateş elfinin saçları yerine kıpkırmızı alevleri görünce korkuyla gözlerim irileşti. Başımı hafifçe yana oynatınca ateş elfi henüz bir şey yapamadan geldiği gibi geri gitti.

Beni ellerimden ve ayaklarımdan neyin çekiştirdiğini anlamak için hafifçe doğrulduğumda toprak elfinin kurumuş ancak artık canlanmış olan ağaç dallarına hükmettiğini gördüm. Az önce Öz'ün beni yeniden tanımasıyla toprak ve hava, prenseslerinin varlığıyla canlanmıştı. Toprak ve bitkiler hala kuru olsalar da hayat bulmuş ve hava daha da ferahlamıştı. Ama su hala yoktu. Bana su lazımdı. Suyla dans etmeyi benden daha iyi bilen yoktu.

Bu yüzden kurtulmak için direnmedim. Ateş elfinin gerisin geriye savrulmasıyla toprak ve hava elfleri devreye girmişti. Su elfi müdahale etmiyordu.

Elbette etmezdi. Ay'ın su üzerindeki etkisini herkes iyi bilirdi.

O su elfine ulaşmalıydım. Ama nasıl?

Düşün, Diana. Düşün.

Bileklerimi kavramış olan ağaç dalları beni dört bir yana daha da sert çekiştirince dişlerimi sıktım. Hava yoğunlaştı ve etrafımda bir kasırga oluşana kadar hava elfi uçarak dönmeye başladı. Dönerken çok eğlendiğini belli eden kahkahalar ve çığlıklar atıyordu.

Kafandaki bulutları tek tek söndüreceğim.

Kasırga beni içine hapsetmeye başlarken ona daha fazla kavis vermek için görüş alanıma girecek kadar yükselmiş olan hava elfine bakıp gözlerimi kıstım. Hava elfi olduğu yerde kasıldı ve hareket edemeyecek hale gelince yere düşmeye başladı. Yere düşerken elleri boğazını kavramış, sıktıkça sıkıyordu. Sert toprağa çakılması anlaşılan diğer elflerin umurunda değildi. Toprak elfi ağaç dallarını daha sert çekiştirince inledim.

Bunu yapacağım için özür dilerim, sevgili ağaçlar.

Dalların uzun süredir kuru ve kırılgan olduğunu bildiğim için sağ elimi var gücümle kendime çektim. Çatırdama sesini duyunca hırslanıp daha fazla çektim. Oldukça güçlü bir ağacın dalıydı ve doğaya verdiğim zarar yüzünden ayrıyeten vicdanımla savaşırken gerçekten bütün fiziksel gücümü ortaya koyuyordum. Ancak ben daha dalı kıramadan ayaklarımda ateşin sıcaklığını hissettim. Ateş elfi beni fare gibi kıstıran ağacı ateşe vermişti. Korkuyla daha fazla çırpınırken toprak elfi acıyla çığlık attı. Ağacın hissettiği her şeyi o da hissediyordu.

Ateş, dalın kuruluğuyla hızla ayaklarıma ulaşınca çığlık attım. Ama acı hissetmiyordum. Bu çığlık, geçmişten gelme bir korkudan kopuvermişti. Bir anlığına kendimi kaybedip ne olduğumu unuttuğum için içimden bir dizi küfür savurdum.

Az önce kelimenin tam anlamıyla ateşi içime çekmiş ve Güneş'in kanına sahip olmuştum. Ateş beni yakmıyordu. Aksine, artık ateşe hükmedebilirdim.

Pekâlâ, sorun şu ki bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum.

Tepeden tırnağa ateşe teslim olurken daha önce Nora ve Elio'da dikkatimi çeken şeyi hatırladım. Onlar genelde ortalığı ateşe vermeden önce duman gibi tütmeye başlıyorlardı. Vücut ısıları o kadar yüksek bir seviyede oluyordu ki yanlarına yaklaşmaktan son derece çekiniyordum. Hatta gerektiği zamanlarda arkama bile bakmadan kaçıyordum. Şimdi, anladığım kadarıyla vücut ısımı yükseltmem gerekiyordu.

Damarlarımda hem buz gibi Ay kanı hem de ateş gibi yanan Güneş kanı dolaşırken bu pek kolay olmayacaktı. Güneş kanına sahip olalı birkaç dakika olmuştu. Doğduğum andan beri beni yaşama bağlayan Ay kanımı, yerini Güneş'e bırakması için ikna etmem gerekecekti.

Kolay olsa bir dişimi kırardım zaten!

Tamam. Odaklan Dia. İyisin, mükemmelsin, her şeyin üstesinden gelirsin.

Ateş, kıyafetlerimi tutuşturup bütün vücuduma yayılmasına rağmen kalbimdeki soğukluğu hala hissedebiliyordum. Gözlerimi kapattım ve odaklandım. Bunca zamandır kabullendiğim soğuk kanın yerine saf, sıvı ateşin aktığını hayal ettim. Güneş'e ulaşmaya çalıştım. Ruhumun derinliklerindeki akıllanmaz, asabi, kontrol edilemez benliğime ulaşmaya çalıştım. Tenimi ısırmaktan ziyade tatlı bir hisle yalayan ateşi derin bir nefesle içime çektim. Ciğerlerimin bu sıcaklığı kanıma ilettiğini düşledim. Ayaklarımdaki ve ellerimdeki geçmek bilmez soğukluğun yerini dayanılmaz sıcaklığa bırakmasını hissettim. Buzların arasında kaybolmuş kalbim önce etrafındaki buzdan duvarı eritti, sonra mavinin korkutucu bir tonunda alev aldı. Göğsümde sıkışmış, tüten dumanı her zerremde hissediyor, isin beyaz saçlarımı kararttığını tahmin edebiliyordum.

Gözlerimi açtım. Zevkin en müthiş tatminiyle dudaklarım kıvrılırken alt dudağımı ısırdım. Görüş alanımı ele geçiren kırmızılık yerine tıpkı kalbimde yer edindiği gibi mavi alevler başrolü kapmıştı.

Kuru dallar kül olup beni serbest bırakırken ateşi kontrol altında tutmaya çalışırken bütün enerjimi ortaya koyuyordum. Evcilleşmemiş, vahşi bir hayvan gibiydi. Her an sönüp gitmesinden korkuyordum. Dikkatle ayağa kalkarken hem ateşi dizginlemeye hem de gülüşümün silinmemesine özen gösteriyordum.

Sonunda iki ayağım üstünde, dik bir duruş sergileyebilmiştim. Ateşi dizginlemek birazcık da olsa kasılmama neden oluyor ve beni zorluyordu ama suya ulaşana kadar güçlü görünmek zorundaydım.

Alevler içinde yanıp tepki vermek yerine yalnızca gülümsediğimi gören ateş elfi bir adım geri çıktı. Arya veya Rigel şaşırmış görünmüyorlardı. Beni alt etmeye çalışırken bir de birbirleriyle yarışan bu dört aptal elften ziyade az önce Güneş'e ruhumun kapılarını sonuna açtığımın gayet farkındaydılar.

Toprak elfi acıyla inliyor, hava elfi yere düşmenin etkisinden kurtulmaya çalışıyor ve ateş elfi resmen yenilgiyi kabullenerek geri çekiliyordu.

Sıra sende su elfi. Bana o suyu ver.

Diğer üç elf dostunun yenilgisine onlara birer aptalmış gibi bakıp sırıttıktan sonra kollarını sıvayarak kendini beğenmiş bir şekilde öne doğru adımını attı. Aptal.

Parmaklarından damla damla oluşan suyu yavaşça yükseltti ve on farklı iplik gibi göz alıcı bir ahenkle dans eden suyu etrafında döndürüp ilk gösterisini yaptı. Diğerleri yaptı ya, geri kalamazdı beyefendi. Aptal.

"Ateşini almamı ister misin, tatlım?" dedi ve pis pis sırıttı. O kadar kendini beğenmişti ki benim aslında kim olduğumu unutmuştu.

Yüzüme sahte bir dehşet ifadesi takınıp başımı iki yana sallayarak geriledim. Yüzündeki gülümseme daha da yayılırken kollarının ani hareketiyle suyu üzerime fırlatınca acılı bir çığlık attım. Su ateşi söndürdü. Güneş kanımın aksine Ay kanımın dondurucu soğukluğu kanıma geri dönüp kalbimi buzlarla kaplamak için can atıyordu. Engel olmadım. Yalnızca mahrem yerlerimi kapatmayı başaran parçalanmış kıyafetlerimdeki, tenimdeki ve saçlarımdaki siyah is suyla birlikte akarken beyaz tutamlar yüzüme yapışmıştı. Başım öne eğik, saçlarım yüzümdeydi. Su elfi iki elini de yanında hizalamış, hızla dönen göz alıcı iki dev su topunu muhtemelen gözümü korkutmak için daha fazla suyla besliyordu. Başımı kaldırdım. Ay gibi beyaz saçlarım, denizleri içinde barındıran mavi gözlerim ve muhtemelen veliaht simgemin, altın sarısını gölgede bırakacak düzeyde bir mavilikle parlaması ona aslında kim olduğumu hatırlattı. Gülümsemesi anında silindi. Suyu parmaklarından geri çekmeye başladığı anda onu ele geçirdim.

Suyu yaratmakta benden daha başarılı olabilirdi ama Dolunay'ın karşısında okyanuslar bile diz çökerken kendini beğenmiş bir su elfinin karşımda hiç şansı yoktu.

Su usulca sözümü dinleyip bana doğru aktı ve etrafımı sarmalarken korkuyla gözleri irileşen su elfine bakıp eceliyle yüzleşmeden önce minik bir haber verme amacıyla göz kırptım. O kadar da insafsız değildim.

Başımı bir kere aşağı eğmemle su elfi sanki biri onu ensesinden tutmuşçasına yere yapıştı. Etrafımda bir tur atıp suyla birlikte dönünce ayağımı sertçe toprağa bastım ve suyun ateş elfine saldırmasını emrettim. Ateş elfi eliyle havada daireler çizerek son anına kadar dev bir ateşten kalkan yarattı. Hakkını vermek lazım, birkaç saniye için oldukça büyük bir kalkandı. Ama sevgili dostu su elfinin egosundan daha büyük değildi.

Kalkana temas eden suyun bir kısmı anında buharlaştı ama ateşten kalkan suyun çokluğuna dayanamayıp söndü. Suyun bir kısmı geri çekildi, bir kısmı bardaktan boşalırcasına yağan bir yağmur gibi ateş elfinin üstüne hücum etti. Bedeninden çıkan tıss sesi ve attığı dehşet verici çığlık şu ana kadar duyduğum en mükemmel müzik notaları olabilirdi.

Dört elf de saf dışı bırakıldı.

Aferin, Diana. Güzel bir banyoyu hak ettin.

Arya etkilenmiş gibi dudaklarını büküp başını sallarken bir yandan da alkışlıyordu. "Yine harika bir iş çıkardın, Diana. Gökyüzü doğru Tanrıçayı seçmiş. Etkilendim."

"Onayından geçtiysek ne mutlu bize," dedim göğsüm inip kalkarken. Ateş ve su arasında geçiş yapmak beni deli gibi yormuştu. Özellikle ateşi dizginlemek... Gökyüzü aşkına, ben böyle zor bir şey görmemiştim.

İlgiyle kaşları kalkarken eliyle çenesini ovuşturdu. "Çok yorgun görünüyorsun," dedi yeni fark etmiş gibi.

Tükürürcesine güldüm. "Hadi ya?" dedim dalga geçerek. Sonra kaşlarımı çatarak bir adım yaklaştım. Attığım adımla bütün kaslarım aynı anda sızlayınca ağzımdan boğuk bir inilti kaçtı. Hızlıca kendimi toparladım. "Sahi, daha yirmi bir günüm vardı huzurunda diz çökmem için. Karşına daha hazırlıklı ve güzel görünerek çıkmak isterdim. Bu acelen de ne?"

Bilmiş bir şekilde sırıttı. "Kafese kendi ayaklarıyla gelen kurdu geri çevirmek olmazdı." Gülümsemesi genişlerken rahat tavrını bozdu ve otoriter bir duruşa geçti. "Üstelik sürüsünden ayrılmış, yalnız bir kurtsa."

Tam o anda bir kurdun ulumasını duydum. Ona başka bir kurt eşlik etti. Bir tane daha. Ve en sonunda koca bir sürü. Sürüyle kurt, kurumuş ağaçların arasından çıkıp Rigel'in arkasında hizalandı. Hepsi de kar kadar beyazlardı. Onlar ormandan çıkana kadar Arya'nın laflarına gülüyor ve seslerini duyduğum için içim rahatlıyordu. Ama kurtlar Rigel ve onun etrafındaki diğer askerlere eşlik edip dişlerini bana göstererek hırladıklarında kalbim delicesine çarpmaya başladı.

Bir kurda baktım. "Diz çök" diye seslendim zihnimden.

Diğer kurda baktım. "Ay Prensesi'nin önünde diz çök."

Bir başkasına döndüm. "Tanrıçanın önünde diz çök!"

Gözlerim korkuyla Ay Krallığı'ndan birilerini aradı. Askerler yeniden yaylarını ellerine almış ve beni hedef alıyorlardı. Onların arasından beş ya da altı tane Ay Krallığı'ndan insan saydım. Ama bir Ay soylusunun karşısında bu kurtları kontrol etme şansları yoktu. Ay Kralı'nı aradı gözlerim. Babamı. Hayır, yoktu. Görebildiğim tek kral Rigel'di. Belki de babam daha önce yaptığı gibi büyünün arkasına saklanmıştı. Başka açıklaması olamazdı.

Kurtlar senkronize bir şekilde hırlamayı bırakıp başlarını Gökyüzü'ne çevirdiler ve yeniden ulumaya başladılar. Aynı anda bütün oklar üzerime yağdı. Okları kolayca atlattım. Ama üzerime doğru koşmaya başlayan kurtları atlatamıyordum.

Elimden gelen en iyi şeyi yapıp kurtları büyülemeye çalıştım. Onları durdurmaya çalıştım. Tıpkı diğerlerine de yaptığım gibi sağa sola savurmaya çalıştım. O sırada Arya'nın veliaht simgesinden yayılan büyünün kurtları çevrelediğini gördüm. Hiçbirine etki etmeden bana doğru hızla koşmaya başlıyorlardı. Bakışlarım onları öldürebilmek için bir şeyler aradıysa da bundan anında vazgeçtim. Onlar benim krallığımın kutsal hayvanlarıydı. Prensesleri olarak onlara zarar verirsem, bile isteye Ay'ın özüne saldırdığım anlamına gelirdi bu. Korkuyla irileşen gözlerimi kırptım. Kalbimden kopan ani bir çarpıntı beni kendime getirince arkamı dönüp koşmaya çalıştım. Ama kendi ayaklarıma takılıp yere düştüm.

Lanet olsun! Ateşi ve suyu yöneteceğim diye kendimi o kadar yormuştum ki bütün kaslarım resmen yanıyordu. Aynı zamanda da buz tutmuş gibi donakalmışlardı. Arya, elfleri üzerime salarak beni sadece oyalamıştı. Tuzağa düşmüştüm.

Rigel'in kahkaha atmasıyla başıma ani bir ağrı girdi.

Bu daha önce hiç olmamıştı. Arya'nın da büyüsü değildi bu. Onun ağzından çıkan her kahkaha başıma kürekle vuruluyormuş gibi bir hisle beni kıvrandırıyordu.

"Az kaldı, Ay Prensesi," dedi Rigel. "Dengin olanla savaşmana az kaldı."

Kurtlardan biri üstüme atladı ve korkuyla elimi yüzüme siper ettim. Kurdun keskin dişlerini tenimde hissetmeyi beklerken tek hissettiğim soğuk kanıydı.

Elimi gözümün önünden çekip neler olduğuna baktım.

Davin.

İnanılmaz bir rahatlamayla, tuttuğum nefesimi bıraktım.

Kılıcıyla az önce üzerime atlayan kurdu simetrik bir şekilde ortadan ikiye ayırmış ve gözlerini öfkeyle ona hırlayan diğerlerine dikmişti. Boşta olan elini bakmadan bana uzattı. Kaslarımın acısı ruhuma her hareketimde bütün damarlarım kırılıyormuş gibi bir his bıraksa da artık bana göre daha da soğuk olan elini tuttum. Gözleri irileşerek bana baktı ve veliaht simgemi gördü. Bir saniyeliğine gri gözleri heyecanla parladı ama hemen yorgun bakışlarını karşısına geri çevirdi. Beni ayağa kaldırdı ve arkasına aldı. O sırada ben, yerde kanlar içerisinde yatan kurda kilitlenmiştim.

Ay Krallığı bu gece bir ferdini kaybetmişti.

Ay Krallığı muhtemelen bu gece birden fazla ferdini kaybedecekti ve ben göğsümde oluşan bu acıya nasıl dayanacağımı bilmiyordum.

"Davin!" diye uzata uzata seslendi Arya. "Sevgili kardeşimi görmeyeli çok uzun zaman oldu." Sesi bu duruma hiç de memnun olmuyormuş gibi çıkıyordu.

"Davin!" diye gürledi Rigel.

"Baba," dedi Davin sakince.

"Ne yaptığını sanıyorsun?" derken sinirlerine hâkim olmaya çalışıyordu adeta.

Davin gözlerini kıstı. "Asıl siz ne yapmaya çalışıyorsunuz?" dedi. Bunun olmaması gerekiyormuş gibi sormuştu.

"Görmüyor musun? Oyun oynuyorduk ve sen bütün eğlenceyi bozuyorsun," diye sitem etti Arya.

"Pek eğlenceli bir oyuna benzemiyor," dedi Davin buz gibi bir sesle.

Herkes gergince birbirine bakarken benim gözüme bir detay takılmıştı. Rigel çok ama çok hafifçe ayağını kaldırdı ve yeniden toprağa bastırdı. Onun bu hareketiyle hırlayan kurtlar uslu birer köpek gibi ön patilerinin üzerinde oturdular. Yanlış mı gördüm diye gözlerimi kırpıştırdım. Zihnim çok bulanıktı ve bütün vücudum ağrıyordu, yanlış görme ihtimalim çok yüksekti. Bu tamamen tesadüf de olabilirdi. Kendime gelmek istercesine başımı salladım.

"Buradan defolup git, yoksa her şey çok daha kötü olacak," diye emretti Rigel.

"Gitmemi istiyorsan gideceğim. Diana'yla birlikte." Tuttuğu elimi daha da sıktı.

Rigel'in gözleri şaşkınlıkla açıldı ve sonra gergince kahkaha atmaya başladı. "Bundan emin misin?"

Davin sustu. Gözlerini kısmış herkese teker teker bakıyordu. Yavaşça omzunun üzerinden bana dikti gözlerini. Kafasında bir şeylerin hesabını yaptığını görebiliyordum. Sanki, çok önemli bir terazinin iki kolunu da özenle inceliyormuş gibiydi. Muhtemelen farkında değildi ama elimi aşırı derecede sıkıyordu. Aynı zamanda çenesindeki kasların da kasıldığını görmüştüm. Bulutsuz, kızıl Gökyüzü'nde aniden gök gürleyince yerimden sıçrasam da o buna hiçbir tepki vermedi.

Rigel'in yüzüne genişçe ama gergince bir gülümseme yayılmıştı. Dişlerini sıkarak konuştu. "Sonuçlarından emin misin!" diye adeta hırladı.

Hala bana bakmakta olan Davin, pes edercesine soludu ve bütün bedeniyle bana döndü. Kılıcı toprağa saplayıp sabitledi ve diğer elimi de tuttu. Gök gürlemesi azaldı. Bakışlarında pişmanlık ve veda görünce kalbimin ağrıdığını hissettim. Bu bir teslim oluştu. Bir seçim yapıyordu. Ama korkunç bir seçim yapıyordu.

"Diana..." diye söze girince Rigel'in ve Arya'nın keyifli kıkırdamalarını duydum.

Onları mı seçiyordu? Her zaman onları mı seçmişti?

"Diana, yapacağım şey için beni affet," deyince gözümden ilk defa ateş gibi yanan bir yaş süzüldü ancak daha akamadan buharlaşıp yok oldu. Elvis'e onu çağırmasını söylemiştim. Ona güvenmiştim. İstemeden de olsa ona güvenmeyi seçmiştim. "Bunu, istemediğini bilmeme rağmen yapacağım için çok özür dilerim."

Sıklaşan nefesim ve çatık kaşlarımla ne demeye çalıştığını anlayamadan boynumu kavradı ve dudaklarıma yapıştı.

Dehşet içinde donup kalmışken beni vahşice öpüyordu. Aynı vahşiliği ise neredeyse ikiye ayrılacak olan Gökyüzü'nde görüyordum. O anda aklımda bir sürü şey geçiyordu ama daha çok iki şey zihnimi tamamen ele geçiriyordu.

Aşk, iki ruhun bir bedende yeniden hayat bulması demekti. Bu yüzden ufacık bir temas dahi olsa ruhlar kızışır ve bedenler tepki verirdi. Sevdiğiniz kişinin minicik dokunuşuyla kalbinizin delicesine çarpması gibi. Enerji dolardınız. Bir öpücük ise aklınızı hayalinizi durduracak bir enerji frekansına sokardı sizi. Yenilenmiş gibi hissederdiniz. Yanaklarınız kızarır, eliniz ayağınıza dolanır ve belki de zorlukla nefes alırdınız. Yeni doğan bir bebek gibi saflaşırdınız.

Davin beni öpüyordu çünkü enerjimi yenilemeye çalışıyordu. Garip olan şu ki yenilendiğimi hissediyordum. Tıpkı yaralıyken beni öptüğünde kendimi iyileştirmem gibi. Garipti çünkü o zaman ona karşı olan duygularım çok yoğundu. Şimdiyse aynı yoğunluk olmadığına emindim. Güneş kanının duygusuzluğu sayesinde bunu daha da aştığıma emindim. Peki nasıl oluyordu da hala üzerimde aynı etkilere sahip olabiliyordu?

İkincisi, yer ve gök yarılmak, evren toza dumana karışmak ister gibi çakan bu şimşeklerin normal olmadığını biliyordum. Özellikle, Öz daha yeni canlılık kırıntılarını almışken. Birkaç saniyeliğine Güneş ve Ay görünmüşlerdi ancak Gökyüzü hala kızıl geceye ev sahipliği yapıyordu. Tek bir bulut dahi yoktu. Kulakları sağır, gözleri kör eden bu yıldırımları açıklamanın tek bir yolu kalıyordu: Bozulan sadakat yemini.

Kalan son irademi biraz daha güçlenmek için Davin'in öpücüğüne karşılık vererek kullandım. Bir sadakat yemini etmişti ve beni öperek bunu bozuyordu. Neden bu yemini etmişti ve neden bozuyordu?

Öpmeye ve güçlenmeye devam et, Diana.

Davin'i öp ve güçlen.

Nasıl?!

Davin beni bırakıp anında kılıcının kabzasını kavradı ve benim farkına varmadığım saldırıya geçen iki kurdu daha lime lime etti. Ben de bize doğru savrulmaya başlamış olan okları bu defa parçalamak yerine geri püskürttüm ve neredeyse hepsi sahiplerine geri saplandı.

Dört elf yeniden ayaklanıp kendilerine gelmişlerdi. Arya ve Rigel yan yana duruyorlardı. Davin elini bana uzattı ve kararmış gözlerimle, parmaklarımı parmaklarına teslim ettim. Kurtlar hırlayınca ateş elfine doğru bir hamle yapıp görünmez bir ip yardımıyla onu kendime çekince kendini savunmak için eliyle alevlerini püskürttü. Onu bıraktım ve bana doğru gelmekte olan alevlerin beni ele geçirmesine izin verdim. Yeniden ateşi dizginleştirmeye çalışmak bu defa daha kolaydı ve sebebi kesinlikle Davin'in birkaç saniyelik öpücüğüydü.

Ateşi yönetmek de artık daha kolaydı. Harlamak ise en basit olanı. Ellerimi bir şeyi iter gibi öne ittirince bembeyaz kurt sürüsü acılı ulumalar ve köpeksi iniltilerle alevlere karıştı. Boğazımdan yükselen hıçkırığı ve kalbimdeki ağrıyı görmezden gelerek dik durmaya çalıştım.

Arya, Davin'in gözlerine baktı. Davin'in mimiği dahi oynamadı. Büyüsünün keskinliğini hissedebiliyordum ancak Davin asla acı içerisinde çırpınmıyor ya da en azından inlemiyordu bile. Tıpkı onun beni güçlendirdiği gibi ben de onu güçlendirmiştim belki ama bu...

Davin, Arya'nın işkencesine karşı dayanmaya çalışmıyordu. Davin de tıpkı benim gibi onun büyüsünü geri püskürtüyordu!

Toprak elfi öne atılacağı sırada işaret parmağımı ona doğru salladım. "Sakın! Sakın bir daha benim kanımla hayat bulmuş bu toprağı bana karşı kullanmaya cüret etme."

Hava elfi ve su elfi de başka bir şeye cüret edemediler zaten.

Rigel'in karşımda hiç şansı yoktu. Bütün askerleri ve kurtları ölmüştü. Arya ise ne bana ne de Davin'e zarar veremiyordu.

Teslim oluyorlardı.

"Her şeyin bir bedeli olduğu gibi bunun da ağır bir bedeli olacak," dedi Rigel. Davin yumruklarını sıkarken pişmanlıkla ona bakıyordu. Sevgili babasını kaybettiği için değildi bu pişman bakışlar, yeminini bozduğu ve ardından getireceği felaketleri bilemediği içindi.

Rigel, Arya ve işe yaramaz dört elfini de alıp bir portasyondan girdiklerinde Davin'le baş başa kaldık. O anda yerde hala yanmaya devam eden kurtlara bakıp dizlerimin üstüne çöktüm ve acıyla çığlık atarak hıçkırıklara boğuldum.

"Çok üzgünüm," diye mırıldanıyordum hıçkırıklarım arasından. Bana zarar vermiş olsalar da onlar Ay'ın kutsallarıydı. Onlar Gökyüzü'nden Ay Krallığı'na bir emanetti. Ve az önce hepsini gözümü dahi kırpmadan yakmıştım. Ateşle. Suyun hayvanını ateşle küle çevirmiştim.

Davin'in elini omzumda hissedince yavaşça ona döndüm. Gri gözleri ilk defa çok fazla şey söylüyordu bana. Suskun, soğuk ve ağzı bıçak açmaz Yıldız Prensi ilk defa susarak bana bir sürü şey anlatıyordu.

Beni kendine çekip sıkıca sararken ikimizin arasında sıkışmış olan ellerimi çıkarmaya çalışıyor ve başımı omzuna vuruyordum. "Ne yaptın sen?"

Daha sıkı sardı.

Hıçkırdım. "Ne yaptın sen, Davin?" Sesim sinirli değil, daha çok hayal kırıklığı ve üzüntü karışımıyla çıkıyordu.

"Hepsini senin için yaptım."

Omuzlarım yüklenen bir acı daha.

Her şey benim için...

Buz tutmuş kalbim, alev alev yanıyordu.

☀️🌙✨

Oy vermeyi unutmayın!

//LP : No Witness
//Maroon 5 : She will be loved

(Aşırı Elvis & Diana vibe'ı verdiği için ekliyorum🤭)

Continue Reading

You'll Also Like

20.2K 393 6
♥ Hello fellow Dramione-shippers! We're her together for something really really amazing: a new D r a m i o n e book!! This is (going to be) an Ones...
5.2M 46.2K 57
Welcome to The Wattpad HQ Community Happenings story! We are so glad you're part of our global community. This is the place for readers and writers...
18.9K 581 25
DC Series Book One "No don't..." But her arms go up and the mesmerizing portals appear. Through the portal closest to them, the boys can see grass an...
28.1K 348 9
MY first attempt at an x reader story so plz don't H8 appreci8. AND NO NO NO NO NO NO NO NO NO NO LEMON WRITING! OH GOD I HATE LEMON WRITING. You and...