Gökyüzü'nün İçinde - 2

By mybahap

7.9K 760 1.6K

"Bu doğru mu bilmiyorum ama onun canını acıtabilmek için her şeyi yapabilirim." More

1. BÖLÜM - BİR SARAY DOLUSU GEÇMİŞ (Part 1)
1. BÖLÜM - BİR SARAY DOLUSU GEÇMİŞ (Part 2)
2. BÖLÜM - DÖNGÜ
3. BÖLÜM - ATEŞ VE BUZ
4. BÖLÜM - GÜNEŞ VE AY
6. BÖLÜM - TEHLİKELİ BİR HUZUR
7. BÖLÜM - SIRADIŞI MÜHÜR VE GİZLENEN KEHANET
8. BÖLÜM - SİHİRLİ DEĞNEK
9. BÖLÜM - GÜNAHA BATANLAR
10. BÖLÜM - BÜYÜK SADAKAT YEMİNİ
11. BÖLÜM - NERGİSLER VE CANI ACIYANLAR
12. BÖLÜM - KAÇAMAK ZİYARET
13. BÖLÜM - KUTSAL RUHLAR VE AYDINLANANLAR
14. BÖLÜM - GÖZDEN KAÇAN DETAYLAR
15. BÖLÜM - DOĞRULARIN YANLIŞI
16. BÖLÜM - KARANLIK VE KARINCA
17. BÖLÜM - ÖLÜM MELEĞİ
18. BÖLÜM - GÜNEŞ'İN KANI VE BUZ TUTMUŞ KALP
19. BÖLÜM - YALNIZ KALAN YILDIZ
20. BÖLÜM - KADERİN KIRMIZI İPLİĞİ
21. BÖLÜM - KUTSAL DANS
22. BÖLÜM - SİYAH VE BEYAZ

5. BÖLÜM - TEKİNSİZ HATIRALAR

421 36 42
By mybahap

Herkese merhaba! Bölümü bir gün erken paylaşıyorum çünkü yarın bayağı yoğun olacağım.
Hepinize bol öpücükler🫶🏻🫶🏻🫶🏻
💖Oy vermeyi unutmayın 💖

Instagram: gokyuzunun_icinde


"İçeri girin," diye seslendim kapıdaki muhafızlara.

Kapı açıldı içeri iki muhafızla beraber iki de elf hizmetkarlar girdi. Muhafızlar Ay Krallığı'na özgü beyaz kumaşlı ve açık mavi detaylı üniformalar giymiş, bellerine de silahlarını taşıdıkları bir kemer takmışlardı. İkisi de tıpkı benim gibi beyaz saçlıydı ancak biri mavi gözlü iken diğeri yeşil gözlüydü. Biri ateş, diğeri de su elfi olan yardımcılar ise hafif görünümlü beyaz birer elbise giymişlerdi.

İçeri girdiklerinde muhafızlar elleri kılıçlarının kabzasında, elfler de elbiselerinin eteklerini tutarak dizlerinin üstüne çöktüler. Öylece yerde çökmüş beklediler. Neden kalkmadıklarını anlamaya çalışırken fark ettim ki benden emir bekliyorlardı. Bunun üzerine kaşlarımı çattım çünkü daha önce hiç böyle bir durumla karşı karşıya kalmamıştım. Kendi Öz'ümde veya burada kaldığım günlerin hiçbirinde ayağa kalkmak için benden veya kraliçelerden dahi izin alınmamıştı. Selam verilir daha sonra da kalkılırdı. Acaba gözümden mi kaçmış diye düşünürken anladım. Onlar da biliyordu.

Lanet olsun! Yirmi bir saatte ne konuşulmuştu öyle? Yeryüzü'ndeki otobüslerde veya balkonlarında dedikodu yapan yaşlı teyzelerden daha hızlı haber iletimine sahip bir yere dönüşmüştü buralar.

Sinirlerime hâkim olmaya çalıştım. Sesimin öfkeli çıkmaması için çabaladım.

"Lütfen kalkın." Cümlemi tamamladığım an aniden ayağa kalktılar.

Yeşil gözlü muhafız ve ateş elfi yanıma yaklaştılar. Ateş elfi muhafızın önüne geçerek üzerimdeki örtüleri kenara çekmek için yanaştı. Fakat onun bana bu kadar yanaşması dahi nutkumun tutulmasına sebep olmuştu. Rigel'in elindeyken bu elementin özüne sahip elflerle yeterince haşır neşir olmuştum. Aslında ateşlerini kontrol edebiliyorlardı, yani nasıl bir su elfi dokunduğu her yeri ıslatmıyorsa ateş elfleri de dokunduğu her şeyi yakmıyorlardı. Ancak şu anda etrafımda herhangi bir ateş elfi görmek istemiyordum.

Elf kızı öne doğru atılıp örtüyü tutunca irkilerek yatakta ayaklarımı kendime çektim. Ne olduğunu anlamadan o da hızlıca geri çekildi ve kollarını önünde birleştirip başını yere eğdi. Muhafız hemen benim ve onun arasına geçti. Kızın bana bir şey yapmaya çalıştığını sandı muhtemelen ve eli hemen kılıcının kabzasına uzandı.

"Ne yaptın!" diye gürledi kıza. Kız birkaç adım geriledi ve titremeye başladı.

Diğer muhafız hemen hareketlendi ve kızı kolundan tutup sertçe kapıya doğru çekiştirmeye başladı.

Ateş elfinin kırgın bakışlarına kendimi odaklayınca araya girmemin iyi olacağını düşündüm.

"Durun." Oldukları yerde durdular. "Kızı bırak," dedim muhafıza. Anında kızı bıraktı.

Ateş elfi kafası karışık bir şekilde başını kaldırıp bana baktı. Göz göze gelince hemen gözlerini kaçırdı. Ancak ben ona bakmaya devam ediyordum. Gözlerimi bir türlü ondan alamıyordum. Kırmızı tenine, kahverengi gözlerine, ateş gibi yanan uzun saçlarına baktıkça benimle çok yakından ilgilenen o ateş elfini hatırlıyordum. Dokunuşlarının bedenimin her uygunsuz köşesinde bıraktığı o yakıcı hissi, gülüşünün ardındaki tehditkâr bakışları ve ucuz kül kokusunu bu kıza baktığım her an yeniden yaşıyor gibiydim. Bedenim bir yana psikolojimin üzerinde bıraktığı silinmez etki şu anda karşımda bulunan masum elf kızına haksızlık etmeme neden oluyordu.

"Bana bak," dedim kıza. Kız yavaşça başını kaldırdı ve titrek bakışlarla bana baktı. Gözleri, sanki içerisinde bir odun ateşi varmışçasına yanar dönerliydi. Mide asidimin boğazımdan yükseldiğini hissedince yutkundum ve karnıma giren krampı fark etmemeleri için kasıldım. "Gidebilirsin," diyebildim yalnızca. Aslında onu sakinleştirmek ve bir sorun olmadığını söylemek istiyordum ama ona baktıkça daha da kötüleşiyordum.

Kız yeniden dizlerinin üstüne çöktü ve geri geri giderek kapıdan çıktı.

"Efendim, size bir şey yaptıysa bunun cezasını-"

"Bir şey yapmadı," diye sözünü kestim yeşil gözlü muhafızın. Mavi gözlü olana döndüm. "Onu bul ve iyi hissetmesine yardımcı ol."

Muhafızlar önce şaşkınca birbirlerine baktılar. Mavi gözlü olan durup yeşil gözlüye dikti bakışlarını. Sanırım yeşil gözlü olan ondan daha kıdemliydi. 'Daha ne duruyorsun?' der gibi sinirli bir bakış attıktan sonra diğeri reverans yaptı ve odadan çıktı.

Gözlerimi sıkıca kapattım.

Daha sakin olmalısın, Diana. Daha sakin.

Gözlerimi açtığımda örtüyü üzerimden çektim. Ben hareket edince su elfi hemen yanaştı ve doğrulmam için yardım etti. Doğrulup bacaklarımı yataktan sarkıtınca elf geri çekildi ve muhafız yanaştı.

"İzin verir misiniz?" diye sordu. Bir elini beline atıp hafifçe dizlerini kırarak diğer elini bana doğru uzattı.

Uzattığı elini tuttum. "Lütfen."

Elimi boynuna doladı ve nazik hareketlerle beni kucağına aldı. Beni kavrayan kollarını bandajların üzerine gelmemesi için dikkat ettiğini fark ettim. Yüzünü karşıya çevirip kapıya yöneldi. Su elfi de peşimizden geldi.

Gözlerini bir an bile başka yöne çevirmeyen muhafızın yüzünü inceledim. Uzaktan bakınca çok komik görünüyor olmalıydık çünkü muhafız gergince soğuk soğuk terlerken bana bakmamak için direniyordu. Bense kaşlarımı çatmış ona bakıyordum.

"Adın ne senin?"

Boğazını temizleyip gergince gözlerini kırpıştırdı. "Elvis, leydim."

"Elvis..." diye mırıldandım. "Bundan sonra seni yanımda görmek istiyorum, Elvis."

"Siz nasıl isterseniz, leydim."

Neden bilmiyorum ama bu muhafıza karşı aniden bir güven duygusu beslemiştim. Belki de ateş elfine karşı aniden gösterdiği koruma şeklinden belki de sadece canım öyle istemişti. Yine de kendime gelene kadar benim yanımdan ayrılmayan ve beni tam olarak koruyacak birine ihtiyacım vardı. Aslında bunu Elio sürekli yapıyordu ama ondan özellikle böyle bir şeyi isteyemezdim.

Elvis'in omzunun arkasında bizi takip eden su elfine baktım. "Senin?"

Su elfi ona mı söylüyorum diye şaşkınca etrafına bakınınca kıkırdadım. Güldüğümü görünce mavi teni açıkça kızardı ve tebessüm etti. "Hena, efendim."

Anladığımı belli edercesine başımı salladım.

Konuşurken ne kadar yol gittiğimizi anlamamıştım. Sanırım şifacının verdiği pembe sıvının bir diğer yan etkisiydi bu. Uyuşmuştum ve algılarım çok bulanıktı ama yine de kendimi kuş gibi hafif ve rahat hissediyordum. Sarhoş gibiydim. Ellerimi kapatıp açıyor, kollarımı ve bacaklarımı hareket ettiriyordum ve sanki hiçbir uzvum hareket etmiyor gibi hissediyordum. Ve bu garip bir şekilde gülümsememe neden oluyordu.

Ay Sarayı'nın görkemli yemek salonuna girdiğimizde hayretle, bir prensese yakışmayacak şekilde, bir küfür mırıldandım. Elvis'in gözleri ağzımdan çıkan kelimeler üzerine irileşti bir anlığına fakat hemen kendini toparladı.

Salon devasaydı. Kubbe şeklindeki tavanın hemen altında kocaman bir ziyafet masası bulunuyordu. Masada aklınıza gelebilecek her şey vardı. Masanın iki ucunda devasa büyüklükte tahtlar, geri kalanında da sıradan ancak çok şık sandalyeler bulunuyordu. Sadece fazladan bir tane taht daha yerleştirilmişti.

Elvis beni sandalyelerden birine oturtmak üzereyken arkamızdan gelen topuk tıkırtılarıyla durdu.

"Hayır oraya değil. Şuraya," diye seslendi Ay Kraliçesi. Söylediği yere bakınca masanın ucundaki tahttan bahsettiğini anladım. Gözlerim irice açıldı ve hemen ona döndüm.

"Hayır hayır," dedim telaşla. Ne demem gerektiğini kesinlikle bilmiyordum. Bana kendi yerini veriyordu. Bir kraliçenin yerine oturmak şu ana kadar yapacağım en saçma ve anlamsız şey olabilirdi.

Kraliçe ve koluna girdiği kralla birlikte arkalarında Kale, Amaris, Nora ve Elio'yla yanımıza yanaştılar. Elvis onlara doğru dönünce kucağında olduğum için yalnızca başıyla selam vermekle yetindi. Fakat onlar, kraliçe ve kral bile, aynı anda dizlerinin üstüne çöktüler. Şok içinde ağzım açıldı.

Bu saçmalıktı! Tamamen saçmalıktı!

"Kraliçem!" dedim panikle. "Ne yapıyorsunuz? Lütfen kalkın."

Dehşet içerisindeki suratımla Ay Kraliçesi'ne baktım. Gözlerim hepsinin üzerinde teker teker dolanırken onların yüzünde sadece huzurlu bir gülümseme vardı. Ayağa kalktılar ve yeniden önümde durdular.

"Sarayımızda daha rahat etmeniz için her şeyi yapmaya hazırız, Tanrıça Diana," dedi kraliçe.

O an bomboş olan midemi kusmak istedim. O an yer yarılsa da içine gireyim istedim. O an ciddi anlamda kendimi boğup öldürmek istedim.

Çok ama çok saçma bir durumun ortasındaydım. Gökyüzü'nün en kutsallarından biri resmen önümde diz çökmüş ve bana efendisiymişim gibi davranıyordu. Teknik olarak öyleydim ama bu duruma alışmak istemiyordum. Ayrıca herkesin sandığı gibi şimdilik bir Tanrıça değildim. Eğitimim yarıda kalmıştı ve şu an oldukça güçsüz bir durumdaydım. Ben henüz Tanrıça değildim, sadece Tanrıça olmak için seçilmiş kişiydim. Ve burada durup benim Öz'ümden kat kat yüksek benlikte bir kraliçeye patronluk taslayacak değildim.

"Ben sadece Ay Prensesi Diana'yım," dedim bıkkın bir sesle. Gözlerim Nora'ya ardından Elio'ya kaydı. Oradan Kale ve Amaris'e. Yeniden kraliçeye ve krala döndüğümde gözlerimi bu saçmalığı unutmak ister gibi sıkıca yumdum. "Bana Tanrıça demeyi ve böyle davranmayı kesin," dedim. Tamam, biraz saygıyı kenara bırakmak hoş olmadı ama nazik dilden kimse anlamıyordu.

"Diana, ama-" diyecek oldu Nora.

"Kesin, dedim." Aniden delici bakışlarımı ona sunduğumda sinirle gözlerini kıstı. Bunun hesabını kesinlikle daha sonra bana soracaktı. Ancak şu an bu durumdan çabucak kurtulmak istiyordum.

"Pekâlâ," diye pes etti Ay Kraliçesi. Elvis'e döndü. "Onu oturtabilirsin."

Elvis, az önce kraliçenin gösterdiği büyük tahta doğru hareketlenince kolunu sıktım. "Hayır, orada oturmak istemiyorum. Şuraya götür beni," diye sıradan sandalyelerden birini işaret ettim.

"Prenses Diana, bari bunu kabul edin," dedi Ay Kralı.

Ona bakınca yüzümü buruşturmamak için kendimi zor tuttum. Nezaketi bir an için bana samimiyetten yoksun gibi geldi. Ama öyle olmadığını biliyordum. Ona bakınca kendi babamı görüyordum ve düşüncelerime, en çok da hislerime engel olamıyordum. Hatıralarıma kavuştuktan sonra yaşadığım her şey daha da katlanılmaz hale gelmişti. Bana işkence ederken onu tam olarak tanımıyordum ve şu anda bana herhangi bir işkence edilmemesine rağmen onun yaptıklarının kat kat fazlasını hissediyordum. Çünkü şimdi onun kim olduğunu biliyordum. Bunu kendime yediremiyordum.

Kaybolmadan önce ben, o ve annem mükemmel bir uyum içerisindeydik. Bana dövüşmeyi öğretirken gerçek bir takımdık. Onu antrenman yaparken seyretmeye bayılıyor ve her defasında bana da kılıç kullanmayı öğretmesi için tatlılıklarla onu ikna etmeye çalışıyordum. Anneme olan sevgisini, ben daha küçük bir kızken bile çok iyi görebiliyor ve onları hayranlıkla izliyordum. Annem her zaman benden daha kibar ve hoş bir leydi olmamı beklerken babam beni olduğum gibi kabul etmişti. Prensler gibi savaş eğitimi almama izin vermiş, bazı kurallı çiğnememe göz yummuştu. Her zaman anneme karşı arkamı kollardı. Ay Kralı Pulan ben idolümdü. Ancak şu an durum çok berbattı. Düşündükçe boğazım düğümleniyordu. Daha fazla kral görmek istemiyordum, özellikle de Ay Kralı. Yine de bir prenses olup nezaketimi üzerime takınacaktım.

"Teşekkür ederim efendim ancak ben sandığınız gibi bir Tanrıça değilim. Sadece bunun için seçildim ama eğitimimi tamamlayamadım. O yüzden kendi çocuklarınıza nasıl davranıyorsanız bana da aynı şekilde davranmanızı istiyorum," dedim.

Kraliçe ve kral birbirlerine baktılar. Aralarında sessiz bir konuşma geçti. En sonunda hiçbir şey demeden ağır ağır başlarını salladılar ve kendi koltuklarına geçtiler. Ben kraliçenin sağındaki sandalyeye yerleştim, karşıma Amaris ve yanıma da Nora oturdu. Kralın her iki yanına da Kale ve Elio oturdu. Masadaki fazladan taht da kralın emriyle kaldırıldı.

Sessizce yemeğimizi yerken odada sadece çatal ve bıçağın tabağa sürtme sesi yankılanıyordu. Hizmetçilerde biri bardağıma koyu kırmızı renkli ve hoş kokulu bir şarap doldururken konuşmaya başladım.

"Bir şey rica edeceğim," dedim önce kraliçeye sonra da krala bakarak.

"Ne olursa, Tanr-." Boğazını temizledi. "Ne olursa Prenses Diana," dedi kraliçe.

"Muhafız Elvis'i yanımda istiyorum. Kişisel ihtiyaçlarım ve korunmam için benim yanımda olmasını talep ediyorum," dedim başımla hemen arkamda duran Elvis'i işaret ederek. Daha sonra emrivaki konuştuğumu fark ederek boğazımı temizledim. "Mümkünse tabi," dedim.

"Elbette!" diye karşılık verdi Ay Kralı. "Onu zaten bizzat ben size hizmet etmesi için seçmiştim. Elvis cesur ve güçlü bir savaşçıdır. Onunla anlaşabilmenize sevindim."

Memnuniyetle gülümserken Elio yerinde kıpırdandı.

"Ne gereği var, Diana?" dedi kaşlarını çatarak. "Ben seninle ilgilenirim."

Tam cevap vereceğim sırada Nora aniden araya girdi. "Sen bir prenssin Elio. Kişisel hizmetkar veya muhafız değil. Kendi görevlerinin başında durmalısın."

Nora'ya dönüp dik dik baktım. Normalde beni açıklama yapma derdinden kurtardığı için teşekkür ederdim ancak bu sefer daha çok Elio'yu benden kurtarmak ister gibi bir tavır sergilemişti. Ve ben hiçbir şey anlamamıştım bu tavrından.

"Hah!" dedi Elio çatalını ve bıçağını tabağın içine sertçe bırakarak. "Krallığı olmayan bir prens," dedi tükürür gibi. "Gerçek bir prens," diye de mırıldandı. Bu imasını havada yakalamıştım. Yine konuyu Davin'e getiriyordu. Her şeyin yine onun başının altından çıktığını bir kere daha bana hatırlatmaya çalışıyordu.

Sinirle kırmızı içkinin ağzına kadar dolu olduğu bardağı kaptı ve tek yudumda hepsini içti. Aniden ayağa kalktı ve kraliçe ve kraldan izin istedi.

"Elio," diye dişlerini sıkarak onu uyardı Nora.

"İzninizle," dedi Elio ve Nora'yı görmezden gelerek masadan ayrıldı.

Nora ise sinirle çatalını ve bıçağını sıkmaya başladı. Onunla beraber masadaki diğer herkes gerildi. Eğer masada ben olmasaydım kraliçe ve kralın bunu çok yanlış anlayacağını ve Elio'ya anında müdahale edeceklerinin farkındaydım. Çünkü Elio'nun bu yaptığı oldukça saygısızca bir davranıştı. Kraliçe ve kral masadan kalkmadan kimse masayı terk edemezdi. Ancak Elio benim Öz'ümdendi ve kraliçenin sesini çıkarmamasının nedeni de yine bendim. Eh, biraz işimize geliyordu.

Uzanıp, Nora'nın sıkmaktan bembeyaz olan ellerine uzandım. Dokunuşumla ellerini gevşetti. Utançla önce kraliçeye, sonra krala, sonra yeniden kraliçeye baktı.

"Kardeşim Güneş Prensi Elio'nun bu tavrı için onun adına özür diliyorum. Çok stresli ve kendine hâkim olamıyor. Affedin," dedi mahcup bir şekilde.

Kraliçe anlayışla gülümsedi. "Onu anlayabiliyorum," dedi naif sesiyle. "Krallığı ve Öz'ü tehlikede. Bir koruyucu olarak bütün yükü sırtlanmaya çalışıyor belli ki."

Nora rahatlayarak gülümsedi. "Anlayışınız için teşekkür ederim, Majesteleri."

Kraliçe onaylarcasına başını salladı. "İstersen peşinden gidebilirsin," dedi. Sonra dönüp bana ve kendi çocuklarına baktı. "Yemeğini bitiren gidebilir. Bir saat sonra Ortak Saray'da olun. Yıldız ve Güneş Krallıklarıyla toplantı yapacağız."

Masadan kalkarken Elvis beni yine kucağına aldı. Nora reverans yaptıktan sonra gergince arkasını dönüp yürümeye başladı. Elvis'e onun peşinden gideceğimizi söylediğimde Güneş Prensesi aniden döndü beni durdurdu.

"Diana, sen gelmesen daha iyi," dedi.

Kaşlarımı kaldırdım. "Neden?"

"Onunla yalnız konuşmak istiyorum."

"Peki o zaman," diye mırıldandım. Bir şeyler dönüyordu ve belki bana daha sonra anlatır diye şimdilik ısrar etmemeye karar verdim.

"Teşekkür ederim," dedi ve bir saniye daha beklemeden Elio'nun gittiği yönde hızlı adımlarla ilerlemeye başladı.

Arkasından öylece bakarken Amaris ve Kale yanıma geldi.

"Bahçeye çıkmak ister misin?" diye sordu Amaris. "Biraz temiz hava daha iyi hissettirebilir."

Sadece başımı salladım.

Kale'in önderliğinde sarayın görkemli koridorlarında ilerlerken dev kapıların ardına kadar açıldığını ve bizi kızıl karanlık Gökyüzü'nün karşıladığını gördüm. Burası bıraktığım gibiydi. Ne Ay vardı ne de Yıldızlar. Sadece iç karartıcı bir tavan. Gözlerimi hemen aşağıdaki manzaraya çevirdim. Gökyüzü karanlık olabilirdi ama sanki ona inat Ay Sarayı'nın önü, ölü Yıldızlar'a inat² ışıl ışıl parlıyordu.

Bizi karşılayan görkemli kapı tam olarak sarayın dışına davet etmiyordu bizi. Oldukça geniş bir bahçenin içerisindeydik. Bahçenin sınırlarını sarayın duvarları oluşturuyordu. Yeşilliklerin ve rengarenk çiçeklerin oluşturduğunu bir renk şöleni gözleri ziyafet niteliğinde bir doygunluğa davet ediyordu. Hemen önümüzde bulunan verandanın her iki yanından aşağı uzanan beyaz mermer merdivenin sonunda bahçenin içine yön veren bir patika vardı. Patikanın her iki yanında heykeller ve budanmış çalılıklarla beraber bir de bize eşlik eden meşaleler vardı. Yolun sonunda da bahçe bir koridor olmaktan çıkıp kocaman bir daire şeklini alıyor ve tam ortasında da kocaman bir havuz görünüyordu. Havuzdan taşan suyun sesi henüz kapıdan çıkmadan kulaklarımıza ulaşıyordu. Sarayın içindeydik hala, ancak tepemizde kızıl Gökyüzü bile gülümsüyordu. Şaşkınlık içerisinde etrafıma bakınırken Amaris beni dalgınlığımdan kurtardı.

"Beğendin mi?"

Ona baktım. Gözleri gülümsüyordu. Burayı beğendiğimi söylemem için heyecanla beklediğini görebiliyordum.

"Bayıldım."

Memnuniyetle sırıttı.

Önce o, sonra Elvis ve ben, en son da Kale merdivenlerden birer birer inmeye başladık. Yanından geçtiğimiz her çiçeğin kokusu ciğerlerime dolarken bir de buna yeni biçilmiş çimlerin kokusu da ekleniyordu. Aldığım her nefeste bu huzurun içerisinde kaybolmak ister gibi gözlerimi kapatıyor, nefes verdiğimdeyse güzel bir rüyadan uyanan küçük bir çocuk gibi hevessizce gözlerimi açıyordum. Ardından yeniden aynı coşkuyla kokunun beni ele geçirmesine izin veriyordum. Eminim ki Elvis beni taşımıyor olsa şimdiye kadar dengemi kaybedip düşmüştüm.

Toprağa saplanan meşalelerden gelen ateş çıtırtıları ve cırcır böceklerinin şarkısı eşlik ediyordu bir de. Ateşin tenimde düşürdüğü ışığıyla önce travmatik bir şekilde ürpersem de daha sonra yüzlerce kez kendime güvende olduğumu hatırlatarak rahatlamaya çalıştım.

İki yanımızda dizilmiş heykelleri incelemeye başladım. Sol tarafımızda kadınlar, sağ tarafımızda ise erkekler bulunuyordu. Heykellere oyulmuş bütün güzel suratların hemen üstüne konumlandırılmış kocaman taçlar ve Ay Krallığı'na ait olduğunu belli eden semboller bulunuyordu. Kadınların kollarındaki ve bacaklarındaki sarmaşık şeklindeki semboller de buna destek oluyordu.

"Atalarımız," dedi Kale.

"Ne kadar da ince düşünülmüş böyle," dedim hayranlıkla. "Bu heykeller... Gerçekten de usta bir heykeltraşın elinden çıktığı çok belli. Detaylar inanılmaz."

Amaris'in alaylı gülüşünü duyunca ona çevirdim başımı. "Onlar heykel değil," dedi.

Kaşlarımı çattım. "Ne demek onlar heykel değil?"

Benim ciddi tavrımla o da ciddileşti ve bu defa o şaşkınlıkla kaşlarını havaya kaldırdı. "Gerçekten de bilmiyor musun?"

"Biliyor gibi mi duruyorum?"

"Onlar geçmişin hükümdarları," diye açıklama yapmaya başladı. "Heykel değiller."

"Neden buradalar?"

"Nerede olmaları gerekiyordu ki?" dedi bu defa Kale.

Omuz silktim. "Belki mezarlıkta..?" Açıkçası bu sorunun cevabını ben de bilmiyordum. Mezarlık meselesi de Yeryüzü insanlarına özgü bir durumdu çünkü Gökyüzü'ndeki insanlar zaten Yeryüzü'nde ölüp daha yüksek bir bilince geçerek Öz'de yeni bir hayatı seçen insanlardı. Bildiğim kadarıyla sıradan insanlar için Öz'den sonrası yoktu. Kraliçeler ve krallar için de öyle. Ruhları evrenin her zerresine yeniden karışır veya yeniden doğmayı tercih ederlerdi.

İkisi de, Elvis bile, katıla katıla gülmeye başladılar. Çatık kaşlarımla Elvis'e bakınca anında sustu ama prenses ve prens gülmeye devam ediyorlardı.

"Tamam mezarlık çok saçma bir cevap oldu ama Gökyüzü aşkına, onların burada ne işi var?"

"Onlar burada, hala bedenlerinden yayılan enerjiyle krallıkları korumaya devam ediyorlar."

"Ama onlar ölü," dedim dehşet bir ifadeyle.

"Ölüm terimi sıradan insanlarla aynı anlamı taşımıyor bizim için, Diana. Bunu biliyorsun," dedi Amaris. Görünüşe bakılırsa bilmiyormuşum.

"Hafızan tam olarak gelmedi mi acaba?" diye mırıldandı Kale kendi kendine.

Bir an için afalladım. Zihnimi derin bir süzgeçten geçirmeye başladım. Haklı olabilir miydi? Hatırlamadığım bir şeyler olabilir miydi?

Şimdi düşününce Öz'de devri kapanan kraliçelere ve krallara ne olduğunu hiç bilmediğimi fark ettim.

"Belki de," diye şaşkınlıkla mırıldandım ben de.

Amaris anlayışla gülümsedi. Elimi tuttu ve diğer eliyle etrafı işaret etti.

"Atalarımız burada, hala Ay Sarayı'nı koruyorlar. Biliyorsun ki her şey enerjidir. Sen, ben, meşaledeki ateş, bu bitkiler... Onların da bedenleri kutsal ruhlarına ev sahipliği yaptıkları için hala güçlü bir enerji yayıyorlar. Burada açık bir şekilde özümüze, saraya ve bize güç vermeye devam ediyorlar. Ruhları ise..." Elimi bırakıp arkasını döndü ve yürümeye devam etti. Onu takip etmemiz için eliyle işaret etti.

Bahçenin ortasında bulunan havuzun yanından hızlıca ilerledik. Biz hızlı hızlı geçerken havuzun köşesine ve etrafındaki bitkilerin yapraklarına saklanan kelebekler aniden ortaya çıktı ve etrafımızı donattılar. Merakla Amaris'e bakmıyor olsam bu manzara beni oldukça mutlu edebilirdi.

Geldiğimiz patikaya benzer başka bir patikada ilerledik. Her adımımızda heykeller sıklaşıyor ve bu beni daha da hayrete düşürüyordu. Bütün devri kapanmış kraliçeler ve krallar buradaydı. Bu inanılır gibi değildi. Daha önce böyle bir şey gördüğümü hiç sanmıyordum. Hafızamın eksik olduğunu hiç ama hiç düşünmüyordum. Her şeyi her detayıyla daha dün yaşamış gibi hatırlıyordum. Böyle önemli bir şeyi es geçmem mümkün değildi.

Ya da öyle miydi?

Lanet olsun sana Rigel!

O aptal adam ve yaptıkları yüzünden kendi gerçekliğimden bile emin olamıyordum.

Patika aşağıya doğru açı yapmaya başladı. Kıvrıldıkça kıvrıldı. Çimenlerle döşenmiş yol yerini çakıl taşlarına bıraktı. Bitkiler sıklaştı ve etrafımızı sardı. Şimdi de bitkilerden oluşan eşsiz bir tünelden geçiyorduk. Ancak tünelin sonunda Gökyüzü'ndeki karanlığa aykırı olabilecek kadar güçlü parlak bir ışık gözlerimi kamaştırıyordu. Ve sanki ona doğru yaklaştıkça aynı zamanda ondan uzaklaşıyormuş gibi hissediyordum. Etrafımı saran büyüyü hissedince başımın döndüğünü hissettim.

Tünelin sonuna ulaşınca hayretle ağzım açıldı.

"Benimle dalga mı geçiyorsunuz!" diye istemsizce bağırdım.

Çakıl taşları ileride suyun içerisinde gözden kayboluyordu. Kumun onu döven deniz dalgalarının altında kaybolması gibiydi. Bakınca dibini çok net bir şekilde görebileceğiniz berrak bir havuz vardı burada. Çok büyük değildi ancak çok ama çok görkemliydi. Havuzun etrafında fildişi rengi sütunlar yükseliyor ve o sütunları da çiçek açmış sarmaşıklar çevreliyordu. Tam karşımızda, havuzun diğer tarafında, yukarı tırmanan kısa bir merdiven vardı. Merdivenin ulaştığı yüksekliğin arkası bomboştu. Yalnızca fildişi sütunlar vardı ve bunlar havuzun hemen üstündeki açıklığı çevreleyen balkona destek sağlıyordu. Basamaklar ise şimdiye kadar gördüğüm en büyük ve en eşsiz şeye ulaşım sağlıyordu.

"Bu da ne?" diye hayretle mırıldandım.

"Krallığımızın taşı ve atalarımızın ruhları," diye cevap verdi Kale.

"Ay Taşı," diye onu tamamladı Amaris.

"Ay Taşı mı?"

Amaris heyecanla başını salladı ve hiç beklemeden suya doğru yürümeye başladı. İlerledikçe su ayaklarından yükseliyordu ama bacak boyunu geçmiyordu. Kale de onun arkasından ilerleyince biz de ilerlemeye başladık. Her adımda sudan çıkar hışırtı melodik bir ilahi şekilde bize eşlik ediyor ve bu gözlerimin kapanmasına neden oluyordu. Kendime suya bırakma isteği hissediyordum. Su beni çağırıyordu. Beni içine istiyordu. Ve ben de onu istiyordum. Elimi suya dokunmak için uzatınca Elvis'in beni daha sıkı kavradığını hissettim ve kendime gelmek istercesine başımı iki yana salladım. Bu suda hayatımda ilk defa gördüğüm türden bir büyü vardı. Bir hipnoz misali duygularımın kontrolünü ele geçiriyor ve beni içinde boğmak için davet ediyordu.

"İradesi olmayanlar için kesinlikle tehlikeli sular," dedi Kale. İma edercesine göz kırptı.

Şaşkınlıkla Elvis'e bakınca benim aksime sudan hiç etkilenmediğini fark ettim.

"O bunun için eğitildi," dedi Kale bu defa. "Bir kraliyet muhafızı yalnızca kendi devrini değil, geçmiş devri de korur."

Merdiven basamaklarına ulaşınca yavaşça tırmandık. Amaris çoktan yukarıdaydı ve büyük bir mutlulukla, ışık saçan taşı seyrediyordu. Yanına ulaştığımızda dahi gözlerini bize çevirmedi.

"Atalarımız ruhlarını bu taşın içine gömerler," diye konuşmaya başladı. O konuşunca sesi her yerde yankılandı. "Fiziksel bedenleri bizim fiziksel sarayımızı korurken ruhları ise ruhsal bedenlerimizi, yani özümüzü besler."

Taşa daha dikkatli baktım. Ancak bir anda az önceki ışıltısı sönüverdi. Daha titrek bir parlaklıkta ihtişamına devam etti.

"Ay, Gökyüzü'nden kaybolduğundan beri bütün güçlerini bize veriyorlar. Bu durum onların da tükenmesine sebep oluyor."

Yarı saydam olan taş bir futbol topu büyüklüğündeydi. İçinde mavinin her tonunu barındıran tılsımlar vardı. Başınızı biraz hareket ettirince baktığınız yöndeki tılsımlar sönüyor, bir başka noktada kendini belli ediyordu. Işığı, içerisinde dönen bir su misali etrafında durmadan dönüyordu. Baktıkça dokunma isteği uyandırıyordu ama aynı zamanda dokunursam buna pişman olacağımı hissettiriyordu.

Ama Amaris ona dokundu. Ve onun dokunuşuyla göklerden gelen bir ilahi duyuldu. Birden fazla kadının ve erkeğin sesiydi bu. Etrafımızdaki sarmaşıklar hareketlendi, çiçekler coşkuyla kokularını saldı. Taş sütunlar parladı, su heyecanla dalgalandı. Amaris taşı her iki eliyle de kavradı ve dudaklarındaki huzurlu bir gülümse eşliğine gözlerini kapatıp etrafımızdaki dönen ilahiye eşlik etmeye başladı. Sütunların ötesindeki boşluktan rüzgâr esti ve saçlarını geriye doğru taradı. Veliaht simgesi aydınlandı ve taşın içinden akan beyaz ışık onun içine dolmaya başladı. Havuzun içinde heyecanla dalgalanan su girdap şeklini aldı. Girdabın tam ortasında dolunay şekli göründü. Bembeyaz bir ışık aniden suyun üzerinde parladı ve doğrudan Ay'ın evrelerini oluşturmaya başladı. En ortada dolunay, sağında ve solunda şişkin Ay'lar, onların da yanında ilk dördün ve son dördün ve en sonunda da hilaller. Hilallerin de sonunda daire şeklinde, suyun üstüne düşen bir gölge gibi bir karanlık oluştu, Yeni Ay.

Amaris'in taşa dokunduğu süre uzadıkça girdap şiddetlendi ve ortasındaki sigillerle birlikte ait olduğu havuzdan kopup yükselmeye başladı. Sütunların ortasında Gökyüzü'ne açılan boşluğun sınırına gelince orada durdu ve birkaç dakika bekledi. Daha sonra üstündeki sigilleri havada bırakarak girdap alçaldı ve havuzunda gözden kayboldu. Şimdi havada asılı duran Ay'ın evreleri tıpkı Amaris''in dokunduğu Ay Taşı gibi delicesine ışık saçtı. Rüzgâr hiddetlendi ve ilahinin sesi yükseldi.

Korkuyla atan kalbimin sesini dahi bastırıyordu bu manzara. Tuhaf bir ritüelin ortasındaydım ve buna daha önce hiç şahit olmadığıma adım gibi emindim. Benim Öz'ümde bu yoktu. Ne Ay Taşı vardı ne de atalarımın ruhları. Bu delilikti.

Korkuyla Kale baktım. O da kendini bırakmıştı. Gözleri kapalı ve pembe dudaklarında huzurlu bir gülümsemeyle ayakta dikiliyordu. Elvis'e döndüm. O da aynı şekildeydi. Hepsi transa geçmiş gibiydi.

Bunu bölmeli miydim?

Hayır, bölmemeliydim. Bu saygısızlık olurdu.

Ama delicesine korkuyordum!

Belki de onlara ayak uydurmalıydım.

Elvis'in beni kavrayan kollarının beni daha sıkı tuttuğunu hissedince bir nebze olsun rahatladım. Kendini kaybetmemişti demek ki. Ve korktuğumu hissetmişti.

Kollarımı omzuna dolayıp başımı göğsüne yasladım ve ben de gözlerimi kapattım. Kendimi ana bırakınca ben de hissettim. Tam olarak ne yaptıklarını hissedince tüylerim ürperdi ama huzurla doldum. Yaprakların hışırtısı, suyun şırıltısı, rüzgârın uğultusu ve ataların kutsal sesleri...

Yaptıkları tam olarak neydi bilmiyorum ama bana güç verdiğini hissettim. İçime güç dolduğunu rahatça anlayabiliyordum. Yaralarımın kapanmaya başladığını hissedebiliyordum.

Birkaç dakika gözlerim kapalı bir şekilde durunca bu huzur bana acı vermeye başladı. Önce hafifçe beni itekledi taşın büyüsü, ardından beni var gücüyle dışına attı. Başlarda yabancı bir dokunuş gibi geldiyse de şimdi tamamen beni kendinden uzaklaştırıyor ve verdiği gücü içimden geri çekiyordu. Kapanmaya başlayan yaralarım el yordamıyla yeniden yırtılarak açılınca çığlık atarak gözlerimi açtım.

Bütün ihtişam geri çekildi. Elvis beni birinden korumak ister gibi arkasını döndü. Kale ve Amaris şaşkınca bakakaldı. Taş titrek parlaklığına geri döndü, su duruldu, sarmaşıklar donuklaştı, ilahi durdu.

Nefesimin ve kalbimin delicesine atışlarını düzene sokmaya çalışırken nasıl da soğuk soğuk terlediğimi fark ettim. Gözlerim bacağımdaki yaraya kayınca sandığım gibi yeniden açılmadığını gördüm. Ama hissetmiştim! Birinin parmaklarının orayı kavradığını ve her iki tarafa da çekiştirdiğini hissetmiştim.

"Ne oldu?"

Kocaman açtığım gözlerimi karşımdaki maviliklerde gezdirdim.

"Onlar..." Yutkundum.

"Atalarımız," dedi Kale devam etmemi teşvik edercesine.

"Beni reddettiler," dedim güçlükle. "Beni önce kabul ettiler ve ardından reddettiler."

"Bu mümkün olamaz," dedi Amaris. "Onlar yalnızca tehlike anında-"

Birden sesi kesildi.

"Ben mi?" dedim şaşkınlıkla.

"Bir açıklaması olmalı," dedi Kale. Soru soran gözlerle Amaris'e baktı. Aralarında sessiz bir konuşma geçince gerildim.

"Gitsek iyi olur," dedi Amaris.

Arkamda bir portasyon belirdi ve hepimiz hızlıca oradan geçtik. Tıpkı kraliçenin emrettiği gibi Ortak Saray'daydık. Görünüşe göre ilk gelenler de bizdik.

Ortak Sarayın toplantı odalarından birindeydik. Herkes biraz önce olan şeyin gerginliğiyle kendini odanın daha köşesine konumlandırılmış deri koltuklara bıraktı. Elvis beni de yavaşça koltuğa bırakınca kollarını açmak için birkaç hareket yaparak odadan çıktı.

"Biraz önce olanlar da neydi?" diye sordum tereddütle. Ataları beni reddettiyse bu, onların beni yeniden düşman belleyebilecekleri anlamına geliyordu.

Amaris cevap vermedi. Onun yerine Kale konuştu. "Bilmiyoruz. Belki de Öz'ün tehlikede olduğunu hissetmişlerdir."

Ancak bunun bir sebep olmadığını biliyordum. Geçiştirmek için verilmiş bir yanıttı. Sonunda bütün gizemler açığa çıkmış ve tek bir hedefimiz olduğu için bir nebze de olsa rahatlamıştım. Rigel'i ve diğer kralları da durdurmak ve kraliçeleri kurtarmak dışında başka bir sorunun daha çıkması kesinlikle planlarımdan biri değildi. Özellikle bu aciz durumda, eski düşmanlarımız sonunda bize dostluk göstermişken bunun bozulması yararımıza değildi. Üstelik evsizdik ve dağılmıştık. Acilen Nora'yla bunu konuşmam gerekiyordu.

Biraz sonra salonun ortasında bir portasyon belirdi ve içinden Yıldız Krallığı'nın üyeleri çıktı. Kraliçe ve kral, onların hemen arkasında Olina ve Lucas bizi görünce gülümsediler ve tam da bana bakarak abartılı bir reveransla selam verdiler. Onlar eğilince Kale ve Amaris de onlara selam verme amacıyla reverans yaptılar.

Onlara bir şey diyemeden hemen diğer tarafta bir portasyon daha belirdi ve Güneş Krallığı da odanın içine doluştu. Yıldız Krallığı'nı önümde eğilmiş halde görünce hiç beklemeden onlar da eğildiler.

Ne diyeceğimi bilemez halde suratımı astım ama daha sonra bunun saygısızlık olacağını düşünerek minnetle gülümsemeye zorladım kendimi.

"Kraliçelerim, krallarım," diye en yumuşak ses tonumu kullanmaya çalıştım. "Lütfen kalkın. Benim için eğilmenize gerek yok."

Ayağa kalktılar ve saygılı bir ifadeyle bana baktılar. Bir portasyon daha açıldı içinden Ay Kraliçesi ve Kralı ile Nora ve Elio çıktı.

"Ay Prensesi Diana oldukça mütevazi biri," dedi Ay Kraliçesi.

Daha buraya gelmeden bizi duyabildiğini anlayınca şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdım. Bu kadınların güçleri inanılmazdı.

"Bir Tanrıçaya saygı gösterilmeli," dedi Güneş Kraliçesi.

Yine başlıyoruz.

"Kraliçem, ben henüz bir Tanrıça değilim. Rica ediyorum, bu kendimi kötü hissetmeme sebep oluyor."

"Kendinizi kötü hissediyorsanız bunu derhal yapmayı bırakırız," dedi Yıldız Kralı.

"Hayır, kendimi kötü hissettiğim için değil, yapmamanız gerektiği için yapmayın," diye direttim.

O sırada göz ucuyla Nora'ya bakınca bana uyarıcı bir bakış attığını gördüm. Benim aksime Nora onların böyle davranmasını oldukça yerinde buluyor ve istiyordu. Ama neden? Kendimi kötü hissettiren bu durumu engellememden daha doğal ne olabilirdi ki?

"Pekâlâ," dedi Ay Kraliçesi. "Bu konuyu daha sonra konuşuruz." Beni kurtardığı için ona minnetle gülümsedim. Aynı şekilde karşılık verdi.

"Geçelim mi, o halde?" dedi Güneş Kralı toplantı masasını işaret ederek.

Herkes hareketlenince ben de Elvis'e bakınmak için arkamdaki kapıya yöneldim. Az önce çıkmış ve bir toplantı olacağını bildiği için de geri gelmemişti. Sesleneceğim sırada sıcacık kolların beni kavradığını hissettim.

"Ben varken mi?" dedi Elio ve gülümseyerek göz kırptı.

O beni taşırken Nora'nın uyarılarına rağmen bunu yapmasına şaşırdım. Güneş Krallığı başına buyruk bir krallık olarak bilinirlerdi ancak ne olursa olsun kraliçenin veya prensesin sözünden çıkmazlardı. Elio'nun şimdiye kadar hiç Nora'nın sözünü çiğnediğini görmemiştim. Nora'ya bakınca da açıkça onun sözünü çiğnediğini belli eden surat ifadesini görebiliyordum. Ve Nora'nın bu tavrı, Arya'nın ihanetinden sonra bazı şüphelerimin uyanmasına sebep oluyordu.

Elio, beni toplantı masasının etrafındaki sandalyelerden birine bıraktı ve hemen yanıma oturdu. Diğer yanıma da Nora yerleşti.

Herkes kendi yerlerine geçtikten sonra toplantı resmi olarak başladı. Ancak gözler hariç hiçbir dil konuşmaya yanaşmıyordu. Herkes doğrudan biz üçümüze bakıyordu.

"Evet?" dedim tereddütle.

"Sanırım en başından başlamamız gerekiyor," diye araya girdi Nora.

"Her şeyi bilmemiz, size yardım etmemizi daha kolay hale getirecektir," dedi Yıldız Kraliçesi.

Davin'i sevdiğim ve onu öldürmem gerektiği detayını atlayarak her şeyi bir bir anlattım. Kutsal Ruh'un huzuruna çıktığımı, Elçi'yle evlenmem gerektiğini ve -onu sırf Elçi olduğu ve bu durumun tuhaf kaçtığını düşündüğüm için reddettiğimi söyledim- onu reddettiğim için benim rüyalarıma sık sık geldiğini, ardından güçsüz düştüğümü ve -intihar detayını da vermedim- bir gece Arya ile Rigel'in tuzağına düştüğümü anlattım. Daha sonra beş yüz yıl boyunca bir zaman boşluğunda yalancı bir hayat yaşadığımı ve bu hayata Arya'yı da istemeden dahil ettiğimi sonra da birdenbire ortaya çıktığımızı anlattım.

Olayları eksik anlattığımı fark eden Elio bana baktı. Ama bakışları tepkisizdi, diğerleri hiçbir şey anlamadı. Nora ise hiçbir şey yapmadan anlattıklarımı başıyla onaylamakla yetindi.

"Peki ama neden sana böyle bir tuzak kurdular?" dedi Ay Kraliçesi.

"Açıkçası bunun sebebini ben de bilmiyorum, Majesteleri."

Tek bildiğim Arya'nın benim Davin'i öldüreceğimi sanmasıydı. Ama bu çok saçmaydı çünkü ben Elçi'nin böyle bir şey istediğini ona hiç söylememiştim, ki bunu hayatım pahasına reddetmiştim. Belki de Rigel onun aklıyla oynamış ve basitçe yalan söylemişti. Ama yalanının gerçekle uyuşma olasılığı kaçtı ki?

Sonra kafamın üstünde bir ampul yandı.

Elçi ona yardım etti.

En başından beri mi? Elçi ona ve Gökyüzü'ne ihanet ettiğim için onlara yardım etmişti. Gelini olarak hazırlanırken bile bana bunu yapar mıydı?

Gerçekten her şeyden şüphe etmeye başlamıştım. Aklımı kaçırmadığım için bütün Yıldızlar'a, Ay'a, Güneş'e ve Gökyüzü'nün her zerresine şükretmeliydim.

"Peki kralların bu ihanetinin sebebi nedir?" diye sordu Yıldız Kralı.

Kendime hâkim olamayarak alayla güldüm. "Bunun sebebini biliyor olsaydık en başından onlara engel olabilirdik, efendim. Maalesef ki biz de sizler gibi hiçbir şey bilmiyoruz."

Nora yerinde kıpraştı ve masanın altından ayağıyla beni dürttü. Bu yaptığına somut bir tepki vermeden öylece kaldım.

"Diana'nın demek istediği şu ki, gerçekten her şeyi en ince detayıyla planlamışlar ve biz bunu hiçbir şekilde anlamadık," diye daha usturuplu bir tonda konuştu Nora.

"Kraliçeler bile mi?" dedi Güneş Kraliçesi.

"Krallar, bizi hapsettikleri günlerde bana kraliçelerini yıllardır zehirlediklerini ve büyüleriyle etki altına aldıklarını söylemişlerdi," dedim.

Uzun süredir sessizliğini koruyan prenseslerden ve prenslerden biri araya girdi.

"Yıldız Kralı da sizinle birlikte ortalıklarda yoktu ama. Yıldız Kraliçesi'ni nasıl etki altına aldı o halde?" dedi Lucas.

Ha siktir!

Bütün Yıldız Prenslerini öldürmek istiyorum!

İşte o an ilk defa ben, Nora ve Elio, üçümüz aynı anda birbirimize baktık. Üçümüz de birbirimize aynı şeyi soruyorduk: Davin'i ele verelim mi, yoksa susalım mı?

Neden ele vermeyelim ki? Neden susalım? Aslında tam da şu anda ondan intikam almanın zamanı olabilirdi. Ancak Davin'i ele vermek gizlediğim bütün detayları açığa çıkarabilecek sorular doğurabilirdi.

"Şöyle ki..."

Tam o sırada toplantı salonunun kapısı çalındı. Herkes toplantının bölünmesinden rahatsız bir şekilde kapıya döndü. Muhafızlardan biri içeriye girip reverans yaptı.

"Majesteleri, Yıldız Prensi Davin Ay Sarayı'nda. Ne yapmamızı istersiniz?"

Çatılan kaşlar bir an için yumuşadı.

"Buraya getirin," dedi Ay Kralı memnuniyetle.

Hiçbir mimiğimin oynamadığına dikkat ederek yavaşça Nora'ya döndüm. Bu durumdan kurtulmak istercesine gözlerini kapattı, kucağındaki yumruklarını sıktı. Elio çok doğal bir şekilde boğazını temizledi ancak doğal olmadığını biliyordum.

Muhafız ikiletmeden yeniden selam verdi ve kapıdan çıktı. Birkaç dakika sonra Davin'le birlikte yeniden içeri girdi.

"Üzgünüm, geciktim."

Davin kapıdan girdiği an herkesin nefesinin kesilmesine sebep oldu. Bütün nefesler tutuldu, bütün gözler delicesine açıldı. Krallar başta olmak üzere herkes ayaklandı. Ancak biz üçümüz yerimizde kaldık.

Davin baştan aşağı yara bere içindeydi ve perişan durumdaydı. Saçları dağılmış ve Yıldız tozları omuzlarına dökülmüştü. Kıyafetleri parçalanmıştı ve açıkta kalan beyaz tenindeki morlukları sergiliyordu. Kaslı kollarından bileğine kadar bir kan nehri oluşmuş, parmaklarının uçlarından yere damlıyordu. Ayakları çıplaktı. Gözleri yarım bir şekilde açıktı. Darmadağın bir haldeydi ancak ona rağmen dimdik duruyordu.

"Şifacı çağır!" diye gürledi Yıldız Kralı kapıda durmakta olan muhafıza.

Elio ve Nora da onlara katılarak ayaklandı. Elio, isteksiz olduğunu belli edercesine homurdandı ve kendini düzelterek Davin'in yanına hızlı adımlarla ilerledi.

"Kale bir şifacı. O neden bir şey yapmıyor?" diye fısıldadım yanımda ayakta dikilen Nora'ya.

"Bilmiyorum," diye o da fısıldayarak cevapladı.

Üç tane şifacı kapıdan girdi ve ellerindeki çantalarını kurcalayarak hızlıca bir büyü mırıldandılar.

"Bunu sana kim yaptı?" dedi Yıldız Kraliçesi.

Davin cevap vermeden önce gözlerini odada gezdirdi. Gözleri benim gözlerimi buldu. Birkaç saniye hiçbir şey söylemedikten sonra hala bana bakmaya devam ederek kraliçeye cevap verdi.

"Kız kardeşim, Yıldız Prensesi Arya."

Şifacıların kıpraşmaları dışında herkes donup kaldı.

"Arya nerede?" diye sordu Nora kendinden emin bir şekilde. Onun bir zihinsel işkenceci olduğunu bu Öz'ün soyluları hariç hepimiz biliyorduk ancak söylemeye cesaret edememiştik.

"Babamın elinde," diye cevap verdi Davin. Hala bana bakıyordu.

"Nasıl?" diye sordu Güneş Kralı. Herkes şüpheyle ona bakıyordu. Onu Rigel'e teslim edip etmediğini sorguluyorlardı açıkça. "Onu buraya getirmen gerekiyordu."

Davin gözlerini benden ayırdı ve Güneş Kralı'na döndü.

"Arya bir zihinsel işkenceci efendim. Beni alt etti ve babamın tarafında olduğunu açıkça belli ederek gitti. Onu ikna etmeye çalıştığım için bu kadar geç kaldım."

O kelimeler sarayın duvarlarında yankılanırken herkes bu anormalliği fark etmişti.

Bir veliaht nasıl oluyor da kötücül bir güce sahip olabiliyordu?

☀️🌙✨

//Maneskin: Gossip

Continue Reading

You'll Also Like

21.4K 1.9K 32
{Watty's 2021} (indonesian book) Seumur hidupnya, Jungkook selalu dianggap tertutup. Namun pada malam itu, Jungkook, menjadi pemuda penggoda yang aka...
1K 84 9
"𝙄 𝙖𝙢 𝙜𝙤𝙣𝙣𝙖 𝙛𝙪𝙘𝙠 𝙮𝙤𝙪 𝙪𝙣𝙩𝙞𝙡 𝙮𝙤𝙪 𝙛𝙤𝙧𝙜𝙚𝙩 𝙝𝙤𝙬 𝙩𝙤 𝙬𝙖𝙡𝙠." . ݁₊ ⊹ . ݁ ⟡ ݁ . ⊹ ₊ ݁. 𝐭𝐡�...
1.5K 57 10
At the beginning of the 14th season Ty loses Amy due to her gunshot wound. He doesn't take her death lightly. He tries to turn his attention to his d...