Aşık Ruhlar Cemiyeti

By esranurbozkurt940

23K 1.8K 3K

Buket Ayaz, Kraliçe takma adıyla popüler olmuş bir yazardır. Türkiye'nin en başarılı yazarları arasında parma... More

Tanıtım
Giriş
Yeryüzüne düsen ilk aptallık tohumu
Eyvah, suça bulaştık!
Mavi hareler
The Apollon
Sahte Kimlikler ve Yaşanmış Anılar
Spoiler Alert!
Gizemli Mektuplar
Kafa Karışıklığı
Dün yediğin hurmalar
Hayat sana limon veriyorsa çöpe at, altın iste!
Solundan kalkmışsan tekrar uyu bu sefer sağ tarafından kalk! Şansın dönecektir!
Ayranı yok içmeye, atla gider
Hızlı giden atın bir şeyleri seyrek gidermiş
ölmedim ama sağlam da değilim
Rezillik bazen genetiktir, bazen de sonradan bulaşır
Suçu gizlediğinde kendin işlemiş kadar olursun

Rakının yanına üç çeşit balık fazla!

764 50 122
By esranurbozkurt940


Ay bu bölüm girişlerine ne yazılıyordu unuttum.

Bölümü beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen. Hani yazıyoruz o kadar, yetiştiriyoruz. Yıldıza basmak zor olmasa gerek. Neyse umarım bölümü beğenirsiniz. Hayde bölüme.

Şarkı= Ander Sevdaluk - Şevval Sam

Barış
(Uzun zamandır görmedik. Unumadınız umarım.)

Yalnızlık çok garip bir kavram.

Bir kere nasıl tanımlamanız gerektiğini bile bilmiyorsunuz. Ne demek?

Çevrende hiç kimsenin olmaması mı yoksa çevrende herkes varken yalnız hissetmek mi?

Arkadaşlarım yoktu. 23 yıllık yaşamım boyunca neredeyse hiç arkadaşım olmamıştı. Olanlarla da bir süre sonra yollarımı ayırmıştım. Bazen sorun onlardan kaynaklıydı, bazen benden. Ama sonuçta kurduğum her bağ bir yerde parçalanmış. Ailem hariç.

Okulda kendimi çoğunlukla rahatsız hissederdim. Tenefüslerin gelmesi benim en büyük kabusumdu. Boş dersler de öyle. Çünkü herkes birilerinin yanına koşup sohbet ederken ben her zaman tektim. Herkes benim ne kadar yalnız olduğumu görüp bana acır korkusundan sanki bu benim seçimimmiş gibi davranırdım.

Okula teknolojik alet getirmek yasaktı ama yine de getirir kulaklıkla müzik dinlerdim. Ya da kitap okurdum. Çoğunlukla da uyuyor taklidi yapardım. İşe yarardı. Zamanla bu durum sınıf arkadaşlarımın dillerine o kadar pelesenk olmuştu ki adım kendini beğenmişe çıkmıştı. Şımarık diyorlardı bana.

Tıpkı Mert Ali'nin dediği gibi.

O yüzden olabildiğince çabuk eve dönerdim. Ev cennetti. Ali de olmasa daha iyi olacaktı ama yine de kurtuluş yolumdu. Okulda yalnız olabilirdim. Şımarık olduğumu düşünüp benden nefret ediyor olabilirlerdi. Ama evde herkes benim şımarık olmamı sever ve bunu tatlı bulurdu.

Belki de karşımdaki adamın bana siz kendinizi çok yalnız hissediyorsunuz demesi bu sebeptendi. Yanımda ailemin olmayışından.

"Ne," diye yeniledim kendimi.

Harun Ateş, koltuğunda gerindikten sonra şakaklarını ovuşturdu. "Beni yanlış anlamanızı istemem ama çok yalnız görünüyorsunuz. Bunu demek istiyorum."

En gergin gülüşlerimden birisini attım. Ortamı yumuşatmak istemiştim ama zorlama olduğu anlaşılıyordu. "Çok merak ettim, nereden çıkardınız bunu?"

"Geldiğinizden beri bana tek bahsettiğiniz Game Of Thrones'un finalinin ne kadar berbat olduğu."

"Çünkü berbat. Dany aşkım o ihaneti hak ediyor muydu? Kralın şehrini yakmakta sonuna kadar haklıydı. Tüm o insanların beyni yoktu bir kere. Kim ne derse onu yapıyorlar, sorgulamıyorlardı. Ned Stark'ın idamında bile gülmüşlerdi. Böyle koyun olursan bu olur."

Ellerimi göğsümde kavuşturup sağ bacağımı sol bacağımın üzerine attığımda Harun'un anlatmak istediklerini çarpıttığımın farkındaydım.

"Dany'i anlatırken o da benim gibi ama benden daha kötü dediniz. En azından bende ailem var onun hiç kimsesi yok dediniz Buket hanım."

"Yani? Bak, ailem var demişim. Ailem varsa yalnız birisi sayılmam."

Harun nereden buna rastladım ifadesini takınmamak ve sabit bir suratla durmak için çok çaba harcıyordu. "O zaman bana arkadaşlarınızdan bahseder misiniz?"

Konuşamadım. Ağzım açıldığı an kapandı. Anlatabileceğim arkadaşlarımı tarttım. Liste uzun değildi çünkü kimse yoktu. Yıllardır arkadaş sayabileceğim tek kişi Zeynep'ti. Belki bir de Barış. Uzun zamandır onun da sahnesi gelmiyor, unutmayın da.

Acaba Mert ve Alper'i sayabilir miydik? Sayabileceğimizi düşünmüyorum. Bence kimse düşünmüyor.

"İşte kast ettiğim buydu." Harun beni dumura uğratabilmiş olduğu için keyifli görünüyordu. "Bence bu odada benden daha yalnız bir başkası daha var," diyerek konuyu dağıtmaya çalıştım.

"Kim?"

İşaret parmağımla ön kısmında, iki pencerinin ortasında kalmış tabloyu gösterdim. Frederic Leighton'un Yalnızlık isimli eseriydi. Elini çenesine koymuş kara kara düşünen geç bir kadın vardı. Harun'un gözleri de benden sonra tabloyu buldu. "İyi deneme."

"Konuları çarpıtmakta ustayımdır." Dediğimde güldüğünde numaramın işe yaradığını anladım ve bundan cesaret aldım. "Bakın Harun bey, belki size arkadaşlarımı anlatamam ama ailemi anlatabilirim. Çünkü emin olabilirsiniz ki onlar olduğu sürece ben yalnız değilim."

Griye çalan gözleri masasındaki fotoğraflara takıldı ve sessizleşti. Ben de öne gelerek baktığı fotoğrafları inceledim. Birisinde geçen gördüğüm sarışın kadının ve Harun olduğunu tahmin ettiğim adam vardı. Önünde ise iki çocuk. Üzerlerinde önlük vardı. Birisi kız, birisi erkekti. Erkek sarı saçlı kız ise siyah saçlıydı. İlkokula gidiyor olmalıydılar çünkü çok küçüklerdi.

Harun baktığım fotoğrafı fark etti. "Çok güzel değiller mi?" Cevap vermemi beklemeden devam etti. "Tabi ki çok güzeller. Sonuçta onları karım doğurdu."

Bu sözü gülmeme neden oldu. Bana babamı hatırlatmıştı. Aşkın Nur Yengi'nin şarkıları nasıl güzelse, sen onlardan daha güzelsin gözümün nuru demişti bir keresinde anneme. Ona yaptığı bu iltifatın kulağa saçma geldiğini söylediğimizde ise hayatım boyunca ona o kadar çok iltifat ettim ki yenileri uyduracak hayal gücüm kalmadı diye söylenmişti.

"Anneleri sarı saçlı kadın mı?" Ben onu kendine getirirken hülyalı gözlerini eşinden aldı. "Evet. Çok güzel değil mi?"

"Öyle. Birazcık Marilyn Monroe'yu andırıyor."

"Severdi o bu tarz nostaljik şeyleri."

"Severdi derken?" Grilerine çöken hüznü görebiliyordum. Hissedebiliyordum. Yağmurun geleceğini haber veren bulutlar gibiydiler. "Vefat etti." Duraksadı "Çocuklar doğduktan kısa bir süre sonra."

Çok seviyordu bu kadını, eşini. Gözlerinden, sesinden, herşeyinden anlayabiliyordunuz. Kalbim onun için acıdı. Ne demem gerektiğini bilemediğim için ses etmedim. Grileri birkaç saniye daha karısının fotoğrafında oyalandıktan sonra bana döndü. "Kusura bakma. Bu profesyonelce değildi." Kendisini düzeltti. "Ee, arkadaşlar diyorduk?"

Karısının öldüğünü öğrenmem inadımı kırmıştı. Ama ona bahsedeceğim bir arkadaşım yoktu ki doğru dürüst. "Zeynep var."

"Zeynep? Zeynep hanımdan mı bahsediyoruz?" Ne yazık ki oydu. "Evet?"

"Başka arkadaşınız var mı?" Yoktu. Acaba klasik yöntemimi kullanıp Cem'in beni aldatmasından mı bahsetseydim? Ama bu adam açık gözdü. Ne yapar ne eder arkadaş konusunu açardı. "Hani beni zorlamayacaktınız? Zorlamam demiştin?"

Suratında mahçup bir gülümseme belirdi. "Tamam, tamam. Bu daha ilk seansımız. Sizi zorlamayacağım." Bana dikkatli bakarak gönlümü alıp aldığını test etti. "Hadi o zaman Game Of Thrones'un finalinin konuşmaya devam edelim mi? Bence Bran'in tahta çıkması çok yanlıştı."

Huyuma gitmesi beni neşelendirirken oturduğum yerden komple ona döndüm. Hevesle ellerimi çarpıp alkış tutarken Harun'la en sevdiğim dizi hakkında konuşmaya başladım. Uzun zamandır birisi ile yaptığım en güzel sohbetti. Ben gülerken o da benimle gülüyordu. Bana eşlik etmesi son zamanlarda omzumda hissettiğim yüklerin biraz da olsa hafiflemesine yardımcı oldu.

Üstelik yabancıydı. Toplasan bir elin parmağı kadar sohbetimiz yoktu. Mert gibi değildi yani. Benim hakkımda hiçbir şey bilmediği halde sınırlarımı korumuş ve bana saygı duymuştu. Mert ise...

Hayatımda bana saygı duyulmaması kadar nefret ettiğim çok az şey vardır. Ve bu, bana müttefik diyen birisi tarafından yapıldığında üzerimde daha fazla etki bırakıyordu.

Şımarıklarını şimdi çekemem.

Canımı hiç bu kadar acıtacağını düşünmemiştim.

Bazı sözler olması gerektiğinden daha fazla yakıcıydı. Üstelik arabamın şoför kapısının içe çökmüş olduğu gerçeğinden daha fazla. Ama şu an onu önemsemek için çok yanlış bir zamandı çünkü burada iki tane baygın, tanımadığım şahıs, bir tane az önce araba çarpan bir adam bir de tanımadığım ama acayip havalı görünen bir kadın vardı. Tabi bir de az önce bana bir silah dogrultulmuştu ve beyaz ışığı görmüştüm.

"Ya ben ikinizi asla bölmek istemem ama sen kimsin be ablacım? Herkes seni tanımıyor."

Evet. Bu bendim. Eğer birisi size de silah doğrultsa, sizin de düşünme yetiniz bir yerlerinize kaçardı.

Berrak gülümsedi. Ne kadar parlak dişleri vardı. "Ben Berrak."

"Orasını anladım."

"Şu manyağa katlanabilen nadir kişilerdenim." Arkamda kalan Mert'i işaret etti. "Ve şimdi sizin arkanızı toplayacak o kişiyim."

"Asker arkadaşınmışım gibi konuşma!" Mert, kollarına aldığı, ismini hâlâ bilmediğim asistanı yavrunun arka koltuğuna koymaya çalışıyordu. "Zaten asker arkadaşınım ya komutanım."

Komutanım?

Asker arkadaşım?

"Az önce gereğinden fazla ekşin yaşadım. Düzgünce söyler misin Kim olduğunu?" Berrak elini uzattı. "Ben astsubay Berrak Sıla Yıldırım. Mert Ali Ulusoy'un liderliğini yaptığı timdenim." Elini boş bırakmazken Mert'in arkada söylendiğini duydum. "Ve bana manyak diyebilecek kadar da salaktır."

"Ne o? Yoksa tuvaletleri mı temizletirsin?"

Adamı arkaya sığdırıp rahatlayan Mert yavruma yaslanıp derin nefes aldı. "Daha kötüsü. Seni Arzu'nun yanına göndereceğim." Berrak'ın tüm o espritüel tavrı gitti. "Yapamazsın!"

"Ben manyak birisiyim. Ve şansa senin de komutanınım. Yapmamam için bir engel göremiyorum."

Kindar birisi olduğunu sadece bir iki aydır tanışmama rağmen ben bile biliyordum. Aynı timden olduklarına göre onun bilmemesinin imkanı yoktu. "Etrafa baktın mı?" Mert'in ses tonu alaycılıktan çıktı. O sırada rütbe şeysine döndüklerini anladım. "Baktım. Bir bu vardı."

"Alper'den haber var mı?"

"Var. Sana çarpanı buldu ve elinden elektronik cihazların hepsini alarak dış dünyayla bağlantıları kesti. Şimdi baygın haldeler ve onları depoya götürüyor."

"Araban burada mı?"

"Evet. Bu binanın arka kısmında."

"O zaman bu adamı Buket'in arabasından alıp kendi arabana taşı ve diğerinin götürüldüğü yere götür." Adamı arabaya taşırken düşünmemiş miydi bunu? Bunu deyip alay etmek için dudaklarımı açtığımda aklıma daha yarım saat önce yaptıkları gelince durdum. Bir daha zorunda kalmadıkça onunla muhatap olmayacaktım.

Herhalde rütbede olduklarından Berrak anında dediğini yapıp yavrunun arkasından adamı çıkardı. Bense sessizce Mert'in kanayan alnına bakıyordum. Zorluk çekiyor gibi görünmüyordu. Sadece yürümesinde bir aksaklık vardı. Ama gerçekten neler olduğunu bilemezdik. Mucize doktor değilseniz tabi. Belki iç kanama belki de beyin kanaması geçiriyordu.

Ona baktığımı fark edince bana döndü. Kısılmış gözleri eski halini aldı. "İyi misin Buket," diye sorduğunda sanki az önce yaptığının farkında değildi.

Şımarıklıklarını çekemem.

Ben unutmayacaktım. Bu dediği bir yana aramızdaki güç farkını yine çok net bir şekilde gözler önüne sermişti. Benim zaten farkında olduğum bir gerçekti. Daha önce defalarca kez şahit olmuştum. İspatlanmıştı. Daha ne kadar yüzüme vuracaktı?

İyi değildim ve tekrar ona karşı iyi olmayacaktım.

O yüzden sustum ve yüzümü çevirdim. Onun yerine Berrak'a baktım. Adamı rahatlıkla çıkarmıştı. Böyle güçlü kadınlara bayılıyordum. Ben yapamazdım mesela. Bu yüzden çok özenir ve takdir ederdim. "Berrak?"

Adamı çıkarırken ona seslendim. Ama cevap vermeyince ismini yanlış söylediğimi düşündüm. "İsmin Berrak'tı değil mi?"

Kollarına aldığı adamı bırakırken yere düşüşünün sesi yankılandı. "Benim. Bana mı seslendin?"

"Evet. O adam senin arabayla gidecekse kendi arabamı alabilir miyim?" Mert'e sormaktansa tanımadığım birisine sormak mantıklı gelmişti. Berrak önce malum kişiyi kontrol etti. Onda ne gördüğünü bilmiyorum çünküondan tarafa bakmamak konusunda kararlıydım. Artık ne gördüyse emin olamadan cevapladı beni. "Yani sen bilirsin. İstersen git."

İstediğim onayı aldım ve tam da yanından geçerek şoför koltuğuna oturdum. Arabada ondan kalan hiçbir şey yoktu. İkisinin de yüzüne bakmadan son hız yavrumu çalıştırdığım gibi cemiyetin yolunu tuttum. Yani en azından cemiyete giden yolun. Çünkü bugün birisiyle dertleşmem lazımdı ve bu beni yadırgamayacağını bildiğim birisiyle olması gerekti.

Arabamı uzun süredir uğramadığım kafenin önünde park ettiğimde ilk defa dükkanın dışına da masa ve sandalye koyduklarını gördüm. Ve işin şaşırtıcı tarafı doluydu. Şaşkın gözlerle ilerlerken içerisinin de tıka basa olduğunu fark ettim. Dediği gibiydi gerçekten de. Demek ki sadece sabahları sakin oluyordu. Ben de zaten sürekli sabah geliyordum.

Havalı davranacak halim yoktu. Sersefil haldeydim. Güç bela kendimi Balçiçeği'nin içine attım. Dışarıdan da gördüğüm gibi boş bir yer yoktu. Bir umut oturabileceğim yer ararken en son buraya geldiğimde olan görevliler vardı. İsminin Sevinç mi yoksa Neşe mi yoksa bunlarla alakası olmayan başka bir şey mi olduğunu hatırlamadığım kız yanıma geldiğinde beni tanımıştı.

"Buket abla?"

Ve ismimi de doğru hatırlıyordu. İçim ufak cız etse de görmezden geldim. "Barış burada mı?"

"Evet. Arka tarafta. İstersen sana bir yer ayarlayalım sonra da onu çağırırım. Olur mu?" Yeme de yanında yat gibi bir durumdu. İstekli şekilde kabul ettim ve bahçesi olduğunu bilmediğim bir yere çıkarttı beni. Komple duvar olan kısmın arkasında küçük bir bahçe vardı. En köşede kalan ve buraya çıkan kapı gözümden nasıl kaçmıştı anlamadım.

Ama Allahtan bu kısım dolu değildi. Herhalde çoğu kişi benim gibi o kapıyı kaçırmıştı. Boş bir yere oturdum ve Barış'ı beklemeye başladım.

Beni tanımamasından mı yoksa kanımın onu ilk gördüğüm anda ısınmasından mı bilmem dertleşmeye ona gelmiştim.

Zeynep sorunumu anlattırana kadar durmazdı. Beni rahatsız eder, sürekli takip ederdi. Yeni terapistim Harun'a ise daha çocukluğumu bile anlatmamıştım, nasıl şimdiki sorunlarımı anlatacaktım.

Barış'a herşeyi tüm çıplaklığıyla anlatmayacaktım tabi ki. Ama dert yapabilirim gibi geliyordu. Çok geçmeden ve benim kendi düşüncelerimde boğulmama izin vermeden Barış görüş alanımda belirdi.

Onunla konuştuğumuz zamandan beri başıma gelmeyen kalmamıştı. O zamandan beri stresten saçımın bir teli beyazlamıştı hatta. Ama onda değişiklik yoktu. Her zamanki 32 diş gülümsemesiyle bana yaklaşıyordu.

"Napıyorsun yalancı bal? Sanki yıllardı görüşmedik. Yaşlanmışsın." Hemen fark etmişti. Yüzüm düştüğünde önüme oturdu. "Ama merak etme. Yakışmış. Daha otantik görünüyorsun."

"Teşekkürler. İçim rahatladı."

"Rica ederim. Her daim." Arkasına yaslanıp kollarını iki yana açtı. "Nasıl? Bak zamanında gelince dolu oluyormuş."

"Öyle." Benim aksime keyifli görünüyordu.

Dün akşam saatlerinde Sapanca'da tekrardan katilden izler görüldü. İstanbul'dan Sapanca'ya iş gezisi için giden sayın E.A.'nın cinayet kurbanı olduğu biliyordu. Yapılan otopsi sonuçlarına göre bu cinayet Sapanca Katili'nin işi çıktı.

Kulağıma gelen sesler yüzünden Barış'a cevap veremeden televizyona baktım. Onun da gözleri benim gözlerimi takip etti. "Yine şu Sapanca katili. Sıkıldım artık. Zodiac Katili'nin Türk versiyonu mu olmaya çalışıyor bu psikopat?"

Tek yapabildiğim yorum "Rahatsız edici," oldu. Önemsemeden tekrar bana dönünce ona gülümsedim ama bir sorun olduğunu fark etti. "Ne oldu yalancı bal? Mutsuz gibisin."

"Mutsuz gibiyim çünkü mutsuzum."

"Ne oldu?"

Şimdi burada olma sebebime girmiştik ama ona gerçeği tam olarak anlatamazdım. Harun'a da anlatamayacağım gibi. O yüzden kendime bir alıştırma olarak gördüm ve sıkıntımı detaylar vermeden paylaşmaya çalıştım.

"Şey, şimdi birisi var."

"Evet?"

"Bu kişi benim hayatımda son zamanlarda büyük bir öneme sahip."

"Eskiden değildi yani."

"Evet değildi."

"Değer verdiğin birisi mi?" Mert'e değer veriyor muydum?

Onunla yaşadığım anıları düşündüm. Bazıları keyifli bazıları hatırlamak istemeyeceğim kadar kötü anılardı. Ama şüphe yoktu ki ona zarar gelmesini istemezdim. Zaten zarar görmesini istemediğim için bugünkü olay yaşanmıştı.

Birisinin zarar görmesini istemiyorsan ona değer veriyorsundur.

"Sanırım."

"E anlat o zaman. Gözüm kafede kulağım sende."

"Beni sevdiğini pek düşünmüyorum. Ama bana yine de hep çok iyi davrandı. Ona karşı şımarık davranmama izin verdi ve tüm sıkıntılarımda yanına koştuğum birisi haline geldi."

"Bu kişi bir erkek mi peki?"

"Evet. Neyse. Aramızda yanlış anlaşılmalar olduğunda dahi bir şekilde beni tolere etti. Ve bugün ilk defa onun zarar gördüğüne şahit oldum. Yani daha önce de kesinlikle zarar görmüş. Bunu bazı şeylerden anladım. O yüzden alışıktır tabi. Ama ben bu tarz şeylere alışık değilim."

"Ne tarz şeylere?"

"Şey işte," Ne diyeceğimi bilemediğim için sustum. Son zamanlarda başıma gelen hiçbir şeye alışık değildim ben. Ama sanırım en alışık olmadığım şey ise birisinin gözlerim önünde zarar görmesiydi. Kıvılcım halamın bana bıraktığı travma yeterdi.

"Birisinin gözlerim önünde zarar görmesine. Buna alışık değilim. Özellikle değer verdiğim birisiyse."

"Tıpkı şimdi bahsettiğin kişi gibi yani."

"Çok güçlü birisi o. Değer verdiğim birisi olmasının yanı sıra asla birisinin onu incitebileceğini düşünmemiştim."

"Ve bugünse hiç düşünmediğin şey bugün oldu."

"Evet. Aslında benim moralimi bozan şey bu değil. Sonrasında olanlar."

"Ne oldu? Yaralandı mı?"

"Evet. Hatta çok fena bir şekilde yaralandı. Ben de doğal olarak onu hastaneye götürmek istedim. Ama kabul etmedi ve bana bazı kırıcı laflar söyledi."

"Ne gibi kırıcı laflar?"

"Benim şımarıklıklarımı çekecek durumda değilmiş."

"Zor bir halde olmalı o zaman."

"Nereden çıkarttın?"

"Sen dedin ya sürekli seni tolere etmiş. Hatta kendi ağzınla söyledin şımarıklıklarına göz yumduğunu. Bence o da sana değer veriyor ve anlatamadığın durum artık her neyse orada cidden canı yanmış. Gerçi anlamadığım şey niye hastaneye gitmek istemediği."

"Zor bir durumdaydı ve halletmesi gereken işler vardı."

"O zaman cidden işine bağlı biriymiş desene. Bu mu sadece canın sıkan şey? Nedense dahası var gibi hissediyorum." Dahası vardı. Zorla arabada yer değiştirttiği vakit ve ona karşı çıkamayacağımı söyleyip aramızdaki güç farkını göstermesi. Ama söylememeyi tercih ettim. Bunu karşıya nasıl anlatacağımı bilmiyordum çünkü. Üstelik düzgün söyleyemezsem yanlış anlaşılmaya çok müsaitti.

"Yok. Sadece bu."

"O zaman dediğim gibi bence acısından dolayı sana hoşgörülü davranacak bir durumda değildi. Normal şeyler bunlar. İnsanın kendi canından kıymetlisi yok sonuçta. Bence biraz trip at ve ne kadar kırıldığını göster. Dediklerinden çıkardığıma göre senin alındığını çözebilecek kabiliyete sahip."

"Barış abi mutfağa bi gelse. Tavuğu kesemedim." Barışı dinlerken ne ara yanımızda bittiğini fark ettiğim ve ismini hatırlayamadığım genç kız ayakta dikildiğinde sorgular bakışlarımı Barış'a yönelttim. "Tavuk ne alaka kafede?"

"Balçiçeği'nde diğer kafelerin aksine el yapımı börek yaparız. Herşeyimiz el yapımıdır. Hamburgerler bile. Tavuğu da börekte kullanıyoruz. Ya da salatada falan. Artık makarnalarda da kullanımı var."

"Sen yalabiliyor musun bunları?"

"İyi bir aşçı olduğumu sana daha öncesinde söylemiştim. Neyse sen biraz burada otur. Ben kesip on dakikaya geliyorum." O gittiğinde ben ve televizyondaki haberler başbaşa kalmıştık. Arada gündemi takip etmek lazımdı.

Gündem demişken haberlerde Esra'yı görmemle boğazım tıkandı birden. Bu şerefsizin ne işi vardı televizyonda? Daha net bir şekilde duymak için yerimden fırlayıp, televizyonun yanında duran ve bana tuhaf gözlerle bakan çifti görmezden gelerek, cihaza yaklaştım haberlere kulak verdim.

Bu yılın sonundaki ve 2024 yılının başındaki ülke genelinde bir sürü yazarlarımızın katılacağı en iyi eserleri seçeceğimiz yarışma ve sonrasında yapılacak ödül töreninde en güçlü isim olarak Esra hanım gösteriliyor. Bu konudaki düşünceleriniz nedir Esra hanım? Rakipleriniz hakkında ne düşünüyorsunuz?

Esra ne zaman canlı yayınlara bağlanabilecek kadar ünlü birisi olmuştu. Çok geçmeden Esra ekranda tekrar göründü. Bu sefer canlıydı. Üzerine giydiği kıyafette kocaman harflerle Prada yazıyor. Sırf marka giydiğini göstermek için bunu yapmıyorsa ben de Buket değilim.

Okuyucularımın beni rakipsiz gördükleri doğru. Eh, yanıldıklarını söylemeyemem. Yarışmaya yetişmesi için kitabıma verdiğim emekleri bir ben biliyorum sonuçta.

Benden daha mı çok emek vermişti acaba? Ben suç işleyip özel görevdeki askerlerle mafyamsı psikologları avlıyordum. Teröristlerle dövüşüyordum. Arabamla birilerini kovalayıp yavruma zarar veriyordum. Buraya gelmek için 300 bin lirayı feda ettiğimi saymıyorum bile.

Bense verdiğim emekleri söyleyemezdim çünkü bu ülke meselesi haline gelirdi.

Gösterişçi yazar bozuntusu.

Tabi bu röportaj bana başka bir şeyi daha harırlatmıştı ki o da buraya geliş sebebimi unutmamdı. O kadar çok belaya bulaşmıştım ki neden bunca zahmete katlandığı ve neden bu duruma düştüğümü unutmuştum.

E tabi insan ülkesini teröristlerden kurtarmaya çalışınca böyle oluyor.

Ve ne yazık ki kimse benim çektiğim cefaları bilmeyecekti. Gerçi artık biliyorsunuz ya, neyse.

Televizyondan uzaklaşıp masadaki eşyalarımı aldım ve mutfak olduğunu bildiğim yere geçtim. Barış'a veda edip eve geçecektim. Yazmam gereken bir kitap vardı ve ben o kadar çok unutmuştum ki bir yazar olduğumu daha konusunu bile düşünmemiştim.

Mutfak kısmına geçtiğimde beni durduracak kimse yoktu. Birkaç kişi ve Barış hızla ellerindeki işleri halletmeye çalışıyorlardı.

Barış'ın tavuğu keserkenki dikkati ve garip tavrı yine dikkatimi çekmişti. Bir insan nasıl olur da tavuğa bu kadar nazik davranırken hiç kaba kuvvet uygulamadan ikiye ayırabilirdi? Ben tavuk veya etle uğraşmaya başladığımda doğrayabilmek için ölmüş hayvana etmediğim eziyet kalmazdı.

Bunca yıllık mutfak tecrübesine bağladım. Yanılmışım gerçi.

"Barış, benim ani bir işim çıktı da. Gitmem gerek. Görüşürüz tekrardan."

Tavuğu ve bıçağı bırakıp elindeki eldiveni çıkarttı. "Kötü bir şey olmadı ya?"

"Yok yok. Sadece unuttuğum ama aslından yapmamın acil olduğu bir olayı hatırladım."

"Kolay gelsin o zaman. Bir de unutmadan numaranı versene. O kadar gelip gidiyorsun bari numaran benden kalsın." Dediği mantıklı geldiğinden hiç düşünmeyip numaramı verdim. Karşılık alışveriş yapmıştık. Gitmeden önce son bir kez sarıldığımda bena dışarıya kadar eşlik etti. "Yavrun düzelmiş."

"İmpala'dan mı bahsediyorsun?"

"Evet. Sürekli ondan yavrum diye bahsediyordun. İsminin bu olduğunu düşündüm." Mert de böyle düşünmüştü. O yüzden daha öncesinde bir isim koymamış olsam da şimdi ona Yavru diye sesleniyordum.

"Cidden hep böyle mi diyorum? Hiç fark etmemiştim."

"Laf aralarında."

"Eskiden ismi yoktu ama şimdi ismini Yavru koydum."

"Güzel. Yakışıyor."

Ona veda edip ayrıldığımda içime farklı bir telaş düşmüştü. Kitap konusundaki hırsımı geri kazanmamdandı muhtemelen.

Ama görün bakın ki ilham denen şeyden bende asla yoktu. Buraya gelme sebebim olan cemiyette öğrendiklerimi düşündüm. Semih beyin eşini aldatması ve o dönemde yaşadıkları magazinlikti. Kitaplık değil. Anca dizilerde bu tarz bir konu işlenebilirdi. Tıpkı sinir krizi geçirdiğim gün grup terapisinde adamın anlattıkları gibi.

Evde benden başka kimsenin olmayışından faydalanarak kendime zaman verdim. Evde dört dönerek konuşuyorum düşündüm. Bilgisayarım açıktı. Arkada güzel bir Sezen Aksu şarkısı çalıyordu.

Susar kadın, Ünzile.
Yağmuru kim döküyor?
Ünzile kaç koyun ediyor?

Çok depresif bir şarkı olduğunu fark edip kapatmam çok da uzun sürmedi. Üstelik çocukluk arkadaşımı hatırlatmıştı. Bir keresinde onu üzdüğüm için benimle barışsın diye evden okula, yol boyunca özür dilediğim ve gereksiz tripler atan bir arkadaşımdı.

bir saat boyunca volta atmama rağmen hiçbir şey aklıma gelmeyince pes ettim. Eskiden beni nelerin sakinleştirdiğini düşündüm. Şu an ihtiyacım olan sakin bir zihindi.

O yüzden bir saat sonra mercimek köftesini avucumun içinde küçük parçalar haline getirip sanatsal şekilde tabaklara dizerken buldum kendimi.

Annem ben sinirli olduğumda mutfağa sokardı beni. Eşyaları mahvetmemi umursamadan yemek yaptırırdı. Kabul etmek gerek ki yemekle uğraşırken aslında neye kızdığımı unuturdum. Ve en sevdiğim yemek mercimek köftesi olduğu için de en iyi onu yapmasını bilirdim.

Ortalık biraz batmıştı gerçi. Bir de bunun için Mert'ten azar yiyeceğime emindim ama umursamadım. Yanına mor, patlıcanlı, somaklı ekşili ve ayran da yaptıktan sonra bulaşıkları yıkamıştım. Azar yiyebileceğim bir mevzu kalmadığına emin olduktan sonra ayranı dolaba koydum.

Dolabın alt kısımlarında sebze ve meyve olsa da çoğunlukta tatlı vardı. Burada kaldığım bir hafta içerisinde Mert Ali beyefendinin tatlı hastası olduğunu öğrenmiştim. Yerleştikten sonra bana dediği ilk şeylerden birisi canım çok çekmedikçe tatlılara dokunmamam konusunda oldu.

Bu arada yerleşmek dediğime bakmayın. 550 liralık ahşap bir dolaba benzer bir şey alıp kurmuştu. Boş odalardan birisinde duruyordu ve sadece kıyafetlerim oradaydı. Onun dışında bana ait pek bir şey olduğunu söyleyemezdim.

"Alper sonda onu yapmayacaktın. Adam neredeyse öbür dünyayı boyluyordu."

"Ne yapayım Berrak komutanım, neler neler dedi size. Eğer size bunların denildiğini ve bizim buna karşılık boş durduğumuzu öğrenseydi Murat komutanımın azabından kurtulamazdık."

Benim gelmemden sonra nihayet iki buçuk saat sonra evin içerisinde farklı sesler duymuştum. Televizyon haricinde. Oturduğum yerimden sağa kayıp gelenlere baktım. Her zamankinden farklı olarak Berrak da onlarlaydı.

Benim de burada olduğumu fark ettikten sonra Berrak, Alper'in kafasına Osmanlı tokadından sert vurdu. "Sus!"

Başka zaman olsa onları cıvıl cıvıl karşılardım ama şimdi hiç modum yoktu. Berrak denen kadını tanımıyordum. Mert'e olan sinirim geçecek gibi değildi. Alper de arada kaynıyordu.

Benim olduğum odaya geldiklerinde onlara bir hoşgeldini bile çok görmüştüm. "Bir selam sabah yok mu Buket?"

Alper'i ciddiye almadan inadına bacaklarımı orta sehpaya uzattım ve az önce dolaptan aldığım trileçeyi mideme indirdim. Mert'in deli olacağı şeylerdi. Ama bana ifadesiz bir yüzle bakmak harici hiçbir şey yapmadı. "Yok Alper. Canım çok sıkkın."

"Ne sıktı canını?"

Siz diye bağırmak istesem de kendimi tuttum ve temizlik programını izlemeye devam ettim. Oldu olası bu tarz programlar beni yumuşatırdı. Halı yıkama videoları ile aynı etkiye sahip olduğu kesin bir gerçekti.

"Sanırım trip atıyor size Alper? Ne bok yediniz de bu kızı kızdırdınız?" Berrak'ın rütbede olmadıkları için ikisine bu kadar açık şekilde hakaret edebiliyor olması hoşuma gitmişti. Arkandayım Berrak, daha fazla hakaret et!

"Yemek hazırladım. Masayı da kurdum. İsterseniz yiyelim." Bunu da demezdim ama kırk yılın başı ne kadar hamarat birisi olduğumu ispatlama şansım varken boş geçsin istemiyordum. Tatlıyı önümdeki sehpaya koydum ve almadan mutfağa geçtim. "Ben yemeye gidiyorum. İsterseniz siz de gelirsiniz."

Mert denen şeytan yüzünden diğerlerine de haksızlık yapıyordum. "Aa, yemek mi? Geldim hemen. Karnım gurulduyordu bir saattir."

Berrak arkamdan ilk gelen kişi oldu. Masaya oturduğumda hemen yanıma yerleşmişti. Alper de ikinci gelendi ve o da diğer yanıma geçti. Mert ise elinde az önce bıraktığım tabakla sonuncuydu. Onunla ilk muhattap olduğum an da bu andı. "Dolapta ayran var. Onu da getirir misin? Bir de kendine pilav çıkart."

"Kendine derken?"

"Mercimek köftesi de eşkili de üç kişilik. Dördüncü kişiye yetmez. Sen dünden kalan pilavı yersin diye düşündüm." Bu kimilerine göre acımasızlıktı belki ama ben ne kadar darıldığımı göstermeye çalışıyordum. Barış böyle demişti. Berrak yanımda kıskıs gülerken Alper bana yavru köpek bakışları atıyordu. Mert ise hiçbir şey demeden dolaptan ayranı çıkardı ve pilavı ısıtıp karşıma oturup yedi.

En sonunda yemesi bittiğinde Berrak keyifle ona dönmüştü. "Mert komutanım, aslında dışarıdan da bir şeyler söyeleyebilirdik. Bunu yemek zorunda değildiniz." Suyu içerken duraksayan Mert'in yüzünde ben bunu nasıl düşünemedim ifadesi belirdi. Nitekim söyledikleri de yüzündeki ifadeyi doğrular nitelikteydi.

"Böyle şeyler niye hep sonradan aklıma geliyor?"

"Çünkü kafanız daha önemli, daha büyük işler için çalıştığından böyle küçük detayları unutuyorsunuz Mert abi." Berrak'ın Mert'i yerme, Alper'in de yükseltme çabası yarışır cinstendi.

Yemek bittikten sonra tabi ki bulaşıkları yıkamadım. Keşke yemeği yaparken de yıkamasaydım. Daha fazla sinir olurdu.

Biz oturma odasına geçtiğimizde şaşırtıcı şekilde bulaşıkları yıkamak için geride kalan Alper olmuştu. Gerçi şaşırtıcı sayılmamalıydı. Anladığıma göre rütbe olarak en düşük olan oydu. Böyle ayak işleri ona yaptırılıyordu.

O gelene kadar odadaki havayı özetleyecek olursam Fransa Cumhurbaşkanı Macron ve Rusya başkanı Putin'in yemek yerkenki mesafeden daha fazla uzaktı herkes birbirine. Berrak aramızda tampon görevi görüyordu.

Alper geldiğinde ekip tamamlanmış gibiydi. Berrak da sonunda odada başka bir tampon bölge gelmesinden mesut bir şekilde bana dönmüştü. "Ben sana kendimi tanıttım ama sen tanıtmadın. Gerçi ismini biliyorum ama düzgünce bir tanışalım dedim. Ben Berrak Sıla Yıldırım. Sıla ismimi pek sevmediğimden bana Berrak dersen mutlu olurum."

Uzattığı eli boş bırakmadım. "Ben de Buket Ayaz. Tanıştığıma memnun oldum. Ve Evet sana Berrak diye seslenirim."

"Güzel."

Haberler arkada kısık şekilde çalarken Berrak konuşmaya devam ediyordu. "E Buket, görev hakkında neler biliyorsun?"

"Hiçbir şey." Ben cevaplamamıştım. Mert cevaplamıştı. "O neden?"

"Çünkü bu daha yararlı. Ayrıca benim kararım bu yönde."

"Cidden hiçbir şey bilmiyor musun?"

"Bilmiyorum çünkü anlatmadılar."

"Hiçbir şey?" İnanmıyordu. Doğal olarak birisi ile işbirliği yapıyorsan ona neden sana yardım ettiğini anlatman gerekirdi. Ama en baştan dezavantajlı olan ben olduğum için sorgulamamıştım. "Berrak!" Mert uyarsa da Berrak'ın onu umursadığı yoktu.

"Bari kıza temel şeyleri anlatsaydınız. Resmen onu kör ve sağır bir şekilde canavarların arasına atmışsınız." Ben Berrak'ı gittikçe sevmeye başlamıştım. Bu odada iyiliğimi gerçekten düşünen bir o vardı. "Hiçbir şey bilmemesi sadece bizim için değil onun için de yararlı. Ne kadar çok şey bilirse o kadar tehlikeye girer."

Biz ve o. Ben onlardan değildim.

"Sus sen! İste ya da istememe, ben bu yavruyu savunmasız bir şekilde bırakmayacağım."

"Go Berrak. Lütfen o ikisine uyma ve bana biraz bilgi ver. Neler döndüğünü bilirsem hem kendimi," Alper'e dönüp gözlerinin içine baktım. "Hem de Zeynep'i koruyabilirim."

Berrak, Mert'e arkasını döndü ve hayatımda bir toplumun nasıl da salak yerine konulabildiğini öğreneceğim olaylar zincirini anlatmaya başladı. Cebinden çıkardığı ilaç ilk adımdı. Orta sehpaya koyduğu an elime aldım. "Bu hap cemiyetin ileri derece psikolojik rahatsızlıklara karşı kullandığını söylediği bir hap. Güya reçeteli."

Arkasını incelemeye çalıştım ama Türkçe bir yazı yoktu. O yüzden beş yıllık üniversite hayatımdan geriye kalmış olması gerek İngilizce yeteneğimi konuşturdum. Ama bunlar İngilizce bile değildi. Latince olduklarını ve tıpa ait terimler olduklarını varsaydım.

"Cemiyetin bu ilaçları temin ettiği şirket Arnavut kökenli. Ama bizim ülkeye getirildiğinde sağlık bakanlığının onayından geçememiş. Sen de bilirsin ki sağlık bakanlığının onayı olmadığı müddetçe eczanelerde satılamaz. Ama satılıyormuş gibi yapıyorlar."

Beynim hiçbir bilgiyi algılamıyordu.

"Bu büyük bir şirket olduğu için ilk onu söyledim ama dahası var. Bu ilaç mevzusu daha bunla bitmedi. Bazı markalar bedelsiz olarak eczanelere ve başka tıbbi kurumlara kendi ürünlerini gönderiyorlar. Yani depodan gelmiyor, kargo yoluyla. Bu tarz ürünler normalde satılamaz. Yani en azından legal olarak satılamaz. Ama cemiyet bazı üyelere bu tarz ürünleri satıyor ve kullanmalarını sağlıyor. Nasıl ürünler olduğunu tahmin edebiliyorsundur."

Cemiyetin verdiği ilaçları içmemeyi aklımın bir köşesine not ederken Alper anlamam için kolay bir örnek verdi. "İnfluencerlarla benzer aslında."

"Ben influencer bilmem. O yüzden cemiyetle devam ediyorum." Bir bardak su içtikten sonra tekrar konuştu. "Geçen yıl Mert'in verdiği raporla bir kere dava açıldı. Ama sağlık bakanlığının olmasa bile tarım bakanlığının izni olduğunu söylediler. Bir bakanlığın da olsa izin olduğu için ve kocaman bir avukat orduları olduğundan sıyrılmayı başardılar."

Mert ilk defa konuşmaya katıldı. "Takviye edici gıdalara giriyormuş. Öyle söylediler. Bitkisel olduğu için de sağlık bakanlığı ile ilişkisi yokmuş."

"İlaçlar konusu en hafif mevzu ama burada bitmiyor." Berrak cebinden bu sefer de farklı bir ilaç çıkardı. "Bu da kullandıkları farklı bir ilaç. Zihin dayanıklılığını arttırır diyorlar." Bana uzatırken ekledi. "Arkasındaki içindekiler kısmına bir bak."

Hiçbir şey anlamayacağımı bildiğim halde elime aldım. Baktı ki ben bir şey fark edemiyorum. Göstererek açıkladı. "Kullanılan maddelerden ne kadar kullanıldığı yazılmamış. Bu çok yanlış. Herhangi bir madde gereken dozdan fazla veya az kullanılırsa çok büyü etki bırakabilir."

Gittikçe hayrete düşüyordum.

"Tabi Mert sayesinde bu ilacı incelettik. İçindekiler kısmındakiler sadece süs olsun diye konmuş. Tamamen şeker ve sudan oluşuyor. Bir yararı yok."

Ah, şu anda ölmek istiyordum. "Beynim yandı," diye isyan ettim. Kafamı ellerimle sarıp aşağıya eğerken bir an Mert'in bu halime gülümsediği yanılgısına kapılmıştım. "Bu çok şeytanca ama. Bizi resmen zehirliyorlar!"

"Aslında bunları size vererek, markanın sahibine para kazandırıyorlar. Biraz mail order gibi. Öyle değil mi Mert?" Mert yüzünü sıvazladı. "Sayılır da sayılmaz da."

"Ne dediğinizi anlamıyorum."

"Bu ilaçlar üyelere beleş verilmiyor. Sizler bunlara para veriyorsunuz. Bu yolla hem marka hem de cemiyet kazanıyor. Ayrıca markanın sicil de pek temiz değil. Kara para aklamakla defalarca kez suçlanmış. Cemiyeti mail order olarak kullanmış olabileceklerinden şüpheleniyorum."

Mail order'ın ne demek olduğunu sormaya zahmet bile etmeyecektim. "Ama en kötüsü bu değil. Sonuçta bunlar zararlı olsa da tedavisi imkanlı şeyler. Asıl sorun uyuşturucu." Alper'e şaşkınca bakarken birisinin bu iddiayı reddetmesini umdum. Ama Mert destekleyici sözleriyle Alper'e hak verdi.

"Doğru. Daha tam emin değiliz çünkü uyuşturucu alımına dair belgeler olsa da şimdiye dek uyuşturucu verilen bir üyeyle karşılaşmadık."

Berrak aralarına girerek konuyu ilaçlardan kara para aklanmasına getirdi. "Cemiyetin bu yıl için geliri toplam dokuz milyon. Maaşlar, bağışlar ve ihtiyaçlar için kullanılan para çıkarıldığında geriye beş milyon lira kalıyor. Üstelik resmi olarak görülen bir açık. Bankada bulunabilir. Bu paranın nereye gittiği bilinmiyor. MASAK'a başvuruda bulunulmuş bu konuyla alakalı. Daha Mert gelmeden."

"Ama açıklamaları yüzünden dava kapanmak zorunda kalmış." Mert'i bölerek araya girdim. "MASAK ne?"

"Mali suçları araştırma kurumu."

"Tamam. Devam et. Niye kapanmış dava?"

"Çünkü geleneksel bir yola başvurmuşlar ve cemiyetin de bağışlarda bulunduğunu beyan etmişler. Siktirik boktan ne işe yaradığı bilinmeyen vakıflar." Berrak küfür edince Mert ona ters bir ifadeyle bakmıştı.

"Yine de sürekli dava ediliyorlarsa illa birilerinin dikkatini çekmiştir değil mi?" Sorularıma karşılık bana öyle bir ifadeyle bakıyorlardı ki çok masum sorular sorduğumu anlamıştım. Keşke bunları yazsaydım. Kitabımda kullanırdım.

"Hayır Buket balım. Bu ikisi haricinde bir davaları olmadı. Ayrıca parayı o kadar normalleştiriyorlar ki, davayı bilmeyen hatta bilen kişiler bile durumu ciddiye almıyor. Çünkü para ve zenginlik bir vakıf, bir cemiyet için elinin kiri. Ya da zaten kendileri de kara para akladığı için göz yumuyor. Yani gün sonunda kimse üzümün bağını sormuyor."

Mert'in konuşmayı tekrar devralması uzun sürmedi. "Cemiyette aklınan para çok büyük bağışlarla açıklanamayacak kadar."

"E peki ne ile?"

"Yasadışı bahis siteleri her gün milyarlarca kazanan bahis siteleri parayı sisteme sokabilmek için paravan şirketlere ihtiyacı var. Sen gittin bahis oynadın ve siteye para yatırdın o para direkt olarak paravan şirkete yönlendiriliyor."

Bu konuya nasıl girmiştik? Bunların el atmadığı yer yok muydu? Allah'ım sen benim sabrımı koru.

"O zaman paravan şirket cemiyet?" Salak olarak görülmek istemediğimden tahminde bulunmuştum. Ve anlaşılan tutturmuştum. "Evet. Hem cemiyet hem de ilaçları gönderen markalar."

"Bunların belgeleri illa vardır. Bulamadın mı Mert?" Mert'in ismini ilk defa yüksek sesle söylemiştim. Ama ne yazık ki bunun şu konuşma ortasında bir anlamı yoktu. "Gizlemesini iyi biliyorlar."

"Nasıl?"

"Yüklü miktarlarda olmasa bile yapılan şüpheli transferler bankaların dikkatini çeker ve hesap bloke edilir. Gidip de bu şüpheyi üzerinden kaldırmadığın sürece bankadan herhangi bir işlem yapamazsın. İşte burada fintek denilen şirketler ortaya çıkıyor. Bankacılık lisansları olmayan sahte bankalar. Bu yüzden yatırım veya vadeli mevduat gibi çekimler yapamazsın. Sadece ama sadece transfer yapmaya yarayan şirketler. Böyle olunca da belge konusunda sıkıntı yaşıyoruz."

Mert konuşmasını bitirip de kendisine şu doldururken Berrak sözü devraldı.

"Mesela ilaçlarda da buna benzerini yaşamıştık. Çünkü ilaçların nereden geldiğini bulamamıştık. Bunun sebebi de ilaçları gönderen ilaçları getiren kargo şirketin sahte bir kargo şirketi olmasıydı. Bu tür şirketlerde gönderenin sahibine ulaşamazsınız sadece varış yeri bellidir. Ondan dolayı kargolardan bir türlü bu ilaçları kimin gönderdiğini bulamadık ve bu konuda zorluk çektik."

Omzunu sallayıp Mert'e vurdu. "Yani, en azından Mert zorluk çekti."

"Yani kısacası Buketcim, cemiyet her haltı yese de bunları gizlemede bir dünya markası."

"Ve bunlar bir kısmı?" Derken hayır demelerini o kadar çok istiyordum ki. Ama cevap evet oldu. Ben neyin içine düşmüştüm öyle. Ağlamak istiyordum.

"Neyse bu kadar bilgi sana yeter."

"Emin ol daha fazlasını öğrenmek istemiyorum komutanım." Kalbimden geçenler cidden bunlardı.

Bir süre gerginlikten sessiz sakin bir şekilde yerimde kaldım. Mıhlanmış gibiydim. Öğrendiklerim benim için anlaşılmazdı. Ben sadece harcama kısmını bilirdim. Böyle şeylerle alakam bile yoktu. Parayla oynamaya çalıştığım tek dönem Cem'in babası Cüneyt beyin bana yatırım yapmam gerektiğini söylediği zamandı.

O zamanda bile kalkışmış ama hisse senet işleri beni çok uğraştırdığı için vazgeçmiştim.

Başımın ağrıması arttığında saate baktım. Daha sekiz buçuktu. Erken sayılırdı ama çok fena uykum gelmişti. "Ben uyumaya gidiyorum. Hadi size iyi geceler."

Kalkarken Mert'in gözleri üstümdeydi. "Yukarıda mı yatacaksın?" Korktuğum için geldiğimden beri oturma odasında yattığımızdan benim tek başıma üst katta kalamayacağımı düşünüyordu. Ona cevap vermeden yukarı çıktım. İsterse bana çocuk desin, trip atıyor desin. Bugün dediklerini kolay kolay unutacak değildim.

Odaya girdikten sonra dolaptan battaniyeleri ve yastıkları çıkarttım. Odaya uğramasını da istemiyordum. Aşağıya indirdiğim eşyaları normalde benim uyuduğum kanepenin üzerine attım. Tabi eşofmanları da vardı.

Yine tek kelime etmeden çıkarken Berrak'ın arkamdan Mert'e şunları söylediğini duydum. "Sen benden habersiz bu kızla evlendin falan mı? Karısını kızdırmış bir koca gibi kanepeye mahkum olmanı başka şekilde açıklayamıyorum çünkü."

***********

Gece benim için kabustu. Tam da istediğim gibi ama beklemediğim şekilde kimse yukarı kata çıkmamıştı. Ve tahmin ettiğim gibi de ben uyuyamamıştım. Bunun belli olmasını istemediğim içinse ışığımı kapatmış, sokaktan gelen ışıkla idare etmeye çalışırken gelen tıkırtıları duymamaya çalışıyordum.

En son saate baktığım vakit biri on iki geçiyordu. Saat dokuza doğru ayrılmış ama korkumdan bunca saat uyuyamamıştım. En sonunda vücudum yorgun düştüğü için sızdığımı hatırlıyorum. Sabah ise gördüğüm bir kabusun etkisinde kalıp çığlık atarak uyanmıştım. Ne gördüğümü uyandığım ilk an bile hatırlamamıştım. Ama net bir şey hatırlıyorsam o da Mert'in sabah gördüğüm ilk kişi olduğuydu.

Ellerimi tutuyordu. Avcunu suratımda hissediyordum. Nefes nefese kalmıştım, ve terden sırılsıklam olmuştum. Ama odaklandığım ilk şey ne kadar feci vır halde olduğum değildi. "Niye buradasın?"

Ona trip atıyordum. Şu ara en son görmek istediğim kişiydi. Tabi dizleri üzerine çökmüş özür diliyorsa durum farklı. "Eşyaları bırakıp gidiyordum. Sonra sayıklamaya başladın. Kabus gördüğünü düşündüm."

"Peki gördüm mü?" Olduğum vaziyete bakacak olursak gereksiz bir soruydu. "Neden uyanıksın?"

"Çünkü kabus gördüm." Ellerini hem yüzümden hem de elimden çekti. "İyi misin Buket?" Sorusu içtendi ama umursamadım. En nefret ettiğim erkek tipi herşeyi yapıp yapıp hiçbir şey olmamış gibi davranandır.

"Kötüyüm. Seni gördüm daha kötü oldum." Mavi hareleri ilk defa o kadar donuklaştı. Herhalde tribi düne özgü sanıyordu. Sen ne kadar kindarsan ben de o kadar kindarım Mert bey. Sen unutmuyorsan ben de unutmam.

Yataktan kalktığımda onu es geçip duş almak için odadan çıkacaktım. Sesini duyunca durmak zorunda kaldım ama. "Bana sinirlisin?"

Sanki hayatında ilk defa birisi ona sinirleniyordu da imkan vermiyormuş gibi soruyordu. Hırsla arkamı döndüm. "Tabi ki sinirliyim." Sakin başlasam da aynı sakinlikte bitiremedim. "Ben dün sadece senin iyiliğini istemiştim. Kusura bakma ama herkese önümde araba çarpmıyor. Ya da her gün önümde teröristler öldürülmüyor. İçlerinde olduğun için sana normal geliyor olabilir ama bana normal gelmiyor!"

Nefes alabilmek için durdum. "Sen alışık olabilirsin tüm bu saçmalıklara ama ben akıl sır erdiremiyorum. Benim dünyamda birisine araba çarparsa hastaneye götürülür. Onu yanına alarak mafya bozuntusu bir adamla kovalamaca oynanmaz. Kusura bakma dün senin iyiliğini istediğim için. Ya da yok hayır. Özür dilerim bu kadar şımarık olduğum için."

Yatakta oturmuş bana bakmaya devam ediyordu. O sessiz kaldıkça benim sinirim daha da arttı. Birisiyle kavga ediyorsam karşının da benimle eşit düzeyde bağırmasını isterdim.

"Ben senin her istediğinde kenara atabileceğin bir kadın değilim. Bana karşı olan hareketlerine dikkat et. Müttefik dediğimiz şey iki tarafın eşit olmasıyla sağlanır. Eğer bir daha bana o şekil bir saygısızlıkta bulunursan neler olacağını bir Allah bilir."

Artık hırsımı attığımı düşünüyordum. Bundan bir iki hafta önce birisi bana Mert'e bağırabileceğimi söylese inanmazdım. Ama şimdi adamı çocuk gibi azarlamıştım. Kıyafetlerimin olduğu odadan bornozumu ve kıyafetlerimi alıp duşa geçtim. Normalde peeling yapmayı düşünmüştüm ama sinirden bakım malzemelerini almadan sadece şampuanım, bakım kremlerim ve ismini unuttuğum bir işe yarayan tarağım vardı.

Normalde belki istemez diye banyoda hiçbir eşyamı bırakmazdım. Rahatsız olsun istemiyordum. Ama bu sefer tüm eşyalarımı bırakıp ayrıldım. Bornozumu bile. Ben onu kırmamak için herşeyi yaparken o bunları şımarıklık olarak görüyorsa ona şımarık halimi gösterirdim.

Aşağıdan yine sesler geliyordu. Berrak ve Alper bu gece burada yatmışlardı büyük ihtimalle çünkü daha sabahın yedisiydi. Hiç kimse sabahın yedisinde başka bir eve gitmezdi.

"Yerde yatanın sürekli ben olmasından bıktım. Görevlerde bile hep beni taşlık yerlere atıyorsunuz!" Alper haklı serzenişinde bulunurken mutfağa girmiş dünkü yerime oturuyordum. "En düşük rütbesi olan sensin. O zaman hızlı davran da git rütbeni yükselt."

Harbi en çok Alper'in rütbesini merak ediyordum. Ama şimdi Mert'e olan tribimin cefasını herkes çekmek zorunda olduğu için tek yaptığım suratımı aşıp Mert'in önüme kahvaltı tabağı bırakmasını izlemek oldu. Berrak bana günaydın dedikten sonra tekrar Alper'e döndü. "Hem bak önündeki yemeği komutanın hazırlıyor. Sen niye hazırlamadın?"

"Mert komutanım eşyalarına dokundutmuyor ki!"

Hıh sesi çıkartıp elime bıçağı aldığımda sanki birisine saplamak istiyor gibi tutuyordum. Bu masadaki herkesin dikkatini çekmişti. "Buket o bıçağı bize saplamayı düşünmüyorsun değil mi? Mert'e olan sinirini bizden çıkartma lütfen. Daha çok genciz. Hem sevgilim daha yeni bana evlenme teklifi etti."

İçimdeki genç kızın ortaya çıkışından mıdır nedir bıçağı bırakıp heyecanla ona döndüm. "Sevgili mi? Nişanlı mı? Kim o?"

Ani ruh hali değişimim Alper'i şaşırtsa da Berrak gülerek bana dönmüştü. "O da tıpkı benim gibi asker. Hatta biliyor musun bizim timden. Üsteğmen. Ama şimdi o görevde. Elimde olsa onu da buraya getirirdim."

"Tüm timi buraya toplayın Berrak. Zaten görev bana değil hepimize verildi." Mert'in serzenişini görmezden geldim. "Nasıl birisi?"

"Dünya üzerindeki en yakışıklı erkek. Senin gibi kahve rengi gözleri var. Hani derler ya gözleri kahverengiydi ama gökyüzü gibi bakıyordu diye. Öyle işte. Siyah saçları ise hep yumuşacık." Nişanlısını biraz daha överse ben de aşık olacaktım. "Ayrıca dünyada gördüğüm en kibar insan. Çok centilmen." Ah, benim hayatıma centilmen diyeceğim kimse girmemişti.

"Ailesi peki?" Magazin sayfası gibi art arda sorularımı sıralıyordum.

"Babası da asker. Annesi ev hanımı. Üç tane kardeşi var. Hatta biliyor musun senin gibi bir de kız kardeşi var." Kız kardeş. Abilerinin ezdiği ve ailr içerisinde hizmetçi olarak görülen o kişi. Yani ben.

"Aa ne güzel," dedim yine de. Şu an söz konusu olan ben değildim. Başkasının kız kardeşi beni ilgilendirmiyordu.

Berrak ile biz konuşurken kahvaltı safhası bitmiş Mert bulaşıkları makineye diziyordu. Bir kere bile ona bakmadım. "Mert, ilaçlarını almayı unutma!"

Mert son tabağı da yerleştirip makinenin kapağını kapadıktan sonra dolabın en üst rafından ilaçlarını çıkarıp içti. Onların orada olduğunu bile bilmiyordum. Tıpkı ne için kullandığını bilmediğim gibi. "Ne için onlar?"

"Bilmiyor musun Mert şeker hastası?"

Kesinlikle bilmiyordum.

Özellikle de dolabın yarısı tatlılarla dolu olduğu için hayatta vermeyeceğim bir ihtimaldi. "Hayır," diye mırıldandım kendi kendime. "Bilmiyordum."

Zaten onun hakkında ne biliyordum ki? İsmi harici neyi biliyordum? Yaşını. Başka? Hiçbir şey. Eski bir tim arkadaşının şalgama takıntısını saymazsak.

O benim hakkımda herşeyi biliyordu ama. Ailemden tut eski sevgilime kadar. İşimi, yaşadığım yerleri. Tüm hayat hikayemi. Benimse elimde koca bir hiç vardı. Daha da tek kelime etmeden ayrıldım oradan. Hakkında bir gram bilgiye sahip olmadığım adama güveniyordum.

Daha ne kadar alçalabilirdim?

Yatakta dört dönerken aklıma getirmemeye çalıştığım tek bir kişi vardı. Onu da tahmin edersiniz. Bir ara Ali'ye haksızlık edip etmediğimi bile düşünmüş, aile üyelerimi en sevdiğimden en sevmediğime sıralamıştım. Babamla annemin yeri değişip annem ilk sıraya yükselirken Ali hâlâ en sondaydı.

Farkında olmadan uyumuşum. Muhtemelen Rıza abimi düşünürken olmuştu. Severim, canım cananımdır ama çok sıkıcı bir insandır vesselam. Tarih ve matematik derslerini beşle geçen birinden bahsediyoruz. Beşle geçen detayı bile ne kadar sıkıcı olduğunu söylüyor.

Uyandığımda vakit öğlene gelmişti ve evde ne bir ses ne de seda vardı. Sadece Berrak olduğu içindi. Oturma odasında pineklemekle meşguldü. O asistana ne yaptıklarını söylemeseler de onun yanına gittiklerini biliyordum.

"Aa uyandın mı? Keşke biraz önce uyansaydın. Mert sen uyanırsın diye gitmemek için direndi." Hâlâ uyanamadığımdan yanlış duyduğumu düşündüm. "Ne? Niye beni beklesin ki?"

"Senle konuşması gerekmiş."

"Ne hakkında?"

"Bilmem." Yorgun argın kendimi boş kanepeye atarken elindeki telefonu bırakıp bana odaklandı. "Sana bir soru sorabilir miyim?"

"Söyle." Kibar olacak havada değildim. "Mertle alakalı."

Sanki onunla alakalı bildiğim bir şey vardı.

"Son bir haftadır rapor vermiyordu. Bir araştırma yaptığını söyleyip durdu ama ne olduğunu söylemedi. Sonra öğrendim ki 90 yıllarının Kuleli öğrencilerini araştırıyor. Vatani görevini bırakıp bu konuyu niye araştırdığıyla alakalı bir fikrin var mı? Hani ne görevinden önemli olabilir ki?"

Bir fikrim vardı. Benim için görevini yarım yolda bırakmıştı. Önemli olan bendim.

Kuleli öğrencileri. Mektuplardaki günlüğü yazan kişi. Onun okuduğu yıllar. Araştıracağını söylemişti. Tabi ki güvenmiştim ama araştırmak için kendi görevlerini bir kenara atacağını hiç düşünmemiştim.

Bu adam sürekli kafamı karıştırıyordu. Tam tavrımı koyup mesafeli olmaya çalışacağım beni önemli hissettiriyordu. Tam önemli hissediyordum, gelip benim kendimi bir çöp parçası gibi hissetmemi sağlıyordu. Lovebombing mi ne yapıp sonra beni ghostluyor gibi hissediyordum. Ya da durum asla böyle değildi ben herşeyi götümden anlıyordum.

Berrak o andan sonra bana tekrar laf atmadı. İki saat sonra da Mert ve Alper gelmişti. Mert gelince ilk benim odama çıkmış ve konuşmak için çağırmıştı. Bu sayede buraya geldiğimden beri ilk defa evin bahçesine çıkabilmiştim.

Burası uzaktan hem bahçesi hem de yapısı olarak tam bir aile evine benziyordu. Kocaman bahçesinde iki kişilik bir salıncak vardı. Biraz ötesinde kebap yapmak için ismini unuttuğum alet ve kocaman bir masa bulunuyordu. Çiçeklerle ve dut-erik ağaçlarıyla bezeliydi.

Salıncağa oturduğumda Mert de bir sandalye kapıp ön tarafıma oturmuştu. Ve konuşacak gibi durmuyordu. "Ne? Konuşmayı planlıyor musun?"

İçim sıkılmıştı artık. Eğer biraz daha susacak olursa burayı terk ederdim. "Özür dilerim."

Bu beklediğim bir şey değildi. "Hı?" Böyle tepki verdiğim için beni suçlayamazsınız.

"Özür dilerim. Dün dediklerim için. Ayrıca yaptığım saygısızlık için de. Herşey için özür dilerim." Dilimi şeytanlar falan mı yutmuştu. "Hayatımda ilk defa bir siville bu kadar kapsamlı bir görev için işbirliği yapıyorum. Alışık olduğum bir şey değil. O yüzden olaya senin tarafından bakamadım. Kusura bakma."

Yumuşama Buket. Daha katı ol. Peki ne demem gerekliydi? "Sadece senin için endişelenmiştim. Bana karşı o kadar kaba olmana gerek yoktu."

"Biliyorum. Ama sen de şunu bil ki ben dünden daha beter durumlarla karşılaştım. Ayrıca hiçbir şey vatani görevimden daha önemli değil. Yani orada değil araba çarpması bacağım kopsaydı bile o adamı takip ederdim."

Diyene bak. Benim için vatani görevini aksattığını sanki bilmiyorum. Tabi sen benim bunu bildiğimi bilmiyorsun. "Kusura bakma. Her gün önümde birilerine araba çarpmıyor."

"Doğru. Bak Buket. Bazen, hatta çoğunlukla senin için çekilmez bir insana dönüştüğümü biliyorum. Soğuk olduğumu düşünüyorsun. Seni önemsemediğimi belki de. Ama şunu bil ki bu zamana kadar ne yaptıysam sadece seni kurtarmak içindi."

O asistanı takip etmesi nasıl benim yararıma oluyordu? Sorgulayan gözlerimle ona baktığımda anlamış gibi cevabı verdi. "Ne kadar çabuk onların yüzlerini ortaya çıkarırsam o kadar çabuk kurtulursun. Eski hayatına kavuşabilirsin. Hatta o yarışmayı kazanıp ödül bile alabilirsin. Ama görüyorsun ki bu iş tehlikeli. O araba benim yerime sana da çarpabilirdi."

Kuleli öğrencilerini araştırmasını öğrenmem ve üzerine de bu konuşmayı yapması benim için hiç iyi değildi. Şu anda yumuşamıştım. Marshmallow gibi olmuştum.

"Ben de şımarıklığım için özür dilerim. Senin benim şımarıklığımı çekmek zorunda olmadığını unuttum. Ama bil ki ne zaman şımarık davrandığımı ne zaman davranmadığımı bilmiyorum."

Özür dileyin tarafın o olması gerekirken ben de özür dilemiştim. Ama pişman hissetmiyordum. Veya gururu incinmiş.

"Şımarıklığını seviyorum."

Ne demişti o? İnanamayarak mavi harelerine baktım. Ciddi mi diye. Gayet ciddiydi. İltifat mı olduğunu bilmediğim sözünü duymamış gibi yaptım. Ne cevap vereceğimi bilmiyordum çünkü.

"Mert?"

"Efendim."

"Ben seni hiç tanımıyorum." Tek kaşı havalandı. "Beni mi merak ediyorsun?"

"Evet."

"Niye ki?"

"Sen benim hakkımda herşeyi biliyorsun. Ben senin hakkında hiçbir şey bilmiyorum."

"Doğru. O zaman dün yaptığım hıyarlığın cezası olarak bana istediğin herşeyi sorabilirsin. Sana lafı dolanmadan anlatırım. Ama sadece kendi hayatımla alakalı."

"Ciddi misin?"

"Evet. Ama sadece bugün için geçerli. Başka bir zaman sana kendi hayatımı anlatmam. Şimdi sor bakalım." Burada sormaktan daha iyi fikirlerim vardı.

"Mert, halk ozanı Alizade'nin bir sözü vardır bilir misin? İki duble rakı acı geçti. İçmeye gidelim mi?"

"Ayık kafayla düzgün düşünemiyorsun. Ayyaş halini merak ettiğimi söyleyemem." Ama ayık ediyordu.

"Ama olmadı böyle. Size kazma kürek getireyim beni gömün." Dudakları yukarı kıvrıldığında bir an gözlerimi alamadım. Ne güzel gülüyordu öyle. Ama çoğunlukla yüzünde sıkıntılı veya sıkılmış bir ifade oluyordu. Ellerini teslimetle yukarı kaldırdı. "Madem öyle istiyorsun, tamam. Gidelim. Aklında bir yer var mı?"

İçki içelim demiştim demesine ama aram alkolle pek de iyi değildi. Cem de abilerim olacak manyaklar da beni sadece meyhaneye götürmüşlerdi. Yani rakı alışık olduğum tek içecekti.

"Rakı balık yapmaya ne dersin?"

"Burada meyhane var mı?" Zeynep'in bahsettiğine göre vardı. "Varmış. Ben yerini öğreneyim de gidelim."

Dört saat sonra üzerime beyaz tshirt ve kot pantolonumla evin çıkışında Mert'i bekliyordum. En sonunda verandanın merdivenlerinden inerken ağzım açık bir şekilde ona bakakalmıştım.

Beyaz gömleği tam yazlıktı. Üzerine hiçbir şey giymemişti. Bu sefer yaralarını gösterme konusunda daha rahattı. Kolunu çemremiş olması beni her zaman düşürüyordu sadece. Siyah kumaş pantolonundan düzinelerce vardı sanırım. Bense bu kadar sıradan bir görüntüye düşecek kadar aptaldım.

"Yavru hazır mı?"

Hı?

Hemen kendimi düzelttim. Ağzımdan salya akmadığı kalmıştı bir tek. "Seni bekliyor."

Yanımdan geçerken kokusu burnuma doldu. Hangi parfümü kullanıyordu Allah aşkına? "Hadi gidelim o zaman. Arabayı sen sürersin diye düşünüyorum. Bir de yarın bana ver anahtarı, tamire götüreyim."

Dış kapıyı geçmem için açarken niye tamirciye götüreceğini açıkladı. "Dün kapıyı mahvettim ya. Ben yaptım ben düzeltirim."

Hep bu kadar düşünceli miydi?

Arabaya yerleştiğinde son gazla meyhaneye sürdüm.

Çok fazla kişi yoktu. Buna sevindim. Herkesten uzak, kıyıda köşede bir yer bulunca birisinin kapmasından korktuğum için hızla koştum. Mert arkamdan sesleniyordu. "Zaten boş. Birisinin kapacağı yok. Koşma, düşeceksin!"

"Ne olur ne olmaz ben kapayım da."

Yerimize geçtikten sonra ikimizin siparişleri o kadar farklıydı ki. O çipura ve 70 Cl'lik yeni rakı sipariş ederken ben ortaya karışık menüdeki tüm yiyecekleri istemiştim. E boşuna gelmeden önce evde kendimi aç bırakmamıştım.

Siparişler gelmeden konuşmaya başlamadım. Sohbet ortamı olmasını istiyordum. Gelmeleri baya zaman bulmuştu ama. Arkadan çalan şarkı beni büyülerken siparişlerin gecikmesini umursamadım.

Ona çiçek yolladım
Akasyalar açarken
Ona çiçek yolladım
Akasyalar açarken

Yarim gelir yanıma
Kanı kaynar kanıma
Yarim gelir yanıma
Kanı kaynar kanıma

Babamın en sevdiği şarkılardan birisiydi. Aklımın bir köşesine onu aramayı not ettim. Annemle düzenli konuşsam da onunla bir süredir araşmıyorduk.

Garson siparişleri masaya dizdikten sonra bardakları rakı koyma işlemini Mert üstlendi. Ve yaklaşık on dakikanın sonunda onunla rahatça konuşabilecek kadar çakırkeyif olmuştum bile. "Artık merak ettiklerini sormayacak mısın? Yoksa tüm gece yemeklerle mi meşgul olmayı planlıyorsun?"

Buraya neden geldiğimizi gerçekten de bir an unutmuştum. "Doğru. Buraya senin hakkında gerçekleri öğrenmek için gelmiştik. Okey, bekle. Şimdi aklıma soru gelecek."

Sarhoş olmam demiştim ama olacak gibiydim. Biraz düşündükten sonra basit bir soruyla başladım.

"Hadi o zaman basit bir soruyla başlayalım. Neden bordo bereli oldun?"

"Mavi rengim değildi." Şakacı seni.

"Ben mantıklı ve gerçek cevaplar istiyorum. Söz vermiştin!"

"Ama gerçek bu. Mavi rengim değil." Elimdeki bıçağı şakasına ona doğrulttum. "Yalan atma. Mavi sana çok yakışıyor. Bir kere gözlerin mavi senin oğlum."

Oğlum kelimesini kullanmamı sarhoşluğuma verin lütfen. "Sen öyle diyorsan."

Be kadar da alttan almayı seviyordu. "Tamam. O zaman başka bir soru. Nerelisin?"

"Giresun."

"Kardeşlerin?"

"İki tane kız kardeşim var."

"Ailen var yani? Bazen öyle davranıyorsun ki kimsen yokmuş gibi hissediyorum." Gerçekten de öyleydi. Görevde olduğu için ailesinden bahsetmemesi veya onlara dair iz bulundurmaması normaldi ama yine de ailesi yokmuş gibi davranıyordu.

"Bazen ailen olsa da kimsesizsindir. Benim ailem var ama kimsem yok." Bu cevaba nasıl karşılık vereceğimi bilemedim. Benim ailem herşeyimdi. O yüzden saçma bir şekilde konuyu değiştirmeye çalıştım. "Türk askerisin."

"Japon askerine benzer tarafım mı var?" Şu laf sokmaları da olmasa.

"Bana kariyer geçmişini anlatsana. Nasıl asker oldun? Nasıl buna karar verdin?"

İşte bu soruyu anlatmaya istekli değil. Uzun bir duraksamanın ardından derin bir nefes aldı ve anlatmaya başladı.

"Evimiz kırsal bir alandaydı. Etrafımızda çok fazla ev yoktu. Doğal olarak arkadaşım da yoktu. Bir tek bizim evdeki inekleri sağmaya gelen Demir abi vardı. Annem nefret ederdi hazır gıdalardan. Evde yediğimiz herşeyi kendi yapardı. Peyniri, yoğurdu." Güzel anıları hatırlıyordu. Yüzündeki gülümseme ilk defa bu kadar içtendi.

"Demir abi evinin en büyük çocuğuydu. Eve ekmek getirmesi lazımdı. Yaşının küçük olmasının bir anlamı yoktu o yüzden. Liseye geçeceği zaman askeri liselerin sınavlarına girdi. Ne kadar erken atılırsa o kadar iyiydi. Ama herkes tembel görürdü onu. Gitmesini de hiç istemediğim için kazanmayacağına kendimi inandırmıştım."

Rakıyı elinde döndürüyordu. O an fark ettim ki ikimiz de balığa dokunmamıştık.

"Ama sonra öğrendik ki Kuleli'yi kazanmış. O benim tek arkadaşımdı. Onun gidişiyle yalnız kaldım. Sonraları ise günlerim her gün pencereye çıkıp onun gelişini beklemekle geçti. Yılda iki üç defa gelirdi. Üzerinde askeri üniforması. Çok havalıydı. Çok özendim ona. Üstelik eski cılızlığı gitmiş uzun boylu yakışıklı bir delikanlı olarak dönmüştü. Annemle babama ilk defa bir akşam yemeğinde asker olmak istediğimi söyledim. Annem gülse de babam çok kızmıştı."

"Neden?"

"Maddi durumumuz iyiydi. Babamın birkaç tane şirketi vardı. Onların başına geçmemi istiyordu çünkü ben hem en büyük çocuk hem de tek oğluydum. Başka bir ihtimal düşünülemezdi."

"Sonra ne oldu?"

"Annem o zaman babamı bunun sadece bir çocukluk hayali olduğuna ikna etti. Ama sadece bir çocukluk hayali değildi. Ortaokul bittiğinde gizlice askeri lise sınavlarına girdim. Tıpkı Demir abi gibi ben de Kuleli'yi kazandım. Tabi babam hâlâ istemiyordu. Bana bu kapıdan çıkarsan bir daha seni bu eve almam, mirasımdan da redderim dedi."

"Reddetti mi?" Dizi izliyor gibi dinliyordum adamı.

"Evet. Hiç param olmadan gizlice annemin verdiği parayla İstanbul'a gittim. İlk tatilde eve döndüm. Ama babam beni eve almadı. Bir hafta boyunca kapının önünde yattım. Yağmur yağıyordu. Ama bir kere bile içeri gel demedi. Hatta işe giderken beni görmezden geldi. Köpek yavrusu gibiydim resmen. Ama umrunda olmadı."

Ne kadar zorluk çektiğini düşündüm. Sadece 14 yaşındaydı. Babasına da çok gıcık olmuştum. Ne olursa olsun bir insan kendi evladına bunu yapar mıydı? Ama onu dinledikçe tüm bu soğukluğa anlam verebiliyordum. Babasından gelmiş olmalıydı. Ayrıca şık ve zengin gibi giyinmesinin gerçekten de zengin olduğundan kaynaklandığını fark etmiştim.

Tüm o zenginlikten sonra bu derece yoksulluk fena sarsmıştır.

"Kuleli'de geçen dört yılın ardından teğmen olarak Kayseri'ye gittim. Oradan sonra farklı yerlere. Ama çoğunlukla Suriye ve Irak gibi bölgelerdeydim."

"Hatay'a geldiğin sıra?"

"Teğmendim. Zaten beni öyle hatırlıyorsun. Ama kıdemli teğmen olmaya çalışıyordum. Oradan ayrıldıktan sonra kıdemi de aldım zaten. Belki görevdeyken de alabilirdim ama senin yüzünden olmadı."

"Nasıl benim yüzümden?" Daha bir kere görüşmüşken nasıl adamın kariyerine taş koymuştum ki?

"Kuzenin hastalanmıştı sanırım. Hastaneye gitmen lazımdı. Ağlıyordun, benden istedin. Biz de seni hastaneye bıraktık ya."

"Evet?"

"Bu yasadışı. O zaman yüzbaşım da vardı. Normalde sorumluluğu o üstüne almak istemişti ama gerçekte ben istediğim için seni bıraktık. Çok kötü ağlıyordun. Sana kıyamadım."

Sana kıyamadım. Bense ona gayet güzel kıyıyordum.

"Özür dilerim."

"Önemli değil. Sadece kıdemimi almamı biraz geciktirdi o kadar." Benim başıma böyle bir şey gelse, yani Mert yüzünden kariyerimde aksaklık çıksa intikam diye etrafta dolaşırdım.

"Peki ilk görev yerinden sonra ne yaptın? Hiç bir time falan girdin mi yoksa yine böyle tek tabanca mıydın?"

"3 tane tim değiştirdim." Bu normal bir durum muydu acaba? Murat abim askerliğinin başından beri aynı timdeydi. Sebebini anlatmamıştı ama o timin dağılması gerekmişti ve bu yüzden farklı bir timdeydi. Alışmakta zorluk çektiğini hepimiz biliyorduk.

"Aa niye? Uyumsuz falan mıydın? Abim yıllarca aynı timde kaldı şimdi değişti de alışamıyor."

"Uyumsuz falan değildim. Önceki timlerimde tüm devrelerim şehit oldu. O yüzden 3 defa tim değiştirdim."

Böyle bir olaya nasıl bir tepki verilir bilmiyordum. Hayatımda hiç olmadığım kadar suskundum. Arkadaki şarkı değişirken benim için zaman durmuş gibiydi. Elimde tuttuğum rakı bardağını masaya koyarken sadece bir kere gözlerinin içine bakabildim.

"Değiştirilen üç tim, toprağa verdiğim 12 şehit, onlara ayrılan 45 saniye. İsimleri bile söylenmeyen, bir oyuncunun sevgilisinden ayrılması kadar dikkat çekmeyen arkadaşlarım. Benim kariyerimin de tüm hayatımın son 7 yılının özeti bu."

Kendi rakısını masaya koyarken yenilemesi için garsonu çağırdıktan sonra devam etti. "Ama alışık olduğum bir durum. O sebepten üzülecek bir şey yok. Benim sevdiğim kişiler uzun yaşamaz. Herşey güzel başlar. İnanırım kaderimin değiştiğine. Ama hepsinin sonu tıpkı başı gibi aynıdır. Kötü biter. Herkes gider, ben yalnız kalırım."

Artık onda gördüğüm şey farklıydı. Şimdi o benim için sadece bir enkaz yığınıydı. Garson yenilerken sustum.

Rakıyı dudaklarıma dayayıp başımı yukarı kaldırdığımda gözlerimin yaşardığını görmesin istedim. Ona acıdığımı düşünmesin. Ama görmüştü. "Bana acıdın değil mi?" Ben ne diyeceğimi bilemeden ona bakarken yüzünde acılı bir tebessüm belirdi. Şimdi gördüğüm manzara arkada çalan şarkıyı tamamlıyordu.

Halime bak, derli çal kemancı, başımın tacı

Şu an bu hayat hikayesine uygun daha iyi bir şarkı olamazdı.

Yaşlarım akmak için uğraşırken ben de onlara inat direniyordum. Kendisine acımamı istemiyordu. Eğer bu kadar kötü bir hikayesi olduğunu bilseydim bu kadar meraklı davranmazdım. Gözlerimi kaçırarak meyhanede bizim aklımıza eğlenen kişilere baktım. Aklıma başka şeyler getirerek onu düşünmemek için direndim.

Kendimi toparladığımda baya zaman geçmişti.

"Hiç yabancı bir ülkeye gittin mi? Yani yurt dışı deneyimin oldu mu?" Ortamın ağırlığı değişsin diye konuyu değiştirtirdim.

"Bir bakayım." Gözleri tavana bakarken gittiği ülkeleri saymaya başladı. "Suriye, Irak, İran, Azerbaycan, Almanya, Afganistan, Pakistan, Filistin. Bir de geçen yıl savaş çıktığında tahliye için Ukrayna'ya gönderilmiştim."

Normal bir cevap istiyordum. Sadece diğer normal insanlar gibi hiç gitmedim veya ne bileyim İtalya falan diyemez miydi? "Ben de Yunanistan ve Bulgaristan'a gittim."

"Güzel ülkeler. Bir gün boş zamanım olursa gitmek isterim." Cevabının iç karartıcı olmadığı bir soru düşünmesi çok zordu. "En sevdiğin renk ne?"

Benim en sevdiğim renk belli değildi ama onunkini merak etmiştim. Niyeyse Lacivet veya siyah olacakmış gibi hissediyordum. "Mavi."

Benimle ciddili ciddili alay ettiğinden emindim artık. "Kendine maviyi yakıştıramadığını söylemiştin?"

"Kendime yakıştıramıyorum diye renkten nefret edecek değilim. Aksine en sevdiğim renktir."

Konuşmanın geri kalanında da ne soru sorarsam sorayım verdiği cevaplar beni dumura uğrattığı için rakının dozunu kaçırmış ve stresten daha fazla yemek sipariş etmiştim. Kalamar ve Çipura aynı anda gitmiyormuş. Hele ki üstüne karides de sipariş ettiğinizde.

Ben kendimi kusmamak için güç bela tutarken yediklerimi ödemek için kasaya gitmiştim ve 7bin 540 liralık bir hesapla karşı karşıya kalınca da bayılmamak için fazlasıyla güç sarf etmiştim.

Artık resmi olarak sarhoştum. Kendi başıma bile yürüyemiyordum. Aferin bana.

Meyhaneden çıkarken merdivenlerden düşme girişimimin üzerine belimde bir el hissettim. Sol kolum da birisinin boynundaydı. "Çok mu sıkıcıydım da bu kadar içtin?"

Mert beni kolaylıkla Yavru'ya doğru yönelendirirken bacaklarımın düzgün adımlar atmasını sağlamak oldukça zordu. "Biliyorsun değil mi senin hayatın çok depresif. Asla senin yerinde olmak istemezdim."

Yanımdan kısık kahkahasını duydum. "O yüzden kendimden bahsetmiyorum ya."

"Düşünmem lazımdı. Zaten ilk görüşte normal bir hayatın olmadığı belliydi." Ona doğru yığılırken elinin belimdeki baskısı arttı. Parmağımı alnının üzerine yerleştirip dürttüm. "Bir kitabın ana karakteri falan olabilir misin? Eğer öyleyse seni yazan kişi sana hiç acımamış."

"Ben de öyle düşünüyorum Buket. Sanki bir Rus yazar tarafından yazıldım. Yakında tek bir paltomla parasızlıktan ölürüm diye endişleniyorum." Eğer edebiyatçıysanız anlayabileceğiniz türden bir espriydi. "Şaka da yapabiliyormuşsun ya sen?"

Kendi başıma durmaya çalışırken yanlışlıkla ayağına basmamla durdum. Sarhoş olsam da aklıma bir şaka gelmişti. "Evet, evet, evet!"

"Neye evet?"

"Seni kocam olarak kabul ediyorum. Baylar ve bayanlar genç çiftçimizi alkışlayın lütfen." Bu seferki kahkahası kısık değildi. Gülüyordu. Ve hiç bu kadar yüksek sesle güldüğünü duymamıştım. Gözlerim dudaklarında takılı kaldığında bir anda kollarından birini bacaklarında diğerini belimde hissettim. Havalanmıştım. "Böyle olmayacak," diye mırıldandığını duydum. "Ay ne oluyor? Uçuyorum."

"Seni yürütmeye çalışırsam daha bir saat daha burada kalırız. O yüzden seni kucağıma aldım."

Karşı çıkmadım. Yerim de rahattı zaten. Boynuna sarılıp daha da rahatlayacakken beni arabaya bırakmasıyla boşlukta hissettim.

Arabayı çalıştırdığında radyo da çalışmıştı. Eli kapatmak için gittiğinde parmaklarına vurdum. Ön koltukta olduğunmdan kolay olmuştu. "Ne olursa olsun benim arabamda radyo hep çalar."

İtiraz etmeden arabayı çalıştırdı. Bu şartlar altında normalde sızardım. Eğer radyoda Hadise çalmıyor olsaydı.

Bu gece geliyosun mazeretin yok
Marşla yürüyosun bahanen çok
Bana yine baldan tatlı geliyosun
Aşkı veriyosun oh

Mırıldanırken uyuymamıştım. Eve varmamız da uzun sürmedi zaten. Arabadan inerken kafam ayık olmasa da dikkatimi evdeki tüm ışıkların kapalı olması çekmişti. "Niye tüm ışıklar kapalı? Berrak'la Alper uyuyorlar mı?"

"Yok. Onlar bugün Alper'in evindeler. Her gün burada kalamazlar." Dediklerinin sebebini anlamasam bile eve yürümeye başladım. Spor ayakkabı giymiştim ben ama bacaklarım sanki topuklu giymişim gibi yürümek istemiyordu. Attığım her adımda midemin kalktığının daha fazla farkına varıyordum. Bana bu balıkları al içimden diyordu.

Eve girip de ayakkabılarımı çıkardığımda ise artık bir şey demek yerine aksiyona geçmişti. Nasıl tuvalete koştuğumu bilemedim. Sonradan öğrendiğime göre ilk katta da lavabo vardı ama üst kattakine çıkmayı tercih ettim. Niye yolu uzattığımı bilmiyorum. Fazla rakının sonuçları.

Klozetin kapağını açıp öğürürken arkamdan gelen adım seslerini duyuyordum. "Gelme," diye bağırdım hemen. Rezil olmak istemiyordum. Özellikle ona. Dediğimi yaptı ve kapıda bekledi. En sonunda bu kısımla işim bittiğinde yüzüne bakmak için fazla utanç içindeydim. Gelmemişti ama tüm o sesleri duymuştu.

Yanıma geldiğinde beni kaldırdı ve klozetin karşısındaki duşakabinin içine soktu. Bir sandalye getirip üzerine oturttuktan sonra ne yapacağını merak ettikten sonra bekledim. Beni banyo yaptıracak hali yoktu ya.

Ama yanılmıştım. Ben aval aval yüzüne bakarken bir anda suratıma ve tüm bedenime sıçrayan su alkolün götürdüğü tüm hisleri geri getirmişti. Donuyordum. "Kusura bakma ama bu kusmuklu halinle evi kirletmene izin vermemem."

Su düzenli olarak ağzıma girdiği için dediklerim anlaşılmaz hale geliyordu. Böğürüyor gibiydim. Ama sözlerimi size anlatacak olursam hayvan, salak, gerizekalı, yapma gibi kelimeler anahtar kelimelerdi.

Su kesildiğinde titriyordum. Ben tavurenin üzerinde titrerken kaptığı bir havluyu başıma koydu. "Biraz kurulan da seni odaya götüreyim."

"G-geri z-zekalı!"

Onaylamaz bir ifadeyle bana baktı. Ben de karşılık olarak dil çıkardım. Birkaç dakika sonra titremem geçmişti ve kendimi az önceye oranla ayılmış hissediyordum. Banyonun ışıkları açıkken bir anda kapanınca korkmuştum. Mert korkmasa da şaşkınca tavana baktı. Gidip diğer odaları da kontrol ettikten sonra yanıma geldi. "Elektrikler gitmiş. Şalter atmamış. Yani biraz sonra tekrar aydınlığa kavuşacağız."

Beni götürmek için önümde eğildiğinde kendimden beklemediğim bir şey yaptım.

"Gözlerin," dedim yüzünü avuçlarımın içine alarak. "Mavinin en güzel tonuna sahipler. Hem de her ışıkta. Güneş vurduğunda açılıyorlar tıpkı gökyüzü gibi. Şimdi ise karardılar. Tıpkı okyanus gibi. Yerle göğü gözlerinde taşıyorsun."

"Bana bu kadar dikkat ettiğini bilmiyordum."

"Ediyorum ama. Sana bakmayayım diye televizyon aldın. Ama benim gözlerim yine de senden ayrılmadı."

Yüzü donuklaştı. Böyle zamanlarda nasıl tepki vereceğini bilmiyordum. Kötü bir harekette bulunup bulunmadığımı sorguladığım sırada beni elimden tutup kaldırdı ve üst kata, odaya çıkardı. Yatağın üzerindeki temiz kıyafetleri seçebiliyordum. "Şimdi üzerini giyin. Hastalanma. Zorlanırsan da-" beni çağır demezdi değil mi?

"Zorlansan bile sakın beni çağırma. Kendi başına halletmeye çalış."

Bazen cidden odun birisi olabiliyordu.

Çıkarttığı kıyafetler benim değildi. Kendi kıyafetlerini çıkarmıştı ama o an önemseyecek durumum yoktu. Zor bela da olsa üzerimdeki ıslak kıyafetleri çıkarıp yenileriyle değiştirdim. Çıkardıklarımı önemsemeden bir kenara fırlatıp yatağa kendimi attım.

Tam yerleşmişken kapının çalmasını duymuştum. "Giyindim. Girebilirsin."

Mert odaya girdiğinde tabi ki gözleri ilk olarak kenara attığım kıyafetleri buldu. Sonra ise elindeki ateş ölçerle yatağa oturdu. "Ne olur ne olmaz ateşini ölçelim."

Kulağıma koyduğu aletten gelen sesle baktı. "Hasta olmadığından emin olmamız lazımdı." Ateşimi ölçtükten sonra gitmeye hazırdı ama ben onu durdurdum. Bileğin tutarak gitmesini engelledim.

"Hâlâ bana güvenmiyorsun değil mi? Sana ihanet edeceğimi düşünüyorsun?"

Sessizliği bir cevaptı. Bana güvenmiyordu. Daha önce imasını yapmıştı ama inanmamıştım. Şimdiyse o kadar samimiyken gerçeği inkar edemezdim.

"Peki masum olmamı ister miydin?"

Bir umut sorduğum soruyla aşağı düşen başımı kaldırdı ve yastığa geri yerleştirdi.

"Sandığından daha fazla. Hatta o kadar çok ki kendi zihnimi suçluyorum."

Gitmeden önce ona son bir kere seslendim. Kapıdayken bana döndü. "Sen bana güvenmiyorsun, inanmıyorsun ama ben sana güveniyorum. Hatta şu an herkesten daha fazla. Dünyada en güvendiğim insan sensin."

"Neden? Neden bana güveniyorsun?" İhtimal veremiyor gibiydi. Hatta belki de bunun da bir yalan olduğunu düşünüyordu. Zihninde neler döndüğü tahmin etmesi imkansız birisiydi.

"Bilmem. Sadece kalbim sana güvenmeyi istiyor. O yüzden beni harcama olur mu? Yoksa çok üzülürüm."

Ay bölüm sonuuu

Yine uzun bir bölüm oldu. Bölüm hakkında ne düşünüyorsunuz? Nasıl bir bölümdü? Fikirlerinizi belirtirseniz sevinirim.

Gelecek hafta görüşmek üzere.

İnstagram= @/thisisesra7

Continue Reading

You'll Also Like

23K 1.8K 19
Buket Ayaz, Kraliçe takma adıyla popüler olmuş bir yazardır. Türkiye'nin en başarılı yazarları arasında parmakla gösterilir. İşinde başarılı olmayı k...
8.2K 337 21
Bahar en yakın arkadaşının düğününe mardine gider ve oraya damadın en yakin arkadaşı olan ateş'i görür ve o yüz bir daha aklından çıkmazsa ve bir ka...
418 66 9
Zümrüt gözlü kadın hayata gözlerini yumduğu an sevdiği adamın da gözleri siyaha boyandı. Adamın siyahlara büründüğü gün zümrüt gözlü kadının intikam...
7.1K 1.2K 21
ruhumun ikiziymiş bu tuttuğum ellerinin iziymiş hoşçakal sevgilim sen gittin ama arkanda kocaman bir enkaz bıraktın