ZİFİRİMİN YARASI

Por avennoirr

464 36 147

"Vena Laurent. Artık benden kaçışının imkanı yok. Alışmaya başlasan iyi edersin, çünkü sana gölgenden yakın o... Más

2|BİR SEVGİ BİN ÖLÜM
3|GÜZEŞTE
4|MEVT

1|MİLADIN KAYBI

164 11 28
Por avennoirr

Herkese merhaba.
İlk bölümümüz ile geldik.
Beğendiyseniz, oy ve yorumlarınıza bana destek olmayı unutmayınnn.
Sizi seviyorum🤍

Başlangıç tarihinizi buraya bırakabilirsiniz

Bölüm Şarkıları.
Dedublüman / Sen bilmezsin.
Cem Adrian/ Ayrılık.
Hande Mehan / Beni Böyle Sevme.
Toygar Işıklı / Korkuyorum

"Sensizlik ne demek? Gitsen de gönderemediğimsin. Sırf bu yüzden, seni özlemek ne demek bilmiyorum."

🎞

Günümüz.
Vena Laurent.

"Uzaktan hayran kaldığınız biriyle sakın tanışmayın." der Dostoyevski ve ekler, "Ya eliniz, ya kalbiniz boş kalır."
Aksine ne kalbim boştu, ne de ellerim. Kalbimden bir an olsun eksilmeyen varlığından bir parça ellerimdeydi. O var olmasa bile anılarımız benimleydi. Ve hep öyle kalacaktı. Onu unuttuğum tek bir an olmayacak, onsuz acı çekmediğim tek bir saniye olmayacaktı.

Acıyla kaybımı mezara gömünce tanıştığımı sanardım. Acıların en büyüğü toprağın altına gömülmeyen, geride kalanlarmış. Bana çok şey öğrettin. Aşkı, sevgiyi, öfkeyi, acıyı. En kötüsüde hasretmiş. Seni kaybettiğimde anladım ki, hasretin dayanılacak gibi değilmiş.

Vena. Vena Laurent. Önce sevdiği, sonra terk ettiği adamın yasını birlikte mezara taşıyacak o kadın, bendim. Kaybından bir an olsun vazgeçmeyen ama korkularına karşı direnemeyen o kadın. Bendim. Dışarıdan baktığında güneşli gözüken havanın yağmuruna tutulan, canını yakacağını, her damlanın düştüğü yeri eriteceğini bilerek o her damlayı kabul eden kadın bendim.
Zordu. Derdini de, dermanını da toprağa gömmeden öldüren olmak. Hislerin katili, pişmanlığın esiri olmak çok zordu.

Her zorluğun üstesinden gelmiştim ama onsuzluk bu yaşımda beni küçük bir kız çocuğuna çeviriyordu. İki yıldır üstesinden gelemiyor, varlığını bir an bile kafamdan silip atamıyordum. Silmekte istemiyordum zaten. Varlığı her daim benimle olsun istiyordum.

Telefonumdan gelen zil sesi, beni kapıldığım düşüncelerden uyandırmış, bakışlarım önümde akıp giden yoldan telefonuma dönmüştü. Uykusuz ve yorgundum. Gözlerim kapanmak için bahane arıyor, her hareket ettirdiğimde batıyorlardı. Telefonda beliren ismi gördüğümde gülümseyerek telefonu açtım.

"Günaydın canım."

Karşı taraftan gelen uykulu ses, "Sabahınız hayırlı, gününüz aydın, eviniz bereketli ve huzurlu olsun. Günaydın." Diyerek mırıldandı. Kaşlarım şaşkınlıkla havalandığında dudaklarımdan gür bir kahkaha kaçtı.
"Ne?"

Onaylamaz gibi bir ses çıkarttı.
"Şimdiki gençler günaydın da demez olmuş. Hiç yakıştıramadım." Kahkaham arabanın içinde yankılandı. Her zamanki gibi, saçmalıyordu.

"Artun, yine ne saçmalıyorsun acaba?"

Artun. Artun Atlas Tanseli. Gittiğim hiç bir yerde peşimi bırakmayan, baş belası kuzenimdi. Benden yalnızca bir yaş kadar büyük olmasına rağmen o bir yaşı abartabildiği kadar abartarak huysuz ağabey olma rolünü her defasında fazla kaçırıyordu. Bundan şikayetim yoktu elbette, aksine Artun'un huysuzluk yapmadığı bir hayatımın olduğunu düşünme fikri bile kulağa mantıklı gelmiyordu.

Uykulu sesinden telefona doğru gür bir kahkaha yükseldi. "Sabah Hale sultan ve biricik annem aynı günaydın mesajını atmışlar bana. Ezberledim burada seninde gününü aydınlatayım diye. Ayıp ediyorsun." Kendimi tutamayıp yüksek sesle gülmeye başladım.

"Günaydın canım. Ama sen sadece günaydın de olur mu? Bir insanın ağzına hiç mi yakışmaz?"

"Kızım Türk edebiyatı bu. Siz, yeni jenerasyon ne anlarsınız be?"

"Bırak ya. Sen Fransa'da yaşıyorsun yıllardır. Edebiyat mı kaldı? Ayrıca biz hemen hemen aynı yaştayız tatlım."

"Edebiyat mı kaldı ne demek lan? Bazen Fransa'nın en iyi okullarından birinde okumuş başarılı, yakışıklı ve zeki bir doktor olduğumu unutuyorsun."
Gözlerimi devirdiğimde bunu yaptığımı adı gibi bildiğinden kıkırdamaya devam etti. Gece gündüz çapkınlık yapmaktan başka işi olmayan bir adamın nasıl doktor olduğu da muammaydı tabiki. Hiç güven vermiyordu.

"Sen niye sabahın köründe aradın beni?"

Şaşırmış gibi bir ses çıkardı. "Sen nasıl bir insafsız oldun ya? Arayamaz mıyım kuzenimi?"

"Ararsın Artun, ararsın ama bu saatlerde kıçını devirip yattığından dolayı aramana pek anlam veremedim." Küçük bir çocuk gibi sinsice güldü. Artun böyleydi işte. Yirmi dokuz yaşında bir doktor olduğunu düşünsenizde, kendini beğenmiş bir çocuktan farkı yoktu.

"Müjdeyi vermek için aradım tatlım."

"Ne müjdesi?"

"İki gün sonra, Türkiyedeyim."

"Ne?" Ağzımdan sevinç dolu bir çığlık kaçtığında, "Geliyorsun yani?" Diye teyit etmek ister gibi sordum. Bu kadar sevinmemin nedeni Artun'a olan bağlılığımın yanında, yıllardır Fransada yaşıyor olmasıydı. Türkiyeye sık sık gelirdi fakat son gelişinin üzerinden birkaç ay geçmişti. Onu ailece çok özlemiştik.

"Geliyorum bebeğim." Ağaçların ardından görünmeye başlayan bina ile arabanın hızını yavaşlattım. "Teyzemler biliyor, arayıp söylemene gerek yok."

Kaşlarım çatıldı. Yalan olduğu her halinden belli olan kızgın sesimle konuştum. "En son neden benim haberim oldu?"

"İşin heyecanı burada tatlım. Şimdi kapatıyorum, hastaneye gideceğim. Seni ve göz bebeğimi çok özledim. Bol bol öp benim yerime."

Tebessüm ettim. "Bizde seni özledik Atlas. Öpüyorum. Görüşürüz."

"Â plus belle." Görüşürüz güzelim.

Gülümseyerek telefonu kapattım. Artun ile konuşmak bana iyi gelmiş, birazda olsa enerjimi yükseltmişti. Telefonu kapattıktan sonra arabadan inecekken bakışlarım bileğimde, tam damarımın üzerindeki dövmeye ve kenarındaki küçük parmak izine kaydı. Her daim orda olduğunu bilmemi sağlayacak en önemli hatıramı bileğimde taşıyordum.

En dibimi, en karanlığımı, en ızdırabımı yaşadığım o günlerden sonra beni çekip çıkaran, onsuz aydınlık günler geçirebileceğimide gösteren asi ay ışığım. Kalan son umudum. Onu kaybedeceğim ihtimaliyle ölmüş, yeniden acıyarak dirilmiştim. En güzel yıllarımdan bana kalan hatıra, hep istediğim peri masalıydı. Eksik bir peri masalı.

Hiç bir peri masalı bizim masalımız gibi bir sonla bitmiyordu. Hiçbiri bizi tam anlamıyla yazmıyordu. Çünkü tarihte her acının bir sonu, her sonun bir başlangıcı olduğu yazıyordu. Bizim sonumu. Sonsuzdu. Bizim yeniden bir başlangıcımız olur muydu? Bilmiyordum. Ama bizim sonumuz gelmiş ve geçmişti. İki yıl önce bir Temmuz sabahında.

Ne o Temmuz sabahını, ne o sonsuza dek sürmeyen peri masalını unutabiliyordum. Ruhumun derinliklerinde saklanan küçük kız unutmak istemiyordu. Unutmak istemeyen tek o küçük kız değildi. Yaşattığını hatırlamayı, her saniye hatasını unutmamayı, pişmanlığının gözlerinin önüne karanlık bir perde çekip bıraktığı o karanlıkta ona eziyet etmesini isteyen ise yirmi sekiz yaşında bir kadındı. Eksik bir kadın. Bozuk bir peri masalının, en mutsuz sonlu kadını.

Bakışlarım daldığım düşüncelerden, yeni hikayemin en gerçeğine kaydı. Önünde dikildiğim binaya. Kızıltan Savunma Sanatları Kulübü. Son bir kaç yılımı birlikte geçirdiğim hayatımın bir parçası. İsteyerek bağlandığım, attığım her düğümü çözmüş fakat nasıl bağlandığını bilmediğim bir kördüğüme saplanmıştım. Kızıltan benim kör düğümümdü. Vazgeçmek istediğim her an, tosladığım duvarla birlikte artık denemekten bile vazgeçmiştim.

Arabadan inip binaya doğru ilerlediğimde her zamankinden farklı olan kalabalıkla beraber kaşlarım çatılmış, anlamladıramamıştım. Bir çok farklı yüz görüyordum ve bu garipti. Genellikle hep aynı yüzler olurdu. Canı sıkılanın gelip gittiği bir bar ve ya bir kulüp değildi. Burada Eğlenceye değil, ihtiyacınız olana ulaşıyordunuz.

Burası bir kendini savunma merkeziydi. Savunulmaya ihtiyaç duyanların değil, kendini savunmaya ihtiyaç duyanların en uğrak noktasıydı.

Belirli insanların bildiği, belirli insanların kayıtlı olduğu bir kulüptü sadece. Herkesin hakkında bildikleri aynıydı. 2012'de kurulmuştu. Şehrin en ıssız diyebileceğiniz yerinde, ana bina ve etrafında bir kaç eğitim sahası vardı. Ettafı oldukça sessizdi. Kısacası kuş uçmaz kervan geçmezdi. Benim ise Kızıltan'a yolum lisede düşmüştü. Lisedeyken savunma dersi almıştım. Kendimi savunmayı öğrenmiş fakat yetersiz bulmuş, Fransa'da üniversite yıllarımda daha fazlasını almıştım. Bir hobi, bir ihtiyaç ne derseniz oydu fakat zorunluluk asla değildi. Kimse beni buna zorlamamıştı. İki yıl önce yeniden Türkiye'de dönmüş ve Kıraç ile tanışmıştım. Kıraç, Türkiyede'ki Kızıltan'ın üç kurucusundan biriydi. Diğer iki kurucunun adını bile duymamış, bir kere bile görmemiştim. Sanki yoklardı. Her olayda kararlar onlara ulaşıyor, her toplantıda Kıraç tarafından onların kararları iletiliyordu. Hem bu kadar var olup, hem de yok olmayı nasıl yapabiliyorlardı?

İçeri girdiğimde dışarıdaki kalabalığın bir benzerinin içeridede olduğunu gördüm. Bugün izinli günümdeydim fakat Kıraç aniden çağırmış, telefonda konuşamayacağımız kadar önemli bir konudan bahsetmişti. Uykulu halimle ne olduğunu bile düşünmeden kendimi burada bulmuştum. Kıraç'ın odasına doğru yürüdüğüm an ile içimin garip bir hızursuzlukla dolması aynı anda gerçekleşti. Üzerimde hissettiğim bakışlar, hoşuma gitmiyordu.

Kızıltan, belirli ülkelerde kulüpleri, ve her kulüpte üç kurucu olmak üzere on iki yıldır ülkelere sıçramış bir tesisti. Kurucusu Türk'tü. Herif neymiş, neciymiş kimse bilmiyor, herkes didik didik arasa bile bir sonuca varamıyordu. İnsanlara çok ulaşılmaz gelen kurucuyu merak etmeyi bırakalı çok olmuştu. Ben sadece, beni ilgilendiren kısmını düşünüyordum.

Kıraç'ın kapısının önünde durdum. Kapının kulpuna elimi uzattığımda ardımdan tanıdık olmayan bir ses yükseldi. "Hocam?"

Kızıltan'da eğitim derecenize göre sınıflara ayrılırdınız. Tecrübesiz olan alt kademe, öğrencilerdi. Hepimiz olduğumuz yere gelmek için alt kademeden geçiyorduk. Bazıları kendini savunacak kadar eğitimi aldıktan sonra Kızıltan ile olan yolunu ayırıyor, bazıları ise gözünü daha yükseklere dikiyordu. Yüksekler her daim ilgi çekici geliyordu. Fakat bazen, düşünüldüğü kadar kolay olmayabiliyordu.

Küçük yaşlardan beri ailemden gizli bir kaç dövüş kulübü değiştirmiş ve gerekli eğitimi aldıktan sonra çoğunu sıkılıp bırakmıştım. Bir kısmını bırakma sebebimde Artun olmuştu. Tehlikeli işlere bulaşacağımı düşünmüş, abartılı fantastik hayalleriyle bana engel olmaya çalışmıştı. Fakat istediğim tehlikeli işler olmamıştı hiçbir zaman. Kendimi savunmayı öğrenmek istemiş ve öğrenmiştim. Ama bir süre sonra bu isteğim artmış, öğrenebileceğimden daha fazlasını görmek istemiştim. Bunun tehlikeli bir hayatım olup olmamasıyla alakası yoktu. Aksine oldukça sakin bir hayatım vardı. Tehlike sokaklardaydı. Günümüzde kadına verilen değer ortadaydı. Siz kendinizi korumadıkça sokaktan geçen herhangi biri sizi korumuyor, onlar için yardım çığlıklarınızın, yalvarışlarınızın bir önemi olmuyordu. Her insan böyle olmasa da görüp duyduğumuz kadarıyla, onlara değmeyen yılan bin yaşasındı. Kısacası bu durumda bataklıktan çıkacak olan da batacak olan da siz oluyordunuz.

Tabi asıl mesleğim hiç bir zaman bu olmamıştı.Hiçbir zaman şu an olduğum yerde olmayı istememiş, hayal etmemiştim. Tehlikeli bir hayat falan istediğim yoktu. Tehlike aramıyordum da, her gün kan görmek ya da silah sesi duymak benlik değildi. Küçük yaşlardan beri tek istediğim hayranlıkla izlediğim, modellerden olmaktı. Bu fikir lise çağlarımda fazla ulaşılmaz gelse de, üniversitede çevre dolduruşuna gelerek fikrimi gerçeğe dönüştürmüştüm. Üstelik oldukça kolay olmuştu. Fiziğim ve otoritem yeterliydi. Resmî bir eğitim gerekliliğine bile ihtiyaç yoktu. Hep güzelliğimi, gücümü ve isteklerimi ön planda tutmuştum. İstediğimi almak için bir cast ajanıyla görüşmüş ve yıllarca istediğimi almış, arzularımı tatmıştım. Bu fikirden kazandığım şey para ya da ün değildi. Bir işe yaradığımı hissettirecek en doğru kararı verdiğim düşüncesini onunla bir defilede tanıştığımda doğrulamıştım.

Bakışlarım doğrudan bana seslenen kişiye döndüğünde tanımadığım bir çocukla karşılaşmıştım. "Hocam mı? Hadi ama ismin ne senin?" Hocam kelimesine gerçekten deli oluyordum. Ben bir öğretmen değildim. Bir eğitimciydim. Burası bir okul değildi. Her ne kadar verdiğimiz eğitim, söylediklerimi çürütsede hocam denilmesi beni ciddi anlamda rahatsız ediyordu.

"Ekin, hocam." Yüzündeki ifade, neyi yanlış yaptığını sorguluyor gibiydi.

"Tanıştığıma memnun oldum Ekin. İsmim Vena."

"Biliyorum hocam."

Yüzümdeki gülümsemeyle, "Hocan değilim Ekin." Diye bastırarak konuştum.

"Evet, anlıyorum hocam."

"Hiç anlıyormuş gibi durmuyorsun Ekinciğim." Boş bakışlarla yüzüme bakmaya devam ettiğinde ısrar etmemeye karar verdim. Çocuk gerçekten zordu. "Bir şey mi oldu? Niye alık alık bakıyorsun sen oğlum?"

Hızlıca cevap verdi. "Hayır hocam, bir şey olmadı. Yalnızca Göktunç Hoca sizinle konuşması gerektiğini söyledi. Önemli bir konuymuş." Göktunç'un adı geçtiği an vücudumdaki gerilmeyi kontrol edememiş, anlamsızca kaşlarımı çatmıştım. Göktunç. Ne alakaydı şimdi?

Göktunç Tamay. O da benim gibi bir eğitimciydi ama sık sık burada olmazdı. Başarılı bir doktordu ama işini yapmıyordu,  o burada eğitimci olmayı tercih etmişti. Oysa işine aşık bir adam olduğunu biliyordum. Onu tanıyordum. Belki de istekleri değil zorunlulukları doğrultusunda hareket ediyordu. Zamanında, aynı benim gibi.

Gerilmemin sebebi farklıydı. Göktunç izinli günümde benimle konuşmazdı. Göktunç genelde benimle hiç konuşmazdı çünkü onu susturacağımı bilirdi. Konuştuğunda anlattıklarını dinleyemezdim. Canımı yakan onun anlattıkları olmazdı, canımı yakan yaptığım hataların arkasında bıraktıklarımdı. Unutmamıştım ama sürekli hatırlatmak zorunda değildi. Ben zaten onu ıssız bucaksız bir yerde, hatırlatacak hiçbir şey olmasa, unutturacak her şey kafamın içinden bir saniye bile çıkmasa yine unutmazdım.

Aklıma gelen detayla ardımda bıraktığım Ekin'in şaşkınsuratını umursamadan hızlıca Kıraç'ın odasına doğru yürümeye başladım. Göğsümdeki ağırlıkla Kıraç'ın odasına daldığımda onu masasında oturmuş, dışarıyı izlerken buldum. Kumral saçları alnına doğru dökülmüştü. Yorgun olduğu her halinden belli olan ela gözleri durgundu. Hep olduğu gibi takımların içerisindeydi. İşine çok bağlıydı, bağlı olduğu şeylerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi gerçi. Oldukça yakışıklı bir adamdı ve benden birkaç yaş büyüktü fakat bu zamana kadar yanında bir kadın görmemiştim. Zamanında bir kadına aşık olduğunu fakat bunun konusu her geçtiğinde gözlerinden acısını okuyacağınız kadar kötü bittiğini biliyordum. Bilmediğim şey ne olduğu, neden her saniye zorukla nefes alıyor gibi yaşadığıydı. Onu bu kadar acıtan şey, ne olabilirdi?

Geldiğimi görmüş olmalı ki beni gördüğüne şaşırmadı. "Vena." Diyerek ayağa kalkıp bana sarıldığında, kollarımı ona sararak karşılık verdim. Kıraç'ı yıllardır tanıyordum ve birbirimize güvendiğimizi biliyordum. Her ne kadar insanlara olan güvenim azalsa da Kıraç'ı gerçekten seviyordum. O ağabeyliği hiç tatmamış tecrübesiz bir ağabey gibiydi.

"Beni izinli günümde ve özellikle belirtmek isterim sabahın altısında çağırmanızın sebebi neydi hazretleri." Yüzünde beliren sahte kızgınlıkla sırıttım. Ona hazretleri dememden hoşlanmazdı. Kızıltan'ın bilinen tek kurucusu olduğu için tahtına atıfta bulunuyordum. Hazretleri demediğimde Kızıltan'ın görünen yüzü diyordum ve bu onu daha çok delirtiyordu.

"Hazretleri demeyi ne zaman bırakmayı düşünüyorsun?"

"Hiç bir zaman."

Beklediği cevabı almasıyla beraber sırıttı. İlerleyip koltuklardan birine oturdum. Bende olan bakışlarına karşılık verip bende onu izleyerek ne düşündüğünü anlamaya çalıştım. Ne yapacağımı ölçüp tartmaya çalışıyor gibiydi. Ruh halimi anlamaya çalıştığını biliyordum. Bu onun rutiniydi . Neden bilmiyordum fakat karşısındaki insanın en gizlisini görüyor gibi bakıyordu. Ayaklarımı sehpaya doğru uzattığımda bunu gören Kıraç'ın "Vena!" Diye kükremesi beni sadece güldürdü.
Temizlik takıntısı vardı. Ama konu bana gelince bu hareketlerime alışıktı. Biliyordum. Yüzündeki kızgınlığın sahte olduğunu bildiğim kadar iyi biliyordum.

Yüzümdeki sırıtmayı silerek konuya girdim. "Söyle bakalım. Beni neden çağırdın?"

Gözleri kısıldı. "Güzeller güzeli biricik arkadaşımı çağırmam için illa bir sebep mi lazım?" Dediği an ayaklarımı masadan çektiğim gibi dirseklerimi dizlerime yaslayıp ona döndüm. "Başladıysak yalakalığa kesinlikle bir bok yedin sen. Ne yaptın Kıraç?"

Bu duruşumun gerilmemin sonucu ortaya çıktığını adı gibi bildiğinden her zaman yaptığı şeyi yaparak ortamı yumuşatmaya çalıştı. "Böyle durunca çok çekici -"

"Kıraç!"

"Bugün itibariyle Kızıltan'ın aydınlık yüzü olmayı bırakıyorum." Kaşlarım çatıldı. O ne demekti?

Aklımdan geçenleri sesli bir şekilde dile getirdim. "O ne demek? Dolandırmasana lafı."

Sıkıntısı her halinden belli olan sesiyle, "Vena" Dediğinde bu andan kaçamayacağımı biliyordum. Tüm gün göğsümdeki ağırlığın sebebi buydu. Kaçamamıştım. Ağzımı açtığım an ben konuşmasını bölmeden buna izin vermeyerek eliyle beni durdurdu ve konuşmaya devam ettti. "Onunla alakalı değil. Yani alakalı evet ama ondan bahsetmeyeceğim yemin ederim. Seni huzursuz edecek hiçbir şeyi yapmayacağımı biliyorsun kardeşim."
Biliyordum. Beni kıracak, üzecek hiçbir şey yapmamıştı. Ve yapmayacağını da biliyordum. "Biliyorum."

"Bugün yeni eğitimciler, ve eğitimi devam edecek olan birkaç kişi bize katılacak. Gelecek birkaç kişi olduğunu zaten sana söylemiştim. O gün geldi. Ama sorun Kızıltan'a yeni eğitimci ve ya yeni öğrenciler gelmesi değil."

Söyledikleri rayına oturan parçaları gün yüzüne çıkarmıştı. O an anlamıştım. Aydınlık yüzü değilim derken ne kastettiğini. Kurucular geliyordu. Kalabalığın sebebi de buydu. Anladığımı bakışlarımdan anlamış olmalı ki konuşmaya devam etti. "Evet. Kalan son iki kurucu da gelecek. Ve sen onları tanıyorsun Vena."

Kaşlarım çatıldı. Hissettiğim gerginlikle, "Tanıyor muyum?" Diye sordum. Tanıdığım çoğu insan Kızıltan'ı bilmiyordu. Geri kalanı zaten Kızıltan'daydı. Peki kurucular kimdi?
"Evet. Ama sen kendi gözünle görene kadar söylemeyeceğimi bilmelisin. Göktunç ile konuştum. Birkaç saate burada olacaklarmış. Zaten izinli günün, başkalarından duyma. Kendin gör istedim. Ama istemezsen görmeyebilirsin. Karar senin."

Demek Göktunç beni bu yüzden çağırmıştı. Ama bunu bana Kıraç zaten söyleyecekken Göktunç neden tekrar çağırma ihtiyacı hissetmişti? Anlamıyordum.

"Hayır gerek yok. Tanışmak istiyorum." Hem Göktunç demişken, benimle konuşacaktı. Söyleyeceğin başka bir şey yoksa ben onun yanına geçeceğim canım." Dediğimde gerilen yüz ifadesinden Kıraç'ın Göktunç'un ne söyleyeceğini bildiğin anladım. Fakat sormadım. Kıraç yaşayacağımı bildiği hiçbir şeyin ön fragmanını bana sunmayacaktı.

"Hayır yok güzelim. Haberleşiriz tekrar." Dediğinde ona sarıldıktan sonra odadan çıktım. Kapıyı kapattığım an, içerideyken düşünmek istemediğim her şey kafamın içinde beni rahatsız etmeye başladı. Yüzümdeki maskenin düştüğünü hissediyordum. Kurucuların benimle alakasını kestiremiyor, Göktunç'un ne konuşacağı hakkında bir tahmin bile yürütemiyordum. Hissettiğim tek şey bu değildi. Bugün hissetmemem gereken o kişiyi iliklerime kadar hissediyordum.

Düşünmekten Göktunç'un odasına geldiğimi bile farketmemiştim. Kendime hatırlamam gerekenleri hatırlatıp odaya girecekken odanın kapısının aralık olduğunu gördünce durdum. Kapı dinlemeyi sevdiğim pek söylenemezdi fakat odanın kapısının üzerinde Tamay yazıyordu. Göktunç Tamay. Her koşulda dinleyeceğimi biliyordum. Polyannacılığa gerek yoktu. Kapıyı dinlemeyince dünyanın en iyi insanı falan olmayacaktım.

Göktunç'un sesini duyduğum an duraksadım. Telefonda konuşuyordu, arkası dönüktü ve dışarıyı izliyordu. Odada başka kimse yoktu. "Bizden üç
kişi yarın burada olacak Ares. Pamira ve Tanyel."

Pamira Tamay ve Tanyel Tamay. Kuzenlerdi. Tanyel, Göktunç'un ikiziydi. Anormal bir şekilde benzemiyorlardı. Sadece dış görünüş olarak değil, karakter olarakta çok zıtlardı. Göktunç ne kadar sakinse, Tanyel tam tersi saman alevinden nasibini almış siniriyle her daim diken üstünde geziyordu. Belayı aramıyordu, belayı çekiyordu. Pamira ise onlardan oldukça küçüktü. O'nun kardeşiydi. Pamira ve Tanyel buarada mı olacakları. Üç kişi demişti.
Gelecek olan son kişiyi tahmin edebiliyordum. O'ndan sonra kalan son Tamay. Bolat Tamay. Tamaylar'ın en saklısıydı. Benim bile onun hakkında bildiklerim sınırlıydı. Kanada'ya geri döndüğünü duymuştum. Onun gelmesine şaşırmamıştım çünkü Bolat Tamay, kurucu olabilecek kapasitede eğitim ve tecrbübeye sahip olan ikinci kişiydi. Sohbet oldukça ailevi ve beni ilgilendirmeyen yerlere gidiyordu. Belki de kalan son Tamay'ı dinlemek istemediğim için bahane uyduruyordum ama gitmem gerektiğini biliyordum. Kapıdan bir adım uzaklaşmama gerek kalmadan kaçamadığımı anladım.

"Bir kişi daha gelecek." Duraksadı. Derin bir nefes aldıktan sonra tüm doğrularımı yerle bir etti.

"Evet. Arsal Tamay geri döndü."

🎞

Direksiyondaki ellerim durmadan ritim tutuyor, dizlerim titriyordu. Yeniden başlıyorduk. Fakat bu bir öncekinin aynısı olmayacak, bu defa bir masalı değil bir kabusu yaşayacaktım. Bu durumda tek istediğim evime dönmekti. Beni dimdik ayakta tutan evime. Kokusunu aldığım an peşimi bırakmayan canavarlarımı, düşüncelerimi, benden söküp atan evime.

Her insanın çatısının altında huzur bulduğu bir evi vardı. Ya da olmalıydı. Çünkü hayat bazen gerçekleri yüzünüze vurduğunda size soluklanacak zaman vermiyordu. Siz o zamanı yuvanızda kendiniz yaratıyordunuz. Aynı yuvanızı da kendiniz yarattığınız gibi. Kimisi için bir insandı. Kimisi için bir evdi. Kimisi için bir satırdı. Kimisi için de bir nota. Bir koku ya da bir resim. Göğsünüzün içindeki kollarını açmış, şefkat bekleyen küçük çocuğu kucaklayan her neyse, ya da kimse o yuvanızdı.

Benim küçük kızım, yapbozumun tamamlanmasını sağlayan parçamı kaybetmeme rağmen yaşamaya devam etmemi sağlamıştı. En eksik hissettiğim an, babasının yokluğunda acımı hafifletmiş, kanayan yaramı sarmıştı.

Alya Dora Laurent. Küçük Sırrım.

Benim hayata karşı savunma mekanizmamın temelinde Alya bulunuyordu. Minicik elleriyle, babasından aldığı zifiri bakışlarıyla, geceden çalınmış kuzguni saçlarıyla, hayatımın tam orta yerine kurulmuş, gücümün kaynağı olmuştu. Küçük bedeninin bana bahşettiği güç tahmin edemeyeceğim kadar büyüktü.

Araba evin önünde durduğunda ona duyduğum hasretle hızlı hızlı arabadan indim. Görmeyeli. Kokusunu omzuma sıkıştırdığı minik bedeninden almayalı sadece birkaç saat olmuştu ama bağlılık böyleydi. Görünmez düğüm sizi birbirinize bağladığında saatlerin ya da yılların önemi yoktu ki.

Duyduklarımdan sonra kilometrelerce koşmuşum gibi nefes nefeseydim. Sebebi ruhumdaki huzursuzluktu. Göğsümdeki sıkışma bana hiç yardımcı olmuyordu. Kapıyı çaldığımda Alya'nın bakıcısı Hafsa abla kapıyı açtı. Hafsa abla Dora doğduğundan beri bizimleydi. Daha öncesinde de annemlerle çalışıyordu. Alya doğduğunda onu bilen kişi sayısı çok azdı çünkü o iki yıldır gizliydi. Ne babası, ne de babasının ailesi. Hiç kimse onu bilmiyordu. Ama Hafsa abla daha doğmadan anlamıştı. Tecrübeliydi. Kendiside hamile kalmış, bir çocuk büyütmüştü. Sonrada çocuğunu kaybetmişti. Alya'yı evladı yerine koyup kolladığını biliyordum.

Kapıyı açtığı an suratındaki ifade kızımı göreceğim için rahat nefes alan göğüs kafesimi tekrar sıkıştırdı. Kapıyı her açtığında yüzüne yerleşen o tatlı gülümsemeden eser yoktu. "Abla, ne oldu? Alya iyi mi?" Endişeyle mırıldandığımda yüzüme bakamaz gibi bakışlarını kaçırdı. Hızlıca içeri girip kapıyı ardımdan kapattım.

Sesimi duyunca çaresizce gözlerime odaklanan gözlerinden geçen titremeyi yakalamıştım. Yüzünden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Öyleki donmuş gibiydi. Onu bu kadar şaşırtan şeyin ne olduğunu bilmiyordum. "Yok kızım. Bir şey olmadı. İçeride ama,"

"Ama ne? Ne oldu abla? Niye bu kadar şaşırdın?"

"Kendin görsen daha iyi olur, Vena-"

Cümlenin devamını dinlemden içeri daldım. Ona bir şey olma düşüncesi beni kabus gördüğüm fikrine itmişti. "Alya? Anneciğim ben geldim!" Bağırarak kızımı aramaya başladığımda onu bulamayışımla kaybettiğim görüş açım işimi zorlaştırıyor, kızıma ulaşmamı engelliyordu. Odaları gezmeye başladığımda hiçbir odada ondan bir iz yoktu. Kokusu bile yoktu. Neredeydi? Daha bir yaşında bir bebek nereye gidebilirdi ki zaten? Konuşamayan, yürüyemeyen bir bebeği bağırarak aramamda hem anneliğimden hem de bugün göğsümde olan ağırlığın bünyemde bıraktığı huzursuzluktan kaynaklıydı.

"Hafsa abla! Alya nerede?" Ona soru soruyordum ama cevabını beklemeden önünden geçip gidiyordum. Ellerim her bir kapıya tutunup kızımın orada olmadığını gördüğümde kayarak başka bir kapıya uzanıyordu. Ne yaptığımdan haberim yoktu. Gözlerimin önünde karanlık bir perde varmış ve ben o perdeyi tırnaklarımla koparmak istiyormuşum gibi, anlamsızca hareket ediyordum. "Dora nerdesin an-"

Cümlemi bitirecekken odama girdiğimde gördüğüm manzara nefes almamı engelledi. Ellerim kapıya tutundu. Bir destek aradım, zamanından büyük desteğim olan adamın karşısında destek aradım.

Bu bir kabus mu? Bir düş mü? Ayırt edemiyordum. Dipsiz bir kuyuya atılmış, o kuyunun karanlık duvarlarına kafamı çarpıyormuşum ve her çarpışımda onu hatırlıyormuşum gibi. Onunla olan her bi anım bir bir gözümün önünden geçip gidiyordu şimdi. Her karanlık sahnemde onsuz geçirdiğim anları, her aydınlık sahnemde ise onun yüzünü görüyordum. Gözlerim gördüğünü algılayamaz gibi açılıp kapanıyor bir cevap arıyordu. "Ne?"

Göğsümdeki boşluğun, içimdeki hasretin sebebi buradaydı. Bitmeyen eskimeyen tüm duygularımın sahibi, Arsal Tamay buradaydı.

Alya doğduğundan beri tek düşlediğim manzara karşımdaydı şimdi. Bazen, onu hatırlamak istediğimde Alya'nın karşısında geçer, saatlerce onu izlerdim. Kızımız doğduktan sonra, onu hatırlamak için bir foroğrafa ve ya bir videoya ihtiyacım kalmamıştı. Kendinden bana bıraktığı miras yanıbaşımda gün boyu onu bana hatırlatıyordu. Alya uyurken, yemek yerken ya da oyun oynarken her anından onun karşısına geçip göğsüme ağır gelen hasretiyle durmadan ağlıyor, ona olan hasretimi gözlerimden akıtıyordum fakat yaşların sonu geçiyordu. Ona olan hasretim bitmiyordu. İki yıldır. Göz pınarlarım kurumuyordu. Gözyaşlarımın en ufak derdime bile deva olmadığını biliyorken üstelik.

Küçük kızım ise sanki hisseder gibi akan gözyaşlarıma çare olurdu. Tek dokunuşuyla, minik parmaklarının tenime değmesi ile tüm yaralarımın üzerine karanlık bir perde çekerdi. O gözümün önünde olduğu sürece benim her acıya gücüm yetmişti. Ama karşımdaki manzaraya yetmiyordu.

İki yıldır ondan saklanan kızıyla aynı tabloda olan bir adam. Tabloyu çizen kadın. Ve o tablonun en masumu, küçük bir bebek.

Üzerinde her zaman olduğu gibi beyaz bir gömlek ve siyah kumaş bir pantolon vardı. Sanki kendi evindeymiş gibi, hiç bu evden çıkmamış gibi, gayet rahat bir tavırla koltukta oturuyordu. Bacaklarını rahatça açmış, koltuğa yayılmıştı. Alya Dora onun kucağında yüzüstü göğsüne doğru elleriyle babasının göğsünden destek alarak duruyordu. Boncuk gözleri odaya girmem ile babasın üzerinden bana kaydığında sol elini kaldırarak minik parmaklarıyla değişik hareketler yapmaya başlamıştı. Beni çağırıyordu. Ortamdaki gergin havayı hissettiği ise, sarkan alt dudağından belliydi. Her an ağlayacak gibiydi fakat kendini tutuyordu. O annesinden de güçlüydü. Bu yaptığı beni gülümsettiği gibi Arsal'ıda gülümsetmişti. Ona bakışları tanıdıktı. Şefkatle bakıyordu. Kırmaktan korkar gibi. Dokunmaya kıyamaz gibi. Banada böyle bakmıştı. Bende bu bakışları hafızama kazımış, bu bakışları mesken bellemiştim. Artık yoktu. Bana olan bakışları hissiz, anlatmaya çalıştığı şey bomboştu.

Alya Dora bana gülümsediğinde ortaya çıkan ön iki dişi benim gibi onunda hoşuna gitmiş olacakki gülümsemesi sesli bir kıkırdamaya dönmüştü. Gülerken kızımızın bana doğru kaldırdığı sol elini tutarak dudaklarına yasladı. Öperken bakışları da bana dönmüştü. Bakışlarından akan şey, sağ acıydı. 'Bunu bana neden yaptın?' diyordu gözleri. 'Mecburdum' diyemiyordum.

Kızıma bakma bahanesiyle onu süzmeyi ihmal etmemiştim. Son gördüğüm adamla aynı adam gibiydi. Ama bir o kadarda yabancıydı. Gözleriyle aynı renkte, simsiyah zifiri saçları alnına dökülmüştü. Kirli sakalları ona çok yakışıyordu. Değişen tek şey gözlerindeki parıltıların yerini bıraktığı yıkık dökük bir harabenin siyah duvarlarıydı.

Hâlâ çok yakışıklıydı. Bunu şuan düşünmemem gerektiğinin farkındaydım fakat bu adama karşı koyabileceğim bir sınırım yoktu.
Onu daha dikkatli süzdüğümde değişen şeyin verdiği kilolardan sonra hala fit olan vücudu olmadığını gördüm. Boynunda, omzuna doğru inen. Yan yazılmış bir yazı vardı. Tam göremiyordum çünkü kazağın üzerinden sadece bir kısmı gözüküyordu. Yazının üzerine devrik şekilde eklenmiş sayılar olduğunu gördüm. Bir tarih gibiydi. Karışıktı. Ama kendini belli eden bir dövmeydi. Şaşırmıştım çünkü dövmeyi sevmezdi. Son görüşümde vücudunda dövme yoktu. Ne değişmişti?

Arsal Tamay. Hem bu kadar tanıdık, hem bu kadar yabancı olmayı nasıl başarıyordu. Delicesine aşık olduğum, un ufak olana kadar parçalanan ruhumun kırıklarını, onu paramparça edeceğimi umursamadan birbirine bağlayan, sadece kırık parçalarımı değil kusur sandığım her korkunç fikri benden söküp alan adam benden gitmiş gibi bakıyordu. Oysa giden bendim. Geride kalan oydu.

Aynı o günki gibi. Zifiri gözler. Kızıma armağan ettiği gözleri. Bendeydi. Bekledim. O bana baktıkça kesilen mefesimin beni daha da zorlamasını, göğüs kafesimin ağırlığının fiziksel acıya dönüp beni alaşağı etmesini bekledim . Ama hiçbiri olmadı. Olan tek şey onu görünce, ona doğru kucak açan göğsümdeki küçük kız çocuğuydu. Şefkatinin sahibini tanıyordu. Şefkatini geri istiyordu.

Sesini duyduğum an kulaklarımı kapatıp bir duvar kenarına çökmek istedim. Sesini özlemiştim. Kısık bir sesle, "Anneye merhaba de babam." Diye mırıldandı. Babam. Babası. Kızımın babası. Bu gerçeği hiç unutmamıştım. Onu bu gerçeği biliyor olması içimdeki küçük kızın ellerini çırparak sevinmesine sebep oldu. Çünkü yıllardır bu anı bekliyordu. Ama onu arkasında bırakan kadının tek istediği karanlığına çekilip, her dakikasını ona ayırdığı düşünceleriyle hıçkırarak ağlamaktı.

Tanıdık güven hissinin dört bir yanımı sardığını hissettiğimde gözümden düşen yaşa engel olamadım. Gözleri o yaşla birlikte hareket etti. O yaşı izledi. Titreşen gözleri, sağ gözümden gelecek olan ikinci yaşın habercisiydi. Ağlamamaya çalışıyordum çünkü onun önünde ağlamaya bile yüzüm yoktu. Ama boğazımdan gelen hıçkırığa engel olamadım. Hıçkırık sesiyle birlikte Alya'nın bakışları da bana döndü. Bunun her zaman oynadığımız bir oyun olduğunu sanıyordu. Babasının gövdesinden hızlıca kalkarak kollarını bana doğru kaldırdı. Bu kucağıma gelmek istediğinin göstergesi değildi, yüzümü minik avuçlarının arasına almak istiyordu.

Arsal bu davranışına anlam veremedi çünkü onu tanımıyordu. Kendi kızını tanımıyordu. Bunun tek sebebi kızının annesiydi üstelik.

"Yaklaş." Bakışlarım Alya'nın üzerinden ona döndü. Ona anlamsızca baktığımı görünce açıklama yapmaya başladı. "Sana sarılmak istiyor galiba yaklaş. Kolları ağıracak." Ne yaptığını biliyor gibiydi. Aynı zamanda tedirgindi. Babalık hissi. Onu da yakalamıştı.

İçime dolan heyecanla ona doğru bir adım attım. Dışarıdan normal bir adım gibi duruyordu ama içimde fırtınalar kopuyordu. Attığım adımla birlikte kafasını masum bir tavırla yana doğru hafiçe eğdi. Sık kirpiklerinin altından zifiri gözleriyle beni izlemeye devam etti. Bu bakış, sadece bu bakış dizlerimi titretmeye yetti. Hiçbir şey söyleyemiyordum. Ağzımı açıpta, onu nasıl öğrendiğini, burada ne işi olduğunu soramıyordum. Tek istediğim şey kızımın yanına, onun göğsüne uzanıp onu izlemekti. Onu yılmadan, usanmadan yıllarca izlemek.

Sonunda ağzımı açıpta bir şey söyleme cesaretini bulduğumuda oturduğu koltuğun önüne gelmiştim. Bacaklarımızın birbirine değmesine santimler kalmıştı. "Sarılmak istemiyor." Sesimi duyduğunda, zaten üzerimde olan bakışlarının merak parıltılarıyla daha detaylı incelemeye başladığını bilecek kadar onu iyi tanıyordum.

Sesim ilk defa bu kadar savunmasız ve kısıktı. Bunun onu şaşırttığını biliyordum. Şuan yıllar önce tanıdığı asi ve cesaretli kadınla alakam yoktu.
Ona bakamıyordum ama gözlerinin üzerimde olduğunu, her hareketimi izlediğini biliyordum. Kızımı bekletmeden üzerine doğru eğildim. Bu hareket Alya için tanıdıktı ama Arsal şaşırdı. Eğildiğim an Alya'nın minik elleri beklemeden yüzümü kavradı. İlk bir kaç saniye yüzümü anlamsızca okşadıktan sonra, minik parmakları göz pınarlarıma ulaştı. Akan gözyaşımı sildiğinde dayanamadığım andı. Alya gözyaşlarımı sildikçe yenileri bekleniyordu. Arsal sessizce izliyordu. Ağzını açıpta tek kelime etmemişti. Ve etmemesi daha iyiydi. Sorduğu herhangş bir soruya karşılık veremeyeceğimi biliyordum.

En sonunda ağlamam durduğunda onun sesi dört bir yanımı sardı. "Soralım mı babacığım?" Hala onun dibindeydim. Uzaklaşmak istemiyordum. Neyi soracağını bilmiyordum ama bakışlarımı ona çeviremiyor sadece babasının sesiyle birlikte anlamsızca babasını izleyen Alya'ya bakıyordum. Bu hala onun çok yakınında olduğum gerçeğini değiştirmiyordu.

İki yıl. Koskoca iki yıl ardından.

"İki dakika seni göremeyince deliye dönen annene, tam bir yıldır. Siktiğimin üç yüz altmış beş günü, seni benden sakladıktan sonra benim ne hale geleceğimi, karşılığında onu ne hale getireceğimi neden hiç düşünmeğini soralım mı?"

Bölüm Sonu.
🎞

Bu ilk bölümümüz olduğu için, olaydan çok karakterlerimizi ve kurgumuzu ufaktan tanıdık. Gelecek bölüm daha dolu dolu olacak.

Bölümü sevdiniz mi? Karakterler? Kurgu? Nasıl buldunuz?

Yorum yaparak ve oy vererek bana destek olmayı unutmayınnn🫶🏼💖

İnstagram: @avennoirrr
Pinterest: @avennoirr
Karakterler ve kurgu hakkında bilgiye sahip olmak için beni takip edebilirsiniz. 🫡

Seguir leyendo

También te gustarán

222K 10.7K 36
"Kabuk bağlayan yaranı her kaşıyışında canın aynı şekilde yanar , acıyı kanatırsın. Bir zaman sonra tekrar kabuk bağlar yaran.. Konu gönül yarası olu...
LAHZA Por SİMGE ÖKTEN

Historia Corta

2.4K 235 31
#Wattpad Poetry, "Fırtınanın Ardından Gelen Esinti," okuma listesinde! ☘ "Zaman, boynumda takılı kalan bir ölüm ipliği gibi..." *Lahza: Zamanın bölü...
1.3M 135K 97
"Bu dünyada kanın da, acının da, savaşın da sonu yoktu." Gece, dedesinin ölümü üzerine annesinin doğup büyüdüğü Vera şehrine gider ve orada annesi il...
25.4M 905K 78
♌ İNTİKAMDAN DOĞAN TUTKULU BİR AŞK ♌ Küçük yaşta anne ve babasının ölümüne şahit olan acımasız genç bir adam... Edim Demiray. Daha on sekizinde uyuş...