SERÇELER AĞLADIĞINDA

By vaenoctis

522K 40.4K 66.4K

Ailesinin güven veren kanatlarının altı yerine soğuk bir köşede kendi başına büyüyen kuşlara gökyüzü özgürlük... More

SERÇELER AĞLADIĞINDA
BİRİNCİ BÖLÜM
İKİNCİ BÖLÜM
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
BEŞİNCİ BÖLÜM
ALTINCI BÖLÜM
YEDİNCİ BÖLÜM
SEKİZİNCİ BÖLÜM
ONUNCU BÖLÜM
ON BİRİNCİ BÖLÜM
ON İKİNCİ BÖLÜM

DOKUZUNCU BÖLÜM

26K 2.7K 4.6K
By vaenoctis


İyi okumalar :) 


DOKUZUNCU BÖLÜM





Laurel, Sun King



Boğazımdaki kuruluk gece boyunca beni zaman zaman uyandırmış olsa da, başucumdaki sürahiden birkaç bardak su içerek sabah uyandığımda hatırlamayacağım kâbusa geri dönmüştüm; sabah uyandığımda ise, gördüğüm kâbusun gerçek olduğunu fark edip hiç uyanmamayı dilemiştim o gün.

Elbiseden ve iç çamaşırımdan kurtulup kendimi duşun altına attığımda davetten kesitler yavaş yavaş yükleniyordu henüz. Saçımı üç kere şampuanlamış, vücudumu iki kere keselemiştim çünkü tüm gece terlediğimden yapış yapış hissediyordum. Vücudum resmen ter atmamıştı, ben hücrelerimden işemiştim.

Ardından bornozuma sarılarak geçtiğim ayna karşısında, camın buğusunu silerek kendimle göz göze geldiğimde en can alıcı sahne zihnimin orta yerine kurulan bir tiyatroda oynamıştı ve ben, yalnızca, izleyebilmiştim. Gazel'in hazırladığı kokteyl. Bir anda vücuduma nükseden toksinler. Salonun ortasında, herkesin arasında boğulurcasına bir bir zihnimin en ücra köşesine ittiğim ne varsa dökülmem.

Bana bir şey vermişti. Beni zehirlemişti. Ben dedemin bir sır gibi herkesten sakladığı sırrını ifşa etmemiştim, ben yapmazdım, bana yaptırmışlardı.

Saçlarımın nemini alarak hızlıca üzerime bebek mavisi şort-tişört takımımı geçirerek kalın bir çorap giyindim ve telefonumu da alarak odamı terk ettim. Görkem odasında değildi çünkü programına göre okul kampına gitmişti ama aşağı katlardaki sessizlik bir Pazar günü hiç de hayra alamet değildi.

Agnes'i mutfakta tek başına gördüğümde, "Dedem nerede?" diye sordum fakat beni duymazdan gelerek hamur açmaya devam etti. Sanırım ekmek yapıyordu. "Agnes?" Orta tezgâha kadar yürüdüm, ve hatta omzuna bile dokundum fakat benimle konuşmuyordu.

Albert da yoktu.

Telefonumdaki bildirimleri kontrol ettim. Ukte'den onlarca mesaj vardı nasıl olduğuma dair, onun dışında bana ulaşan kimse yoktu.

Akel amcamın numarasını rehberimde bulduktan sonra kütüphaneye geçtim ve cam kenarına oturarak arama tuşuna bastım. Gerginlikten tırnaklarımı ısırıyordum.

İkinci çalışta açtı. "Efendim Talya?"

"Dedem nerede?" diye sordum hızlıca. "Evde yok. Evde kimse yok."

"Özel bir hastanede birtakım tahliller yapılıyor. Ardından İsviçre'ye uçması olası, fakat veda etmek için eve uğrayacaktır." Amcamın sesi her zamanki gibi soğuk, mesafeli fakat dürüsttü. "Endişelenmene gerek yok. Babam için elimizden geleni yapacağız."

"Öldüreceksiniz onu," diye tısladım telefona. "Sizden saklamasının bir sebebi vardı! Tedaviye yanıt vermiyor! Tedavisi kendinden daha çabuk öldüren tek hastalıktır kanser! Bırak kalan vaktini burada, bizimle geçirsin!" Kendime engel olamıyordum, gözyaşları gözlerimden aşağı tane tane akıyordu. "Babamın da ölümünün ardından sırf başa geçmek istediğin için ona bunu yapamazsın!"

Dedemin korktuğu da buydu. Geriye kalan tek oğlunun gözünü hırs bürümesi; yılanın başını ezmek için güçlendirmesi ayağını, yemek yediği kaba pislemesi. Şimdi tam olarak olan buydu ve tüm suçlusu bendim çünkü aklımın ucundan bile geçmemişti Gazel'in böyle bir şey yapacağı, hatta herhangi birinin, çünkü varlığından bile haberdar değildim bu tarz bir ilacın.

Dedem kalan vaktini muhtemelen bir tımarhanede geçirecekti.

"Adam acı içinde yaşıyor Talya, bilmem farkında mısın. İthal bitki çayları ya da ağrı kesiciler faydasız. Albert, onun uzun zamandır uyuyamadığını ve uyusa bile bazı sabahlar uyanmadığını, her defasında nabzını kontrol etmek zorunda kaldığını söyledi. Aylardır bu savaşı yalnız başına veriyordu ve bizim hiçbir şeyden haberimiz yoktu. Oğlu olarak, bilmek istediğimi, nasıl düşünmezsin?" diye sordu Akel amcam, öfke dolu bir sesle. Arkasından bir kapı kapanma sesi gelmişti, sanırım daha özel bir alana geçmişti. "Ne zaman öğrendin?"

"İki ay önce."

"İki aydır biliyorsun ve tek kelime etmedin. Hayal kırıklığına uğradım Talya. Bu konu ve az önceki sözlerin... Ben kafanda resmini çizdiğim o kötü adam değilim, önce burada bir anlaşalım. İmzamı attığım işlerdeki başarım ve babamın da yaşı dolayısıyla çoktan kontrolü elime almam gerekiyordu ama saygımdan arka planda yönettim hep. Pover' mne nemnogo." Biraz inancın olsun bana.

Boştaki elimle yüzümü sıvazladım ve gözyaşlarını dağıtmaya çalıştım, kafamı dizlerime gömdüm. "Bana bir şey verdiniz. Bir tür serum—"

"Dün akşamki talihsiz durumuna gelirsek," diyerek böldü lafımı. Oldukça sakin ve güven veren bir dille konuşuyordu. "Haberim yoktu. Kaldı ki, benim çıkarım için yaptığını da düşünmüyorum zaten."

"O ne demek?"

Arkadan başka birilerinin rusça konuşurken sesleri gelmeye başladığında "Kendisine sorarsın," dedi Akel amcam, kapatıyordu telefonu. "Şu an pek müsait değilim Talya, şirkette işler karışık. Acil bir yönetim kurulu toplantısına gireceğim. Sonra konuşuruz."

"Ama—" Telefon kapandı.

Ekrana baktım öylece. Benim yüzümden. Benim yüzümden. Benim yüzümden. Eğer o doktorun telefon konuşmasını dinlemeseydim, detaylar konusunda bu kadar meraklı olmasaydım ve dedemin ilaçlarını ya da bitki çaylarını araştırmasaydım, boşlukları birleştirmekte bu kadar aceleci olmasaydım ne ben ne de başkaları öğrenmeyecekti. Her ne karar verdiyse dedemin yanındaydım ben, ama şimdi onun karar verme yetkisi elinden alınmıştı. Kendi hayatı hakkında olsa bile.

O pencere kenarında oturdum ve ağladım bir süre. İyi gelecek hiçbir şey bilmiyordum göğsümdeki ağrıya. Koca bir hayal kırıklığı gibi hissediyordum, elleri ve ayakları olan. Bir yerlere yürüyen, kokteyller içen ve gerçekleri dört bir yana saçan. İnsanlara dokunmadan yaşamak imkânsızdı biliyordum ama bu kadar kolay mıydı bana dokunmak?

Midemin guruldamasına daha fazla dayanamayarak mutfağa gittim bir süre sonra ama Agnes ve sinirli ifadesini gördüğümde iştahım kaçmıştı. Kapıya çıkıp temizliği bitmiş bahçeye baktığımda evin ve etrafın sessizliği beni boğazlıyor gibi hissetmiş, bu yüzden televizyonun olduğu bir odaya geçip sırf ses olsun diye bir kanal açarak sosyal medyada gezinmeye başlamıştım.

Önerilen profillerdeki Leyla'nın hesabına girerek son paylaştığı fotoğrafa tıkladım istemsizce. Yaklaşık on dakika önce paylaşmıştı ve kendinin poz verdiği fotoğrafta silik bir şekilde arkadan çıkan, Gazel'den başkası değildi.

Doğrularak paylaştığı hikayeye tıkladım. Beş dakika önce, spor salonunu atmıştı. Burası benim de yaklaşık bir aydır boş vakitlerimde gittiğim, üyelerin tavsiye mektupları üzerine ve tabii ki yüklü bir miktar ödedikten sonra anca alındıkları bir spor salonuydu. Leyla'nın burada ne işi vardı?

Meri. Esme. Tabii. Bazen onun ikizlerle arkadaş olduğunu unutuyordum. Öyle olmasa bile, tabii ki Leyla Mira Tanlar istediğini öyle ya da böyle alacaktı.

Fotoğrafta Gazel'in üzerinde siyah bir atlet vardı ve Leyla yanına eğilip saniyesinde fotoğrafı çekmiş gibi görünüyordu. Aksi hâlde, Gazel'in onunla ya da herhangi biriyle fotoğraf çekilmek için poz vereceğine asla inanamazdım. Tayga ve Lodos'la bile tek bir fotoğrafı yoktu. Gazel fotoğraf çekilmekten nefret ediyordu.

Birazdan, canını sıkacağım için, benden de nefret edecekti.

Yanıma telefonum dışında bir şey almadım. Spor ayakkabılarımı ayağıma geçirdikten sonra dışarı fırladığımda, yanıma cüzdan ya da anahtar bile almadığımı fark etmiştim ama çoktan bahçe kapısına giden yolu yarılamıştım bile ve kapının önünde hazır bekleyen aracı görebiliyordum. Albert yoksa bile beni istediğim yere götürecek bir araç illa ki vardı.

"Dobryy vecher, miss," diye selamladı beni bahçe kapısından dışarı adımımı attığım an, kapının önüne park edilmiş Mercedes'ten önünü ilikleyerek çıkan genç şoför. İyi akşamlar hanımefendi. Benden taş çatlasın beş yaş büyüktü fakat oldukça uzun boylu, iri yapılı ve anlaşıldığı üzere fazlasıyla rus'tu.

"Mne nuzhno kuda-to poyti," dedim kollarımı etrafıma sararak, kahretsin ki üzerime bir kaban almayı da unutmuştum sinirden. Bir yere gitmem gerekiyor.

Adam hızlıca aracın etrafından dolanarak arka kapıyı açtı ve geçmem için geri çekildi. "YA voz'mu vas, miss." Sizi ben götüreceğim, hanımefendi.

Güvenlik kulübesinde devamlı bekleyen korumalara bir bakış atarak bunun beni kaçırmak için bir oyun olmadığına emin olduktan sonra arka koltuğa geçtim, ardımdan kapıyı kapattı. Spor salonu on beş dakikalık bir mesafedeydi fakat pazar akşamı trafiği, yol süresini iki katına çıkarmıştı. Şoförün, köşedeki park sırasına park edeceğini söylediği sırada trafik akışını kontrol ederek kapıyı açtım ve dışarı atladım. Her ne kadar arkamdan bağırsa da umrumda değildi, eminim cep telefonu numaram onda vardı ve döneceğim vakte kalmadan benimle iletişime geçecekti.

Bir tarafında sahil olan, diğer tarafında şehrin gece hayatının başladığı bir şerit boyunca hızlı adımlarla ilerleyerek spor salonuna girdim. O kadar sabırsızdım ki güvenlik gişelerinden atlamak istiyordum, çünkü kartımı getirmemiştim.

"Kartınız yoksa giremezsiniz," dedi güvenlik görevlisi, yanıma gelerek. "Danışmadan kimliğinizi doğrulamanız gereken ufak bir işleme tabî tutulacaksınız."

Danışmada hocalardan biri, arkada evrakları incelerken bilgisayar başında dikilen kalem etekli kadın samimiyetsiz bir gülüş attı bana. "Hoş geldiniz. Buyrun?"

Kollarımı göğsümde birleştirdim. "Bu salonun bir üyesiyim fakat giriş kartım ya da kimliğim yanımda değil."

"Kusura bakmayın lütfen, kimliğiniz olmadan doğrulama yapamam ve—" Başını kaldırırken nihayet yüzüme baktığında, kendi kendini bölmüştü. Ardından gözlüğünü düzeltti ve ayağa kalkarak gözlerimin içine baktı. "Çok pardon, Tayga Vasilyev'in kuzeni miydiniz?"

O vakte kadar, her ne kadar soyadım olsa da, kimin tavsiye mektubuyla kabul aldığımın farkında değildim. Ama elbette Tayga olmalıydı. Doktor ameliyattan iki hafta sonra fiziki aktivite önerdiğinde, Akel amcam buraya kaydolabileceğimi söylemişti nihayetinde, değil mi?

Başımı salladım, dudaklarımı birbirine bastırarak. Kadın gülümsedi ve tezgâh arkasında göremediğim bir düğmeye bastı, ardından üç güvenlik gişesinden biri açılmıştı. "Buyrun lütfen," dedi eliyle geçmem için işaret ederken.

Aptal herif, en azından en ihtiyacım olduğu ve haberimin dahî olmadığı anlarda yardım ediyordu bana. Böyle giderse canımı sıktığı tüm çocukluk anılarını bir rafa kaldırabilirdim. Belki.

Yüksek sesli ve ritimli müzik, salona girdiğim an kulaklarımı doldurdu. Köşede bir grup kız farklı aletlerin üzerindeydi ve aralarında Meri, Esme ve Leyla vardı. İleride, ağırlıkların olduğu kısımda ise çoğunluk erkekti ve kas çalışıyorlardı. Etrafta üç başlı şeytanlardan hiçbiri yoktu. Ama salon fazlasıyla büyüktü, kalın ve geniş kolonların arkasında görünmüyor olabilirlerdi; spa kısmında olabilirlerdi veya havuzda, ya da boks çemberinde... Burada olmalıydı. Burada bir yerdeydi.

"Kime baktın?"

Meri'nin sesini, yoğun müziğe rağmen duyabildiğime göre oldukça yakınımdaydı. Seslice nefes vererek ona doğru döndüğümde, beni baştan aşağı süzdü ve aşağılayıcı bir tavırla baktı. Meri'nin üzerinde patlıcan moru bir sütyen-tayt takımı vardı, karın kasları harika görünüyordu. Buğday teni terlediğinden ışıklar altında altın gibi parlıyordu ve kabarık saçlarını bir atkuyruğu yapmıştı. Ben ise...

Aynadan kendimi süzdüm. Bebek mavisi pijamalarım ve hâlâ kurumayan, nemli saçlarımla tımarhane kaçkınına benziyordum. Göz altlarım cabasıydı.

"Gazel nerede?" diye sordum kollarımı göğsümde birleştirerek, bugün kimseyle uğraşamayacaktım.

Leyla'nın uzun, sarı saçlarını yeniden bir lastikle toplarken koşu bandının üzerinden nefes nefese inerek yanımıza yaklaştığını gördüğümde, hiçbir şey sormadan defolup gitmiş olmayı diliyordum. "Gazel seni ne ilgilendiriyor?" diye sordu alaycı bir tavırla Leyla, Meri'nin yanında yerini alarak. Instagram'a koyduğu fotoğraftaki gibi, hardal rengi takımının içinde harika görünüyordu.

"Bu sorunun cevabı da seni ilgilendirmiyor." Elimi saçlarımdan geçirdim sabırsızlıkla.

"Sen konuşabildiğinden beri bayağı bir hırçınlaştın, öyle değil mi Leyla?" diye sordu Meri, yüzünde dalga geçtiğini belli eder bir ifadeyle dirseğini Leyla'nın omzuna yasladığında. "Eskiden böyle değildi bu. Bir şey söylüyordun, duymazdan geliyordu. Çelme takıyordun, şikayet bile etmiyordu mesela ya da ne bileyim, gıkı çıkmıyordu böyle. Çok usluydu."

Meri'nin sözlerini sıkıcı bir masal dinliyormuş gibi dinlerken Esme'nin arkada kız kardeşini duymazdan gelmeye çalıştığını gördüm, bitkin bir şekilde bir kolunun altına oturmuş telefonuyla ilgileniyordu. O günden beri yüzüme doğru düzgün bakabildiği de olmamıştı zaten.

"E nasıl çıksın tatlım?" diye söylendi Leyla, gözlerini üzerime doğru devirerek. Yüzünde samimiyetsiz, mazlum bir ifade vardı. Bana acıyor muydu o? "Dilsizdi. Dedesi dil satın almış parasıyla. Sonunda işe yarar bir şeye dökmüşler parayı."

Uğraşmayacaktım, dokunmasına izin vermeyecektim bana laflarının; bu yüzden dönüp uzaklaşmaya başlamıştım ama bir el sertçe kolumdan tutup beni durdurarak önüme geçtiğinde Leyla beni öyle sert ittirdi ki bir anda popomun üzerinde buldum kendimi. Kuyruk sokumumun acısından tüm vücudum titremiş, gözlerim dolmuştu. "Ya ne yapıyorsun sen?! Manyak!" diye bağırdım şok içerisinde.

"Yalancı kaltak!" diye gürledi Leyla üzerime doğru gelirken. "Zengin ailen haberleri kaldırmadan önce görmez miyim sandın?! Anton benim diye hırslandın, dilini bile yaptırmışsın, aklını çeldin çocuğun değil mi?! Konuşsan dilinin zehir olacağını düşünmüştüm zaten hep! İntikam mı aldın benden ha söyle?!"

Leyla bana ulaşamadan çoktan ayağa kalkmıştım bile, acıdan sulanan gözlerimi sildim ve "Benim böyle erkek dertlerine ayıracak vaktim de, zamanım da, kalbim de yok!" dedim kontrollü bir sesle, karşısına dikildiğimde. Başım ağrıyordu. İlaçlarım yanımda değildi.

"Hah," diye güldü Leyla, acımasız gülüşü resmen yüzünü aydınlatmıştı. Hançeri saplayacağı yeri iyi seçmiş olmalıydı. "Ne oldu? Seni sevsin diye bir ayaklarına kapanmadığının kaldığı fuckbody'n daha iyisini mi buldu? Belki yalnızca Esme'yi değil, ayırt edemediğinden arada Meri'yi de götürmüştür ama sen bile bile kapısına kul köle oldun. O ciğeri beş para etmezin seni hamile bırakmadığına şükret! Asıl o zaman bak gör o paşazade deden yanında mı oluyordu yoksa kıçına tekmeyi basıyor muydu? Şimdi bana gururlu kız ayakları çekme sakın burada! Kendi kalbini kendin kırdın sen, bok vardı kalp diye göğsünde atan zaten. Bok. Hayatımda duyduğum en acınası şey bu! Acıyorum sana!"

Ben de Leyla. Ben de acıyorum bana, duyduğum acıdan vakit kaldıkça.

Kalabalığın ortasında tüm özelimi bağırdığı için öfkeden kıpkırmızı kesildiğime emindim o an, ama kalırsam eğer daha fazlasını anlatacağını biliyordum. Belki tam da bu şekilde arkadaş olmuştu ikizlerle ya da yanındaki diğer güçlü ailelerin kızlarıyla zaten, çünkü hiçbirinin dostluğunun gerçek olduğuna inanmıyordum. Benim sırlarımı ve özel hayatımı dökerek yer buldurmuştu kendine masalarında.

Ve bulduracaktı da bundan sonra.

Leyla bu kadardı işte.

Ortada olmayan bir ilişkiyi kurtarmaya çabalamıştım bunca zaman. Halbuki karşısındaki kim olursa olsun, bir şeyler yanlış hissettirdiği ilk an çekip gitmeliydi insan. Çünkü dostların seni yargılamazdı, seni kötü hissettirmezdi, senin sırlarını bozuştuktan sonra bile başkalarına anlatmazdı, sana o üzerindeki yeşil elbiseyi zerre beğenmediği hâlde harika göründüğünü söylemez ya da bir yerlere yalnızca fotoğraf çekilip Instagram'a koymak; ardından telefonlara gömülmek için gitmezdi seninle, anlatmak istediğin şeyleri dinliyormuş numarası yapmazdı. Canının yandığını söylediğinde "Aman sen de, bırak şunu artık!" diye kestirip atmazdı.

Omzunu sıvazlardı. İyileşmene yardımcı olurdu. Yanında olurdu. Çıkarlarını kollardı. Seni ittirip kakan kızlarla partilemezdi. Ve kesinlikle, yabancılarla dolu bir mekânda, kalbinin nasıl kırıldığını çığlıklar içinde ilân etmezdi cümle âleme.

"Sakın çıkma bir daha karşıma Leyla," dedim işaret parmağımı göğsüne doğrulturken. Çenemi öyle bir sıkıyordum ki, gevşettiğimde dişlerimin döküleceğinden neredeyse emindim. "Sakın. Duydun mu beni? Kaçacak delik ara bundan sonra beni gördüğünde."

Arkama bile bakmadan ring koridoruna girdim. Kalbim göğsümü öyle bir dövüyordu ki fiziksel acı çekmeye başlamıştım, kalp krizi geçirmek üzere olduğumu düşünüyordum.

Kendimi kum torbalarının, üç ayrı ring'in ve diğer kas çalıştırma aletlerinin olduğu salona attığımda etrafta neredeyse kız yoktu. Kendimi mini şort-tişört pijama takımımla üzerimdeki bakışlara sahip olan herhangi bir erkeğin fantezi dünyasından fırlamış gibi hissediyordum; rahatsızdım, ta ki ring'lerden birine boks eldivenleriyle ter içinde dövüşen biri beyaz diğeri siyah, iki kas kütlesiyle karşılaşana dek.

Lodos'un üzerinde sıfır kol, siyah bir tişört ve şort olmasına rağmen Tayga'nın pürüzsüz gövdesi çıplaktı. Lodos'u kolundan kavradığı gibi omzunun üzerinden yere devirdiğinde "Ha haaa!" diye gülerek ayaklarının üzerinde durdu fakat beni gördüğü an dikkati dağıldı. Bu dikkat dağınıklığından faydalanan Lodos, Tayga'nın bileğini bacağıyla kavradığı gibi canlı bir şekilde görmeme rağmen betimleyemeyeceğim kadar karmaşık bir hareketle yüz üstü düşürdüğünde omzunu çıkarırcasına kolunu bloke etmiş ve Tayga'yı kendi merhametine bırakmıştı.

"Talya," dediğini duydum Tayga'nın, ben ring'e yaklaşırken. Lodos, Tayga'nın sırtındaki dizini gevşetti o an; ve Tayga anında kolunu kurtararak Lodos'u devirdi fakat eldivenlerinden birini çıkardığında, Lodos da saldırı pozisyonunu bırakarak gevşemişti.

Tayga ring iplerine asılarak bana yukarıdan baktı. "Pijamalar... Spor yapmak için ilginç bir seçim."

"Dalga geçme," dedim elimi saçlarımdan geçirirken. Tayga'nın siyah saçları terden sırılsıklamdı, aynı şekilde Lodos'unkiler de öyle. "Gazel'i arıyorum. Burada mı?"

"Şey yapmayı düşündün mü, eee, elindeki telefonu kullanmayı?" diye sordu alaycı bir tonla.

"Muhtemelen telefonu yanında değildir," diye araya girdi Lodos, sıkıldığını belli eder bir ifade vardı yüzünde. Bir an önce git, diyordu resmen bana. "Kapalı havuzda yalnızdı en son."

Her ne kadar bana sinir olduğunu bilsem de, Lodos'a teşekkür ederek geldiğimden çok daha hızlı adımlarla ring salonunu terk ettiğimde; Lodos ve Tayga arkamda anında dövüşmeye geri dönmüşlerdi bile.

Kapalı havuza inen merdivenlerin hemen başındayken duydum Leyla'nın sesini. "Ben Gazel'in yanına gidiyorum," dedi soyunma odalarına doğru ilerleyen Meri'ye, ardından atkuyruğu yaptığı saçını savurarak aşmaya başladı koridoru.

Merdivenlerden neredeyse koşarçasına indim o an. Resmen Leyla, Deccal'di o an gözümde ve ben ondan kaçıyordum ama aslında buraya sormaya geldiğim hesabı sormak istiyordum sadece ve bıkmıştım araya üçüncü kişilerin girmesinden ve benim bir türlü hedefe ulaşamamdan.

Kapalı havuzun kapısından içeri girdiğim an, iki şey fark ettim: Birincisi, oldukça güzel ve deniz manzaralı olan bu salonu ben neden daha önce hiç kullanmamıştım? İkincisi, Gazel havuzda yalnızdı.

Bu yüzden dönüp kapıyı kapattım ve kilitledim.

Birkaç saniye sonra biri kapı kolunu indirerek açmayı denedi, açılmadığını fark ettiğinde kapı koluna asıldı, kapıyı tıktıkladı. Bu sırada havuzun içinde yüzen Gazel bana yakın köşede mermere elini uzatmış, başını sudan çıkarmış, gözlüklerini atıyordu. Başından kayan boneyi de çıkardı ve kenara attı.

"Pardon?" diye seslendi Leyla bir süre sonra, kapının diğer ucundan. "İçeride kimse var mı? Kapı kilitli!"

Tabii ki kapı kilitli olacak, geri zekâlı. Ben kilitledim.

Gazel aralık, pembe dudaklarının arasından bir şey söyleyecek gibi oldu fakat kapının diğer ucundan gelen sesi duyduğu an vazgeçmişti. Yerine, bana baktı; spor ayakkabılarımı, pijama takımımı inceledi. Yüzüme çıktı ve kızarmış gözlerimde, kabarmış saçlarımda gezindi. "Ne yapıyorsun burada?"

Leyla çoktan gitmişti.

Ellerim iki yanımda yumruk olurken attığım adımlarla beraber ıslak mermer ayaklarımın altından kayıyordu sanki. "Bana ilaç verdin, dün akşam," dedim karşısına yürüyerek. Gazel avuçlarını mermere dayadı, ardından fit bir hareketle kendini yukarı çıkardı ve havuza doğru yüzünü dönerek oturdu. "Neden?" Tam karşısında dikiliyordum, aramızda birkaç metre vardı.

"Geçerli sebeplerim vardı," diye cevapladı beni, gayet sakin bir tonla. Bana bakmıyordu, ileri bakıyordu. Islanmış saçları ve yüzünden damlayan su damlalarıyla ıslak bir dergi kapağından fırlamış gibi görünüyordu ama ona baktığımda tek görebildiğim, yaptığı alçaklıktı.

"Öyle mi?" Kollarımı göğsümde birleştirdim. "Neymiş bu geçerli sebepler?"

"Bilmene gerek yok. Hayatına devam edebilirsin."

Saçlarımın arasından, tutamları yolarcasına geçirdim parmaklarımı. Sinirden gülmemek için çok zor tutuyordum kendimi, parmaklarım yumruklarımı sıkmaktan bembeyaz kesilmişti. "Sen birinin ağzından, sırlarını, zorla alıp sonra da geçerli sebeplerim vardı ama bilmene gerek yok, devam et hayatına diyemezsin öylece!"

Omzunun üzerinden baktı bana. Salon loş ışıklandırmalıydı fakat havuzdan beyazlı mavili bir ışık yansıyordu yüzüne. Çikolata kahvelerini kömür karası gösteren, acımasız bir ışık. Böylece daha duygusuz, daha umursamaz, daha... daha, görünüyordu gözleri. Daha kalp kırıcı. Daha'sı olabilirmiş gibi.

Bana öyle bakma Gazel. Herkes gibi, sen de bir şeyler alabilmek için etrafımdasın benden.

"Derim," dedi Gazel tok bir ses tonuyla. "Dedim bile."

"Sen—" Elimi kaldırdığım gibi, avucumdan fırlayan telefonum bir anda havuza doğru uçtuğunda şaşkınlıkla başımı çevirdim. Ne söyleyeceğimi dahî unutmuştum. Telefonum biraz önce suyun yüzeyindeydi, her geçen saniye ise daha da dibe batıyordu.

Gazel'le göz göze geldik. Hiçbir şey söylemiyordu. Telefonumu al. Telefonumu al. Telefonumu almayacaktı, adım gibi biliyordum. Gözlerinden okunuyordu. Defolup gitmemi istiyordu sadece. Kılını kıpırdatmayacaktı. Ben de rica etmeyecektim, bunun için fazla öfkeliydim. Hem yaptığı şeye, hem de ardından takındığı tavra.

Üzerime baktım. Tişörtümün altında iç çamaşırı yoktu, bu yüzden çıkartamazdım. Ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkardıktan sonra havuzun ucuna doğru yalın ayak ilerledim, Gazel'in derin bir nefes alarak yaptığımı yargılar bir bakışla gözlerini kapattığını gördüm suya balıklama atlamadan hemen önce.

Telefonum üç metre derinliğindeki havuzun dibinde beni bekliyordu. Elimi değdirdiğim an kavrayıp pozisyon değiştirdim ve doğrudan yukarı yüzdüm. Yorgun ve aç olduğumdan mıdır bilinmez, attığım kulaçlar canımı yakıyor ve karnımın kasılmasına sebep oluyordu.

Nihayetinde kendimi mermer yüzeye attığımda nefes nefese kalmıştım. Uzun zamandır yüzmüyordum ve antrenmansızdım, bir de üstüne aç olduğumdan başım dönüyordu. Saçlarımı sıkmaya çalıştığım an bilincimi kaybeder gibi yalpaladığımda bir an aldığım nefesin, göğsümü delip geçtiğini hissettim. Tansiyonla şaka olmaz.

"İyi misin?" diye sorduğunu duydum Gazel'in, oturduğu yerden kalkıyordu.

"İyiyim, açlıktan başım döndü sadece..." Gözlerimi ovaladım, ardından ayağa kalktım ve telefonumun ekranını görmeye çalıştım. Çalışıyordu, sadece kurulamam gerekiyordu. Gözlerime su kaçmıştı.

Açlıktan beynime kan gitmiyor olmalıydı. Aramızdaki ilişki çok normalmiş gibi iyi ama aç olduğumu söylemek de neyin nesiydi? Sana ne demeliydim, çok mu umursarsın sanki demeli... Hatta hayır, direkt cevap vermemeliydim.

Çenem, iki parmak arasında; başım kaldırıldığında Gazel'in ne ara önüme dikildiğini anlayamamıştım bile. Çatık kaşlarının arasından yüzümü inceledi, ardından "Ben de henüz akşam yemeği yemedim," dedi düz bir sesle. "Birlikte yiyelim."

Şaşkınlıkla ağzım açıldı. "Oldu," dedim alaylı bir tavırla, ardından yanından geçip gitmek için ilerledim ama bileğimden yakaladı ve "Nereye?" diye sordu.

"Gidiyorum."

"Bu hâlde mi?"

Bahsettiği hâlime bakmak başımı aşağı eğdiğimde, belirginleşmiş göğüs uçlarıma yapışan bebek mavisi pijamamı ve artık ıslandığı için iç çamaşırımı dahi belli eden minik şortumu gördüm. Ağlamak istiyordum. Eğer bu şekilde yukarı çıkarsam, soyunma odalarının olduğu koridorda biriyle karşılaşma ihtimalim çok yüksekti. Ardından asıl aletlerin ve kızların olduğu salondan geçmem gerekirdi, fotoğrafımı çekmemeleri imkânsızdı.

Beynim bir süre, potansiyel utanç verici anları düşündüğü için karşımda Gazel'in olduğunu idrak edemedi. Ardından hızla kollarımı göğsüme sardım ve bir bacağımı kaldırarak da alt çamaşırımı gizlemeye çalıştım.

Gazel gözlerini kapatıp başını geriye atarak sessizce güldü. Çatık kaşlarımın arasından hiddetle nefes alıyor, utançla kızaran yanaklarımı içeriden dişliyordum. "Bakmıyorum," dedi elleri havada, bir havlu gördüğüm standa yürürken. Ardından havluyu aldı ve yeri izleyerek yanıma geldi. Hızlıca havluyu almış, kollarımın altından mini bir elbise gibi etrafıma dolamıştım.

"Ders çalışmaya gideceğimiz o gün de bakmadığını düşünmüştüm ama açık açık eteğimin altından bacaklarımı izlediğini söylemiştin, sapık," diye homurdandım memnuniyetsiz, aksi bir tavırla.

Gazel'in kaşları havalandı. "Hadi ya? Okul formasını komple üzerimden soyarcasına bakışlar atan kimdi?"

Çenem düşecekti. "Ben asla öyle bir şey yapmadım!"

"Güzel bir yalancısın Talya, ama hiç güzel yalan söyleyemiyorsun." Başını iki yana salladı Gazel, ardından önüme doğru eğildi ve ben ne olduğunu anlayana dek; Gazel'in sağ omzundan aşağı tepetaklak sarkıtılıyordum.

"İndir beni! Manyak mısın?!" diye bağırdım koca havuz salonunda sesim yankılanırken. Görüş alanımda yalnızca Gazel'in su damlayan sırtı vardı, şaşkınlıktan nefes alışverişlerim sıklaşmış ve göğsümde bir çarpıntı başlamıştı.

"Acıktım. Ne yesek?"

"Ruh hastası!" diye bağırdım bu sefer, başımı kaldırdığım an görebildiğim ayakkabılarım olmuştu. "Ayakkabılarım! Ayakkabılarım kaldı. İndir beni de giyeyim!"

"İyi deneme," diye mırıldandı Gazel, dönüp ayakkabılarımı eline alırken. Ardından kapıya doğru yürüdü.

"Söylüyorum size, denetimi iyi yapmalısınız. İçeride kimse yok ama kapı kilitli bu saatte, böyle rezalet olama—" Leyla'nın sesini duydum, ardından bir klik'le kapının açıldığını anlamıştım. Doğrulmaya çalışıyordum ama Gazel'in tutuşu fazla güçlüydü, izin vermiyordu. "Gazel?"

Pes ettim. Pes etmek değildi aslında, biraz... belki de... Sinsilikti. Bilmiyordum. Leyla'nın beni böyle gördüğünde yanlış anlamasını istiyordum sadece.

"Gazel Bey," dediğini duydum sesini tanıyamadığım bir adamın, dönmeme gerek yoktu. Muhtemelen spor salonunun görevlilerinden ya da hocalarından biriydi. "Gördüğünüz üzere, içerisi boş değilmiş," dedi adam ardından, tahminimce Leyla'ya dönerek, sanki kapıyı kilitleyerek tüm salonu kendine ayırmak normal bir davranışmış gibi. Ama sanırım birçok konuda olduğu gibi, şeytan başlı üçlü buralarda da kayırılıyordu.

"Değildi," dedi Gazel düz bir sesle, ardından ilerledik. Leyla ve adamı geçerken avuçlarımı Gazel'in beline yaslayarak kendimi ittirdim ve başımı kaldırarak ileri baktım; biz gittikçe uzaklaşırken Leyla, beş karış açık kalmış ağzıyla beni izliyordu. Kaşlarımı kaldırıp indirerek onu daha da kızdıracak bir bakış atmaktan alıkoyamadım kendimi o an. Çocuk gibiydim. Gazel'e olan öfkemi tamamen unutmuştum.

Merdivenlerden çıktık. "İndirecek misin artık?"

"Sanmıyorum."

"Tam olarak bu pozisyonda mı yemek yememi bekliyorsun peki?"

"Hayır."

"İndir. Beni."

"Gözlerini kapa," dedi soyunma odalarına girdiğimiz an. Neyden bahsettiğini anlık bir şekilde çözemediğim için gözlerimi kapatmadım, aksine başımı kaldırarak etrafa baktım. Havlusu neredeyse belinden düşmek üzere olan, göbekli ve kıllı, orta yaşlı bir adamla göz göze geldiğimde o içinden, ben dışımdan ufak bir çığlık atmıştık. Hızlıca gözlerimi kapattım.

Gazel durdu. "Gözlerini kapatmadın değil mi?"

"Beni buraya soktuğuna inanamıyorum! İnanamıyorum!" diye bağırdım hayretler içerisinde. Sanki göz kapaklarımı indirmek yeterli değilmiş gibi, bir de ellerimi kaldırmış yüzümü kapatıyordum. "İndir beni! Çıkar beni buradan!"

Gerçekten yapacağını düşünmemiştim, ama bir süre sonra adımları durdu ve beni yavaşça ayaklarımın üzerine indirdi. Tepetaklak bir pozisyondayken beynime uzun süre kan gitmediğinden midir bilinmez, ellerim yüzümde ve gözlerim kapalı bir şekilde komut bekliyordum.

"Gözlerini artık açabilirsin," dedi Gazel güler bir sesle, adımları uzaklaşıyordu. Bir dolabın şifresini girdiğini duydum, ardından kapağı açıldı.

"Çıkmış olmak için yeterince adım atmadın."

"Saydın mı?"

"Saydım," dedim gururla. "Hâlâ içerdeyiz."

"Havlun düşüyor."

Gözlerim şokla açılırken sımsıkı vücuduma dolanmış havluyu tuttum ve kollarımı etrafıma sardım. Gazel saklamaya çalıştığı gülüşüyle birlikte dolaptan omzuna bir havlu attığında, soyunma odasında yalnız olduğumuzu ve gözlerimi açmam için havlumun düştüğü konusunda yalan söylediğini henüz idrak ediyordum.

"Yalancı," diye tısladım şakaklarıma ovarak. Başım ağrıyordu. Eve dönmem gerekiyordu.

"Lafıma güvenmiyorsun, seni hazırlıksız yakalamak şart oldu." Çıkardığı başka bir havluyu hiç uyarı vermeden üzerime doğru attığında havada yakalayabildim. "Duşa girmek istiyorsan sweatshirt verebilirim, içerideki kabinlerden birini kullanabilirsin. Bu kısım VIP olduğundan çok az kişi kullanıyor."

Tabii ki soyunma odası VIP. Başımdaki havluyu çektim aksi bir tavırla, ardından içeri yürüdüm ve kabinlerden birine girip kapıyı kapattım. Klorlu sudan nefret ediyordum. Pijamalarla ağzına kadar dolu spor salonuna gelmekten nefret etmiştim. Leyla'yı dondurup bir sopa gibi kullanarak Hazar'ı dövmek ve Gazel Hanvezir'i yıkıp üzerine çıkarak boğmak istiyordum. Meri ve Esme'nin hayatını kılımı kıpırdatmadan da cehenneme çevirebilirdim. Ardından sıra, her deliğin altından çıkan Adelardi ailesine gelirdi.

Şu an değil. Çünkü şu an dedemin güvenini kaybetmiş, amcam tarafından kara listeye alınmış, kırık kalbiyle başa çıkamayan, hem yetim hem öksüz biriydim. Ayağa kalkmam gerekiyordu, dizlerimin üzerinde bile değildim.

Köşedeki tek kullanımlık şampuanlardan biriyle saçlarımı yıkadım, ardından önce saçlarımı daha sonra vücudumu durulayarak çıktım kabinden. Gazel'in verdiği havlu üzerime diz kapaklarıma kadar gelen bir elbise gibi olmuştu.

Aptal herif üzerine rahat siyah eşofman-sweatahirt takımını geçirmiş, saçlarını kurutuyordu. Kurutma makinesini yerine bıraktıktan sonra elini saçlarından geçirdi, o sırada aynada göz göze geldik. Alaycı bi gülüşle önüne dönmüş, koltukların üzerinde katlanmış bir şekilde duran büyük gri sweathirt'ü bana uzatmıştı. "Çıkardıklarını ne yaptın?"

"Çöpe attım," dedim uzattığı sweathirt'ü alıp giyinme kabinlerine doğru kaybolurken.

"İsraf," diye yanıtladı Gazel beni.

"Senin varlığın israf! Onu ne yapacağız?" Aslında haklıydım. Tek bir insan hem bu kadar güzel görünüp hem de tüm o kıvrak zekâya ve besin zincirinin tepesine taht kurmuş bir aileye sahip olmamalıydı. Sanki Tanrı onu yaratırken üç beş adamın anca sahip olması gereken özellikleri yanlışlıkla tek bir kazanda yanlışlıkla karıştırmıştı. Elbette kusurları vardı, ama o kadar umursamıyordu ki etrafındaki insanlar da istemsizce kör kalıyorlardı. Bu da bir meziyetti.

Mesela ben. Eminim aylar önce sorulsa, Gazel'in kusur olarak gördüğüm tüm yanlarını bir liste yapabilirdim ama şimdi, onu tanıdıktan sonra bir şey söyleyemiyordum. Herif sizi avucunun içine aldığı gibi gözlerinizi de elleriyle kapatıyor ve kadifemsi sesine muhtaç bırakıyordu. Elmaların hikâyesiymiş. Peh. Çocuk mu kandırıyordu? Bunca zaman ağzına sakız etmiş ama asla anlatmamıştı. Belki de elmaların hikâyesi falan yoktu, beni kandırıyordu sadece. Pamuk Prenses'e benzediğimi söyleyen o'ydu neticesinde. Zehirlemişti de beni, elmalı bir kokteylle. Amacına ulaşmış olmalıydı.

Sweatshirt fazlaca büyük geldi. Soyunma odasından oldukça geç çıktım, çünkü yıkadığım iç çamaşırımı kurutma makinesine tutarak inatla kurutmaya çalışmış ve nihayetinde başarmıştım. Bir sinirle havuza atlamadan önce çoraplarımı ve ayakkabılarımı çıkarmayı akıl edebildiğim için de kendimi ayrıca tebrik etmek istiyordum açıkçası, hiç huyum değildi normalde.

"Sağ ol, sweatshirt'ünü geri getireceğimi söylerdim ama ihtiyacın olacağını düşünmüyorum bu yüzden çöpe atmak zorunda kaldığım pijamama sayacağım," dedim kabinlerden çıkıp kenardaki telefonumu da alarak doğruca çıkışa yürümeye başladığımda. Gazel hazır bir şekilde, omzunu dolaplardan birine yaslamış ve kollarını göğsünde birleştirmiş bekliyordu beni ben önünden yüzüne bile bakmadan geçerken.

"Nereye?" diye sordu doğrulup peşimden yürümeye başladığında. Koridora çıkmıştık.

"Eve."

"Evde kimse yok. O şeytan yüzlü yardımcı da senden nefret ediyor." Agnes.

"Görkem gelecek."

"Görkem kampa gitti."

Aniden durdum ve Gazel'e döndüm, öyle ki neredeyse göğsüne çarpıyordum. "Sen nereden biliyorsun bunu?"

Seslice nefes verdi. "Lara'yla aynı okula gidiyorlar."

Gözlerimi kırpıştırarak baktım ona. Anlamamıştım. Anne babamın vefatından sonra dedem, Görkem'i farklı bir okula kaydettirmişti ama bu okulun Lara'nın gittiği okul olduğunu bilmiyordum. Gazel başka neler biliyordu?

Ben baş ağrısından gözlerini kapatıp, iki parmağım arasında şakaklarımı sıkarken Gazel "Benimle gel," dedi tok bir sesle. "Bu akşam kimsen yok."

"Ukte'nin yanına giderim."

"Gitmezsin. Kendinden uzaklaştırmaya çalışıyorsun çünkü."

Şok içerisinde indirdim ellerimi ve çenemi kaldırarak suratına baktım. Her şeyden haberdar olamazdı. Her şeyin farkında olamazdı. "Her hareketime bir kılıf buluyorsun, sessizken bile başımı ağrıtıyordun. Hayatımda gördüğüm en sinsi insansın sen." İşaret parmağımı göğsüne bastırdım. "Ya sen beni zehirledin. Ben seninle cennete gelmem!"

"Çok büyük laflar bunlar, Prenses," diye mırıldandı Gazel, umursamaz bakışlarını kaçırırken hiç beklemediğim bir anda üzerimdeki sweatshirt'ün kapüşonunu kafama geçirirken. Saçlarımı iyi kurutmamıştım. Ardından yanımdan geçip gider gibi yaptı ama saniyeler içinde kolu belime dolandığı gibi spor salonuna girerken beni omuzlarından sarkıtıyordu. Yeniden. Tepetaklak.

"Ya indir beni! Manyak mısın?! YETER!" Bacaklarımı salladım, sırtına vurmaya çalıştım ama neredeyse boğuluyordum aşağı sarkan saçlarım tarafından. "İmdat! Adam kaçırıyorlar! Zorla alıkoyuyorlar burada—"

"Kendini rezil etmek istemezsin, yoksa ister misin?" diye sordu Gazel, salonun orta yerine doğru yürürken. Bir anda vücudum felç geçirmişim gibi hareketsiz kalmış, yalnızca oksijen giriş çıkışı için ağzım açıktaydı. "Nazikçe soruyorken kabul etseydin ya."

"Fark etmez. Kapıya çıktığım an bağırmaya devam edeceğim. Beni buraya getiren adam bir rus askeri, dedem başıma dikmiş," dedim sert bir ses tonuyla. "Sen görürsün."

"Sesini çıkarmazsan neden yaptığımı söylerim."

Açıkta kalan ağzımı kapattım, ardından başımı kaldırdım ve duyduğum şeyi idrak etmek istercesine etrafa baktım. Bana beni neden zehirlediğini mi söyleyecekti? Buna şantaj derlerdi.

Her ne kadar kendi antrenmanlarıyla meşgul olmaya çalışsalar da spor salonundaki insanlar bakıyorlardı. Gazel onları umursamadan, omzunda benimle güvenlikten geçti ve danışmadaki kadın hayretler içerisinde elini ağzına götürerek ayaklanırken güvenlik görevlisi hiçbir şey söylemeden cam kapıyı açıp geçmemize müsaade etti.

"İçeride adam öldürseler ceset torbasını sürükleyerek çıkarmanıza yardım ederler," diye homurdandım Gazel birkaç adım sonrasında beni ayaklarımın üzerine indirdiğinde. Caddedeydik, kaldırım kenarına park etmişti arabayı.

Kapıyı açıp başıyla içeriyi işaret etti. "Bin."

Kollarımı göğsümde birleştirerek derin bir nefes aldım ve çatık kaşlarımın ardından baktım ona. Birkaç saniye taş kesilmiş yüzüyle beni izledi, ardından kapüşonumu sert bir hareketle tek seferde başıma geçirdi ve "Sabaha kadar bekleyebiliriz burada. Ya da bahsettiğin şu adamla gidersin ve aile içi çatışmalarınızın sebeplerini hiçbir zaman öğrenemezsin," dedi düz bir sesle.

Beni yakalamıştı.

Ön koltuğa geçip emniyet kemerimi bağladım, Gazel kapıyı kapattıktan sonra ön taraftan dolanıp yanıma bindiğinde yağmur yağmaya başlamıştı. Telefonuma, beni buraya getiren korumadan geldiği belli olan rusça mesajlar gelmeye başladığında aynı numaranın çağrısı ekranıma düştü ve aramayı kabul ederek kulağıma götürdüm. Bir arkadaşımın yanında olduğumu söylediğinde kesinlikle gelip alması gerektiği için karşı çıktı, Gazel Hanvezir'le birlikte olduğumu laflarımdan çıkardığında ise bir sorun olursa ona bu telefon numarasından ulaşabileceğimi ve her nerede olursam olayım gelip beni eve götüreceğini söyledi.

Midemin guruldama sesine karşılık, avuçlarımı karnıma yasladım ve koltuğa iyice gömüldüm. "Yemeği nerede yiyeceğiz?"

"Evde."

"Ben seni evine gelmem."

"Korumanın bile adımı duyunca ısrarı kestiği noktada, senin bu kadar direnmen sana da komik gelmiyor mu?" diye sordu Gazel, kırmızı ışıkta durduğumuzda bana bir bakış atarak.

Dudaklarımı birbirine bastırdım. "Rusça anlıyor musun?"

"En yakın iki arkadaşım Rus."

"Evet ama Türkçe konuşuyorlar."

"Emin misin?"

Pekâlâ, Tayga baba evinden gördüğü üzere çoğu zaman istemsizce Rusça'ya dönüyordu. Lodos'un da çoğu zaman konuştuğunu görmemiştim ama kendi anadilini konuşması pek de sürpriz olmamalıydı. "Başka hangi dilleri biliyorsun?"

"İtalyanca. Annem öğretmişti," diye mırıldandı direksiyonu avucunun içinde sola çevirirken. "Fransızca. Okul zorunlu tuttuğundan."

"Senin için dil öğrenmek kolay olmalı."

Sokak lambalarını geçtikçe bir belirginleşip bir kaybolan çene hattını ve dudaklarının silüetini izliyordum ki temkinli bir ifadeyle bana baktı, her ne cevabı aradıysa yüzümde, almış gibi önüne döndü ve yeniden yola odaklandı ardından. "Kendini maruz bırakınca kısa sürede öğrenmeyeceği şey yoktur insanın. Geri zekâlı değilse tabii. Tayga da işaret dilini birkaç haftada halledip yoluna bakmıştı."

"Evet ama yalnızca annesi sağır olduğu için, öğrenmek zorundaydı," diye mırıldandım.

"Talya," dedi seslice nefes verirken. "Polina Hanım geçirdiği bir kaza sonucu sağır kaldı, evet, ama gelişmiş cihazlarla bu durumu kısa süre içinde hallettiler. İşaret dili öğrenmek kazanın çok daha öncesinde, çok daha farklı sebeplerden Tayga'nın tercihiydi. Hiç fark etmedin mi?"

Avuçlarımın içine baktım. Kaşlarım çatıldı. Polina Hanım'ı çocukluğumdan beri görmemiştim, oturduğum yemek masalarında dedemden başka biri de beni anlamadığından atıp tutmuştum kuzenlerim hakkında hep. Çocukken bile öfkem parmaklarımdan taşıp herkesi zehirliyordu. Tüm o kimsenin anlamadığını düşündüğüm zamanlarda, Tayga'nın ters bakışlarını masanın diğer ucundan hisseder ve aynı terslikle bakmaya çalışırdım ona. Bana kaşlarımı uzun süre çatarsam, başımın ağrıyacağını öğreten o'ydu.

Bilmiyordum. Beni anlamak için işaret dili öğrendiğini. Berbat bir kuzen ve zorbaydı benim kitabımda Tayga, ama son zamanlarda aslında çok daha farklı biri olduğunu fark ediyordum.

"Öğrenmek bu kadar kolaysa," diye mırıldandım elimi nemli saçlarımdan geçirirken. Kapüşonum düşmüştü ama arabanın içi yeterince sıcaktı. "Eğer proje ödevimiz devam etseydi... En azından basit işaret dilini öğrenir miydin? İletişimi kolaylaştırmak için, tabii."

Ama o sırada tanıdık bir otopark yolundan aşağı indik ve Gazel aracı çizgilerin tam ortasına denk gelecek şekilde park etti. Emniyet kemerini çıkarıp kapıyı açarken fark etmiştim ki, soruma cevap vermeyecekti.

Neden canımı sıkıyordu bu durum bilmiyordum. Sesimi ne zaman yumuşatsam ya cevap alamıyor ve görmezden geliniyor, ya da alayla karşılanıyordum.

Sıkılmıştım artık.

Ama daha çok şey sormak istiyordum ben, sadece cevap alabilsem. Mesela neden araba yolculuklarında radyo dâhil hiçbir ses açmıyordu? İnsanlar müzik dinlerlerdi, sırf arabada dinlemek için şarkı listesi yapanlar vardı. Ya da neden kırmızı elmalara bu kadar takıntılıydı? Onu ne zaman yemekhanede görsem elmaların en kırmızısını seçmiş, elinde bir top gibi oynuyor ve çeviriyor oluyordu. Annesi neden ona İtalyanca öğretmişti? Kendi de bildiğinden mi yoksa Gazel'in İtalya'yla bağlantısı mı vardı? Neden eski sevgilisinden asla bahsetmiyordu ya da neden apaçık okulda yanına gelen kızların ilgisinden sıkılarak flörtöz gülüşlerini bırakmıştı? Çünkü ondaki değişim beni korkutuyordu.

Ama emniyet kemerimi çıkartıp peşinden verandaya çıkarken bir şey söylemedim. Yağmur başlamıştı ve ve hava kararmıştı çoktan, ağaçlar ve çalılıklarla dolu bahçeyi aydınlatan loş lambalar yeterli değildi önümü görebilmek için.

Gazel kapıyı açtığında bir an içeriden bir yerden Esma Hanım'ın ya da Lara'nın fırlamasını bekledim. Ardından Lara'nın, Görkem'le birlikte kampa gittiğini hatırladım; Esma Hanım da çoğunlukla Lara'yla ilgilenen bir yardımcı olduğundan, eğer Ushan Hanvezir de yoksa muhtemelen ev boştu.

İçeri girdiğimizde Gazel, mutfağın ışıklarını yaktı ve "Ellerimi yıkayıp geliyorum," dedikten sonra merdivenlerden yukarı kayboldu.

Mutfağa geçtim. Tamamen beyaz ahşap ve eşyalarla donatılmış temiz, geniş mutfağa. Aydınlatma da beyaz olmasına rağmen mutfak bir şekilde loş görünmeyi başarıyordu. Bahçeye açılan mutfağ kapısının perdesini kenara çektiğimde, dışarıda kopan fırtınayı daha net bir şekilde görebildim. Umarım Görkem'in kampa gittiği Antalya'da hava biraz da iyiydi, çünkü döndüğünde hasta olmasından korkuyordum.

Gazel geri döndüğünde üzerinde siyah, kısa kollu bir tişört vardı. "Özellikle yemek istediğin bir şey var mı?"

"Sen mi yapacaksın?" diye sordum buzdolabını açtığını fark ettiğimde. "Kendi ellerinle yaptığı kokteylle beni daha dün zehirlemiş bir adamın elinden yemek yiyeceğimi de nerden çıkardın?"

Gazel dolabı kapadıktan sonra göğsüme çarparcasına elime bir tencere tutuşturdu ve makarna paketini de içine koydu. "Güzel. Yardım ediyorsun o zaman."

Sertçe nefes verdim. Muhtemelen güzel yemek yapıyordu. Neden arkama yaslanıp yemek yaparken işkence çekmesini izlemek yerine ağzımı açmıştım ki?

Gazel dolaptan bir paket kıyma çıkardıktan sonra sebzeleri hiç zorlanmadan seri bir şekilde küp küp doğramaya başladığında ve ben bir paket makarnayı elimle bir türlü açamadığımda fark ettim, süpürge travmam geri dönmüştü. Tencerenin içine doldurduğum su kaynamıştı ama makarna paketini açmak imkânsızdı.

Birkaç denemeden sonra pes edip Gazel'e fark ettirmeden bıçakların dizildiği çekmeceyi açtığımda, makarna paketi havalandı ve açılmış bir şekilde saniyeler içinde önüme kondu. Hiçbir şey söylemedim. Sanki bıçak almak için değil de, merakımdan çekmeceyi açmışım gibi geri kapatıp makarnayı kaynamış suya boca ettim ve kollarımı göğsümde birleştirerek bir süre tencereyi izledim.

Sırada ne vardı? Kaşarı rendelerken aslında paketi açmayı mı unutuyordum? Ya da belki bu sefer daha yaratıcı davranır ve buzdolabının kapağını sökerdim. En azından güçlü olduğumu kanıtlamış olurdum.

Gazel kıymayı, sebzeler ve baharatlarla tavada kavurduktan sonra haşlanmış makarnayı süzdü ve bir borcama aldı. Makarnalar normal penne makarnanın en az üç katı büyüklüğündeydi. Kıymalı sosla birlikte makaraları borcamda karıştırdıktan sonra üzerine rendelediğim ve karıştırdığım birkaç çeşit peyniri dökerek fırına verdi. Ardından yıkadığı rokalarla, kullandığı soslara bakılırsa oldukça ekşi ve basit bir salata yaparak orta tezgâhın üzerine koydu. Bir süredir çatal, kaşık, bardak ve baharatları bıraktığım orta tezgâhın etrafındaki dört bar sandalyesinden birine oturmuş; dirseğim tezgâha, elim çeneme yaslı bir şekilde sadece izliyordum.

Ben de yemek yapmayı biliyordum ama erkeklerin mutfağa girip leziz yemekler hazırlamasında bir şey vardı, adını koyamadığım bir his. Hasta olacaksın, diye uyarması beni rahatsız ettiğinde hissettiğim gibi bir şey; ya da yemediğimi öğrendiğinde beni şantajla evine getirip bizim için yemek yaptığında.

Ama her şeyi bir kenara koyamıyordu insan, Gazel Hanvezir tehlikeli biriydi arkadaş olmak veya en basitinden yakınlık kurmak için. Seni vakti geldiğinde, çıkarları doğrultusunda kullanıyordu çünkü. Elbette rehberinde kayıtlı olmayan numaralara cevap vermiyordu, çünkü onun işinin olmadığı insanlar zerre umrunda değildi.

Hayatım boyunca, bir şekilde, etrafımda bulduğum insanların; her birinin, saf arkadaşlık veya dürüst bir ilişki dışında benden istedikleri bir şey vardı. Leyla muhtemelen soyadımdan hoşlanmıştı, okuldaki dedikoducu kızlar ise onlara şeytan başlı üçlü hakkında verebileceğim sırlardan. Hazar bedenimi hoş bulmuştu, kalbimi değil; ya da zihnimi, tanımak istememişti çünkü beni. Yoksa daha birbirimizi tanımıyoruz bile, ben anlamadım, mesajıma zamanla, cevabını veren biri neden tanıştığımızın ilk saati kanepesinde üstüme atlasındı ki?

Gazel Hanvezir de farklı değildi. Belki bir ödev birliği için tanışmıştık ama sonradan benimle iletişim kurma çabası, yüzüne oturmayan bir maske takması gibiydi. Ardından aile içinde daha aktif bir vasilyev olduğumda ise, dün akşam olduğu gibi, kendi çıkarları uğruna kullanmıştı beni. Dedemi devirmek için birlik olan Ushan Hanvezir ve Akel Vasilyev ile birlikte çalışıyordu üç başlı canavar.

Makarna fazla iyiydi. Salata da öyle. Karnım patlayana kadar yedikten sonra bulaşıkları makineye yerleştirmesine yardım etmek için saçlarımı sweatshirt'ün içine soktum ve sudan geçirdiğim tabakları ona uzattım. "Yemek yapmayı nasıl öğrendin?"

"Ne demek o?" Kaşları çatıldı. Son bardağı da yerleştirdikten sonra kapağı kapatmış, ellerini duruluyordu. "Tarife bakıyorsun, yapıyorsun işte."

"Kaç kere yaptın bu tarifi?"

"Bir."

Kaşlarım havalandı. "Az önce?"

"Beğendin bakıyorum," dedi dönüp kalçasını tezgâha yaslarken. Tek kaşını kalırdı. "Zehirlenmediğine emin misin?"

"Ellerini kontrol ettim sürekli. Yemeğin içine ne koyduğunu izledim. Ayrıca aynı şeyleri yedik." İzlememiş olsaydım bile, beni zehirlemek için bir sebebi yoktu. Boğazımdan içeri tıktığı doğruluk serumuna benzer şeyin bir amacı vardı, o da beni aileme rezil etmek. "Ayrıca nereden buldun bana verdiğin ilacı? Piyasada öyle şeyler mi var?"

Gazel'in dudakları kıvrıldı. "Piyasada yok."

"Sen nereden buldun?"

"Ben bulurum," diye yanıtladığında, suratına okkalı bir yumruk geçirmek istiyordum. Belki dedemin ağır uyku ilaçlarından birkaç hap yürütseydim, kahvesine koyar ve uyuduktan sonra yastıkla boğardım. Başka türlü kılına bile dokunabileceğimi zannetmiyordum.

Talepkâr bir ifadeyle baktım ona, mutfağın ortasında. "Söyle hadi. Geldim. Yemek yedik. Söyle artık. Neydi geçerli sebeplerin? Neden yaptın?"

Gazel kollarını göğsünde birleştirdi. Şişen pazıları, kısalttığı saçları ve üzerine yüklenen kas kütlesiyle birlikte; ilk dönemin başındaki çocuktan çok daha farklı görünüyordu artık. Üstelik bu değişim sadece görünüşünde kalmamıştı, karakteri de değişmişti. Daha sessizdi. Daha dingindi. Daha çok aksiyon alıyordu. Daha çok yalnız bırakıyordu kendini. Daha... uzaktı. Daha ulaşılmazdı herkes için.

En çok da benim için.

"Sulhi Vasilyev'in bir şey sakladığını biliyorduk ama ne babam, ne de Akel için ağzından laf alması kolay biri değil her ne kadar aynı tarafta olsak da. Ama sen o evde yaşıyordun, dedesinin prensesiydin; tüm bunlardan öte meraklı ve söktüğünü koparan biriydin, günün sonunda ipin ucu elinde kalsa bile," diye açıklamaya başladı Gazel.

Göz gözeydik. "Bu yüzden seni salonun ortasına getirdim ve dedenle amcan arasında bıraktım, Akel'in yüzüne bakacak ve ona söylememek için en çok direndiğin şeyden vazgeçecektin. İlaç, birinin yüzüne baktığında, ondan en çok saklamak istediğin şeyi itiraf etmeni sağlıyor. Ne kadar direnirsen, o kadar acı çekiyorsun. Sulhi ve Akel arasındaki savaşta senin yerin belliydi."

"Sırf Akel amcam dedemin sahip olduğu tüm kontrolü eline alsın diye dedemin sırrını ifşa ettirdin bana. Aynı tarafta olduğumuzu söylüyorsun ama dedem ve ben yalnızmışız Gazel," dedim ihanetin acı tadı boğazımda, zorla yutkunurken.

"Komik olma. Kontrol bir süredir zaten Akel'deydi ve herkes bunun farkındaydı, Sulhi Vasilyev dâhil. Ve ayrıca," dedi bakışlarını kaçırırken. "Davette, senin geleceğini de ilgilendiren bir anlaşma konuşuluyordu."

"Bu seni hiç ilgilendirmez, kimseyi ilgilendirmez," dedim sert çıkarak.

Alaycı bir ifadeyle doğruldu ve karşıma dikildi. "Öyle mi? Seni baban yaşında biriyle nişanlasa bile mi?"

"Dedem öyle bir şey yapmaz."

"Anlaşmayı çoktan imzalamıştı ama," dedi gözlerimin içine bakarak, kelimelerin üzerine bastırarak konuşuyordu. Yüzüme eğildi. "Tüm davet bunun içindi esasında. O, çok dürüst ve iyi bir adam olarak gördüğün, kanatlarının altına sığındığın deden; seni damızlık gibi satacaktı kendi çıkarları için."

Ben ne olduğunu anlayana dek elim havalandı, avucum tok bir sesle Gazel'in yanağıyla buluştu o an. Başı yana çevrildi, gözlerini kapattı; bir süre kızarmaya başlayan teniyle karşı karşıya kaldım, ardından doğrularak bana yukarıdan baktı Gazel. "İncinmiş olmanı anlıyorum, ama seni inciten benim laflarım değil güvendiğin ve sevdiğin insanların sana karşı olan tavrı olmalı."

"Yalan söylüyorsun," dedim öfke dolu bir sesle. Tayga da bu konu hakkında gelip davette benimle konuşmuştu ve hatta dedemin beni yokladığını bile fark etmiştim ama asla, benim haberim olmadan, benimle doğru dürüst konuşmadan en azından böyle bir şey yapmazdı dedem.

"Seni ayarlanmış, mutsuz bir evlilikten kurtardım ve karşılığı bu mu?" Gözlerini devirdi Gazel, seslice nefes verirken. "Boynuma atlamanı falan beklemiyordum zaten ama tokat biraz fazla oldu."

"Bana damızlık dedin." Kelimenin üzerine bastırarak, iğrendiğimi belli ederek, tıslarcasına söyledim.

"Ben sadece olanı, olduğu gibi söyledim. Çok daha kibar kelimelerle tarif etmek durumun vahametini azaltmayacak, ayrıca sırf yüzüne gülüyorlar diye yaşlı genç fark etmez; bana olan güvensizliğinin kırıntısını duysan aslında seni nasıl kullanmak istediklerini göreceksin insanların ama birini sevince tam seviyor ve kör kalıyorsun gerçeklere. Belli," dedi öfkelenmeye başladığını hissettiren bir tınlamayla, seslice nefes verdi, gözlerini gözlerimden çekti ve çıktı mutfaktan.

Avuçlarımı tezgâha yaslayarak başımı eğdim ve derin nefesler almaya çalıştım. Yani Gazel gerçekten, Akel'in ailenin başına geçişini hızlandırmak için bana oynamıştı ve benim çıkarımın da bundan, zoraki bir evlilikten kurtulmak olduğuna inanmamı istiyordu. Ama yanlışı vardı. Dedem beni asla istemediğim biriyle evlendirmezdi. Ama ben toptan, evlenmek istemiyordum da zaten. Daha 19 yaşındaydım. Kabul etseydim bile en az 2 yıl nişanlı kalmama ve partnerimi tanımama müsaade ederdi.

Tanısam sevecek miydim ki?

Aptal değildim. Köklü ailelerde evlilik meselesinin ne kadar ciddi bir olay olduğunun farkındaydım, çoğu zaman aileler anlaşmalar yaparak oturttururdu çocuklarını nikah masasına. Her ne kadar başıma gelmeyeceğini düşünsem de, işte, konusu açılmıştı nihayet ve neredeyse...

Sanırım neredeyse, ucundan dönmüştüm.

Kendime bir bardak su doldurup içtim, ardından koridora çıktım ve kapısı açık görünen salondan içeri adımımı attım. Işıklar kapalıydı ama Gazel'in çift kişilik koltuğa oturmuş, başını geriye atarak tavanı izlediğini görebiliyordum. Geldiğimi fark ettiğini biliyordum ama herhangi bir harekette bulunmadı.

Salon büyük görünüyordu. Arka taraftaki geniş yemek masası, bir şöminenin üzerine sabitlenilmiş koca televizyon, etrafındaki geniş koyu renk koltuklar ve bir duvarı boydan boya kaplayan küçük kütüphanesi ile sade, eski fakat modern, iç ısıtan tarzda bir salondu burası. Karanlıkta bile hissedebiliyordum. Duvarlarda fotoğraf çerçeveleri vardı, köşedeki pufun kenarında ise birkaç parça oyuncak. Lara.

Gazel bir kumandaya bastığı an, dijital şöminenin açılmasıyla hafif irkildim. Biraz olsun ışık giriyordu artık ortama.

Ardından cesaretimi topladım ve Gazel'in oturduğu koltuğun diğer ucuna, ona dönük bir şekilde oturdum. Dirseğimi koltuğun sırtına yaslamış, avucumu ise şakağıma dayamıştım ve bacaklarımı kendime çekmiştim yan bir şekilde. Bana bakmıyordu hâlâ, tavanı da izlemiyordu; kapalıydı gözleri. Şömineyi muhtemelen ben göreyim diye açmıştı.

"Yurtdışına gittiğinizde, nasıl bir eğitim alıyorsunuz Gazel?"

Cevap vereceğini düşünmüyordum, ama biraz olsun onu iteleyebilmek için yumuşak bir ses tonuyla sormaya çalışmıştım. Yine de sessizlik için hazırlıklıydım. Eğer cevap vermezse başımı koltuğa yaslayacak ve biraz dinlenecektim ben de, gitmeden önce.

"Daha çok fiziksel. Ve tehlikeli işler üzerine," diye yanıtladı beni düz bir ses tonuyla, hiç beklemediğim bir anda. "Daha fazlasını söyleyemem, o yüzden sorma. Okul ile ilgili olduğunu söylemişlerdir sana o yüzden ekonomi ya da matematik üzerine olduğunu düşündüğünü tahmin ediyorum, bırak öyle kalsın."

"Ama öyle değil..." Biliyordum. Her nereye gidiyorlardıysa, orada başka işler döndüğünü biliyordum. "Neden yaptın?" Dudaklarımı birbirine bastırdım. "Akel Vasilyev'in başa geçmesinin sana ne yararı var? Tamam, babana olabilir ama senden böyle bir şey istediklerini düşünmüyorum. Amcamla konuştum, haberi yoktu."

Gazel'in gözleri açıldı. Dudakları aralandı, derin bir nefese ihtiyacı varmış gibi. Ardından "Annem babamla, aşkından evlenmedi Talya," diye mırıldandı. "Zorunda kaldığı için evlendi. Eğer güçlü biriyle evlenmezse ölecekti. Günün sonunda annemi delirten de bu oldu; sevmediği, tahammül edemediği bir koca ve ne zaman yüzlerine baksa o adamı gördüğü iki çocuğu. Sen de öyle mi olacaktın?"

Başını hafifçe yana çevirdi ve bana baktı, göz göze geldik. Şöminenin loş sarı ışığında, gözleri oldukça yoğun görünüyordu. "Böyle bir evlilik annemi yokuşa sürüklediyse, sana kim bilir ne yapar?" diye sordu kendi kendine, bakışlarını kaçırırken.

"Neden öyle söyledin?" Biraz eğilerek başımı koltuğun sırtına yasladım, ardından kollarımı birbirine doladım. Çok savunmasız hissediyordum.

Alaylı bir ifadeyle, güler gibi konuştu Gazel. "Sen kendini görmüyorsun ki. Gözlerin nasıl bakıyor görmüyorsun."

"Nasıl bakıyor?"

Gazel bana baktı. Bir müddet boyunca gözleri yüzümde gezinirken, yüzünü inceledim ben de. Çenesini. Kapalı dudaklarını. Loş ışıkta küçücük görünen burnunu, kızıla çalan gözlerini, gölgesi uzun görünen kirpiklerini.

"O orospu çocuğunun kalbini kırmasına nasıl izin verdin inanamıyorum," diye homurdandı önüne dönerken. "Anlamıyor musun kızım erkeğin yavşağını, oynağını sen? Halbuki çok zeki görünüyorsun dışarıdan."

"Bunu bana aylarca aldatılan—"

"Aldatıldım, evet," diyerek lafımı kesti Gazel sonunda doğrulurken. Bana doğru dönerek oturdu bir bacağını diğerinin altına alarak. "Ama ben zaten bittiğinin farkındaydım. Onun bitirmesini istedim çünkü ben bitirirsem hırslanıp sonradan başımı ağrıtacaktı. Bir ilişkinin, iki taraftan biri egosuna yenildi diye bambaşka bir şeye dönüşmesini istemedim, tamam mı?"

İlk defa eski ilişkisi hakkında konuşuyordu. Heyecanlanmıştım. Daha çok şey bilmek istiyordum. Mesela o kız kimdi? Nasıl tanışmışlardı? Ne zamandır beraberdiler? Âşık mıydı?

"Anlamıyorum," diye mırıldandım gözlerim kısılırken, başımı iki yana sallayarak. "Neden başkasıyla seni aldattığını anlayamıyorum."

"On beş yaşındaydık, bilemedin on altı. Dokuz aydır çıkıyorduk. O işleri yatak odasında ileri götürmek istedi, ben istemedim," dedi açıkça. Neredeyse çenem düşecekti yere. Alayla güldü. "Şaşırdın mı? Erkekler de hazır olmayabilir seks için."

"Hayır, sadece..." Söyleyecek bir şeyim yoktu. Düpedüz şaşırmıştım. "Yani, o da gitti ve... Başkasıyla..?"

"Evet," dedi dürüstçe. "Öğrendiğimde antrenman çıkışıydı. Kendimi hangi kulübe attığımı bile hatırlamıyorum, Tayga yanımdaydı. Ne bok varsa diye düşünmeden edemiyordum, sarhoş oldum ve geceyi biriyle geçirdim. Benden yaşça büyük bir kızdı. Ertesi sabah kalktığımda yine aynı şeyi düşünüyordum. Bir bok yoktu. Önce kendime kızdım, ilişkimi kendi ellerimle mahvettiğim için. Sonra fark ettim ki, iyi bir partner senin kararlarına saygı duyardı; gidip kendini abisinin yakın arkadaşının kollarına atmazdı. Haftalar geçti ve hiçbir şey hissetmediğimi fark ettim. Etraftaki tüm kızlardan daha güzel bulduğum için kız arkadaşımdı sadece."

Yani Gazel, defalarca kez aldatıldığı bir ilişkinin içinde kalmamıştı âşkından aylarca. Öğrenmişti, aşmıştı ve yoluna devam etmişti; kızın nihayetinde itiraf etmesini beklediği bir döngüye girmişti, ardından da zaten ilişki diye bir şey kalmamıştı ortada.

Dedikoduların gerçeklik payı taşıdığı doğruydu ama her seferinde insanların ne kadar yanlış anlaşıldığı konusunda daha büyük bir aydınlanma yaşıyormuş gibi hissediyordum.

"Ben yapardım, hazır olmasam bile, eğer partnerim istiyorsa," diye mırıldandım. Yapmıştım.

Gazel'in kaşları havalandı. "Hazır olmasan bile?"

Başımı salladım. "Çünkü bir ilişki, kendini tamamen adamanı gerektiriyor bence. Farkında değilsin ama sen kendini o ilişkiye adamamışsın, yoksa ertesi gün gidip kolayca bir başkasıyla birlikte olamazdın. Bilinmezlik beni korkutur ama karşımdaki kişiye güveniyorsam gözüm kapalı atlarım."

"Onu biliyoruz," diye mırıldandı Gazel. Yine ben ve güvenmemem gereken insanlara duyduğum güven'e gelmişti nasılsa konu. Ardından gözleri düşünceli bir şekilde boşluğa daldı. "Ama diğer konuda... Haklı olabilirsin."

Öyleydim. Bunu birkaç cümlesinden çıkartabilmiştim sadece. İnsanları okumakta bu kadar iyiyken, kendimi ifade etmekte nasıl bu kadar rezil olabiliyordum çok merak ediyordum bazen. Terapistlerce ayrı incelenmesi gereken bir beynim vardı.

"Hazar senin güvenini hak etmiyordu Talya."

Koltuğun kumaşını izliyordum. Biliyordum bunu. Biliyordum. Sadece başkası söyleyince ağır gelmişti. Bu yüzden dilimi damağıma ne kadar sert yapıştırırsam yapıştırayım gözlerimin dolmasına engel olamamıştım. Başımı kaldırdım ve Gazel'e baktım çaresizce. Uzun zamandır ilk defa bu kadar savunmasız hissediyordum. "Sen hak ediyor musun Gazel?"

Şömine ışığında kızıla dönen gözlerde saklıydı tüm gerçek, ama görmek imkânsızdı çıplak gözlerle. Gazel'in geniş omuzlarının, aldığı ve ardından verdiği dingin bir nefesle inip kalkışını izledim. Başını öyle ağır bir hareketle iki yana sallamıştı ki, neredeyse evet dediğini düşünecektim.

Gözlerimi silerken kalktım ve koltuktan ve hızlı adımlarla kapıya yöneldim.

"Nereye?"

Cevap vermedim. Dışarı çıktığımda Abram'ı arayabilirdim, beni spor salonun bırakan ve nihayetinde eve götürecek olan kişiydi. Telefonda konuşurken adını sormak aklıma anca geldiğinden ismini biliyordum artık.

Tam kapı koluna uzanıyordum ki, bir eli bileğime sarıldı ve beni çektiği gibi sırtımı kapıya yasladı. "Nereye?" diye sordu yeniden beni iki yandan kıstıran, omuzları bir dağ gibi üzerimde yükselen Gazel. Mentollü şampuan ve elma, tarçın notaları taşıyan parfümü gibi kokuyordu. Korktuğum her şey gibi kokuyordu.

"Eve," dedim ondan kaçış olmadığını bilerek.

"Seni korkuttum mu?"

"Hayır."

"Rahatsız mı oldun?"

"Hayır."

"O zaman neden gidiyorsun?" diye sordu ilk soruya göre epey yumuşattığı, alçalttığı sesiyle. Karanlıktaydık. Mutfağın ışığını da çıkarken kapattığım için, kapının önünde, karanlıkta karşı karşıya dikiliyorduk ve yüzlerimizin arasında pek mesafe yoktu Gazel üzerime eğildiği için.

"Çünkü yapamam," diye cevapladım dürüstçe, neredeyse bir hıçkırık gibi boğazımdan yükselirken kelimeler. Senin için de ağlayamam. Sen de kıramazsın kalbimi. Bir kez daha bende olmayan biri için kalırsam, kendimi kaybederim ve karanlıkta yolumu bulamam.

Hiçbir şeyim yok. Küçük kardeşim dışında hiçbir şeyim yok, kimsem yok, olsa da yok.

Doğru kararları vermezsem daha fazla böyle bir dünyada hayatta kalamam.

Gazel'in elini kaldırdığını görmedim, ama iki parmağının tersi yanağıma değdiğinde içimde bir şeyler kopmuştu. Tenim boyunca kaydı, ardından işaret ve baş parmakları arasına aldı çenemi ve başımı yukarı kaldırdı. Neredeyse, beni öpmek için pozisyonumu ayarladığını düşünecektim. Neredeyse. İhtimali bile damarlarımda akan kanı fokur fokur kaynatmaya yetmiş, nefes alışverişlerimi düzensizleştirmişti.

"Neyi yapamazsın, Talya?" diye sordu fısıldarcasına bir sesle, sıcak nefesi dudaklarıma çarparken. Öpecek. Öpecek. Öpecek.

Kal. Kalmayacak.

Kal.

Kal.

"Kalamam," diye fısıldadım baş parmağı alt dudağımı sıyırıp geçerken.

Kalan bir tek ben, yine, olamam.

Bir serçe oldum tek bir gözyaşına.

Serçeler ağlayınca ölürler.

Küllerinden ne doğar, bilmem.



Continue Reading

You'll Also Like

7M 407K 84
Sevdiği çocuk yerine yanlışlıkla okulun serserisine yazan Ece, başına çok büyük bir bela aldığını fark ettiği an onu engeller. Fakat her şey için ço...
719K 4.8K 13
Bir acı ne kadar sürer? Hiç çocuk olamamış bir kalbin yası kaç günde biter?
417K 33K 23
Rosanna Camborne, bir kitap yazarıdır ve aklındaki karakterleri kelimelere dökmeyi planladığı sırada işler bambaşka gelişir. İlkel bir zamana ve haya...
490K 18.4K 49
"Oo küçük hanım iki gündür sizin peşinizdeyiz." "Siz de kimsiniz niye peşimdesiniz ne istiyorsunuz?" " sakin küçük kız" "Kimsiniz dedim" " babanın öd...