Aşık Ruhlar Cemiyeti

By esranurbozkurt940

20.8K 1.7K 2.9K

Buket Ayaz, Kraliçe takma adıyla popüler olmuş bir yazardır. Türkiye'nin en başarılı yazarları arasında parma... More

Tanıtım
Giriş
Eyvah, suça bulaştık!
Mavi hareler
The Apollon
Sahte Kimlikler ve Yaşanmış Anılar
Spoiler Alert!
Gizemli Mektuplar
Kafa Karışıklığı
Dün yediğin hurmalar
Hayat sana limon veriyorsa çöpe at, altın iste!
Solundan kalkmışsan tekrar uyu bu sefer sağ tarafından kalk! Şansın dönecektir!
Ayranı yok içmeye, atla gider
Hızlı giden atın bir şeyleri seyrek gidermiş
Rakının yanına üç çeşit balık fazla!
ölmedim ama sağlam da değilim
Rezillik bazen genetiktir, bazen de sonradan bulaşır

Yeryüzüne düsen ilk aptallık tohumu

1.9K 160 256
By esranurbozkurt940

Ay hellö babuşlar

Yeni bir bölüm ile karşınızdayım. Umarım beğenirsiniz. Hepinizi çok seviyorum. Oylamayı ve yorum yapmayı unutmayın please.

Buket Ayaz

24 Mart/2023 İstanbul


Nefret ediyorum. Bitmek bitmeyen İstanbul trafiğinden, asla ilerlemeyen araçlardan, işsiz kalmaktan, sürekli kornalarına basan sürücülerden ve tam da huzur bulmak istediğim anda bozulan arabanın radyosundan nefret ediyorum. Her zaman olduğu gibi akşam saatleriydi, saat altıyı on yedi dakika geçiyordu ve Fatih'teki yayınevinden çıkmış Anadolu yakasındaki evime gidiyordum. Ama iftara yetişemeyecektim orası belliydi. Zeynep tek başına açmak zorunda kalacaktı. Benim Zeyno'm da en az sizin kadar yemek yemeyi hak ediyor sevgili sürücüler. Şimdi çıkıp da zaten kapalı olan trafiği daha da karışık hale getirmeye gerek yok.

Impala'da sıcak koltuğuma yaslandım ve çalışmayacağını bildiğim halde radyo ile oynamaya başladım hatta birkaç kere vurdum. Çünkü Türk olmak bunu gerektirir. Eğer bir alet çalışmıyorsa sanki ona vurursak düzelecekmiş gibi geldiği için vururuz. Bazen sırf bu yüzden saçmaladığında Ali'ye vururdum.

Ama bunun dışında çocukken bunu en çok televizyon kumandasına yapardık. Babam bir keresinde kumandaya o kadar sert vurmuştu ki kumanda ikiye ayrılmıştı. Bu yüzden bir hafta boyunca belgesel izlemek zorunda kalmıştık. Bunu hatırlayınca radyo ile oynamayı bıraktım. Maazallah daha kötü bir hale getirirdim falan.

En sonunda trafik biraz olsun akmaya başladığında kendi kendime mırıldanarak direksiyonu sola kırdım ve boşluğu doldurdum. Kusura bakmayın ama burada eve yetişmeye çalışıyoruz. Ben oraya geçmesem başkası geçecekti. Ve burayı doldurmamla yine durmuştum.

Sen diye yazılır, aşk diye okunur. Bana her yer kucağın. Daha ne çok şey vardı yapacağımız. Kaldı sende.

Büyük hatrın var bi sözünle yemin de bozulur tövbeler de. Heveslerimi teninde bıraktım, son uykularımı gövden de.

Arabanın ön kısmından sesler gelince yüzümü buruşturdum. Yine bozulacaktı anlaşılan. Bir radyosu bozulur bir motoru bir kliması. Herkesin İmpala'sı mı böyleydi yoksa benimkinde mi problem vardı. Daha ortaokuldayken Supernatural diye bir dizi izlemeye başlamıştım. Korku türünde bir diziydi.

İzlerken çok korkardım ve bazı bölümleri o kadar korkutucu gelirdi ki annemle yatardım ya da insanımsı Ali'nin odasına taşınırdım. Nadiren onun yanına giderdim. Ve diziye olan sevgim yüzünden o dönemler bol bol misafiri olmuştum. Ana karakterin arabası çok hoşuma giderdi. Ondan almak için canımı verirdim o derece takıntılıydım. Yazar olabilirim ve kitaplardan iyi de bir miktar alıyor olabilirim ama hem özel üniversitede okumak hem de İstanbul'da yaşamak birikim yapmamı engelliyordu.

En sonunda kitaplarımdan birisi diziye uyarlanınca elime daha önce geçmediği kadar para geçmişti. İlk yaptığım da Impala almak olmuştu. Tabi dizinin yapımcısının da baya bir yararı olmuştu. Bulması zor bir modeldi çünkü. Ama sorun şu ki ailemin bu arabadan bir haberi yoktu. Eve gidecek olduğumda otobüse biniyor arabayı da sitenin otoparkına bırakıyordum. Impala'sı varken şehirler arası otobüsle gitmek yük oluyormuş insana.

Onlara göre özel üniversitede okuyor olmam bile mucizeydi. Yüzde yetmiş beş bursla okuduğumu ve KYK yurdunda kaldığımı sanıyorlardı. Her aradığımda aç olduğumu ve bir deri bir kemik kaldığımı ve bu yüzden de bana daha fazla harçlık göndermekten bahsediyorlardı. Bu içimi burkmuyor değil.

Onları kandırmak istediğim en son şey bile değil ama yazdığım kitapları okumalarını istemediğim için bu yalana bir süre daha devam etmek zorundaydım. Yaşım büyüdükçe kitaplarımdaki sahneler daha fazla yetişkinlere yönelik olmuştu ve babama göre daha elime erkek eli değmemişti. Yazdıklarımı okusa kalp krizinden tahtalı köyü boylardı.

Son yaşanan olaylardan sonra bile bana para gönderiyor olmaları yüzünden kalbim ağrıyordu. Okulun parasını da ödüyorlardı. Ellerinde kalan az parayı bana göndermeye çalışıyor ve ne var ne yoksa hepsini benim için harcamaya kalkışıyorlardı. Bağdan gelen parayı, maaş yatınca çektiklerini ilk bana gönderiyorlardı. Üstelik paraya ihtiyacım bile yoktu benim. Şimdi işsizim ama eskiden ek iş olarak çevirmenlik de yapardım ve oradan da iyi para kazanıyordum Suadiye'de ev kiralamıştım ve tüm öğünlerimi dışarıdan yiyordum.

Bana gönderdikleri parayı onlara harcamanın yolunu bulmuştum gerçi. Bu yüzden Murat abimle işbitliği yapmıştık. Ben onların bana gönderdiği parayı abime veriyordum o da annemlere iade ediyordu. Görevden kazandım diyordu. Anlaşamıyor olabilirdik ama konu ebeveynlerimiz olduğunda ittifak yapabiliyorduk.

Senin küçük bir elvedan böyle büyük bir aşkı bitirebilir mi? Ne sanıyorsun? Bazen bir kaldırım taşı- gerisi neydi bu şarkının? Şarkının devamını unuttuğum için sustum.

Şarkı söylediğime bakmayın bugün fazlasıyla moralim bozuk. Editörüm hiç de iyi haberler vermedi ve bunun sayesinde son zamanların en mutlu günlerini yaşarken bir anda beni yasa boğdu. Kariyerimin onuncu kitabını yazmış ve bitirmiştim. Bir yazar olarak bu noktaya gelmek ne kadar zordu.

Normalde kitabı tamamlanmış haliyle yayınevine teslim ettikten sonra uzun bir ara verirdim. Tatil yapar aklımı boşaltırdım. Zaten son olaylardan sonra kafam bir milyon olmuştu ve kendimi kitabı tamamlamak için zorlamıştım. Onuncu kitabımın bu kaderi yaşamasını istemezdim ama hem okuyuculardan hem de editörümden gelen baskılar yüzünden masa başına oturup son bölümleri yazmıştım. Ben işte böyle iyi bir yazarım.

Uzun zamandır kitabın bitmesini bekliyordum. Ne tatil hayallerim vardı. Şimdi mutlulukla ver elini İtalya ya da ne bileyin ver elini Yunan Adaları yapmam lazımdı. Ya da gelen parayla birlikte kendime yeni kıyafetler alıp, son beş yılın alışverişine çıkmam lazımdı. Ama şu an yaptığım hiç de sabah evden çıkarken yaptığım hayallere benzemiyordu. Trafiğin ilerlemesini beklerken yan koltukta duran yaş pastaya hayal kırıklığı ile bakarak onu mideye indirmemek için kendimi zor tutuyordum. Onuncu kitabı kutlamak için almıştım ama ortada kutlanacak hiçbir şey kalmamıştı.

Beni böyle depresyona sokan ise editörümün verdiği haberdi. Bir yarışma yapılmasının planlandığını söylemişti. Bu yıl ilki gerçekleşecek olan yazarlar arası yapılan, okuyucuların en iyisini oylayacağı ve ülke genelinde yapılacak olan bir yarışma. Her şey oylanacaktı. Tıpkı Altın Kelebek veya Oscar-Emmy gibi. Altın Kelebek'in kitaplar için versiyonu gibi düşünebilirsin demişti ismi Sema olan editörüm. İsmi Sema olabilirdi ama bence zalim cadı ona daha çok uyuyordu. O zalim bakışlarını bana yönlendirip aday listesinde benim ismimin de var olduğunu söylemişti.

En iyi kitap, en iyi yazar, en iyi erkek ve kadın karakterler, en iyi yan karakterler gibi konularda toplam yirmi iki adaylık vardı. Ve ben en iyi yazar kategorisinde ve en iyi kitap kategorisinde adaydım. Buraya kadar her şey normaldi. Endişelenecek bir durum yoktu ama buradan sonrasında paçalarım epey tutuşmuştu.

Sebebi ise kitap kategorisinde aday gösterdiğim kitabı daha yazmamış olmamdı. Yazmadığım bir kitap için aday gösterilmiştim. Bu yılın sonu yeni yılın başında yapılacaktı tören. Ve benim elimde hiçbir şey yoktu. Son yazdığım kitabı yayınevi sahibi beğenmemişti. Sevgili yayınevi sahibi demişti ki son yazdığım kitap rakiplerimin kitapları ile yarışamayacak kadar iyi değilmiş.

Esra Kurt, benim ezeli rakibim. Onunla ortaklaşa aday gösterilmiştik her iki dalda da. Abidik gubidik bir fantastik serisi vardı. Deniz taşı mı neydi ismi. O popüler olana kadar ismi cismi yoktu sektörde. Bir anda duyulmuştu ve tüm etkinliklerde bana hava atıyordu. Ben neredeyse on yıldır biliniyordum, o ise sadece iki yıldır. Ve şu an hedef onu yenmekti.

Alevlerin Ardında'nın konusu iyi olmasına iyi. Olay akışı da fena değil ama rakiplerinde neler neler var. Bu kitabı yarışma için aday gösteremem.

Rakibim de Esra oluyordu. Böyle demişti Sait bey. Sonrasında da yeni bir kitap yazmamı istedi. Sanki o kadar kolaydı kitap yazması. Elimde konu yok, karakter yok, taslak yok ve mart ayındayız. Kimse bana sormadı, Buket seni aday göstereceğiz ama iznin var mı diye. Hadi beni aday gösteriyorsun niye daha yazmadığım kitabı da benle birlikte ateşlere atıyorsun?

Ne hakkında yazacağımı da bilmiyorum. Ben yarışmadan çekilecek olursam ismi lekelenecek ve en çok zarar görecek kişiydim. Moralimi en çok da bu bozuyordu. Bana sorulmadan iş yapılmıştı ve onlar bu işten benim kadar zarar görmeyecekti. Ben zarar görürsem beni acıtan kişiyi de yakardım. Bu şekilde yetiştirilmiştim. Şu sorunu çözdüğüm zaman ilk iş anlaştığım yayınevini değiştirmek olacaktı.

Trafik akmaya başladığında gaza bastım. Ezana az kalmıştı. Çok dindar birisi olmasam da ibadetlerini yerine getiren kişilere saygı duyardım. Muhafazakarların yanında fazla seküler, sekülerlerin yanında fazla muhafakazar kalan o şanssız kişiydim ben. O yüzden her gittiğim yerde dışarıda kalıyordum. Ama şu tatlı yüzüm ve sevimliliğim sağ olsun bir şekilde başımı beladan kurtarıyor ve zor durumda kalmıyordum.

Telefonumun zil sesinin melodisinin kulaklarımı doldurmasıyla gözlerimi yoldan ayırmadan pastamın yanından telefonu elime aldım. Ekranda yazan Zeynep Sevde yazısını görünce açma ihtiyacı hissetmedim. Moralim çok bozuktu ve şimdi onun istekleri ile uğraşacak halim yoktu.

Geçen şu beş yılda kitap yazdığım sırrını bir kişi daha öğrenmişti. O da Zeyno'ydu. Zeyno kendisini poposundan vurunca Murat abim kısa bir süreliğine dönmüştü. Tabi gelmeden önce Zeyno'nun üstün yetenekli olduğunu unutmuş ve gerçekten de kendisini önemli bir yerinden yaraladığını sanmıştı. Benim gibi.

O gün o komutanları bir hiç uğruna o kadar uğraştırdığımı düşündükçe utançtan yastıkları yumrukluyordum. Geldiğinde Zeyno'yu bulduğu durum o kadar komiğine gitmişti ki saatlerce kahkaha atmıştı. Asıl sorun kahkaha atması değildi. Zaten onu gören herkes gülmeden duramıyordu. Asıl sorun vurduğu dokunun alınma ihtimalini duyduktan sonra yaptığı "bak Zeyno, en azından kilo vereceksin," sözü olmuştu.

Bu cümleden sonra Zeyno saatlerce ağlamıştı ve abim gönlünü almak zorunda kalmıştı. Ve ona bir iyilik borçlanmıştı. Zeyno benden iki yaş küçüktü ve bundan iki yıl önce Marmara Üniversitesi'ni kazanınca ailedeki herkes mutlu olmuştu. Benden sonra İstanbul'da üniversite kazanan ikinci aile üyesiydi.

Tabi ben de mutlu olmuştum ta ki onu kapımda bulana kadar. Kalacak yer problemi vardı ve yurt çıkmamıştı. Özel yurtlar da gereğinden pahalı olduğu için ne yapacağını bilemeyip abimi aramış. O da sağ olsun Buket evde kalıyor deyip benim adresimi verdiği için yanıma yaşamaya gelmişti.

Yaşadığım ve rahat koşulları görünce sorguladı. Doğal olarak. Ailemden gizlediği için önce yalan söylemiştim. Sevgilimle kalacağım için kimseye söylemedim gizli tutalım demiştim ve kabul etmişti ama bir yerden sonra bu üzümün bağı nereden geliyor diye sordu. Oysa o kadar zeki de değildi bir süre daha idare ederim siye düşünüyordum.

Ama neredeyse bir yıl sonra, geçen yıl bana paranın kaynağı ne diye sordu. Aileme söylemekle tehdit ettiği için her şeyi açıklamak zorunda kalmıştım. Yani şimdilik sırrımı bilen iki kişiden birisiydi. Aynı zamanda da ev arkadaşımdı ve nereye gidersem oraya gelip beni asla yalnız bırakmıyordu. Hani demiştim ya sevdiğim kuzenlerimin başını çekiyor diye, artık öldürmek istediğim kuzenlerimin başını çekiyordu.

Telefon ardı arkasına çalınca tepemin tası atmaya başladı. Hem arkadan kornaya basan adamlar hem de susmak bilmeyen telefon kombinasyonu... hmm. Pek de iyi değildi. En sonunda ekranı yana kaydırarak telefonu açtım. Tam da aramaya cevap verildiği an telefonu sessize alma seçeneği aklıma gelmişti. Daha önce düşünemediğim için kendime küfür ettim.

"Söyle Zeynep."

"Ne kadar da kibarsın ya?" sinirli yanıtıma sitemle karşılık vermişti.

"Ne istediğini söyleyecek misin yoksa telefonu yüzüne kapatayım mı?"

"Tamam, tamam. Dur. Şimdi gelmeden önce canım biraz ekler çekti. Pastayı almadıysan pastanın yanında ekler de alır mısın diye soracaktım." Sesi o kadar tatlı çıkıyordu ki bir yerden sonra sinirli olsan bile yumuşatmanın bir yolunu buluyordu.

"Pastayı çoktan aldım ama gelmeden önce eğer yolda pastane görürsem alırım."

Trafik rahatladığında ben de rahatlamıştım. Caddede giderken büyük bir pastane görünce kenara çektim. Zincir dükkanlardan birisine benziyordu. Kesinlikle ekler bana pahalıya patlayacaktı. Zaten tanesi beş TL olmuştu. Tatlı yemek bile zengin işi olmuştu ya. Neyse. İçeri girip siparişimi verip ödemeyi yaptıktan sonra masalardan birisine oturmuştum.

Telefonu arabada bıraktığım için kasiyer çocuk ekleri bana teslim edene kadar sıkılacaktım anlaşılan. Boş bakışlarla etrafı incelemeye başladım. İleride bir masada lise formasıyla oturan bir kız gözüme çarptı. Gittiği lise bizim eve yakın bir yerdeydi. Arada geçen gençleri görebiliyordum.

Ama benim dikkatimi çeken asıl şey gittiği lise değildi. Elinde tuttuğu kitaptı. Dikkatlice okuyordu ve etrafındaki hiçbir şey onu ilgilendirmiyor gibi tüm dikkatini kitaba vermişti. Kitapta dikkatimi çeken şey kenarındaki mor boyaydı. Bu benim kitaplarımdan birinin özel baskısıydı. Ayağa kalkıp yanına gitmeye hazırlandığım sırada kendimi durdurdum. Belki değildi ve sadece benzerlikti.

Hep böyle düşünmeden hareket ettiğim için başıma iş açıyordum. Yerime tekrar oturdum ve kitabın kapağını görebilmek için bekledim. Başımı öne eğmiş ve dişlerimle dudağımı ısırıyordum. Rıza abim bir iş planladığımı bu huyumdan anladığını söylerdi. Tıpkı ileri geri sallanma huyum gibi bunu da düzeltebilmek için çok uğraşmıştım ama oluyorsa olmuyordu.

"Hadi, hadi kızım. İsmimi bile görsem yeter."

Kız sayfayı çevirmek için biraz olsun kaldırınca ismim yazıyordu. Kraliçe. Evet be, bu benim kitabımdı. Kalkıp kızın yanına gittim. Acaba kitabımı beğenmiş miydi? Diğer kitaplarımı okumuş muydu? Yazarı ile konuştuğunu bilse ne yapardı?

"Merhaba." Nazikçe selam verdiğinde başını kaldırıp bana baktı. Sakin birisine benziyordu. "Şey, Kraliçe'nin oğulları kitabını okuduğunuzu gördüm de. Ben de onu bitireli çok olmadı. Siparişimin teslim edilmesine daha çok var. Kitapla alakalı iki sohbet edebilir miyiz diye sormak istemiştim."

Ben anksiyeteden değil anksiyete benden korkuyordu. Kız şaşırmıştı ama kibarca gülümsedi. "Tabi olur ama baştan söylemem lazım. Kitabı o kadar da beğenmedim."

O an kalbim durdu. Kalp krizi geçirdiğime adım kadar emindim. Nefes alamadım ve sanki beni birisi boğuyormuş gibi bir hissiyata kapılmıştım. Hepsi şoktandı. Şok yerini önce hüzne sonra kızgınlığa bıraktı. Okuyucularım ile daha önce buna benzer deneyimlerim olmuştu. Sonuçta herkes benim kitaplarımı beğenecek diye bir kural yoktu ya.

Yani başka bir yerde benim kadar iyi betimle yapabilen, daha iyi konuları olan ya da daha çok emek veren yazarlar ve kitapları bulurlarsa buyurun, onları okusunlar. Ve ne zaman bana böyle söyleseler bende onları pataklama isteği uyandırıyordu. Ama bir yetişkin olarak sakin kaldım.

"Neyini beğenmedin acaba?" gayet sakince başlamıştım.

Ama aynı sakinlikle bitirdiğimi söyleyemem.

"yani son yazdığı kitaplar eski kitaplarının tadını vermiyor. Mesela bu kitap serinin son kitabı ama başlardaki o heyecan artık yok."

"Çıkış tarihleri arasında zaman var sonuçta."

"Arka arkaya okudum. İlk başta çok heyecanlı başladı ama sonlara doğru, yani ikinci kitabın yarısından itibaren sıkılmaya başladım. Yazarın yazdığı zamanlara da baktım. Bu sondan bir önceki kitabı. Son iki yılda beklenilen performansı veremiyor. Yarışmada da kazanacağını sanmıyorum." Oh, işte bunu dememeliydi. "Yeni kitabı çıkacak. Belki onunla katılır."

"Konusunu okudum. İlgimi çekmedi. Ama öte yandan Esra'nın Deniz Taşı kitabı var. Bence bu yıl tüm ödülleri tek başına o toplar." İçten içe editörüm ve yayınevi sahibinin de bildiği ve bana ima ettiği gerçeği yüksek sesle dile getirmişti. Bu yüzden bana yeni bir kitap yaz demişti. Bu kız dediklerinde haklıydı. Son iki yılda eskisi gibi başarıyı yakalayamıyordum. Son bir yılda ağır depresyon yaşamıştım. Tükenmişlik sendromu da diyebilirdik buna.

Zamanında Meryem Uzerli bu sebeple Muhteşem Yüzyıl'ı bıraktığında böyle saçma sebep mi olur, kariyerini mahvetti diye söylendiğimi hatırlıyorum. Ama ben de bu duruma düşmüştüm ne yazık ki. Artık üretmiyordum ve eski yaratıcılığım, eski ilhamım gitmiş, yerinde yeller esiyordu. Ondan önceki yıl da kitabım dizi yapıldı diye bir yerlerim kalktığından uzun süre hiçbir kitap yazma girişiminde bulunmamıştım.

Şimdi de dün yediğim hurmalar götümü tırmalıyordu. Birkaç toksik fanım haricinde herkes artık eskisi gibi olmadığımı söylüyordu. O ödülü kazanmam zordu. Kesinlikle yeni bir eser vermeliydim. Esra'nın zıttırık Deniz Taşı ile kıyaslanabilecek kadar iyi bir eser. "Sence nasıl bir kitap yazmalı da ödül için güçlü bir aday olabilsin?"

Biraz burnu büyük birisiydim ama hatalarımı kolay kabul eder, uzatmazdım. Bazı istisnalar hariç. Mesela Ali ile olan tüm meselelerde eksiksiz ben haklıyım. Kız dirseğini masaya yaslayıp sağ elini yumruk şeklinde çenesine koyduğunda ona beklentiyle baktım. Düşünüyordu. "Esra'nın kitabı fantastik. Fantastik yazabilir?" bir öneri sunduğumda başını iki yana sallayarak önerimi reddetti.

"Bak mesela Game of Thrones fantastik bir dizi ama en iyi diziler sıralamasında Breaking Bad onu geçiyor. Yani illa onun kitabı diye fantastik yazmasına gerek yok Kraliçe'nin. Bence sağlam konulu ve farklı bir hikayeyi güçlü bir olay örgüsüyle aktarırsa bu yeterli olur." Kızın dedikleri aklıma yatmıştı yatmasına ama bir tarafım hala o kadar kötü olduğumu kabul etmek istemiyordu.

Çalışlardan birisinin ismimi anons etmesiyle sessizce teşekkür ederek yanından ayrıldım. Usulca ekleri yanıma aldım ve arabama doğru yola koyuldum. Tüm hayallerim yıkılmıştı ve üzerime benim almak istemediğim kocaman bir sorumluluk binmişti. Impala'nın güzelliği bile moralimi yükseltemezdi.

Eve doğru yola çıkarken moralim o kadar darmadağın olmuştu ki aklıma gelen tek ses Sait Bey'in kitaplarımla alakalı sözleriydi. En ufak bir melodi yoktu zihnimde. Sadece acımasız eleştiriler yankılanıyordu. Hak ettiğim ama kalbimi acıtan beni yoran eleştiriler. Ben daha iki saat önce ne kadar mutluydum ya. Gelecek paranın hayaliyle ne planlar yapmıştım. Şimdi yine dur durak bilmeden işe koyulmam gerekti ve ilham perileri evi terk edeli çok olmuştu. Uzun süre de geri dönecek gibi durmuyorlardı.

En sonunda eve vardığımda Zeynep iftarını açmıştı ama yemek için beni bekliyordu. Anahtarımı agresifçe portmantonun üzerine atıp tıpkı Osman Ağa'nın yaptığı gibi ayakkabılarımı bir o yana bir bu yana fırlattım. Hıncımı onlardan çıkarıyordum.

"Hay sana da terliğine de!" Terliği giymeyi dahi başaramamıştım ben daha ne diyeyim. Elimdeki poşetleri tezgaha bırakırken hâlâ söyleniyordum.

"Çok mutsuz görünüyorsun?" Ona ters ters baktım. Ne kadar da gözlem yeteneği yüksekti. "Vay canına, beni kimse senin kadar anlamıyor."

İmamı önemsemeden üzerime gelmeye devam etti. "Ne oldu gız? Evden çıkarken çok mutluydun. Şarkı söyleye söyleye gidiyordun."

"Hiç sorma." Soracaktı. Zeyno asla susamaz merak ettiyse rahat nefes aldırmazdı. Benzeştiğimiz nadir özelliklerden birisiydi bu. "Yayınevi müdürün mü sahibin mi her neyse kitabını falan mı beğenmedi?"

Keşke o kadarla bitse. Sait ne derse desin umursamazdım. Eleştirdiği çok kitabım olmuştu ama para getiriyorsa basardı. Ben zaten kendi eserlerimden emindim. Ters düşsek de ikimiz de parası ile ilgilendiğimiz için çok sorun yaşamazdık. "Yok. Onunla alakası da var ama sorun farklı."

"E artık anlatacak mısın yoksa davet falan mı bekliyorsun?"

"Tamam be. Anlatacağım. Sen yemeğini yiyedur."

Bu işareti bekliyormuş gibi tuttuğu telefonu masanın üstüne bırakıp eline çatalı aldı ve dışarıdan sipariş ettiği kebaba abandı. Onun bu hali yüzümde ufak bir tebessüm oluştursa da çok uzun sürmedi ve ben de hafiften yemeği tabağına koyarken anlatmaya başladım.

"Bir yarışma varmış. Neydi ismi?" Neydi harbi ya? "Neyse işte Bir yarışma var. İsmini hatırlamıyorum. Kitapların altın kelebeğiymiş. En iyi yazarı, kitabı, karakteri falan seçeceklermiş. Ve kim kazanırsa ödül verdikleri bir tören olacak. Kazananın alacağı para haricinde sektördeki yeri de sağlamlaşacak. Bir yönden de itibar meselesi anlayacağın."

"Saçma. Ne yani karaktere oy verecekler ama o karakter gerçekte yok ki, hayal ürünü. Ödülü onu canlandıran oyuncuya veriyorlar. Olmayan birisine ödül veremezsin."

"Herhalde karakter yerine yazara falan verecekler. Bilmiyorum. Zaten ilki bu yıl yapılacak. Bir deneyecekler."

"Ben sana diyeyim gerisi gelmez. Hadi En iyi yazarı falan seçerler anlarım. Ama karakter olmuyo."

"Taktın sen de karaktere. Konu o değil Zeyno. Konu benim iki dalda aday gösterilmiş olmam ama elimde yarışma için kitap olmaması."

"Hangi dallarda adaymışsın peki?" Kebaptan aldığım parçayı yutarken hıçkırık tutmuştu. Şu içerek geçirmeye çalıştım. "En iyi yazar ve en iyi kitap."

"En iyisi olduğunu herkes biliyor. Kitabını da daha yeni teslim ettin. Ne sorun var bu kadar dertlenecek anlamadım." Anlatması da zordu ama Zeynep'in anlattığım herhangi bir şeyi anlaması daha zordu. "Kitap yok Zeyno. Yarışmaya katılacak hazırda bir kitabım yok ve olmayan kitabımla aday gösterilmişim."

"Nasıl yani? Daha bugün son kitabını teslim ettin. Onunla katıl işte."

"O kitabın son halini daha önce PDF şeklinde yayınevinin sahibine göndermiştim. Ardından da editöre teslim ettim. Ben Sena'ya teslim edene kadar Sait okumuş. Ve beğenmemiş. Yeni kitap yaz diyor."

"Ne zaman yapılacak bu yarışma."

"Bu yılın sonunda yeni yılın başında. Gelecek yılın ilk aylarında da tören yapılacakmış."

"Uf. O zaman en azından ekime kadar elinde bir eser olması gerektiği anlamına gelmiyor mu?" Ben de bunu biliyorum çiçeğim. Ama elimden bir çare gelmiyor. "Evet."

"Geri çekil. Yetiştiremezsin. İmkansız ötesi. Daha elinde bir konun dahi yok."

"Çekilemem. Benim de çekilmem imkansız ötesi." Sesimin yüksek çıkmasına engel olamamıştım. Aslında ortada bu kadar sinirlenmem gereken bir konu da yoktu. Yok sayılırdı. Ekim'e kadar altı ayım vardı ve altı ay da az bir zaman değildi. "Sebep?"

"Çünkü rakibim Esra. Başka bir yazar olsaydı kesin çekilirdim. Ama Esra'ya kaybedemem. En nefret ettiğim kişi. Ona yenilmektense Ali'nin alaylarına maruz kalmayı tercih ederim Zeynep."

"E, ne yapacaksın? Elinde bir konu yok. Konu olsa bile yazmaya başlaman sonra ne bileyim olay akışını hazırlama, karakterler falan derken yetişir mi ki? Sonuçta derme çatma bir eser olmaması lazım."

"Ben diyorum ki, hiç olmazsa bir deneyeyim. Birkaç ay sonunda hâlâ elimde bölüm olmazsa çekilirim. Ama bu kadar çabuk pes etmeyi göze alamam. Zaten rakibim başkası olsaydı şimdiye kadar çekilmiştim." Bu benim ikinci planımdı. İlk planım tabi ki de kitabı yazabilmekti. Ama olur da yapamazsam kalitesiz ve düşünülmemiş bir kitap yerine çekilecektim. "İyi bari. Ne diyeyim en azından çekilme gibi bir imkanın var."

"Ama zorda kalmadıkça çekilmem."

"Çekilme aşkım."

Yemeğe devam ederken bana bizimkilerle olan konuşmasını anlattı. Onun ufak bir kardeşi vardı. Simay. Başka kardeşi yoktu. Bu açıdan şanslıydı. Miras için rakip azdı.

"Beni çok özlemişler. O kadar özlemişler ki eve dönmemi istiyorlar. Hazır eğitim tekrar online olunca bunu fırsat bildiler gel diye tutturuyorlar." Teyzem çocuklarına karşı fazlasıyla düşgündü. Gereğinden fazla hatta. Zeynep ne zaman evden uzaklaşsa kalbini tutardı. İstanbul'a gelmesine şaşırıyordum bu yüzden. Ama çocuğunun hayatını kurtarması için istemese de onu buraya göndermek zorundaydı zaten.

"Anlıyorum. Benimkiler de beni çok özlüyorlar."

"Ama aynı şey değil." Nispet yaparmış gibi söylemişti ve bu benim kaşlarımı çatmama sebep oldu. "Sebep?"

"Sizin evde o kadar çocuk var ki biriniz eksildiğinde fark edilmiyor."

Yüzüne yumruk atma hissine karşı çıkması zordu. Bir yandan haklıydı. Dört çocuk olunca biri gitse biri yerini dolduruyordu. Mesela annemler ben lisedeyken bizden ayrı yaşayan Rıza Ağabey ile aynı evde yaşıyorlardı artık. Son olaylardan sonra İzmir'e taşınmak zorunda kalmışlardı. Orada da ev kiraları cep yaktığı için bir eve sığışmak zorunda kalmışlardı. Olur da bir gün benim aslında zengin olduğumu öğrenirlerse en çok bu zamanda onlara yardım edemediğim için kızarlardı. Ama suç kabul etmiyorum çünkü onlara para vermek benim deşifre olamam sebep olur. Ve merak edip de kitaplarımı okurlarsa daha çok hayal kırıklığına uğrayabilirler.

Bir yazar vardı. Kitabın önsözünde annesine daha ileri gitmemesini yoksa bir ömür aralarının garipleşeceğini söylüyordu. Ona o kadar hak veriyordum ki. Sırf bu yüzden yıllardır bu sırrı saklıyordum.

O, yemeğini bitirdikten sonra mutfaktan çıkınca masayı toplama görevi bana düşmüştü. Evde iş paylaşımınız vardı. Ben akşam yemeğinin bulaşığından sorumluyken o sabah bulaşığından sorumluydu. Evde yemek yapılmadığı için öyle ahım şahım bir bulaşık da çıkmıyordu zaten. İki tabak, iki çatal ve iki bardağı elimde yıkadıktan sonra çöpleri atıp masanın üzerini silmiştim. İşte bu kadardı işim.

İki tane Türk Kahvesi yaptığımda onun olduğu salona geçtim. Dizi izlerken bir yandan da cips yutuyordu. Cips ile kahve ne kadar iyi gider emin değilim ama gitmiyorsa bile artık başka zamana saklayacaktı elindekini.

Onun önüne kendi bardağını koyduktan l koltukta kendi kenarına çekildim. İnternette repliklerini bol bol gördüğüm o diziyi izliyordu. Türbe yeşili diye ojelerin çıkmasına sebep olmuştu. Entrikası bol bir diziydi.

Ya birisi beni titretiyor ya da şimdi popomun altında bir şey titriyordu. Elimi kalçamın altındaki telefona attım.

Cem Kuyumcu arıyor

Tamam, bugün evren benim yanımda değildi. Eğer olsaydı tüm terslikler bir güne sığmazdı. Kırmızı butona basarak kaydırdım ve aramasını reddettim. Bir de onunla uğraşamazdım. Daha yeni kafam boşalmıştı. Telefon tekrar titreyince derin bir of çektim.

Cem Kuyumcu arıyor

Bırakmamak için çok uğraşıyordu ama boşa çabalıyordu. Onunla tekrar barışmayacak ve ikinci bir şans vermeyecektim. Ben, bana yapılanı unutmaz hesabını sorardım. Kardeşlerin olunca böyle oluyordu. En azından benimki gibi gibi kardeşlerin olunca. Telefonu sessize aldım ve ters çevirdim. Onunla uğraşamazdım.

Cem benim beş yıllık sevgilim. Daha doğrusu sevgilimdi. İstanbul'a ilk geldiğimde edindiğim arkadaşlarımdan birisi beni bir bara götürdüğünde tanışmıştık. Gözümü onunla açmıştım. Daha önce Hatay'dayken hiç sevgilim olmamıştı. Lisede ayrı bir meşguldüm. Kitap yazıyor ve üniversiteye hazırlanıyordum. O yüzden herhangi bir ilişkiye başlamak için oradan ayrılmayı beklemiştim. Cem de benim ilk sevgilim olmaya layık kişiydi.

Tam anlamıyla bir bad boydu. O dönemler kötü çocuklar modaydı ve Daha ergenliğini atlatamayan ben onun bu tavırlarına ölüp ölüp bitiyordum. O sahiplenici hareketler, kıskanç tavırlar, erkeksi sesi ile yaptığı kalp hızlandıran imalar. Hepsi ona tav olmamı sağlamıştı. Üstelik uzun boyluydu ve baby face'di.

İlk onunla tanışmıştım ve sevgili olmamız da uzun sürmemişti. On sekiz yaşındaydım ilişkiye başladığımızda. O da yirmi bir. Aramızda üç yaş fark vardı ve bu sevgili olacağım bir erkekle aramdaki en fazla yaş farkı aralığıydı. Bu yaş farkının üzerinde olan kişiye o manada bir bakış dahi atmazdım.

Zengin bir ailenin çocuğuydu Cem. Hem annesi hem de babası oyuncuydu ge o da onlar gibi oyuncu olmak istiyordu. Konservatuvar okuyordu bizim okulda. Üçüncü sınıf. Deliler gibi aşıktım. Belki son zamanlarda ona karşı olan duygum biraz olsun azalsa da onunla ayrılma gibi bir düşüncem hiç olmamıştı. Ta ki onu, bizim evimiz diye tuttuğumuz evde, bizim bir yatağımızda başka bir kadınla anadan üryan basana kadar.

Kalbim hiç o kadar kırılmamıştı. Son zamanlarda o kadar samimi değildik ve aramızda mesafeler vardı ama bu beni aldatması için bir bahane değildi. Hani demiştim ya son zamanlarda depresif hissediyorum diye. Cem, benim dertlerimin dermanıydı. Öyle olması lazımdı çünkü o benim sevgilimdi. Herşeyimdi ve tümüyle ilkimdi. Ona en ihtiyacım olan zamanda bana sırt çevirmişti ve bunu unutacak değildim.

"Yine kim olduğunu anladın sen mi aradı?" Zeyno, yaptıkları için Cem'e o kadar kızgındı ki ismini anmak yerine Harry Potter'da herkesin Voldemort'a taktığı lakap gibi lakap takmıştı. Potterhead mi ne deniliyordu onun gibi Harry Potter hayranlarına. Telefonun ve televizyonun aydınlattığı suratına baktım. Bir elinde telefonu diğer elinde fincanı varken yüzümü inceliyordu. Başımı sallamakla yetindim.

"O senin gibi ateşli, hot ve çekici kadını kaybetti. Senden bir tane daha bulamaz ama sen öyle misin? Elini sallasan ellisi."

Sözlerine karşılık ufak bir kahkaha attım. Bir kadını överken kendinden geçiyordu. Kadın dayanışması onun için önemliydi. Geçmişinin bunda büyük bir etkisi vardı ama şimdi bunun sayesinde bir sürü feminist gruplara katılmıştı ve kendi gibi düşüncelere sahip bir erkek arkadaşı vardı.

"Tek sorunun sahte kızıl saçların. Bir insana kızıl bu kadar mı yakışmaz ya." İçimde ona karşı hissettiğim tüm pozitif duygular yok olurken koluna vurdum. Acıtmış olmalı ki suratını buruşturdu.

"Seni niye besliyordum ben?" Eski haline gelirken yüzündeki bilmiş ifadeyle cevap verdi. "Çünkü sohbetim iyi."

Onun elini sıktım. O da bana gülümsedi. Ardından ben televizyona dalıp telefonu unutmaya çalışırken o da instagram ve dizi arasında git gel yapıyordu.

"Ay moralim bozuldu." Zeyno'nun kırkırdamayla karışık sitem ve alay dolu sesi bana ulaştığında bakışlarımı Alev'den alıp ona yönlendirdim. "Ne oldu?"

Elindeki telefondan bir resim gösterdi. Üç katlı pembe bir köşktü. Zengin görüntüsünün ardında bir de eskiydi. Kocaman bir bahçesi ve bahçenin içinde bir sürü bank vardı. Altındaki haberin başlığını okudum.

Aşık Ruhlar Cemiyeti'ne alımlar başladı. Bir yıllık üyelik yüz elli bin liradan başlıyor.

"Aşık Ruhlar Cemiyeti mi? O ne öyle abidik gubidik fantastik kitap ismi gibi."

Zeynep bu dediğime gülerken telefonu kendine çekti. "Bu bir cemiyet."

"Orasını anladık."

"Sadece zengin insanlar katılabiliyor. Başlığı okuduysan anlamışsındır. Güya terapi yapıyorlarmış. Dünya çapında denenmiş ve onaylanmış psikolojik destek yöntemleri ile sorunlu ve bunalımda olan kişilere yardım ettiklerini söylüyorlar."

"Ne güzel işte. İşe yarıyorsa harika. Tek sorun yine biz fakirler yararlanamıyoruz."

"Bence biliyor musun buradan kitabın için çok fena konu çıkardı."

"Nasıl yani?"

"Şöyle yani. Bu aralar televizyonda gerçek hayattan uyarlama diziler moda. Herkes dizinin isminin üstünde bunu görünce izliyor. Belki yazılanlar yazarın kendi kafasında kurdukları olsa okunmaz. Saçma falan denilir. Yani düşünsene kim bir kadının temizlik hastalığı yüzünden evden yıllarca çıkamamasına ve kardeşlerinin evlenmesine izin vermediğine inanır ki? Yani illa bu durumlar var gerçek hayatta ama kimsede o dizide gördüğümüz gibi bir etki bırakmıyor. Resmen bu tür diziler patladı."

"Ee?"

"Eesi şu bebeğim, burası zenginlerin gittiği bir cemiyet. Ve orada sorunlarını falan anlatıyor. Oradan nasıl entrika çıkar sen biliyor musun? Ne haltlar yiyip de vicdan azabı çektikleri için seanslara para döküyorlar."

"Sen de diyorsun ki bu cemiyete katılayım ve zenginlerin problemlerini öğrenip kitapta kurgulayayım?"

"Aynen öyle. Altında bir de gerçek hikayeden alınmıştır tarzı bir şey koyarsın, hop gelsin en çok satanlar listesi."

"Hayatta öyle birşey yapmam."

"Niye?"

"Etik değil de ondan. Hem etik değil hem de milletin hayatından banane. Kişisel alan ihlali resmen. Hem olur da bir gün karşılarına çıkarsa kitabın kendileri ile ilgili olduğunu anlarlarsa ne halt yiyeceğim ben. Bana dava açarlar."

"Sen mahlas kullanmıyor musun? Kimse senin gerçek ismini bilmiyor. Gerçekte kim olduğundan haberleri bile olmayacak."

"Ama yayınevi biliyor ve onlar bana hayatı zehir ederler. Kusura bakma ama Zeynep, ben böyle bir işe girmem. Gerekirse yarışmadan çekilirim ama asla kendimi böyle bir riske atmam."

"Kimse sana dava açmayacaktır."

"Nereden biliyorsun?"

"Allah aşkına haftanın yedi günü var, beşinde gerçek hayat hikayesinden uyarlanan diziler oynuyor. Bunların neredeyse hepsi aynı yazarın kitaplarından ve bu yazar aynı zamanda bir psikolog. Hastalarının özel hayatlarını kitap haline getirip pazarlamış resmen. İşte etik değil diye buna denir. Ama sen hiç bir zenginin ortaya çıkıp bu yazara dava açtığını ve sen benim hayat hikayemi pazarladın dediğini duydun mu? Duyamazsın. Çünkü zenginler herşeyden taviz verebilirler ama kibirlerinden asla. Ve şundan eminim ki sen gidip de onlardan birisini kitap yazsan dahi kimse çıkıp da dava etmeye kalkmaz. Mağrur mağrur dolaşırlar anca."

Benim konuşmama izin vermeden taramalı tüfek gibi konuşunca susmak zorunda kalmıştım. İlk başta şiddetle karşı çıktığım bu düşünce son nutuğundan sonra az da olsa mantıklı gelmeye başlamıştı. Ne diyordum ben öyle? Ne mantıklısı? Milletin özel hayatına ölsem de girmem. Çok saygısızca. "Hayır."

Onun dakikalar sürem konuşmasına karşılık tek bir kelimeyle cevap verince susmuştu. Bana götünü dönerek de tepkisini belli etti. Dediklerinde haklı olduğu noktalar yok muydu? Tabi ki de vardı. Ama ben o şekilde birisinin hayatını pazarlayacak karakterde değildim.

Yavaş yavaş gece yarısına yaklaşırken oturduğu yerden kalktı ve sahur yapmak için gitti. Oruç tutuyordu ama birilerini dolandırmaya çalışırken kazandığı tüm sevap uçup gidecekti. Orta sehpanın üzerindeki bilgisayarın kenarlarında yanıp sönen kırmızı ışık tüm dikkatimi diziden çekiyordu. Şarjı bittiği için uyarı veriyordu ama onu şarja takmak için de o an çok üşengeçtim. Telefonumu kaldırıp açtım.

Cem Kuyumcu kişisinden on cevapsız çağrı

Anlaşılan yine içmeye gitmişti. Evimin önüne gelip saçmalamadığı ve beni komşulara rezil etmediği sürece bu durumuyla bir sorunum yoktu. İsteyen istediğini yapsın ama daha önce iki kere gelip sitenin bahçesinde ismimi haykırarak özür dilerim diye bağırdığından son zamanlarda komşuların yüzüne bakacak halim kalmamıştı. Apartmanın dördüncü katında oturuyorduk biz ve bu salak güya benim evimin camına taş atıp beni öyle dışarı çıkarmayı amaçladığı için iki alt komşunun camlarını kırmıştı.

Tümüyle zarar çocuğuydu yemin ederim. Bu hareketlere devam ederek beni kendine döndürmeyi amaçlıyorsa da boşa kürek çekiyordu. Bildirimleri kaydırıp görmezden geldim ve bilgisayarı şarja taktım. Eskisi evde kalmıştı ve onu alacak değildim zaten. İki saat kullanıp da on saat işe yaramayan bilgisayarı ne yapacaktım ben? Ama annem birkaç defa buraya postalamaya çalışmıştı.

Şarj aletini üçlü prize sokmaya çalışırken elimi ayağıma dolandıran ses kulaklarıma ulaştı. Korktuğum başıma gelmişti.

"Buket!" Bu genizden gelen erkeksi sesi çok net biliyordum. İstanbul her daim sesli bir şehirdi. Gecenin ikisinde de sabahın yedisinde de gürültü bitmezdi. En çok bu özelliğini severdim bu şehrin. İstanbul hiç uyumazdı. Ama benim evimin olduğu site aile sitesi olduğu için bu kısım uyurdu. Kendimi zorla kabul ettirmiştim. Öğrencisin, bakarsın deyip deyip beni buraya almamak için çok çabalamışlardı ama ben direnmiş ve ev için çabalamıştım. Ama bu salak Cem yüzünden komşularımın ve ev sahibimin sabrını çok zorluyordum.

Zeyno yanımda belirince bana bıkkın gözlerle baktı. "Yine geldi seninki. Çabuk onu buradan götür. Kaçıncı uyarıyı aldık." Haklı olmasından nefret ediyordum. "Tamam. İniyorum."

Zeyno bana şans dilerken ben terliklerden birisini gelişigüzel giydim ve asansörü beklemeden aşağıya indim. Yukarı çıkarken asansörden daha hızlı olacağımı düşünmüyorum ama aşağı inerken olabilirim. Apartmanın kapısını sertçe açtığımda Cem'i yukarı doğru başını kaldırmış elini kolunu sallarken buldum. Sarhoş bir şekilde ismimi haykırıyordu. Dili birbirine dolandığı için ismim Buket diye değil de Buğked diye çıkıyordu dudaklarından.

Kapıyı kapattığım anda yüzüme vuran rüzgarla havanın aslında ne kadar soğuk olduğunu yeni fark etmiştim. Hızla yanına ulaştığında yanaklarından tutup onu bana döndürdüm. "Bağırma, bağırma gerizekalı! Attıracaksın beni buradan!" Onu tutanın ben olduğumu daha yeni fark edebilmişti. "Buket! Gelmişsin. Beni terk etmeyeceğini biliyordum."

"Geldim ama senin için gelmedim. Beni rezil ediyorsun." Fısıldamaya çalışıyordum ama sesim normal konuştuğumdan daha yüksek çıkıyordu. "Buket, beni bırakma lütfen. Ben sensiz yapamam."

"Sen beni aldatmayan önce düşünecektin onu Cem efendi. Yürü şimdi." Fark etmeden kendini bana dayamıştı ve seksen kilo, bir doksan boylu bir adamı taşımak için yetersiz kalıyordum. Dişlerimi sıkarak kolunu omzuma yerleştirip onu arabasına doğru adeta sürüklemeye başladım. Nereye park ettiğini biliyordum. Hep aynı yere park ederdi. Sitenin giriş kapısının sağ tarafında ufak bir park vardı. Onun girişini kapardı Range Rover ile. Kapıdan çıkarken güvenliğin "yine mi," diyen kınayıcı bakışlarını görmezden gelmesi zordu. Ben de bu duruma düşmek istemiyordum.

Arabasının yanına geldiğimizde boş olan elim pantolonunun cebinde gezindi. Sağ cebinde buldum anahtarları. O sırada Cem kulağıma çirkin sesiyle şarkı mırıldanıyordu.

Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler

"Kimse sana kaybolan yıllarını vermeyecek sus artık!" Onu taşımak yeterince zorluyordu. Şoför koltuğunun yan tarafındaki yolcu koltuğuna yerleştirdim işe yaramazı. Beni bırakmıyor, kendimi uzaklaştırdıkça daha sıkı sarılıyordu. "Bırak beni Cem," diye söylenirken dişlerimi o kadar çok sıkmıştım ki canımı yakmıştı.

Ondan en sonunda ayrılabildiğimde şoför koltuğuna oturdum ve ezbere bildiğim adresine sürdüm. Ezbere biliyordum çünkü zamanında o evde bu yanımdaki şahıs ile evlenme hayallerim olduğu için tutmuştuk. Zeyno'yu kendi evimde bırakıp onunla evimize taşınacaktık. Tabi eğer beni aldatmamış olsaydı.

Avrupa yakasındaki evine geçtiğimizde bu salak neredeyse uyuyakalmıştı. Kapısını açtığımda yüzünde parmaklarımın izini bırakacak kadar sert bir tokat atmıştım. Yerinde sıçrayarak uyandı ve mahmur gözlerle nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Gecenin bu saatinde beni rahatsız edip evine bıraktıracaktı sonrasında da ona kibar davranmamı mi bekleyecekti? Onu uçurumdan denize atmadığıma şükretsin.

"Buket?"

"Buket ya Buket. Hani tüm komşularıma rezil ettiğin Buket. Kalk hadi. Kalk da seni bir uyandırayım." Dediklerimi emir vermişim gibi ikiletmeden yaparken adımları birbirine karışıyordu. Arkasında düşerse tutmak için hazır beklediğimi fark ettim. Onu hâlâ önemsiyordum. Zarar görmesini istemiyordum bu yüzden onu kendi haline bırakmak yerine evine kadar getirmiştim. Bu yüzden şimdi arkasında onu korumak için tetikte bekliyordum. Ama istediğim bu değil ki. Ben onun sürünmesini istiyorum.

Evin kapısına anahtarı sokmaya çalışıyordu ama başarılı olduğunu söyleyemezdim. Çok zorlanıyordu. Sabırsız davrandım ve elinden anahtarları kaptığım gibi tek deneyişte kapıyı açtım. Dayandığı duvardan doğrulunca bir anlığına sendeledi ve ben yine kendimi o zarar görmesin diye uğraşırken buldum. Dünya gerçekten de nazik kalpler için cehennemdi.

Bu yaptığımı fark etmesin diye hemen eski halime dönsem de o sarhoş haliyle fark etmişti. Yüzünde ufak bir tebessüm belirdi. Şerefsizin oğlu çok güzel gülüyordu. O kendi halinde içeri gelirken ben de mutfağa geçtim. Sert bir kahve ayılmasını sağlardı. Uyumadan önce hazır olsun diye hızla hazırladım ve bir tepsinin içine yanına dolaptan aldığım soğuk suyla beraber koydum.

Odaya ulaştığımda Cem çoktan kendini gri çekyata bırakmış horluyordu. Bu mobilya takımını alırken ne hayallerle almıştım. Şimdi ise hasetle bakıyordum. Birkaç defa ona seslendiğimde beni uğraştırmamasını ummuştum ama Cem ile Cemliğini yapacaktı. Tepsiyi çekyatla aynı renkte orta sehpaya koyduğumda soğuk suyu elime aldım. Ne amaçla koyduysam onu gerçekleştirecektim. Tereddüt etmeden soğuk suyu yüzüne döktüğümde kabustan uyanır gibi sıçramış ve neye uğradığını şaşırmıştı.

"Delirdin mi sen Buket?"

"Delirmedim, delirttin. Kalk şu kahveni iç sonra zıbarırsın." Yüzünü kazağının koluna silip kurulamaya çalıştı. Kısmen başarılı olmuştu da. O, kahvesini içerken ben de çaktırmadan ona bakıyordum. Daha önce Zeyno ile beraber getirdiğimiz için hiç bakmamıştım. Bakar görmez Zeyno iş bana ve aşk hayatıma gelince gayet görür vaziyete geldiği için göz ucuyla dahi bakamamıştım kim olduğunu anladın sen'e.

Kumral saçları dağılmıştı. Sarı harelerindeki ışık sönmüş ve göz altları morarmıştı. Cem oyuncu olduğu için her zaman görünüşüne önem verirdi. Hatta benden daha çok. Serumlar, kremler eksilmezdi banyosundan. Benimle paylaşmazdı da. Saçları ise hep özenle taranmış olurdu. Daha tanınmış bir ünü olmasa bile jön gibi takılırdı. Şimdi ise jön olmaktan en uzak olduğu zamandı. Tanıştığımızda bad boy tavırlarıyla takılmış olsa da o zaman dahi böyle serseri değildi. Şimdi serserinin hasıydı.

"Ben seni çok özledim Buket." Boğuk sesi kulaklarımı doldurduğunda göz ucuyla bakmayı geçip irislerine daldım. Sarıları loş ışığın altında viski rengine bürünmüştü. "Beni aldatan birisine geri dönemem Cem. Sana dönersem özsaygıma ihanet etmiş olurum çünkü."

"Biliyorum hata yaptım. Ama çok pişmanım. Bir kez daha denesek olmaz mı? Yapamaz mıyız, ha?" Sesi yalvarır gibiydi. İçim titredi. Hâlâ üzerimde böyle bir etkisi vardı. "Deneyemeyiz."

Sert ve tok bir tonla konuşmuştum. Israr etmedi ve sadece sustu. Sonrasında yaptığı hamle ise beni uzun süre tekrar konuşturamadı. Ne ara dibimde bittiğini anlayamamıştım ama bana doğru eğilmişti. Öpecekti beni. Onu durdurabilirdim ama durdurmadım. Durdurmayı istemediğimden değil, onun tüm umutlarını söndürmek istediğimden durdurmamıştım. Dudakları benim dudaklarımın üzerinde birleşince ona karşılık vermedim.

İşte bu, onun tüm umutlarını yerin dibine gömerdi. Bağırıp çağırdığımda hâlâ geri döneceğimi düşünüyordu. Eskiden ne kadar kavgalı olursak olalım ona hep karşılık verirdim. O yüzden de ettiğimiz kavgaların sonunda ilişkimiz için hâlâ bir umut olduğunu anlardı. Ama ona sessiz kaldığımda ciddiyetimi anlayacaktı. Ve anlamıştı da.

Hayal kırıklığı ile geri çekilirken tek söylediği "Bir daha seni rahatsız etmem. Sen beni çoktan silmişsin," oldu. Eskiden sorun ne olursa olsun, ne kadar kızgın olursam olayım, hangi kavgayı etmişse edelim ona karşılık verirdim. O zaman benim gönlümü almak için uğraşırdı çünkü aramızın düzeleceğini bilirdi. Şimdi ise aramızın eskisi gibi olmayacağını anlamıştı.

Gitmek için ne beklediğimi bilmiyorum ama yerimden kalkamadım. Arada kahveyi yutkunuşunun sesi geliyordu. Onu dinlerken kırlentlerden birisine sarıldım. "Buket dikkatli ol." Son yudumunu aldıktan sonra bana dalgın gözlerle bakarak bunu mırıldanmıştı. Tüm vücudumu ona döndürdüm. "Neden?"

"Esra boş durmuyor." Artık dili birbirine dolanmıyordu ama oldukça uykulu olduğundan dolayı dediklerini anlayamıyordum. "Nasıl boş durmuyor?"

"Sette dedikodular çoğaldı. Bizim diziyi bitirip yerine Esra'nın kitabından uyarlanan diziyi koyacaklarmış. Aynı gün koymak zorunda değiller ama Esra diretiyormuş perşembe yayınlanacak diye."

Diziye uyarlanan kitabımın erkek ana karakterini Cem canlandırıyordu. Seçmelere girmesi için gaz vermiştim ve evet Cem de benim yazar olduğumu öğrenmişti. Gerçi ona kendim itiraf etmiştim. Dolaylı yoldan. Seçmelere gitmesi için neredeyse yalvarmıştım ve beni kırmamak için kabul etmişti. Odaya girdiğinde beni gördüğü an unutulması zor bir andı. Hâlâ o şaşkınlığına hatırladıkça gülüyordum.

Ben diziyle olan bağımı bir süre önce senaryodan çıktıkları vakit sonlandırmıştım. Kitaptaki olayları saptırmışlar olması gerekenleri eklememişlerdi. Reytingler iyi diye tüm akışı bozmuşlardı. Ama bir kere imza attığım için birşey diyememiştim. O yüzden şimdi dizi ve set ile alakalı bir bilgim yoktu. Cem ne anlatıyorsa o kadardı.

"Ama perşembe akşamnın vazgeçilmesi diyor afişte. Nasıl gün değiştirirler. Reytingler de iyi değil mi?" Cem kendini uyanık tutmaya çalışıyordu.

"Reytingler iyi olmasına iyi. Ama Esra'nın dizisi daha iddialıymış. Bizim sayemizde perşembe günü boşalmıştı. O gün ekranlar neredeyse boş. Esra da demiş ki dizi iddialı iddialı olmasına ama biz yine de riske atmayalım, o gün yayınlayalım. Yoksa ben yokum demiş."

Vay şerefsiz vay. Bana o kadın öyle bir kinlenmiş ki ne yapsam yaranamadığım gibi bir de benden kalanları silmeye çalışıyordu. Yahu sen daha üç yıl öncesine kadar yoktun. Benim jenerasyonumdan çoğu yazar yazmayı bırakmıştı. Bir ben bir de uzun zamandır arkadaşım olan Büşra kalmıştı. Esra da beni silmeye kalkıyordu. Önce çok satanlarda geçti. Şimdi de yayınlanan dizimi ekranlardan silmeye kalkıyordu.

O an jeton düştü aklıma. Eğer bu yarışmada da beni geçerse bir daha eski tahtımı alamazdım. Beni silerdi sektörden. Önce ben sonra kitaplarım. İkimiz de aynı kaderi yaşardık. Küçüklükten gelen Türkiye'nin J.K. Rowling'i olma hayallerim suya düşerdi. Gerçi son açıklamalarından sonra o kadına pek de özendiğim söylenemez baya şaçmaladı ama bu, onun hâlâ bir efsane olduğunu değiştirmiyor.

Daha o kadar iyi bir eser vermemiştim. Hem Esra hem de hastalarının hayat hikayesini uyarlanan psikologlar beni geçiyordu. Verdiğim tüm emek ve çaba ellerimden kayıp gidiyordu. Son zamanlarda çok boşlamıştım ve şimdi bunun karşılığını alıyordum.

Tahtımdan olmamak için herşeyi yapardım ve artık etik olmak ya da ahlak kuralları önemli değildi.

Cem uyuyakaldığında evinden çıktım. Uygulamadan çağırdığım taksi çabucak ulaşmıştı ve daha fazla zaman vakit kaybetmeden eve ulaşmayı başarmıştım. Güvenliğin bana ahlaksız kadın iması yapan bakışlarını görmezden geldim. Kolay değildi ama geldim.

Eve ulaştığımda Zeyno çoktan uyumuştu. Ben ise oturma odasına geçip Cem gelmeden önce şarja taktığım bilgisayarı açtım ve sehpanın önünde bağdaş kurdum. İlk arattığım şey Zeynep'in bahsettiği ismi fantastik kitap adına benzeyen o cemiyetti. Arama motoruna aşık ruhlar cemiyeti diye arattım.

İlk karşıma çıkan kendi siteleri olmuştu. Az önceki başlık burada da vardı. Yeni üye alımları başladı.

Yüz elli binden başlıyor olduğuna mı şaşırsam yoksa her yıl en az otuz kişinin buraya katıldığına mı bilemedim. Üstelik İstanbul'da olan bir cemiyet de değildi. Adapazarı/Sakarya'daydı. Gerçi yakındı Sakarya buraya. Yeni otobanı kullanırsan bir saat bile sürmüyor, eskisini kullanırsan da iki saat'i buluyordu. Gaziosmanpaşa'dan Nişantaşı'na toplu taşımayla gitmek zaten bu kadar sürüyordu.

Sitesinde bir süre takılıp istedikleri para ve kuralları okuduktan sonra başka sitelere bakındım. Çok sert kuralları vardı. Gizlilik antlaşması şarttı öncelikle. Orada duyduklarımı kimseye herhangi bir yolla anlatmayacağıma dair. Ki bu benim için en büyük engeldi. Hayatını yazdığım kişi bana dava açamasa bile bu kurum aracılığıyla mahkemelik olabilirdim.

Son yirmi beş yıldır var olmasına karşın özellikle son dört yılda popülerleşmişti. Sosyeteden önemli bir işadamının karısının da katılımı en büyük sebeplerden birisiydi. Buraya katıldığı bilinen çoğu ünlünün hayatında büyük değişimler olmuştu. İyi yönde değişimler. Yosun Sarca diye bir şarkıcının başlığında olduğu habere tıkladım.

Ünlü şarkıcı Yosun Sarca'ya ARC etkisi

Son zamanlarda hayatında yaşadıklarından sonra ruhsal buhrana giren Yosun Sarca, aşık ruhlar cemiyetine katıldıktan sonra iyileşti. Yeni bir sayfaya adım atmam konusunda bana herkesten daha fazla yardımcı oldular dediği cemiyet görevlileri ise bunun görevleri olduğunu söyleyerek teşekkür ettiler.

Altta da güzel bir kadının o, pembe köşkün önünde, yanında birkaç adamla çekilmiş fotoğrafı vardı. Gerçekten de Zeyno'nun dediği kadar ilginçti. Ama herkesin sırlarını bilen bir cemiyete göre bence hem az para istiyorlardı hem de neye göre seçtiklerini bilmem ama otuz kişi alıyorlardı sadece. Niye otuz kişi? Ve neden o otuz kişi?

Görüşmeye giderdim. Hadi parayı karşıladım. Ki hesabımda üç yüz binim vardı. O parayı çekersem yarısını çekmiş oluyordum. Bir de yanımda Zeyno'yu da alma düşüncem vardı. Eğer bir iş çeviriyorsam bunda tek olmamak isterdim. Tüm paramı çekmiş olacaktım. Şimdi oturduğumuz evin kirası, orada tutacağımız evin kupasıyla birleşince ben bunları nasıl karşılayacaktım?

İkinci olarak da gizlilik antlaşması sorundu. İlla anlarlardı kendi hayatlarını yazdığımı. Şu sıralar popülerliğim azalmış olabilirdi ama basılan her kitabım belli bir okuyucu sayısına ulaşıyordu. Mahlasla yazıyor olsam da yayınevine sorun çıkardı.

Son olarak da gerçekten güçlü bir cemiyete benziyorlardı. İlla benim paramın nereden geldiğini merak ederlerdi. Beni araştıracak olsalar görecekleri tek şey Müslüm ve Elif Ayaz'ın kızı olacaktı. Bir asker ve bir evhanımının kızı ama zengin bir sitede oturuyor, özel üniversiteye gidiyor ve altından milyonluk arabası var. Bir de yüz elli bin lira verip bu cemiyete katılmış. E, bu paranın suyu nereden geliyor? Yazar olduğumu söylediğim ama atarlardı beni.

Ben bunlarla baş edemezdim. Orası kesindi. Yapabileceğim çok şey olsun isterdim. Etik olayı bile bir kenara atmıştım. Ama bu sefer de çok farklı şeyler başıma çorap örüyordu. Bana buradan ekmek çıkmayacaktı anlaşılan. O kadar yoğun bir gündü ki yatağıma gitmeye üşendim. Koltuğa yatıp başlığındaki çarşafı üzerime serdiğimde çoktan uyuyakalmıştım.

Saba Zeyno'nun öksürük krizi beni uyandırmıştı. Sanki öksürmüyor hırlıyordu. Oruç olduğundan su da içemiyor ve krizini dindiremiyordu. Kalktım ve odama girip dün Sait'in veridiği yarışma evraklarını inceledim.

Minimalllikten uzak bir odam vardı. Tüm duvarlarda sevdiğim şarkıcıların ve dizilerin posterleri asılıydı. Hatta yatağımı dayadığım duvarda o kadar çok poster vardı ki duvarın rengi gözükmüyordu. Yatağım ise aşırı genişti. Çift kişilik diye almıştım ama dört kişi dahi rahat sığardı. Yemek masası büyüklüğünde bir çalışma masam ve ufak bir salıncak yanında da pufla odada adım atacak yer bırakmamıştım.

Odam, ebeveyn banyosuna açılıyordu ama orayı da büyük masraflarla kıyafet odasına dönüştürmüştüm. Kiralık bir ev için bu kadar harcama yaptığımı düşününce kendime inanasım gelmiyordu. İşin garip tarafı ise ne değişiklik yaparsam yapayım ev sahibim onay vermişti.

Zeyno'nun hapşırdığını duyunca "Çok yaşa," diye bağırdım. İkinci kere hapşırırken benim yanıma geliyordu. Tekrardan "Çok yaşa," dedim. Başımda dikilip uğraştığım kağıtlara bakarken üçüncü kere hapşırdığında sabrım taşmışmıştı. "Ölümsüzlüğe oynuyorsun herhalde Zeyno!"

"Ay tamam be. Sabahtan beri ne eziyetler, işkenceler çekiyorum sen haberin var mı?"

"Var. Çünkü sayende uyanmak zorunda kaldım."

"Kusura bakma durmak bilmeyen öksürüğümle seni rahatsız ettiğim için."

"Kusura bakıyorum ama." O kendini benim yatağıma atıp debinirken ben de kendime işime dönmüştüm. "O şortlarla croplarla gezmeye devam et sen. Sonra niye hastalandım, niye üşüttüm. Kışın öyle gezersen hastanırsın tabi."

Annem gibi konuşunca kendi kıyafetlerine baktığını görmesem bile biliyordum. Marttaydık evet arada hava çok sıcak oluyordu. Hatta dün akşam o kadar sıcaklamıştık ki pencereleri açmıştım. Ama bu hava sürekli değişiyordu. Ne olduğunu anlamadan bir bakıyorduk kar yağıyordu. Artık iklim krizinden midir nedir.

"Annem gibi konuşmadığın zaman seni daha çok seviyorum."

"Ben de ufak bir çocuk gibi davranmadığın zaman seni daha çok seviyorum."

Bir on dakika sonra yatakta doğruldu. "Sorun ne?"

"Sorunum olduğunu nereden çıkardın?"

"Önündeki kağıtlara matematik sorusuna bakar gibi bakıyorsun."

"Dün Cem'i eve götürdüğümde bana birşey anlattı. O yüzden moralim ayrı bozuk."

"Ne anlattı yine Allah'ın tipsizi." Ona ciddi misin dercesine baktığımda ellerini yukarı kaldırıp omzunu silkti. Cem ihanet etmiş olabilirdi ama gerçekten de yakışıklıydı. Ne demişler yiğidi öldür hakkını yeme. "Esra denen şahıs dizinin gününü değiştirmeye çalışıyormuş. Bizim dizinin olduğu güne aldıracakmış dizisini."

"Onun kitabı da mı diziye uyarlanacak."

"Hı."

"Bu hareketinden sonra o yarışmadan çekilmeyi düşünmüyorsun umarım." Zeynep'in çabuk kinlenen bir yapısı vardı. En ufak hatada birisini silerdi. Ben ise onun tam tersi, aşırı büyük bir hata yapmadıkça şans verirdim. Öfkem de çabuk geçerdi.

"Eve gelince senin dediğin şu cemiyete baktım biraz. Sen deyince sanki oradan ekmek çıkarmış gibi gelmişti. Ama yok. Oraya giremem."

"Sebep?"

"İlki param yok. Oraya gidersem tüm paramı harcamam gerekecek. İkincisi ise gizlilik antlaşması imzalatıyorlar. Kitapta hayatlarını anlatırsam belki o kişi dava açmaz ama cemiyet açabilir. Ayrıca ben oraya ait değilim, çabuk göze batarım."

"Ait değilim derken?"

"Doğuştan zengin değilim. Tamam şimdi param var ama ben sıradan bir askerin kızıyım. Cem'in ailesi ile tanıştığımda olanlar mesela." Cem'in ailesi param olduğunu da biliyordu. Buna rağmen onlarla tanıştığım vakit bana ikinci sınıf insan muamelesi yapmışlardı.

"Ve bunlar seni durdurdu? Önüne iki engel çıktı diye pes edip Esra'nın götünün kalkmasını mı seyredeceksin?"

"İki engel dediğin çocuk oyuncağı değil Zeynep." Ne kadar ciddi olduğumu anlasın diye ismini tam söylemiştim. "Bak, hadi bir şekilde onların arasında göze çarpmadım. Hatta para mevzusunu da hallettim. Ama gizlilik antlaşmasını ne yapacağım?"

"Şey-" diye ağzının içinde birşeyler gevelediğinde "Ney?" Diye üsteledim.

"Ben bu konu için birşey düşündüm."

"Nasıl birşey düşünmüş olabilirsin ki benden farklı? Tabi eğer-" cümlemin sonunda göz göze gelmememle aklından geçeni anlamıştım. Düşündüğüm şeyi yapmamı istiyordu. "Salak o istediğin şey evrakta sahteciliğe giriyor, kaç yıl cezası var bunun," diye bağırarak yerimden kalktığımda ürkekçe yatağa sinmişti. Nadiren birşeylerden korkardı ve o anlardan birisini yaşıyorduk şu anda.

"Bak ama bir dinle."

"Neyini dinleyeyim gerizekalı? Dediğini asla yapmam. Kariyerimi yükseltmek için hapise girmem."

"Bak. Dün sen bunu anlattıktan sonra düşündüm. Cem'i götürdüğünde. Sahte kimlikle gitsen kimse seni tanımayacaktır. Sen dememiş miydin yüzümü göstermeye niyetim yok diye. Sahte kimlikle imza atarsın sonra istediğin kadar yaz arattıkları kişi sen olmayacağın için kimse sana ceza kesemez."

"E be Allah'ın geri zekalısı. Yeryüzüne düşmüş ilk aptallık tohumu, teyzemin salak kızı. Seni bana parayla mı gönderdiler? Kimliği nereden bulacaksın? Kimliği bulsan işin derinine inmeye çalışsalar sonuç bizim gözümüzde biter."

"Abartıyorsun. Bak edebiyat dersinde bir çocuk var. Abisi böyle işlerle ilgilendiği için herkes ona temkinli yaklaşıyor ve şansa bak ki senin bu çıtır kuzenine yanık. Ondan rica etsem bize birşeyler ayarlar. Sonra numara yaparız. Sen zengin bir aileye gelin gidecek fakir kız olursun. Müstakbel kocanın ailesi seni istemiyor bu yüzden de psikolojik sorunlar yaşıyorsun. Nişanlın da seni bu sebepten oraya göndermiş. Bak herşey halloldu."

Benim, zamanında kendisini poposundan vurabilen, parayı nasıl kazandığımı neredeyse bir yıl boyunca anlamayan kuzenim bir gecede beni bu cemiyetimsi şeye göndermek için şeytanın aklına uzun süre gelmeyecek planı hazırlamıştı. Ellerimle alkış tuttum.

"Bravo! Hiçbir haltı anlamazsın uçan kuştan birhaber gezersin, iş benim hayatımı mahvetmeye geldiğinde bir anda cin olur adam çarparsın."

"İyiliğini düşündüm. Kusura bakma ama o şeytan Esra'nın kazanmasındansa kuzenimin kazanmasını yeğlerim."

O, kavgayı uzatmadan odamdan çıkarken ben hâlâ burnumdan soluyordum. Bunu nasıl düşünebilirdi? Planı en ufak bir terslikte beni hapse düşürürdü. Diğerlerini bilmem ama ben Zeyno'nun ipiyle kuyuya inmezdim. Değil ona kendi hayatımı, Ali'nin hayatını dahi emanet etmezdim. Kulaklarım ve yüzüm sinirden kızarmışken masaya oturdum ve evrakları düzenlemeye devam ettim.

**************

Yayınevine son anlaşmaları vermek için tekrardan Fatih'in yolunu tuttum. Sabah Zeynep ile ettiğimiz kavgadan sonra gözüme gözükmemişti. Stres ve sinir o kadar büyüktü ki içimden şarkı söylemeyi geç dinlemek bile gelmiyordu ve her zaman bozuk olan radyom ilk defa çalışmış, sıkıcı haberleri dinliyordum.

Trafik gittikçe yoğunlaşıp benim sabrımı sınarken telefonumdan gelen alarm sesiyle dikkatim alete çevrildi. Hayır alarm çalmıyordu bu benim editörümün zil sesiydi. Sena'dan aşırı rahatsız olduğum için onun zil sesini alarm sesine dönüştürmüştüm. Rehberimdeki herkesin kendine ait bir zil sesi vardı.

"Ne oldu, Sena?"

"Buket, bugün buraya gelmene gerek yok. Hatta uzun bir süre gelmesen daha iyi." Sesi çatallı ve gergin geliyordu. Birşeyden ötürü konuşurken zorlanıyordu. "Neden ki?"

"Bak, bunu sana nasıl anlatacağımı inan bilmiyorum. Sakin ol ve bunun senden kaynaklandığını düşünme." Gittikçe endişeleniyordum. Tamam birbirimizden hoşlanmıyorduk ama son zamanlarda sorun yaşamamıştık.

"Şey, Esra yayınevi değiştirecekmiş ve bizimle anlaşma yapmaya karar verdi. Biliyorsun kitapları çok satıyor. Sait bey hayır diyemedi. Ama bize gelmek için bir şartı var."

"Tahmin ettiğim şey olmasın nolur."

"Sanırım tahmin ettiğin şey. Ben olacaksam Kraliçe olmayacak dedi. Senin gitmeni istedi. Sait bey reddetti ama üsteledi. Şimdi onlar kavga ediyorlar ve nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın senin için iyi olmayacak."

Popülerliğimi alıp beni geçmişti. Hadi neyse buna tamam diyebilirdim. Sonuçta kendi başarısıyla hak ederek gelmişti o noktaya. Tıpkı bir zamanlar benim de yaptığım gibi. Ama daha sonraları önce imza günlerinde yerimi çalarak ardından da dizimin gününü değiştirip perşembemi almıştı. Şimdi de yayınevimi elimden almaya çalışıyordu.

Benim olanı paylaşma gibi bir özelliğim yoktu ve hiç olmamıştı. İsterseniz şımarıklık deyin ama ben buna hayatta kalma ve elindekileri koruma diyorum.

Telefonu Sena'nın yüzüne kapattım ve nasıl ulaştığımı bilmeden eve geri dönmüştüm. Belasını mi arıyordu verecektim. Ben olduğum yere kolay gelmedim. Kaç hafta okunmaların artması için dua ettiğimi bir ben biliyorum. Her gün uygulamaya girer bugün ne kadar artmışız diye bakardım. Kaç kişiye kitapları okutup onlardan fikir almıştım. Kaç defa yazdığım satırları defalarca kez okumuştum.

Bu zamana dek bir kere bile başkasının işine karışmadım. Kimseyi yerinden etme gibi de bir hayalim olmadı. Hep adil yarıştım ve ne emek verdiysem onun karşılığını aldı. Şımarık bir veledi yenilmek gibi de bir niyetim yok. Esra savaş mı istiyor, istediğini ona verecektim.

Otoparka arabayı park ettikten sonra hızlı adımlarla eve çıktım. Zeynep kendisine yemek hazırlıyordu. Genellikle dışarıdan sipariş ettiğini düşünürsem değişik gelmişti. Mutfağa fırtına misali giriş yapmamla bana bakakaldı.

"Zeynep, şu arkadaşım her kimse ona haber ver. Şu sahte kimlik zımbırtısından istiyorum. İsmi abidik gibidik olan cemiyete gidiyoruz."

1 hafta sonra
Adapazarı/Sakarya

Sonunda park edebilmiştim arabayı. Radyoyu kapatması en sevmediğim kısımdı ama istemeye istemeye de olsa arabayı stop ettirince durmak zorunda kalmıştım. Evden çıkmadan önce cebe attığım rujumu tazeledim, yolda gelirken rujum silinmişti ve bir kısmını da yemiştim.


Görmeyeli ne çok olmuş, demişsin kim bilir nasıl, nicedir halin.


Tamam şarkı söylerken ruj sürülmüyor. Bir kere daha anladım. Torpido gözünden bir ıslak mendil için eğilirken arabanın önünden geçen bir adamla göz göze geldiğimde içimi saran tanıdık hissi garipsedim. Yakışıklı bir adamdı belki de bu yüzden hatırlamıştım. Sonuçta ben Cem'den önce her gördüğü yakışıklıya kur yapan birisiydim.

Kuzguni siyah saçları vardı ve yüzünde ben izleri. Güneşin acımasız ışığında ilk bunlar dikkatimi çekmişti. Sonrasında da şık giyimi. Old Money takılıyordu. Kumaş pantolon onu uzun göstermişti. Belki de zaten uzundu. Üzerine giydiği beyaz gömleğin kollarını sıvamıştı ve bir elinde siyah bir kabanı tutuyordu. Omuzlarına hırkasını atmış ve önden kol kısımlarına düğüm atmıştı. Diğer elinde de güneş gözlüğü vardı.

Ben nasıl ondan gözümü alamamışsam o da tam tersi bakışlarımız kesiştiği ilk an önüne geri dönmüş ve beni önemsememişti. Sen beni önemsemiyorsan ben seni hiç önemsemem kardeşim.

Torpidodan ıslak mendili çıkartıp taşan yerleri dikkatlice çıkardım. Biraz fondoten bulaşmıştı ama umursamadım. Çöpüm olmadığı için her zaman yaptığımı yaptım ve daha sonra atarım diyerek arka koltuğa fırlattım. O kısma bu zamana kadar o kadar şey fırlatmıştım ki artık temizleme konusunda bir şeyler yapmam lazımdı.

Söylediğim şarkı değişirken makyajımı ve tipimi son bir kere daha kontrol ettim. Kızıl saçlarım dümdüz olmasına rağmen birbirine girmişti ve ben onları ellerimle gelişigüzel açmaya çalıştım. Kahve göz ve kızıl saç da fena gitmemişti aslında.

İyi ki lens takmadım anlarından birisini yaşıyordum. Ama bu güzel gözler hassas da olduğu için güneş gözlüğü de takmayı unutmadım. Ama itiraf etmek gerekirse çoğu zaman güneş gözlüğünü gözlerimin sağlığından ziyade havalı gözükmek takardım.

Acılı bir bakış yerleşirse eğer, kirpiğinin ucundan gözbebeğine

Devamını getiremediğim bir şarkı daha. Hiçbir şarkının devamını getiremiyordum. Çantamı telefonumla birlikte bir elime alında anahtarı çıkartıp arabadan indim. Topuklu ayakkabılarımın tok ve melodik sesi arabanın kilit sesiyle birleşince benim için gayet cool bir fon muziği oluşturmuşlardı ve söyleyemesem de kafamda çalan dangerous woman şarkısıyla mükemmel gidiyorlardı.

İçeri girmek için Zeyno'yu beklemeyecektim. Şimdi o, geldiği an götüyle dünyayı birbirine katar beni rezil ederdi. İnsanlar bir bağımız olduğunu öğrenecekse bile önce benim yanımda Zeyno olmadan ne kadar havalı olduğumu görmeleri şarttı.

Keşke dolgu topuk giyseydim. İnce topuklar benim yolda ilerlerken sallanmama sebep oluyordu. Ve bu benim kuzenim olmadan herkese göstermek istediğim görüntü ile alakası yoktu. Sakin ve sorunsuz bir şekilde merdivenlerin trabzanlarına yaklaştım. Merdivenlerin de maşallahı vardı yani. Binaya mı çıkıyoruz yoksa aya mı?

İnce topuklularla yukarıya doğru tırmanırken merdivenlerin basamaklarını da sayıyordum. On beş basamak olmuştu ve neredeyse yarısına yakın bir kısmı hala duruyordu. Fark etmeden basamaklardan yardım almaya başladığım için kenardan uzaklaşmış orta kısıma gelmiştim. Biraz daha zorlasam yerleri öpecektim. Zeyno olmadan havalı görünme planı iptal olmuştu. Aksine şimdi keşke burada olsaydı diyordum. En azından benden daha beter bir hale kendini sokacağı için ben daha az göze batardım.

En üst basamağı da tırmanmayı bitirdiğimde toplamda yirmi beş basamak saymıştım. Burası eskiden evdi ev. Bir insan ne diye her gün girip çıktığı yapıya işkence düzeneği koyardı yav. Etrafta kimse yokken merdivenlerin kavuştuğu düzlüğe oturdum.

Nefes nefese kalmıştım ve nefes almak gerçekten işkence çekmekle eşdeğerdi. Son yıllarda hayatımda kardeş niyetine kimse olmadığı için ben idmansızdım, bu şeyler beni yoruyordu. Eve gitmeden önce biraz spor yapsam iyi olurdu çünkü bu şekilde gidersem Ali denen insanımsı beni çiğ çiğ yerdi. Ayağa kalktığımda elimde tuttuğum telefon bir anda çalmaya başlamıştı. Yüzüncü yıl marşı çalışıyordu yani Rıza abim arıyordu.

Ailedeki herkes fanatik Galatasaraylı olduğu için zil seslerini Fenerbahçe'nin farklı marşları olarak ayarlamıştım. Ama Rıza abiminkini ayarlarken marşın bir anda çalınca insanı ne kadar korkuttuğunu hesaba katmamışım.

Bir anda çalan zille korkunca elim ayağıma karışmış ve şaşkınlıkla avcumdaki telefon parmaklarımdan kamıştı. Hayır, o ıphone düşemez. Çok pahalı. Ona uzanmak isterken de diğer elimle çantamı devirmiştim ve içerisinden yayınevi sözleşemem yere saçılmıştı. Onları kimse göremez çünkü görürlerse daha bir kelam edemeden beni buradan atarlardı. Götüyle dağları deviren ben olmuştum. E boşuna dememişler kınama kınanacak duruma düşersin diye.

Hangisine uzanacağımı şaşırdığım sırada bir ayağım alt basamağa inmişti ve diğer ayağım hala üst basamaktaydı. Kollarım korkuluk gibi iki yana açılmıştı ve çömeliyordum. Denge bulması zor bir pozisyondu zaten bulamamıştım da. Aşağıya doğru savrulurken dudaklarımdan bir çığlık koptu. Gözlerim istem dışı kapanmıştı. O yüzden sağ elime dokunan kişiyi görememiştim.

Belki de kimse dokunmamıştı da ben öyle sanmıştım. Ama parmaklarımı yukarı çeken eli hissetmiştim. İlk başta beni tutamadı ve avuçlarından kaymama izin verdi. Ama ikincisinde tuttu. Ondan gitmeme izin vermedi. Güçlü bir eldi beni tutan.

Tırsak bir şekilde göz kapaklarımı araladım. Sanki düşmediğime inanamıyor gibiydim. İlk yaptığım merdivenlerden aşağıya bakmak olmuştu. Teyit ettim kendimi dipte orada bulmadığıma. Sonra da beni tutan kişiye baktım.

Az önce torpidoya eğildiği sırada önümden geçen adamdı. Sağ elimi bilek güreşi yapacakmış gibi bir pozisyonda tutarken çok sıkmıştı kendini. O anda tüm ağırlığımı ona verdiğimi fark ettim. Düzelmeye çalışsam da pozisyonum düzelmedi. Kendime gelemiyordum ki düzeleyim. Kafam fazlasıylakarışıştı. Acaba yere saçılan evrakları görmüş müydü?

"Sakin ol. Ben seni yukarı çeleceğim. O sırada sen de yavaşça kalk tamam mı?" ses tonu ne kadar da çok Aras Bulut İynemli'ye benziyordu. Sertti, korkutucuydu. Ve kontrolcü birisi izlemini vermişti. Görünüşüne uymuyor desem yalan olurdu. O beni yukarı çekerken kendini de çekiyordu ve ben de elim boş durmadan ona yardım ediyordum.

Sonuçta beni tutmak için orada olmasaydı şimdi yirmi beş basamaktan yuvarlanmış bulunurdum. Hızlı ama bir o kadar da ağır çekimde gerçekleşiyormuş gibi hissettiğim bir andı ve ben bu anda onu incelemeden edemedim. Tamam artık Hatay'daki liseli ergen kız değildim. Üniversiteye geçtiğimde bol bol ortam görmüş, yakışıklı erkeklerle tanışmıştım. O zamanlar, lisede sevgili yapmamı istemeyen annemin neden buradan çık, üniversiteye gittiğinde bir sürü kişiyle tanışacaksın zaten dediğini anlamıştım.

Cem bunun en büyük örneklerinden birisiydi mesela. Hatta biri değil en büyüğü. İstanbul'a geldiğim anda onunla gözlerimi aşmıştım. O yüzden eskiden yaptığım gibi gördüğüm ilk erkeğe yazma huyum gitmişti. Ama bazen can çıkar huy çıkmaz durumum gerçekleşiyor ve karşımdaki kişiden etkilenirsem onu bir saat inceleniyordum. Ve şimdi de böyle olmuştu.

Keskin yüz hatlarının sardığı çehresinde düz bir burnu vardı. Okyanusları hatırlatan mavisi ve dolgun soluk pembe dudakları yüzünden ona baktığımda bir zıtlık görmüştüm. Çünkü gözleri çok ciddiyken dudakları o ciddiyeti kırıyordu.

Sol yanağında benler vardı ama bu benler onu ayrı bir karizmatik göstermişti. Eminim ki sakalları biraz bile çıksa benleri gizliyordu çünkü kuzguni siyah saçları bu yönde bir fikir veriyordu. Kesinlikle yakışıklı bir yüzü vardı. Bebeksi de diyebilirdim ama sert bakışları bebeksilikten çok uzaktı. Daha önce böyle birisini görmediğime emindim ama aşırı tanıdık bir siması vardı.

En sonunda iki ayağımın da üzerinde sağlam bir şekilde durabildiğimde yere saçılan evrakları hatırlayabilmiştim. Onları en baştan niye yanıma almıştım ki ben? Adamın bakışları benden yerdeki çantama ulaştığında tekrar düşme pahasına da olsa hemen eğilip kağıtların üzerine kapandım.

Aşırı hareketim gözüne batmış olmalıydım ama umurumda olmadı. Ona sırtımı dönerek çantamdan saçılanları görmesini engelledim ve katlanmalarını önemsemeden çıktıklara yere geri sıkıştırdım. Bakışlarını sırtımda hissedebiliyordum. Etrafta suç işlediğime dair en ufak bir ipucu kalmadığından emin olunca ayaklandım.

"Çok teşekkürler." Sanki elimdeki siyah çantada çalınmasından korktuğum milyon dolarlarım varmış gibi sıkıca tuttuğumu fark ettiğimde hemen tek elime aldım. Belki kağıtları görmemişti ama garip hareketlerimden şüphelenebilirdi. Ya da deli olduğumu düşünürdü.

Umarım ikincisi olurdu çünkü bu durum başıma ilk defa gelmezdi ve bununla baş edebilirdim. Ama daha önce evrakta sahtecilikten hapse atılmamıştım ve mümkünse hayatımın hiçbir kısmında da atılmak istemiyordum.

"Rica ederim. Mümkünse ince topuklular yerine spor ayakkabıyı tercih edin. Belki boyunuzu uzun göstermez ama yirmi beş basamaklı bir merdivenden düşme olasılığınızı en aza indirir."

Basamakların sayısını saymıştı. Onda da ben de olduğu gibi biraz manyaklık vardı. "Basamakları saydınız mı?"

"Evet." Tamam, konuşmaya çok da istekli değildi. Oysa ki ilk hetapta bana tavsiye veren de oydu. Yanımdan gitmek istiyordu. Acaba az önceki hareketlerim mi onu korkutmuştu. Öyle bir olasılığın var olduğunu düşünmüyordum gerçi.

Şu topuklularla bile aramızda en azından bir cetvelin yarısı kadar mesafe kalmış olmalıydı. Heybetli ve sert birisiydi belli. Benden korkmadığını biliyordum ama gözle görülebiliyordu ki hoşuna gitmemiştim. Boy demişken boyu ne kadardı acaba? "Boyunuz kaç?"

Yüzünde ani bir aydınlanmayla baktı. Kötü bir aydınlanmayla. Okula giderken o günkü dersin beni sevmeyen hocaya olduğunu hatırladığımda takındığım ifadeye benziyordu. Şaşırmıştı. Tamam ani bir soruydu ama sanki fazla tepki veriyordu. Sanki beni tanıyordu.

Artık kızıl olan saçlarıma baktı ve gözleri kısıldı. Bir sorun yokmuş gibi "Bir doksan yedi," diye cevap verdiğinde ufal bir ıslık çaldım. Bunu da farkında olmadan yapmıştım. Bu görgüsüz hareketimi toplamaya çalıştım ama daha konuşmaya balkamadan başarısız olduğumun bilincindeydim. "Baya da varmışsınız. Allah sahibinize bağışlasın."

Bu lafı sevmiyordum ama o kadar ters bir ifadeyle bakmıştı ki bu soruyu sorarkanki niyetimin farklı olduğunu düşünmesinden korktum. Tamam şu an bekar sayılırdım ama daha yeni dört yıllık ilişkimi bitirmiştim ve birinden ayrıldıktan sonra anında başkasının kucağına atlayacak bir kişiliğim yoktu. Kendi içimde tipini beğenmiş olabilirdim ama bu beyefendiden dışarıda çok vardı. Sadece bulması sorundu.

"İyi günler," deyip gitmeye yeltendiğinde onun önüne geçtim. Şaşkın gözleri yerini bırakıp gitmişti. Mavileri boş bakarken elimle arkasındaki eski köşkü gösterdim. "Burada mı çalışıyorsunuz? Ya da üyelerinden birisi misiniz?" soruyu sorarkenki amacım içeri girdiğimde alık balık kayıp memo gibi dolaşmadan ulaşmam gereken yere gitmemi sağlamaktı. "Evet."

"Kayıt yaptırmak için gelmiştim de. Buranın yöneticisinin odası nerede?" okyanus rengi irisleri bir anda gece mavisine dönmüş, kararmıştı sanki. Bana ters bir ifadeyle bakıyordu. Ama beni yanıtsız bırakmadı. "kapıdan girdiğinizde sizi bir merdiven karşılayacak. İkinci kata çıkın sonra solunuza dönün. Koridorun en sonundaki oda."

"Teşekkür ederim." Başının hafifçe sallayıp yanımdan geçti ve hiçbir şey demeden aşağı indi. Rica ederim demek o kadar zor olmamalıydı. Kaba davranmamıştı ama soğuk tavrı beni güneşin altındayken dahi üşütmüştü. Üzerindeki o kabanı alıp üzerime geçiresim gelmişti.

Onun gitmesini izlemeden önüme döndüm ve köşkten içeri girdim. Gazamız vatana millete hayırlı olsun.

Ay bölüm sonuuu

Sizce nasıl bir bölümdü, beğendiniz mi? Fikirlerinizi belirtirseniz çok ama çok mutlu olurum. Gelecek hafta görüşmek üzere. Görüşürüz.

İnstagram @/thisisesra7

Continue Reading

You'll Also Like

535 143 13
Deliler mi suçluydu, delirten mi? Delilerin olmadığı bir deliler hastanesi düşünebilir misiniz? Peki ya insanların delirtildiği bir hastane... S...
TUTSAK By Elsa

Mystery / Thriller

76.1K 2.7K 37
"Ben; kışı yaşadığım bir akşam beni yakan rüzgarı da çok iyi tanıyorum, bir cehennem akşamı beni üşüten alevleri de"
2.1K 427 22
Lora Asi Demir. Ben ya siyah ya da beyazdım. Hayatımda griye renk yoktu. Bunu söylediğimde o gün geleceğimi gösterselerdi , o hayatıma griyi getiren...
4.5M 382K 94
1 KIZ, 6 ERKEK, ÖLÜMCÜL BİR EV. Afra'nın diğer tutsaklardan dört farkı vardı: Birincisi, bir kız olmasıydı. İkincisi, tutsak alınan son kişi olmasıyd...