SERÇELER AĞLADIĞINDA

By vaenoctis

522K 40.4K 66.4K

Ailesinin güven veren kanatlarının altı yerine soğuk bir köşede kendi başına büyüyen kuşlara gökyüzü özgürlük... More

SERÇELER AĞLADIĞINDA
BİRİNCİ BÖLÜM
İKİNCİ BÖLÜM
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ALTINCI BÖLÜM
YEDİNCİ BÖLÜM
SEKİZİNCİ BÖLÜM
DOKUZUNCU BÖLÜM
ONUNCU BÖLÜM
ON BİRİNCİ BÖLÜM
ON İKİNCİ BÖLÜM

BEŞİNCİ BÖLÜM

28.6K 2.7K 3.2K
By vaenoctis


İyi okumalar :) Instagram: bea.kso & serceleragladiginda & vaenoctis


BEŞİNCİ BÖLÜM






Vancouver Sleep Clinic, Unworthy



Kar yağdığında daha çekilebilir oluyor dünya. Tabii, eğer, hâlâ üzerinize giyebileceğiniz bir montunuz varsa ortalıkta.

Spor salonunun çıkış kapısıyla Meri'nin ortasına dikilerek ikizlerin yolunu kestiğimde herkes çoktan evlerinin yolunu tutmuştu bile. Dışarıda yarım metreyi bulan kar, öğleden sonraki kalan dersleri iptal ettirmişti okul yönetimine ve Safir tarihinde bir ilk gerçekleşmişti; normalde okulun kendi kar küreme araçları olduğu bahanesiyle kıyamet de kopsa öğrencisini okula çağıran yönetim de böyle bir yağış beklemiyordu belli ki.

Ben de montumun çalınmasını beklemiyordum.

Ama işte, siyah North Face'im Meri'nin üzerindeydi ve her ne kadar sabah tam olarak nasıl bir mont giydiğini bilmesem de renginin açık kahve tonlarında olduğunu hatırlıyordum. Üzerindeki spesifik model bir anda soyunma odasında hediye paketinin içinde belirecek değildi ya?

"Ne var, Dilsiz?" diye söylendi Meri, kulaklıklarından birini çıkartıp bana ters bir bakış atarak. Hemen yanındaki Esme başını kaldırıp kim olduğumu gördükten sonra özellikle kulaklıklarını takip ilgilenmiyormuş gibi yapmaya başlamıştı. Aslında benimle çok ilgilenirdi halbuki. Benim ilgilendiğim insanlarla bile ilgilenirdi.

"Ötecek misin yoksa dışarıdaki kar bir metre olana kadar bekleyecek miyiz burada?" Tek kaşını kaldırdı sinir bozucu bir tavırla, sakız çiğniyordu. Tüm ders boyunca sakız çiğnemişti ve beden eğitimi hocası üçüncü kez uyardıktan sonra onu müdür yardımıcısının odasına göndermiş ve bir derse kabul kağıdı alması gerektiğini söylemişti, Meri kağıdı alıp hocaya getirmiş ve kulağının arkasına yapıştırdığı sakızı yeniden çiğnemeye başlamıştı.

"Aa, doğru, ötemiyordun sen, dilsiz kuş," diye söylendi bu sefer ve kendi kendine güldü. Bu sefer gözlerimi devirdim ve sakince bir nefes almaya çalışırken gözlerimi bir üzerindeki monta, bir de yeniden yüzüne çevirdim. Ne demek istediğimi çok iyi biliyordu.

"Ne diyorsun anlamıyorum? Telepati yeteneğin olduğunu falan mı zannediyorsun? Çekil şuradan—" Omzumdan ittirerek yanımdan geçmeye çalıştığı an, attığı ikinci adım kapıya ulaşamadan bileğini tutup çevirdim ve yüzünü duvara yaslayarak sırtına ağırlığımı verdim. Omzu çıkmış gibi inledi ama montu ve sırt çantası yüzünden kolunu doğru düzgün çeviremediğimi ve herhangi bir zarar vermediğimi biliyordum.

"Ne yapıyorsun?!" Esme yeni farkına varıyormuş gibi kulaklıklarını çıkartıp yanıma dikildiğinde Meri'yi sağa çevirdiği yüzü profilden duvara çarpacak şekilde ittirdim hafifçe ve ardından geri çekildim. İkizlerin ilk defa bir şeyler çalışı değildi bu, ben de onlara Oscar kazandıracak oyunculuklarına kanacak insan değildim.

Meri bir çığlık atarak "Derdin ne senin be?!" diye gürledi üzerime doğru yürürken ama Esme onu kolundan tuttuğu gibi önüne geçerek engelledi ve "Gidelim," dedi üzerime çevrilmiş alev topları fırlatan gözlerini yakalamaya çalışırken. Aynen. Bence de gidin.

Meri, ikizinin tutuşundan kurtuldu ama bana doğru bir adım daha atmadı. Aramızda fazla mesafe olmamasına rağmen bana dokunamazmış gibi geliyordu. Onu tutan başka bir şey vardı sanki. Sonunda burnundan soluyarak kapıya döndüğünde kardeşine başıyla dışarıyı işaret etti ve öfkeyle soluduğu nefesinin ardından mırıldandı. "Manyak mıdır nedir. Delirmiş iyice kafasının içinde konuşa konuşa kendiyle..."

Soğuktan telefonum çalışmayı reddederek kapandığında arka bahçeden kalkan servislere doğru yürüyordum ama etrafta herhangi bir araç yoktu. Ukte, Kalp Damar Cerrahisi'nden kontrol randevusu alıp öğleden sonra okuldan çıkacak günü bulmuştu ve şimdi de servisler ekstrem hava şartları yüzünden erken kalkıyordu. Yeni yılın en berbat günü için şimdiden elimde bu kadar fazla seçenek olması beni korkutmuyor değildi.

Siyaha yakın koyu kestane saçlarımın üzerine düşen kar tanelerini izlerken, ayak bileklerime kadar yükselen kar tabakasının üzerine basarak soğuğa alışmaya çalıştım bir müddet ama öksürmeye başladığımda, gerekirse aileden birini, herhangi birini arayıp beni buradan çıkarması için yalvarmam gerektiğinin yavaşça farkına varıyordum. Hastalanamazdım, eğer hastalanırsam çok ağır geçireceğimi ve haftalarca yataktan çıkamayacağımı biliyordum; okulun son döneminde böyle bir aksaklık tolore edilemezdi ve en iyi ihtimalle sınıfı tekrar ederdim.

Sınıfı tekrar falan edemezdim. Ama o zaman sahip olacağım not ortalamasıyla, üniversitelere geçiş sınavında potansiyelimin en üst seviyesinde bir puan alsam bile hedeflediğim okullardan birine tam burslu giremezdim. Tam bursu geçebilirdik, direkt giremezdim.

"Tüm bu şovun nedeni damarlarında akan Rus kanıysa cesaretini sosyal medyada göstermeni tavsiye ederim, kendini buz banyosuna yatıran güzel kızların aldığı etkileşim yüksek oluyor," dedi tanıdık bir ses, tınısı midemden bacaklarıma kadar yayılan bir zehir salgılıyordu sanki. "İstikrarlı olursan kariyer yapabilirsin hatta."

Kollarımı birbirine bağlamış öylece, botlarımın ucuyla karları tekmeliyordum ki durdum. Birkaç saniye yalnızca kalbimin atış sesi doldurdu kulaklarımı. Güm. Güm. Güm. Kar bile nazikçe yağarken üzerime, birkaç metre arkamda dikildiğini tahmin ettiğim kişinin insafı yoktu. Benimle dalga geçiyordu. Sanki bahçede, üzerimde yalnızca ince okul ceketi ve eteğimin altında incecik bir çorapla dikilmek tamamen benim tercihimmiş gibi.

Omzumun üzerinden ona doğru döndüğümde dünyanın beyazlığı, Gazel Hanvezir'in karanlığını yok saymayı imkânsız kılıyordu. Okul formasının üzerine giydiği uzun, siyah kabanı; kumral saç tellerine düştüğünde saçlarının rengini koyultan kar taneleri, ve soğuğa rağmen oldukça canlı görünen gül kurusu dudakları vardı. Yazdan kalma bronzluğunu çoktan üzerinden atmış teninin beyazlığına bakıyor ve bir film sahnesi görüyordu insan.

Christopher Nolan'ın çektiği türden, konusu anlaşılmaz bir film. Çünkü Hanvezir ve onun gibilerle ilgili sorun buydu; o hoş yüzlerinin ardında kafataslarının içine yerleştirilmiş güzel beyinleri ne planlıyordu, ne düşünüyordu, ne istiyordu bilemiyordunuz. Ama onlar sizden almayı iyi bilirlerdi. Alır, alır, alır ve alırlardı. Verebileceğiniz hiçbir şey kalmayıncaya dek.

Nihayetinde sıkılıp bir başkasına geçene dek.

Ellerimi okul ceketinin içine soktum ve vücudumu tamamen ona çevirerek dik bir şekilde durdum karşısında. Cevap vermedim. İstesem de veremezdim, telefonum çalışmayı reddediyordu.

Gazel birkaç saniye bakışlarını soğuktan kızarmış yüzümde, kirpiklerime ve saçlarıma düşen kar tanelerinde gezdirdi. Ardından uzun bacakları sayesinde attığı iki adımın ardından tamamen karşımda dikiliyordu. Uzun boyu sayesinde yüzüne bakmaya devam etmek için başımı kaldırmak zorunda kalmıştım, geniş omuzları sayesinde muhtemelen onun arkasından bu tarafa bakacak herhangi birinin benim varlığımı fark etmesini tamamen engelliyordu.

"Soğukta ince giyinmekten keyif mi alıyorsun?"

Biri montumu çaldı.

"Bilinçli bir şekilde kendini hasta etmek mi istiyorsun?"

Kendimi üşüterek hasta etmek, büyük eziyet olurdu. Daha acısız yollar var.

"Dersler iptal. Biliyorsun. Neden def olup evine gitmiyorsun?"

Tüm yolu yürümek zorunda kalırım.

Tabii bunların hepsi, kafamın içinden verdiğim cevaplardı; Gazel Hanvezir hiçbirini elbette ki anlamıyordu. İşaret dilini kullansam bile anlamazdı. Onunla konuşabilmenin bir yolu yoktu.

"Duymazdan gelinmekten çok sıkıldım," diye homurdandı nefesinin altından. "Telefonun nerede?"

Elimi cebime uzattım ve soğuk havaya karşı tepki olarak kapanan, açılmayı reddeden telefonumu ona uzattım. Gazel çatık kaşlarla telefonumu açmayı denerken dudaklarımı birbirine bastırdım ve adlandıramadığım, keyif veren bir his dudaklarımın iki ucunu yukarı kaldırdı. "Niye açılmıyor bu alet? Şarjı mı yok?"

Başımı iki yana salladım gözlerimi gözlerinden çekmeden. Burnumu birkaç kere çekmiş, donma raddesine gelen yüzümü avuçlarımı içine bastırmamak için zor tutuyordum kendimi.

"Benimle gel," dedi Gazel, uzanıp telefonumu cebimden içeri atarken. "Seni eve bırakacağım." Sağ ol, kalsın, dercesine başımı iki yana sallayıp kantin kapısına doğru dönüyordum ki yumuşak, parfüm kokulu bir kumaşın boynuma sarıldığını hissettim; ellerim şaşkınlıkla Gazel'in boğazıma doladığı siyah atkıyı kavradı. Kendi boynundan çıkarmıştı.

"H-h—" Hayır, diyecektim, eğer bileğimden kavradığı gibi beni yöneldiğimin aksi tarafa çekiştirmeye başlamasaydı. Sendeleyip düşmekten son anda kurtularak karların arasında koşturdum, aptal herifin bacakları anca benim boyum kadar olduğundan onun her bir adımını benim koşar adımlarla tamamlamam gerekiyordu.

Kapalı otoparka inen asansöre binene dek bileğimi bırakmadı. Aslında, asansördeyken de bırakmamıştı; yalnızca ben boştaki elimle omzunu dürttüğümde ve ne var? dercesine bir bakış attığında hâlâ tutuyor olduğu bileğimi gösterdiğim an, ateşe dokunmuşçasına ani bir hareketle çekmişti elini.

Kırmızı bir spor arabaya bakındım fakat yüksek, siyah bir Jeep'in ışıkları kilidinin açıldığını belirtircesine yanıp söndüğünde bu havada kendi aracıyla gelmediği için içimden şükür duaları okuyordum. Bir keresinde kendi başıma nasıl gidildiğini bile bilmediğim bir kütüphaneye ders çalışmak için gitmeye teşebbüs etmiştim ve taksi, bir yokuşu tırmanırken ani fren yaparak kaymıştı. Öndeki otobüs de kaymıştı. Bu yüzden direksiyon sınavım yağmurlu bir güne denk geldiği ve sınav rotasında da bir yokuş olduğundan, kalmıştım. Üç kere. Dördüncüye sınava girmeye cesaretim yoktu. Bu kadar aptal olamazdım.

Ya da korkak.

Tüm bu aptal anılarımı insanlara anlatmak istiyordum. Kalabalık masalarda çenem çıkana kadar konuşmak ve açılan konular hakkında yorumlarımı paylaşmak istiyordum. Yalnızken en çok izlediğim videolar TED konuşmalarıydı ve çok daha küçükken duştan çıktığımda, ayna karşısında saçlarımı kuruturken insanların karşısında önemli konulardan bahsediyormuş gibi davranırdım.

Eğer sonradan beliren kekemeliğin sebebi öğrenilirse buna göre bir tedavi sürecine başlanılabilirdi. Eğer yeterince cesur olursam hayaller yalnızca buğulu ayna karşısında dinlediğim podcastlerde ağzına mikrofon dayanmış kişi olmayı hayal etmekten ötesine gidebilirdi ve belki bir gün, yeterince inanırsam, Tayga Ukte'ye değil de bana çenesi düşük yorumu yapabilirdi.

Ama tüm bunlar yağmurlu bir günde rotada beliren dik bir yokuş gibiydi ve ben freni tutmayan bir arabayı sürüyordum.

Gazel aracı okulun otoparkından çıkardıktan sonra şehre doğru sürerken birkaç denemenin ardından telefonumu açmayı becerebildim, ardından Kar yağmasını seviyorum, yazdım notlara ve Gazel'e gösterdim. Neden bilmiyordum. Ukte bir şekilde, insanlarla iletişime geçme isteği ekmişti sanki içime ve küçük, alakasız şeyler söylemek— göstermek, yapması o kadar da absürd bir şeymiş gibi gelmiyordu artık.

"Tabii ki seviyorsun," diye mırıldandı Gazel, nefesinin altından. Ön koltuğa geçmeden önce kabanını çıkartıp arka koltuğa koymuştu ve klimayı 30 dereceye falan ayarlamış olmalıydı çünkü okul ceketimin altında terlemeye başladığımı hissediyordum.

Tabii ki seviyorsun. Ama sesindeki tını, bunu önceden tahmin etmeliymiş gibi, aşağılarcasına bir tınıydı.

Sen sevmiyorsun galiba, yazdım ve yeniden ekranı ona gösterdim. Boş bir ifadeyle ekrana baktı ama bir anlığına çenesini sıktığını fark etmemek imkânsızdı, ardından yola odaklandı yeniden.

Bir konuşmayı başlatmanın, cesaret kıran yanı da bu; karşındaki devam ettirecek mi bilmiyorsun, ve sessizliği seni duymazdan gelmeye tercih ettiğinde öfkelendiğin yalnızca kendin oluyorsun. Terapist buna "Sorun değil, seninle konuşmak istemiyor olabilir, o an konuşmak istemiyor olabilir, bu konu hakkında konuşmak istemiyor olabilir," diyor, farklı bakış açıları sunuyor. Hiçbiri gerçek gelmiyor. Sen yalnızca reddedildiğini düşünüyor ve birkaç saati midende bir taşla geçiriyorsun çünkü hayal kırıklığı, aslında çocukluğundan beri koynunda beslediğin bir duygu. Yalnızca sana onu yeniden veren her yeni insanda biraz daha nefret ediyorsun kendinden.

Ama sorun değil, öyle mi? Terapilerden nefret ediyordum.

Sende bir sorun var! diye bağırıyordu ailem sanki bana, beni terapilere gitmeye zorladıklarından beri. Git düzelt! Hiçbir zaman "Yemeğini yedin mi?" değildi öğün vakitleri sordukları, "İlaçlarını aldın mı?"ydı sanki.

Okuldan çıkalı ne kadar olmuştu hatırlamıyordum fakat şehrin içindeki trafikte, spesifik bir noktada yaklaşık kırk beş dakikadır bekliyorduk ki sessizliğe ve sıcağa daha fazla dayanamadığım için pencereyi sonuna kadar açarak kolumu dayadım ve diğer elimi avucum açık bir şekilde dışarı uzattım. Avuçlarımın içinde eriyordu kar taneleri.

"Hasta olacaksın."

Bıkkın bir nefesle telefonumu çıkardım ve yanağımı koluma yaslayarak tepkisini görmek için Gazel'e döndüm. Neden bu kadar umursuyorsun hasta olup olmamamı? Artık birlikte ödev de yapmak zorunda değiliz.

Çikolata kahvesi gözler ekrandan ayrıldı, dirseğini kapıya yasladığı eli havadaydı ve başparmağının tersini alt dudağına sürttü gözleri ön cama düşen kar tanelerini izlerken. "Hasta insanlardan nefret ediyorum."

Bir şimşek, zihnimin orta yerinde çakmış gibi kemiklerimin sızladığını hissettim o an; rahatsızca arkama yaslanırken camı kapattım. Hasta derken üşütmek, grip olmak gibi bağışıklık sistemini doğrudan etkileyen hastalıklardan bahsettiğini biliyordum ama annesini düşünmeden edememiştim. Parmaklarım istemsizce yeni bir cevap yazdı. Benden nefret etmemek için çabalıyormuşa benziyorsun Hanvezir.

Gazel'in başparmağı dudağından düştü, gözleri yola geri dönmüştü bir santim ilerlememiş olsak bile ve bir cık sesi çıkardı seslice nefes verirken. "Bu kadar belli etmek niyetim değildi, Vasilyev."

Ruhsuzca gülümsedim ama içimde, şaka yapmadığını fısıldayıp duran sesi susturmanın bir yolunu bilmiyordum. Bilmesinin imkânı yoktu. Biliyor olsa, saklamasının bir anlamı yoktu annesinin gerçekten nasıl öldüğünü insanlara yaydığımı. Ama, yine de...

Gazel'in telefonu titremeye başladığında aracın ekranında TAYGA adı yazıyordu. Gazel "Sess—" diyecek oldu, fakat saniyeler içinde gözlerini kapatarak kendini durdurdu ve aramayı cevapladı. Sessiz ol, diyecekti. Çünkü yanında biri varken gelen aramaları açmadan önce her zaman söylediği şeydi bu.

Ama ben her zaman sessizdim ve aslında kimsenin beni uyarmasına gerek yoktu.

"Adelardi piçinin sevgilisinin doğum günü. Bu akşam. Il Cielo diye bir mekan," dedi Tayga direkt konuya girerek, her ne kadar neyden bahsettiğini anlamasam da.

"Aksiyon almayacağımız konusunda anlaşmıştık."

"Yebat'," diye mırıldandı Tayga derin bir sesle, küfür etmediğini bilsem bile küfür ettiğini düşünürdüm. "Elena Adelardi'nin şoförü bugün Ukte'yi aldığım hastanenin karşısında arabasına yaslanmış dikiliyordu. Tesadüf mü dersin?"

Ben şaşkınlık ve endişeyle yerimde kıpırdanmaya başladığımda Gazel'in sakince, burun kemerini iki parmağının arasında sıktığını gördüm. "Kuzenini eve bıraktığımdan bahsetmiş miydim?"

Bir sessizlik oldu. Ardından "Umarım bırakmışsındır, umarım biz bu konuşmayı yaparken Talya çoktan sıcak evinin kapısından içeri girmiş ve hatta pijamalarıyladır," diye ekledi Tayga.

"T-Ta-Tayga!" Hiddetle seslenebilmeyi becerebildim, oturduğum koltuk bir anda rahatsız hissettirmeye başladığından ucuna kadar kayarak sanki yüzünü görebilecekmişçesine aracın ekranına yaklaşmıştım. Tayga'nın nefesinin altından başka bir küfür mırıldandığını duydum, ardından sert bir sesle "Senin cenazen, Hanvezir, buyur," dedi ve aramayı sonlandırdı.

Emniyet kemerimi çözüp torpidoyla koltuğun sırtı arasında tutunarak tamamen Gazel'e döndüğüm an, önümüzdeki arabanın ilerlemeye başlamasıyla birlikte Gazel düşük hızda gaza bastı ve kaşlarını kaldırarak koltuğu işaret etti. "O emniyet kemerini geri tak öncelikle."

İtiraz edercesine torpidoya vurdum.

"Takmayacak mısın?"

Telefonumu çıkardım. ELENA ADELARDİ KİM VE NEDEN ŞOFÖRÜ UKTE'Yİ TAKİP EDİYOR?

"Sanırım takmayacaksın," dedi Gazel kendi kendine ve hiç beklemediğim bir anda omuzlarımdan tutup beni koltuğa geri yaslarken emniyet kemerini çekip taktı. Bir eli koltuğun kenarına yaslı, diğeri emniyet kemerimin üzerinden karnıma değiyordu. Başımı kaldırdığım an yüzünün yakınlığı sebebiyle nefesimi tuttum ve tüm kokusu ciğerlerimde asılı kaldı. "Çıkarma. Sakın."

Yutkundum.

Gazel geri çekildi. Bir müddet gözlerimi kırpıştırarak önüme boş boş bakarak vakit harcadım, yakınlığı dikkatimi dağıtmıştı. Ardından elimde sıktığım telefonuma yazdığım son not aklıma geldiğinde ekran kilidini açtım ve ekranı yeniden gözüne sokarcasına yüzünün karşısına diktim.

"Aileniz ve İtalyanlar arasındaki soğuk savaştan haberin olduğunu biliyorum, bahsi geçen ailenin adı Adelardi. Kıbrıs'ta Ukte'yle seni neredeyse yanına alacak olan kadının adı Elena, tahminimce etrafınızda gezerek gözdağı veriyor. Dikkatli olmalısın," diye açıkladı Gazel, yüzüne sokmak üzere olduğum telefonu kolumu ittirerek önünden çekerken. "Gerçi Ukte'nin takip edildiğini öğrenen Sulhi Vasilyev'in ikinizin peşine adam dikmemesi şu saatten sonra imkânsız. Başınıza bir şey gelirse..."

Gazel'in telefonu yeniden titreşmeye başladığında ikimizin dikkati de yeniden ekrana kaydı. Bu sefer arayan numara kayıtlı değildi, Gazel'in aramayı hiç düşünmeden sonlandırmasına karşı şaşkınlıkla kaşlarım havalandı. Gazel bakışlarımı yakalamış olmalı ki, birkaç saniye sonra açıklama yapma gereği hissetmişti. "Rehberimde kayıtlı olmayan numaralardan gelen aramaları kabul etmiyorum."

Neden? dercesine baktım ona. Aslında sorunun sonuna alayla bir paşam eklemek ve Nedenmiş o paşam? diye sormak istemiştim ama bakışlarla ifade edebileceğiniz kelimeler kısıtlıydı.

"Önemli biriyse numarası kayıtlıdır. Numarası kayıtlı değilse bir yerden bulmuştur," diye açıkladı telefonu yeniden titreşmeye ve aynı numara aramaya başladığında. "Ki bu beni ilgilendirmiyor."

Gazel aramayı yeniden reddedeceği an elini ittirdim ve numaraya birkaç saniye daha baktım. O kadar tanıdıktı ki, neredeyse kim olduğunu çıkaracaktım. Durumu anlamlandırmaya çalıştığım bakışlarımı Gazel'e çevirdiğimde, gözleri kısıldı ve "Numarayı tanıyor musun?" diye sordu, şüpheli bir sesle. Sanki aramayı cevaplamama izin veriyordu.

Bu yüzden yeşil butona bastım ve çağrı başladı.

"Gazel?"

Telefonun diğer ucunda oldukça tiz sesli bir kız, Gazel'in adını sorarcasına seslendi. Saniyeler içinde damarlarımda akan kan kaynamaya başlamış, hayali bir el boğazıma yapışarak aldığım nefesi soluk boruma tıkamıştı. Leyla. Leyla'nın sesiydi bu.

"Leyla ben, eski numaran vardı ama değiştirdiğini öğrendim ve açıkçası yenisini bulmak pek kolay olmadı," diye devam etti Leyla lafına. "Gazel? Sensin değil mi?"

"Evet." Gazel'in tok sesi kulaklarımda yankılandığı an ona döndüm, önce araç ekranındaki numaraya ardından bana baktı ve umursamazca önüne döndü. Önümüzdeki trafik biraz olsun ilerlemeye başlamıştı ve Gazel sıkılmış görünüyordu.

Leyla gülerek "Niye ses vermiyorsun? Başka biriyle konuştuğumu hayal ettim bir an, kendime içimden gülüyordum," diye devam etti lafına. "Her neyse, çok vaktini almayacağım. Akşam doğum günü partim var Il Cielo'da, 8'de başlıyor. Arayarak bizzat davet etmek istedim. Satranç kulübünden ulaşabildiğim herkesi davet ettim, biraz nostalji olsun diye gelmek istersen... Lokasyonu atabilirim."

Satranç kulübü. Bunu nasıl unutmuştum? Leyla liseye başladığımız sene bir anda satranç oynamaya başlamıştı ve spesifik olarak Safir öğrencilerinin ağırlıkta olduğu, devletin özel imkânlar sağladığı bir satranç kulübüne girmek için bireysel dersler almıştı. Kendini inanılmaz geliştiremese de ilçe müsabakalarına katıldığını, kulübe girdiği gibi bütün aktivitelerine katıldığını ve hatta bazen kulüp aktiviteleri için okulu bile ektiğini hatırlıyordum.

Bir çocuk var... arada anlatıyordu bana ama Leyla bir günde on çocuk beğenip her birinden ayrı ayrı bahsettiği için hiçbir zaman takip edemiyordum kimin kim olduğunu. Ne konu açabileceğimi bilmiyorum... Bugün Feriha taktiği denedim ve üzerine kahve döktüm ama önemli değil diyerek yanımdan geçip gitti... Yanımda çok iyi durur Talya... Instagram hesabında binlerce takipçisi var ve bütün kızlar peşinde... Sadece sarışınlardan hoşlandığını duydum... Ve saçını sarı yaparken yaktın.

Bu yeni değildi. Leyla uzun zamandır Gazel'in peşindeydi. Başka popüler çocuklarla çıkarken de, iyi bir çocukla iki yıllık bir ilişki içerisindeyken de... Gözüne birini kestiriyor ve bekâr olup olmamasına aldırmaksızın elde edene kadar peşinden koşuyor, ardından sıkılıp bırakıyordu. Eğer Gazel'i elde etmiş olsaydı bu zamana kadar uzanmazdı bile takıntısı, çoktan bir başkasına geçmiş olurdu.

Leyla erkekleri sabah, öğle ve akşam çiğneyip sonra tükürüyordu. Her zaman böyleydi. Egosuna iyi geldiğini ve kendi tarzında bir tür meditasyon olduğunu söylüyordu. Bir gün başına bela açacağını söylemiştim.

Belki açmıştı bile. Il Cielo.

"Belki uğrarım, davet için teşekkürler," dedi Gazel ve Leyla'nın cevabını beklemeden telefonu suratına kapattı. Sert bir nefes aldım göz kapaklarımı birbirine bastırırken, tam da Leyla'nın erkeklerde hoşlandığı hareketler. Eminim Gazel'in kabalığı ve umursamazlığı, Leyla'nın kanını kaynatıyordu.

Benim aklıma gelen Gazel'in de aklına gelmiş olmalı ki, son aramalardan Tayga'nın adını bulduğu gibi üzerine bastı ve birkaç saniye sonra Tayga aramayı cevapladı. "Ukte'ye laf çarpıtıyorum sürekli ama o sessiz olan ağzını açmadan insanın başını ağrıtma becerisine sahip, inanamazsın."

"Adelardi'nin sevgilisi sarışın mı?"

Tayga durdu. Ardından "Evet, sanırım," diye cevapladı. "Neden soruyorsun?"

"Yarım saate sana döneceğim. Lodos'u bul, telefonu kapalıydı en son."

Trafik o an açılmıştı ve Gazel, evime çok yakın bir mesafede gaza basmıştı. "Aptal olmadığını ve anladığını biliyorum," dedi anlık bir şekilde dönerken, ardından gözleri yeniden yola odaklandı ve neredeyse kırmızı yanacakken bir ışıktan hızlıca geçti. "O yüzden beni dikkatli dinlemelisin. Bu akşam evde kal. Arkadaşlarınla bir şey yapmak istesen bile ev sınırları içinde olsun."

Arkadaşlarım yok, tek arkadaşım Ukte ve onu da yeni edindim, demek istedim çocukça ona ama o an bana emir verdiğini fark ettiğimde kontrol edemediğim bir öfkeyle yanmıştı boğazım. İtiraz edecek bir şey söyleyecekmişçesine açtım ağzımı, kaşlarım çatılmıştı ve eğilerek şaşkınlık içerisinde bakıyordum Gazel'e. Bir şeyler planlıyorlardı açıkça, bir şekilde Leyla da konuya dâhil edebilmeyi başarabilmişti kendini ve Hanvezir özel olarak evde kalmamı söylüyordu.

Araba, evin bahçesinin hemen önünde durduğunda emniyet kemerimi çözdüm. "Beni anladığını belli etmelisin," dedi Gazel az önce söylediklerini işaret ederek ama ben arka koltuktaki çantama uzanmakla meşguldüm. Ardından kapıyı açtım, boynumdaki atkısını çözdüm, dışarı çıkmadan hemen önce atkıyı Gazel'in yüzüne attım ve bahçe kapısından içeri ilerledim.

"Talya!"



O akşam geç saatlerde, odamın kapısı tıklatıldığında ve içeri sıfır makyaj ve pijamalarıyla Ukte girdiğinde neredeyse hayal gördüğümü sanmıştım. Okuldan sonra eve geldiğim ilk birkaç saati uyuyarak geçirmiş, henüz duştan çıkmış, yatağımın üzerine uzanmış bir şekilde ders çalışıyordum. Çok değil beş dakika önce erkek kardeşim Görkem kapıyı tıklatıp onlarla balık yemeye gelip gelmeyeceğimi sormuş, ardından ortalıktan kaybolmuştu.

"Tatilin keyfini çıkarmaktan anladığın yatağına uzanıp ders çalışmak olmamalı," dedi kapıyı yavaşça arkasından kapatırken Ukte, başındaki bereyi ve montunu çıkartıp kapının arkasına astı. "Lütfen bana sabahtan beri tam olarak bunu yaptığını söyleme."

"Yapmıyorum," dedim işaret diliyle, yatakta doğrulup oturduktan sonra. "Sabahtan beri, yani. İçeri nasıl girdin?"

"Ben gelirken ailen dışarı çıkıyordu." Ukte çalışma masama kalçasını yasladı ve keyifsizce kalemlerimden birini alıp mekanizmasıyla oynamaya başladı. "Neler yaptın ben okuldan çıktıktan sonra? Umarım yokluğumda perişan olmuşsundur."

Hafifçe gülümsedim, moralinin bozuk olduğu her hâlinden belliydi. "İkizler montumu çaldı. Servislerin nereden kalktığını anlamaya çalışırken ceketle tüm bahçeyi turladım."

"Umarım hasta olmamışsındır çünkü ben hasta olmak istemiyorum ama yanında kalmak istiyorum ama hasta olursan yanında kalamam bu yüzden hasta olamazsın," dedi çok normal bir cümle kurmuş gibi, Ukte, nefes nefese bile kalmamıştı. Bu kızın diyaframı ne kadar güçlüydü? Başını kalemden kaldırdı ve göz göze geldik, gözleri kısıldı. "Hasta oldun mu?"

"Ne oldu sana?" Sorusunu görmezden geldim, hasta olmadığımı biliyordu. Üstelik hastalanırsam da yanımda kalmayacağının koca bir yalan olduğunu düşünüyordum, her ne kadar geçmişte hapşurduğum gibi üzerime etil alkol sıkmış olsa da.

"Tanga geri zekâlısı ve çocuklar bir şey planlıyorlar. Biliyorum. Beni hastaneden almaya kendi bizzat geldi, arabamı otoparka çektirmiş. Hayal edebiliyor musun? Tayga Vasilyev? Varlığını reddettiği kız kardeşini hastane kontrolünden almaya geliyor? Hiç inandırıcı gelmedi," diye homurdandı Ukte, kalemimi sonunda masaya geri bırakırken. Son bir dakika içerisinde kalemi parçalarına ayırmış ve yeniden birleştirmişti.

"Ben de telefonunu karıştırdım. Tayga'nın apartman dairesindeydim, şifreyi biliyordum, duştaydı. Tam o sırada, Gazel aradı. Leyla Mira Tanlar diye bir kızdan bahsetti, doğum günüymüş, her neyse. Kızı anında hatırladım. Senin şu eski okulundaki vampir arkadaşın. İnsanın kanını, huzurunu, maneviyatını, maddiyatını emen vampir. Sonra Tayga banyodan çıktı ve telefonunu elimde görünce delirdi tabii, ben de evinde Vogue Türkiye'nin kapağında görünce ağzımın suyunu akıttığım modeli evinde çıplak görünce şaşkınlıktan ufak çaplı bir şok geçirdim ve çarpıntım başladı. Sonra adını hâlâ bilmediğim model, Tayga ve pijamalı ben; abimin tehdidiyle doktorumun ofisini bastık ve doktor, Tayga'yı kenara çekip ölmeyeceğimi; sadece ufak bir şok geçirdiğimi tane tane açıkladı."

Ağzım beş karış açık, kaşlarım alnımdan muhtemelen beş metre havada bir şekilde dinliyordum anlattıklarını.

"Sonra model gitti, çekimi mi ne varmış. Tayga beni eve bıraktı ve annemle ciddi bir konuşma gerçekleştirdi. Bir süre dışarı çıkmamam gerektiğiyle ilgili bir şeyler zırvaladı."

"Ama buradasın," dedim gözlerim kısılırken.

"Buradayım, dahası, bir saate seninle bambaşka bir yerde olacağız." Ukte, üzerindeki kazağı çıkardığı gibi yere fırlatırken dolabımın kapaklarını açarak bütün kıyafetlerimin içinden geçmeye başladı o an. "Evden topuklular ve parti elbisesiyle kaçamayacağım için ben de battı balık yan gider kafasıyla pijamalarımla kaçtım. Ayrıca o kızın doğum günü partisine biz de gidiyoruz, çünkü, çünkü—" Ukte elleri belinde bana doğru döndüğünde kaşlarını çatmış, dudaklarını birbirine bastırmış, savaşa hazır bir şekilde derin nefesler alıyordu. "Çünkü abimler de gidiyor ve neden gidiyorlar yani o kızın doğum günü partisine?"

Ağzımı açıp ona, Leyla'nın sevgilisinin Adelardi ailesinden olduğunu ve muhtemelen çocukların Kama evindeki tehditten sonra bir karşı atak planladıklarını söylemek istedim; hastane çıkışı onu almaya Tayga'nın geldiğini çünkü Kıbrıs'daki o tehlikeli İtalyan kadın tarafından takip edildiğini. Ama Ukte nefessiz bir şekilde konuşuyordu ve bugün ufak çaplı bir şoktan geçirdiği rahatsızlık bana kalbinin durumunun aslında ne kadar hassas olduğunu bir kez daha hatırlatmıştı.

Elena Adelardi'nin, kocası olduğunu düşündüğümüz adamla otel odasından çıkışı aklıma geldiğinde yalnızca Ukte'nin nasıl fenalaştığını ve arka odaya gittiğini hatırladım; muhtemelen nefes alamamıştı ve kendi kendini sakinleştirmek için uzaklaşmıştı. Rahatsızlığını insanlardan saklıyordu. Benden bile. Güvenmediğinden değil, zayıf olduğunu göstermekten çekiniyordu.

"Leyla'nın sevgilisi ile aralarında bir soğuk savaş var," dedim Ukte'nin bakışlarını yakalayabildiğim ilk an. Elbiseler ve takımlar arasında gidip geliyor, incecik bir şeyler seçtikten hemen sonra dışarıda kar yağdığını hatırladığı için vazgeçiyordu. "Eğlenmeye gittiklerini düşünmüyorum."

Leyla'nın bir erkek arkadaşı oluşunun, Gazel'i partisine çağırmasına engel olmayışı beni şaşırtmamıştı bile ama sinirlendiriyordu. Daha önce bunu defalarca kez yapmıştı ve umrumda olmamıştı, ama bu seferki hedefi ve hedefinin de o partiye gidecek olması, Leyla'nın Gazel'i gördüğünde yüzünde belirecek tatminkâr tebessüm aklıma geldikçe dişlerimi sıkıyordum.

"Harika. Çocuklar o İtalyan sıçanını avlar, biz de vampirlerin kalbine kazık saplarız. Sinsi, zorba, faydacı ve bencil olanların—" Üzerime atılan elbiseyi son anda yakalayabildim, etiketi üzerindeydi. İki yıl önce çok beğenerek aldığımı ama asla giyinmediğimi hatırlıyordum. "İkizlerin Leyla'yla yakın olduğunu neden söylemedin?"

Çünkü sana yeterince anlattım.

Ukte'ye güveniyordum, ama hiç kimseye eskisi kadar güvenmiyordum. Böylesi daha iyiydi.

"Gitmek istemiyorum," dedim üzerime atılan elbiseyi kenara bırakırken ayağa kalkarak. Sırf meraktan kalkıp sırtıma bıçağı geçirmiş eski en yakın arkadaşımın doğum günü partisine gitmeyecektim, ertesi gün tatil olsa da erkenden uyuyup sabah uyandığımda hatırlamayacağım hayallere— kâbuslara, dalmayı ya da mısır patlatıp korku filmi izlemeyi tercih ederdim.

"Talya..." Ellerimi okuyan Ukte'nin omuzları düştü, elindeki askılardan birkaçını da yere düşürmüştü. "Emin misin?"

Onaylarcasına salladım başımı. Gitmemek için başlıca sebeplerim vardı ve tüm aile ya da eski en yakın arkadaş dramasını bir kenara koysak bile, Ukte'nin yeniden Kıbrıs'taki gibi bir şoka girmesini istemiyordum; eğer gerçekten o kadının gözleri üzerindeyse ve hastaneye kadar takip ediliyorsa, Ukte'yi o kadının kendi ailesinden birinin vereceği partiye götürmek ne kadar mantıklıydı?

Kafamın içinde kaybolmuştum, dolabımı toparladıktan sonra birlikte makarna yapmak için mutfağa girdiğimizde. Ayağım yere sağlam basmayalı epey bir zaman olduğunu biliyordum ve günler geçerken tek yaptığım okula gitmek, Ukte'yle takılmak ya da ders çalışmaktı. Artık resim dersleri vermiyor ya da bakıcılık yapmıyordum para biriktirmek için ve en son ne zaman bir konu hakkında heyecanlandığımı hatırlayamıyordum.

Hiç kimseydim. Ukte hayatıma girmeden önce de öyleydim ama günışığının üzerinde sahne ışıkları gibi dolaştığı bir insan görene dek aslında kendi hayatında bile ne kadar arka planda olduğunu fark etmiyordu insan; belki de bunca zaman doğru düzgün arkadaşlıklar da kuramamış olmamın sebebi de buydu.

Ben yoktum aslında. Başkalarının yanında var oluyordum.

Tiyatro sahnesinin başrolleri, oyuncuları ve figüranları olurdu. Ben köşedeki ağaçtım gölgemde dinlenmek için gövdeme yaslananlara; çalılıktım, biri geçerken saklanmak isteyenlere ya da bir kayalıktım, üzerine oturup denizin üzerinde kızılın tonlarında batan güneşi izleyeceklere.


Yakışıklı: Ukte evden kaçmış. Seninle mi?

Talya: Evet.

Yakışıklı: Evde kalın.

Talya: Evde olduğumuzu nereden biliyorsun?


İkinci tabak makarnayı çatalımın ucunda çevirirken bir süre kanepenin üzerindeki telefonumun ekranının yeni bir mesajla aydınlanmasını bekledim o gece, ama hiçbir şey olmadı. Bir süre sonra Ukte, partiye gidenlerin paylaştığı hikâyeleri Instagram'da izlerken uyuyakaldı ve ben de Görkem'in yanında götürmeyi unuttuğu fotoğraf makinesini karıştırırken buldum kendimi.

Fakat aynı fotoğraflarda dönüp durmaktan sıkıldım bir süre sonra.


Talya: Eğer karşılık vermeyecekseniz neden partiye gidiyorsunuz ki?

Yakışıklı: Leyla davet ettiği için.

Talya: Adını hatırlıyorsun.

Yakışıklı: İşime gelen herkesin adını hatırlarım.

Talya: Çocuk mu kandırıyorsun? Parti eğlenceli olacağı için gideceğiniz yok.

Yakışıklı: Yok.

Yakışıklı: Beyaz bayrağı sallamak için gidiyoruz, ne kadar kaşısalar da karşılık vermeyeceğiz.

Talya: Ya Ukte'yi kaçırırlarsa?

Yakışıklı: Yanında sanıyordum?

Talya: Yanımda. Ama ya birine bir şey yaparlarsa?

Yakışıklı: Henüz yapmadılar.

Talya: Cevabın bu mu cidden?

Yakışıklı: Senin çenen mi düştü?

Talya: Sadece soruyorum.

Yakışıklı: Keşke ben bir şeyler sorduğumda da böyle tak tak cevabımı alsam.

Talya: Kekeleyerek konuşmayı sevmiyorum.

Yakışıklı: Hayır, beni toptan yok saymayı seviyorsun.

Talya: Sinir bozucu birisin.

Yakışıklı: Ön yargılısın.

Talya: Konuşamıyor olabilirim ama kulaklarım iyi duyuyor.

Yakışıklı: Ona ne şüphe.

Talya: Neden öyle söyledin?


Eskiden birine mesaj atmak, sesli bir paragraf okumaktan daha zor geliyordu çünkü Hazar ne zaman ona yazsam bana günler geçse de cevap vermez, sadece işine geldiğinde yazardı. Birine mesaj gönderdiğimde o an ne kadar meşgul olabileceği ihtimalini yok sayıyordum bu yüzden, sadece görmezden gelindiğimi düşünüyordum. Göğsümde başlayan çarpıntı ve titreyen ellerim sakinleşmeme yardımcı olmuyordu ve nihayetinde kendimi telefon numarasını rehberimden silerken buluyordum, bir daha ne olursa olsun mesaj atmamak için.

O akşam Gazel'in telefon numarasını rehberimden sildim. Bana cevap vermediği için.

Televizyonun karşısında uyuyakaldığımı saatler sonra, dış kapı kırılırcasına çalınmaya başladığında fark ettim. Kayıtlı olmayan bir numaradan gelen çağrılar vardı telefonumda ve numaranın Gazel'e ait olduğunu, peşpeşe atılan mesajları görünce anlayabilmiştim.

"Bu kim ya?" Uyku mahmurluğuyla söylenen Ukte'yi salonda bırakarak ayaklanıp kapıya ilerlemeye başladığımda uyuşan ellerimi yol boyunca yumruk yaparak açtım, geçmedi; kapı kolunu tutup açarken canım acıyordu bu yüzden, sanki açma diyordu ellerim bana ama onları dinlemedim.

Dışarıda kar yağıyordu. Kapının pervazına iki eliyle yaslanmış ve üzerinde yalnızca kolları dirseklerine kadar sıvanmış ince, beyaz bir gömlek olan Gazel'in omuzları aldığı derin nefeslerle inip kalkıyor ve vücudu, ondan en az bir kafa boyu kısa olan vücudumu gölgeliyordu.

Sarhoş görünmüyordu ama bir terslik vardı; omuzlarının üzerinden arkaya baktığımda gördüğüm yanıp sönen kırmızı-mavi ışıklı polis aracı ve sokağa henüz lastiklerini kaydırır bir frenle giriş yapan Tayga'nın arabası, yoğun rüzgârdan sallanan sokak lambası, pencerelerinin perdelerini sıyırıp neler olduğuna bakan komşular ve hatta Gazel'in buraya gelirken defalarca kez elini geçirdiği dağınıklığından belli olan saçları bile bir şeylerin yanlış olduğunu fısıldıyordu bana.

Lodos, bahçe yolunda kalırken koşar adımlarla Gazel'in omzuna çarparak içeri dalan Tayga'ya; ayakkabılarıyla içeri geçtiği için bağırmak istedim o an. "O aptal kız nerede?!" diye bağırdı Tayga benim yerime, salondan gözlerini kaşıyarak çıkan Ukte'yi görene dek.

"Ya üf ne oluyor ya?"

Arkamdan Ukte'nin uyku mahmurluğundan bir şeyler gevelediğini duydum Gazel beni kenara çekerek içeri girerken, "Bu siktiğimin polisleri niye takip etti buraya kadar?!" diye söyleniyordu Tayga arkada benimle göz göze gelene dek; ardından ağzını yeni bir şey söylemek için açtı ama gözlerini üzerimden çekene— çekebilene dek, ve hatta çektikten sonra bile, bir şey söylemedi.

Gazel ellerini omuzlarıma koyarak beni duvara yasladıktan sonra tepkimi ölçmek istercesine göz hizama eğildiğinde ne olduğunu bilmek için yalvarıyordu gözlerim, neredeyse ağzımı açıp sonsuza dek kekelemeyi umursamadan sormaya çalışacaktım. Ne oldu? Neden sadece gömleğinlesin? Neden dışarıda polis arabası var? Tayga neden bu kadar sinirli? Sen neden böylesin?

"Talya, bunu söylemenin kolay bir yolu var mı bilmiyorum. Bir kaza olmuş..."

Soğuk bir Şubat günüydü. Toprak kabul eder miydi kendinden gelip kendine dönmek isteyeni, bilmiyordum.



Küçükken beni okula servis götürüyor, servis getiriyordu ve ebeveynlerim işten dönene kadar televizyon karşısında akşam dizilerini izleyen yardımcının yaptığı ocağın üzerindeki yemekleri kendim koyuyordum tabağıma. Hafta sonlarım hatırladığım kadarıyla dedemin evinde geçiyordu ama bir anne babadan alamadığı ilgiyi çocuğa, meşgul bir dede ne kadar verebilirdi ki?

"Konuşacağım annemle bu konuyu, hmm, bunu da babamla konuşacağım," diyordum kreşteki çocuklara ne zaman ailelerin de katılım sağlayacağı bir etkinlik düzenlense, kendimce kağıtlara notlar alarak, yalnız başıma. Benim ailem meşgul iş insanlarıydı ve benim geleceğim için çok çalışıyorlardı bu yüzden etkinliklere katılmaya vakit bulamıyorlardı, böyle biliyordu herkes; ama ne zaman malzeme odasındaki yedek üniformamı giymek istesem, yemek vakti meyve suyumu yalnız başıma rahat rahat ağlayabilmek için üzerime döktüğümü bilmiyorlardı.

Söyleyecektim.

Öğrenciler özel günlerde, onları çıkışta bekleyen anne babalarının kollarına koşarken beni neden dedemin yardımcısı Albert'ın almaya geldiğini soracak, tabletler ve telefonlarla iş başında oturdukları sofraların sessizliğinin şimdilerde boynuma bir idam ipi gibi geçtiğini anlatacak, hayatımın hatırlayamadığım ve konuşma yetimi kaybetmeme neden olan dönemini bir tokat gibi suratlarına çarpacaktım.

Neden makarna yapmayı bana Youtube'daki dört çocuk annesi bir kadın öğretmişti? Neden çözemediğim matematik problemlerini sormak için elimde test kitabıyla saatlerce salonda söz verdikleri saatte gelmeyecen anne babamı beklemiş ve uyuyakalmıştım? Neden kimse beni odama taşıyıp üzerimi örtmemişti mesela?

Neden dedeme, anne babamın öz evlatları olup olmadığımı gözyaşları içinde sormak zorunda kalmıştım?

Herkes anne baba olabilir. Herkes anne baba olamaz.

Ve herkes yarını olduğu düşüncesiyle yaşar, ama bir sonraki gün üç metre derine gömülebilir.

Mevsim kışsa, cesedi toprak kabul etmeyebilir.

Bir evlat, bir anne babanın mezarı başında dua etmek yerine; toprağına tükürmek isteyebilir.

Zaten rayında gitmediğinin bir süredir farkında olduğun hayatın, bir gecede tepetaklak olabilir.

"Lütfen bir şeyler yer misin? Bir hafta oldu, ağzından içeri tek bir lokma girdiğini görmedim. Sulhi Dede eğer durumun böyle devam ederse tanıdık bir doktor ayarlayacağını konuşuyordu öğlen babamla—"

Gözümün ucuyla gördüm Tayga'nın, Ukte'nin kolunu çekip lafını bölüşünü; kız kardeşine artık susması gerektiğini belirten bir bakış attı ve elindeki tepsiyi alıp fırlatırcasına köşedeki masanın üzerine bıraktı. Bir şeyler konuştular fakat fısıldadıkları için duyamadım, nihayetinde Ukte benim tarafıma doğru endişeli bir şekilde baktıktan sonra Tayga'yla birlikte odayı terk etti.

Dedemin evindeki kütüphanede, camın önünde bacaklarımı kendime doğru çekerek oturmuş; kar yağışını izliyordum. Buradan çok uzakta değildi aile mezarlığı, güneşli ve açık bir günde bahçeye çıkarsam mezar taşlarını bile görebilirdim belki. Dedem ve tüm aile, Kama evinde kalıyorken, çok, çok küçükken bu araziye geldiğimi hatırlıyordum; etrafta tek bir ağaç bile yoktu. Şehirden kamyonlarca fidanlar getirtip ağaçlar diktirmişti dedem, malikânenin yapımı bir yılı aşkın sürmüştü üç mimar, iki mütahhit, onlarca işçi gece gündüz çalışmasına rağmen.

Burada yaşamak istemiştim çünkü peri masallardaki şatolara benziyordu mimarisiyle. Anne babaları severdi masallardaki küçük kızları, küçük kızların başına hep kötü şeyler gelse de; eğer ben de tatlı elbiseler giyip koridorlarda gülerek dolaşır ve arka bahçedeki bostantan havuç ve turp aşırmak için gelen tavşanlar ve köstebeklerle arkadaş olursam belki bir peri masalının içine düşerdim.

Ama şehre taşınmıştık. Tek bildiğim okula gitmek, eve dönünce ders çalışmak ve görmezden gelinmekti. Yaşım büyüdükçe kekemeliğimin seviyesi artmıştı ve okuldaki çocuklar çok acımasızdı. Özgüvenimin kırıntılarını toplayıp birbirine yapıştırarak bir maske gibi üzerime giyinmiş ve yaşıtlarımın yıllardır yapıyor oldukları gibi bir çocukla çıkmıştım, eve dönüş yolu yağmurluydu o gün ve göğsümde sağlam giden kalbim avuçlarımın arasında parçalar hâlinde dönmüştü benimle.

Onu o kadar çok sevmiştim ki izin vermiştim üzerinde tepinmesine bile.

Sahte arkadaşlıkların sırtımda bıraktığı bıçak izlerini saklamak isterken soğuk, nevale, ikiyüzlü ve asosyal olmuştum; insanlardan nefret etmiş ve her birinin sırlarını öğrenip doğru zamanda suratlarına bir tokat gibi çarpabilmek için liste tutmuştum.

Doktorlardan korkmuş, gerçek bir arkadaş edindiğimde akıp giden zamanda kaybolmuş, bir trafik kazasında anne babasını kaybetmiş ama tek bir gözyaşı bile dökmediği için akrabaları tarafından nankör ilân edilmiştim.

Kaybolmuştum.

Cenazenin üzerinden bir hafta geçmişti ve tek düşünebildiğim üst kattaki odalardan birinde uyuyan Görkem'di. Bir çocuk psikologu onunla konuşmak için her öğlen ziyaretine geliyordu ve ardından yemeğini yedikten sonra uyuyordu Görkem. O enkazdan nasıl ufak sıyrıklarla kurtulabilmişti kimse bilmiyordu, ben ise merak etmiyordum bile; sadece, her ne kadar yakın olmasak da küçük kardeşime zarar gelmediği için memnundum.

Anne babam tatile gitmişti yine. Bizi dedeme bırakmışlardı. Bu sefer Görkem de benimle aynı kaderi paylaşıyordu, anne babası tarafından görmezden gelinme yaşı gelmişti belki de. Geç bile kalmışlardı.

Evet. Anne babam tatile gitmişti yine.

İçeriye birinin girdiğini adım seslerinden anlamıştım; loş ışık sayesinde pencerenin yansımasından ise, içeri girenin Gazel Hanvezir olduğunu. Cenazede vardı. Hatta üvey annesi ve babası bile oradaydı, dedem ve amcamın ardından kürekleri alıp mezarların üzerine toprak bile atmışlardı.

Bir keresinde uyku ilacını kuru kuru boğazımdan geçmediğinde ve öksürük krizine girdiğimde su almak için mutfağa inmiştim ve dedemin yardımcılarından biri yemek yemem konusunda azarlamaya başlamıştı beni, ellilerinde oldukça şişman bir kadın, öylece karşısında dikilip cevap vermeden boş boş yüzünü izliyordum. Sanırım adı Agnes'dı.

O sırada koridordan geçen Gazel içeri girip müdahâle etmişti. "Bir daha zorlamayın, isterse yer."

Yüzüne bile bakmadan suyumu alıp yukarı çıkmış, ilacımı içmiş ve uyumuştum.

Hatırlamadığım günlerden birinde dedemin, amcam ve avukatlarla salondaki kavgasına şahit olmuştum; salonda Tayga, Gazel ve Lodos da vardı ve kapının eşiğinden onları izlediğimi yalnızca Gazel fark etmiş, yine de beni ifşa edecek bir şey söylememişti. Yarım saat boyunca o gece neler olduğunu, Gazel'in ne hissettiği belirsiz çikolata kahvesi gözlerine bakarak dinlemiştim dedemin rusça küfürler eden ağzından.

Anton Adelardi, Leyla'nın sevgilisinin ismiydi. O gece çocuklar partiye davetli bir şekilde gitmiş, Anton ve kuzenleriyle sakin bir konuşma gerçekleştirmiş, ardından bir saat geçmeden mekanı terk etmişlerdi. Akel amcam, babamın o akşam yemekte görüştüğü iş ortaklarının Adelardi ailesine çalışan bir güvenlik şirketinin sahibi olduğunu söylediğinde oğlunun ona ihanet ettiğini söylediğini düşünen dedem fenalık geçirmiş; hemşirenin onu kontrol etmesin izin vermeyerek tansiyon aleti kullanmayı ve limonlu çay içmeyi kabul etmişti.

Dedem limonlu çaydan nefret ederdi. Amcam ve babamın kavgalarından da öyle. Ama amcamın bu sefer, yanıldığını düşünmüyordum; çünkü evden getirilen eşyaların arasında bulduğum Görkem'in fotoğraf makinesinde, Akel amcamın bahsettiği kişilerin fotoğrafları da vardı restaurantta çekilen. Üstelik Akel amcam bir akşam merdiven başında Tayga'dan polis raporlarını teslim aldığında ve kütüphanedeki masanın üzerinde birkaç dakikalığına unuttuğunda raporlarda görmüştüm ki, aracın fren hidroliği boşaltılmıştı. Biri o yemekten dönerken ailemin kaza yapmasını istemişti.

Dedemin sağlığını düşünen amcamın, bu konuyu günden günde hasır altı edişini izledim; ben de fotoğraf makinesinin hafıza kartını sakladım bu yüzden. Ailemin hain çıkma ihtimali beni rahatsız etmiyordu, ama benimle ilgili sorun da buydu; bana dokunmuyordu hiçbiri. Ölümleri bile. Aynanın karşısına geçiyor ve akrabaların fısıltılarını tekrar ediyordum zihnimde; tokatlıyordum kendimi. Nankör. Bir kere bile gözyaşı dökmedi, sanarsın uzaktan akrabasını gömüyorlar. İnsan bari gözlük takar. Saçlarına maşa yapmış bir de, terbiyesiz.

Nankör değildim, görmediğim sevginin yokluğu da dokunmamıştı sadece o saatten sonra. Gözyaşı dökememiştim çünkü gerçek gelmiyordu hiçbir şey. Gözlük takmamıştım çünkü yoktu. Saçlarıma maşa yapmamıştım, yağmurda ıslandıktan sonra kabarıp dalgalanmışlardı.

Ağla. Ağla hadi. Ağlasana! Aptal çocuğun teki için gece yarıları hıçkırıklara boğuldun göğsündeki yumruğunun arasında tuta tuta, anne babanı gömerken burnun bile sızlamadı.

Kötüsün sen. Kötüsün Talya. Hep öyleydin. Yoluna ters ters bakanın da, ağır bir ergenlik geçirdiklerini bile bile koridorlarda hakkında dedikodu yapanların da isimlerini kazıdın aklına ve intikam almak için bekledin. Sırf sana dilsiz, dediğini duyduğun için adını bile bilmeyen bir çocuğun annesinin hassas ölümünü tüm okula ve sosyeteye afişe ettin; hesapları sen ödüyorsun diye, pahalı hediyeler alıyorsun diye yanında kalan insanlara arkadaşım dedin ve ilgini çektiğinde yanında kalmadıkları için giderken bıraktıkları bıçakları sırtına sen geçirdin. Sen sensin diye kalmadı yanına kalmasını istediğin; sessizliğin uzaklaştırdı insanları kendinden.

Şimdi nesin sen?

Soytarı.

Kazağının kolu dirseğine kadar sıyrılmış, bileğinde gümüş renkli bir saat olan; belirgin damarları uzun ve kalın parmaklarına kadar uzanan bir el hemen yanıbaşıma kırmızı bir elma bırakana dek bakışlarımı pencereden çekmemiştim. Elmanın kızıllığı o kadar iştah açıcı görünüyordu ki, neredeyse çocukluğumda sayfalarını yıprattığım masal kitaplarının birinden çıkarıp getirdiğini düşünecektim.

"Kar yağışını sevdiğini söyledin," dedi Gazel tok bir sesle, omzumun üzerinden başımı çevirdim ve ona baktım. Hemen arkamda, kollarını göğsünde birleştirmiş bir şekilde dikiliyordu ve soğuk kahveye dönen buz gözler, pencerenin hemen ardındaki kar yağışını izliyordu. "Ben sevmiyorum. Annem İtalya'nın sıcak köylerinden birinde büyümüş, ilk kar görüşü İstanbul'da olmuş. Bu yüzden burada kalmak istemiş. Ne zaman yağsa yalınayak bahçeye koşturur ve karların altında benimle dans ederdi. Bu şehre yağdıkça kar, annemi hasta etti. İnsanların mevsimleri yoktur ama hastalıkların vardır. Bu yüzden ne zaman yağsa bana annemi hatırlatır."

İnsanların mevsimleri yoktur ama hastalıkların vardır. Duyduğumda tüylerimi diken diken eden bu söz, zihnimin ücra köşelerinde yankılanmaya devam etti bir müddet. Gazel için annesinden bahsetmenin ne kadar zor olduğunu biliyordum; annesinin hatırasına saygısızlık eden bir soytarıydım ben, eğer bilseydi yine de beni teselli etmek ister miydi kendi bu kadar özel anılarıyla emin değildim sadece.

Bu yüzden bir sahtekâr olduğumu fısıldıyordu bir ses içimden sürekli bana. Onu hak etmediğimi. Teselli edici sözlerini de, sohbetini de, paylaştığı hiçbir şeyi...

Elmaya uzandım ve benekli kabuğunda gezindi gözlerim. Ardından başımı tekrar çevirerek Gazel'e baktım ve bir anlam kurmaya çalıştım; daha önce de onu kırmızı bir elmayı ısırırken görmüştüm, geçtiğimiz hafta okula ilk kez kar yağdığında ben Ukte'yle bahçedeyken ve o yemekhanede çocuklarlayken. Kısa ve... tanımlayamadığım bir andı. Rahatsız edici değildi. Sadece anlam verememiştim o elmayı ısırırken, kalın dudaklarından çekemediğim gözlerime. Merak.

"Bu gece çocuklarla, yine iki aylık bir yurt dışı eğitimi için yola çıkacağız." Nihayet buz bakışları gözlerime değdiğinde, birkaç saniye yüzümün her zerresinde gezindi ve renksiz, soluk ve kuru dudaklarımda asılı kaldı bir süre. "Eğer elmayı yersen," dedi elimdeki elmaya değdirdiğinde bakışlarını, aslında yemek yersen demek istiyordu. Bir haftalık açlık beni çirkin bir iskelete döndürmüştü. "Döndüğümde belki sana elmaların hikâyesini de anlatırım, Vasilyev."

Döndüğünde belki ben de sana bir hikâye anlatırım Hanvezir, demek istedim fakat, yalnızca o kütüphanenin kapısından çıkıp giderken arkasından izlemekle yetindim.

Ve bir ısırık aldım elmadan. Pamuk Prenses masalda, cadını verdiği elmayı ısırdığında sonsuz bir uykuya yatıyordu; belki ben kendiminkinden uyanırdım. 


Continue Reading

You'll Also Like

9.2K 1K 15
calling your name, the only language i can speak (souvenir by selena gomez)
SON KALANLAR By Merve

Science Fiction

19.2K 1.7K 5
"Herkes kurtarılmaya değer değildir, buna değmeyen insanlar için ölmek, senin için bu kadar kolay mı?" Durdu ve hüzünle baktı. "Beni, Bensu ve Ayaz'ı...
343K 22.1K 23
17 Yıl sonra gerçekleri öğrenen Bade, yıllardır onu arayan abilerine giderse. Azıcık dram. Bolca eğlence. Bolca aksiyon. Bir tutam da kaos. Daha...
5M 93.1K 45
Ya bildiğin tüm gerçekler aslında koca bir yalansa?