SERÇELER AĞLADIĞINDA

By vaenoctis

522K 40.4K 66.4K

Ailesinin güven veren kanatlarının altı yerine soğuk bir köşede kendi başına büyüyen kuşlara gökyüzü özgürlük... More

SERÇELER AĞLADIĞINDA
İKİNCİ BÖLÜM
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
BEŞİNCİ BÖLÜM
ALTINCI BÖLÜM
YEDİNCİ BÖLÜM
SEKİZİNCİ BÖLÜM
DOKUZUNCU BÖLÜM
ONUNCU BÖLÜM
ON BİRİNCİ BÖLÜM
ON İKİNCİ BÖLÜM

BİRİNCİ BÖLÜM

83.2K 4.9K 9.8K
By vaenoctis




İyi okumalar!


BİRİNCİ BÖLÜM




Taylor Swift, Would've Could've Should've

Billie Eilish, TV

LAUREL, Sun King








Talya Vasilyev. Babamın rus kökenlerinden bana geçen yalnızca mavi gözlerim, gür siyah saçlarım ve beyaz tenim değil; sert mizacım ve bir de duyanların en az iki kere hecelememi rica ettiği soyadımdı. Sınıfın cam panosuna asılı listelerde kendimi kolayca bulmuştum bulmasına her zamanki gibi, ama; hiç bulmamış olmayı ve kiminle eşleştiğimi hiç öğrenmemiş olmayı dilemiştim o soğuk, yağmurlu okul çıkışında. Eğer dönebilseydim geçmişe beş dakika önce bu bilgiye sahip olmadığım bir ana değil, beş gün öncesine ek ödev almayı kabul ettiğim maili onayladığım akşama dönmek isterdim. Böylece dilsiz diye beni aşağılayan arkadaşlarıyla kafeteryada oturup gözlerimin içine doğrudan ters bir bakış atan cehennem zebanisiyle yan yana yazılmazdı hiçbir yerde ismimiz.

Gazel Hanvezir.

Ailem büyük bir çöküş dönemine girmeden önce yatırımcılarımızdan olan Hanvezirlerin de katıldığı bir şirket yemeğinde gördüğüm o surat, elbette ki zihnimde yer etmişti. O zamanlar, her gün kolunda başka bir kızla takılan paşamızın şirket yemeğinde yalnızca bir saat vakit geçirip cici annesiyle tartıştıktan sonra çıkışı masada anne ve babam tarafından bir müddet konuşulmuştu. Öz annesinin lösemi hastası olduğunu ve bu sebepten vefat ettiği konusu şampanyanın yanına meze olurken annemin eğilip babamın kulağına, aslında kadının intihar ettiğini ve bunun Hanvezirler için bir itibar meselesi hâline geldiğini fısıldadığı an diken diken olan tüylerimin nasıl minik; zehirli iğneler gibi tenime battığını çok net hatırlıyordum. Tüm önyargım, tuzla buz edilen bir pencere camı gibi üzerime inmişti o gece kopan fırtınada.

Kıyametin sebebi cennetten bir melekti halbuki, fırtınayı nasıl cehennemin kör kuyularını yuvası yapmış bir zebani dindirebilmişti o geceki?

Sessizlik. En acı verici savaşma biçimidir.

Çünkü insanlar bağır çağır üzerine nasıl büyük bir sahtekâr olduğunu işlerken, sen her gece bir köşede sessizce kirlenmiş tenini çitilersin sadece kendinin duyabileceği kadar sessiz fısıltılarla.

Gazel Hanvezir'in ne kadar şımarık, züppe, egoist ve aptal bir çocuk olduğunu düşünen yanımı; annesinin ölümünün ardındaki saf gerçeğin bilinmezliğiyle susturduğumda, ben sessiz kalırsam onlar da çıt çıkarmaz sanmak belki de en büyük yanılgımdı ve bu yüzden savunmasız kalmıştım düşman topraklarında.

"Dilsizin teki."

Dilsizin teki. Öyleydim, gerçekten; inkârın lüzumu yoktu fakat ne zaman koridorda karşılaşsanız veya sınıfta göz göze gelseniz, o sırık gibi boyuna ve kaslı geniş omuzlarına rağmen gözlerinin içine baktığınız an yalnızca küçük öfkeli bir çocuk gördüğünüz birinin ağzından sizi hayatınız boyunca en çok incitmiş kelimelerden ikisini duymak şüphesiz ki vicdanınıza ucu kinle bilenmiş bir çapa vurduruyordu.

Belki de bu yüzden okulun dedikodu sayfasına anonim bir hesaptan Gazel Hanvezir'in annesi Hülya Hanvezir'in aslında lösemiden değil; bir gece yarısı çocukları ve kocası uyurken kendi canına kıyarak hayatını kaybettiği bilgisini mesaj atmıştım. Ayrıca ağır halisünasyon, anksiyete ve depresyon teşhislerini de eklemiş; Gazel Hanvezir'in eski fotoğraflarını okul yıllığından ve o dönemki okul arkadaşlarından bularak sivilceli, gözlüklü ve zayıf görünüşünü nasıl bir yunan tanrısına çevirdiğinin sırrını vermesini gerektiğini de not olarak eklemiştim. Elbette ki bu fotoğrafların internette ve okulda yayılacağını ve dalga konusu hâline geleceğini biliyordum, elbette ki Gazel Hanvezir'in illa ki birilerini yumruklayacağını ve disiplinlik olacağını biliyordum ve elbette ki, bunun özgüvenini zedeleyerek onu inciteceğinin farkındaydım.

Dilsizin teki.

Sessizlik, en acı verici savaşma biçimidir çünkü silahını gözlerin kapalı ateşlersin karanlığa; orada saklanan canavarın sana verdiği zararın boyutunun bir önemi yoktur, o kalın görünen derisinin altında aslında ne kadar zayıf ve korkak, küçük bir çocuk saklı olduğunun da öyle. Ama benimle ilgili, kimsenin anlayamadığı karanlık taraflarımdan biri de bu: Beni incit, kâbusun olamam belki ama en az bir tanesini yaşatırım; seni sevmeme izin ver ve beni terk et, sonsuza dek bana gelmen için yalvaracağım— gelirsen canını cehennemin kör kuyularında yakacağım.

Pencereye vuran yağmurun sesi beni ana döndürdüğünde sınıf panosunun önünde dikiliyordum hâlâ ve hayır, bu, geceleri kan ter içinde uyansam bile şükrettiğim o kâbuslardan biri değildi. Bu gerçekti. Bu, hayatın bana, kahkahalarla gülerek ne yaparsam yapayım hiçbir zaman kimseye değmeden yaşayamayacağımı söyleme biçimiydi. Ben Gazel Hanvezir'i es geçmek ve geçmişi toprağın altına gömmek isterken, bu şehri saran yağmur henüz oturmamış toprağı kaldırıp geçmişi gün yüzüne çıkarmak için fazla istekliydi.

Ekonomik durumları gittikçe kötüleşen bir ailenin iki çocuğundan amatör bir ressam olandım ben, Talya. Her ne kadar ismimin anlamı baharın habercisi olsa da daha çok hiç bitmek bilmeyen o soğuk kışları yaşatırdım içimde. Notlarımı önemsiyordum, özellikle de geleceğim konusunda aileme sırtımı yaslayamayacağımı fark ettiğim günden beri oldukça fazla; öyle ki bir süredir çocuklara işaret dili ve resim dersleri veriyor; basit teknikleri öğretiyor; bir nevi bakıcılık yapıyordum onlara ve paramı kazanıyordum. İlerideki hedefim tek kuruş harcamadan, akademik başarım sebebiyle bana burs sağlayacak iyi bir okulda işsiz kalmamın imkânsız olacağı bir bölüme girmek ve mezun olduğumda rekor bir maaşla çalışmaya başlamaktı. Bu yüzden evet, notlarımı önemsiyorum zayıf bir tanım bile olmuştu, notlarımı korkunç derecede takıntılı bir şekilde önemsiyordum.

Ve evet, ortalamamı yükseltmek için şeytanla ortak çalışmam gerekiyorsa bunu yapacaktım. Tam anlamıyla.

Kulaklarım çoğu zaman iyi duyuyordu ama, o an birçok şey aynı anda zihnimi bulandırdığından arkamda dikilen silüeti; sesi beni irkitmeden fark edemedim.

"Biliyorum," dedi kalın ve dingin bir ses, sıçrayarak döndüm o an arkama. Neden ses çıkarmak bu kadar zordu insanlar için? Yoksa ben mi fazlasıyla kayboluyordum kafamın içinde, etrafımda olanlardan bu kadar habersiz... "Ben de seninle eşleşmek istemezdim. Emel Hoca'yla konuştum ama eşleşmelerde bir değişiklik yapmayacaklarını kesin ve net bir şekilde söyledi. Yani, Tali, birbirimize mecburuz."

Ve işte, orada, hiç olmadığı kadar yakın bir mesafede dikiliyordu karşımda; üzerinde lacivert pantolon ve beyaz lakos okul forması vardı. Koyu kumral saçları sanki çok değil birkaç dakika önce çekiştirilmişçesine dağınık görünüyordu ve kulakları kızarmıştı, erkek kardeşim Görkem de üşüdüğünde kulakları kızarırdı ama karşımdaki korkuluğun herhangi bir şey hissedebileceğini düşünmüyordum. O da kendi türüne ait olan bu özelliği taşıyor olmalıydı, öteki türlü günlük bir egzersizmiş gibi kalpleri kıramazlardı.

Ben sana mecbur değilim, dedim işaret diliyle o an, öfkeli bir şekilde; Gazel'in anlamayacağını bile bile. Çünkü bu okulda işaret dili bilen tek bir kişi bile tanımıyordum ama eski okulumda bir tane vardı. Ve belki de, aşk ya da nefret, böylesine yoğun duygular beslediğim hiç kimsenin dilimi konuşamıyor veya anlayamıyor olması bir lütuftu; şimdiye kadar, yalnızca, fark edememiştim bunu ben.

Gazel seslice nefes verdi anlamsızca havada salladığım ellerime bakmayı bıraktığında. Çikolata kahvesi güzel gözlerinde görebildiğim yalnızca bıkkınlıktı; belki okuldan, belki insanlardan, belki sorunlardan, belki benden... Ama hepimiz, hiç kimsenin haberinin olmadığı savaşları veriyorduk değil mi sessizce içimizde? Ben sadece, başkalarınınkini umursamayacak kadar taş kesilmiştim son günlerde. Gazel Hanvezir de farklı değildi.

"Takvimime baktım da," dedi Gazel, elini ensesine atarak, ardından bakışlarını üzerime çevirdi. Elinde ileri seviye matematik dersine ait bir kitap, kitabın ilk sayfasına taktığı mavi bir kalem ve telefonu vardı. "Hafta sonuna kadar müsaitliğim yok bu akşamdan başka. İstersen şimdi başlayalım, sonra devamını getiririz. En azından konuya karar vermemiz gerek. Bilmeni istiyorum ki bu ödevi son derece ciddiye alıyorum, ortalamayı ne kadar etkilediğinin farkındasındır. Eğer kılını kıpırdatmayacaksan da; bireysel puanlandırma yapılacak, haberin olsun. Yani vaktimi boşa harcama."

Eğilirsen bir kere kafa atmak istiyorum, sonrasına çalışmaya başlayabiliriz, dedim hafif bir tebessümle ellerimi havada sallayarak. Gazel anında aynı samimiyetsiz tebessümle cevap verdi bana o an. "Ne çeşit bir küfür ettin az önce bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum, sadece cevap ver. Var mısın, yok musun?"

Seslice nefes verdim, bıkkınca omuzlarım çöktü o an. Bundan kaçış yoktu. Daha önce de birlikte ödevler hazırladığım sınıf arkadaşlarım olmuştu bir önceki okulumda fakat orada daha insancıl ve katlanılabilir bir bireydim, yeni okulumda ise yalnızca herkesi öldürmek istiyor ve tam puan almak için kimi ezmem gerekiyorsa üzerine basarak eziyordum.

Okuldan sonra bir işim yoktu. Eskiden olurdu, can attığım bir yer olurdu gitmek için ama artık yoktu. Bu yüzden çok düşünmeden kafamı salladım ve her zamanki gibi telefonumun notlar kısmına bir şeyler yazıp ekranı ona çevirdim.

Bildiğim sessiz bir kafe var. Orada çalışabiliriz.

Gazel teklifimi kısa bir an düşündü, ardından gözleri kısıldı ve yeni bir teklifte bulundu. "Okulda kalıp kütüphanede de çalışabiliriz?"

Başımı iki yana salladım.

"Neden?"

Bunu ona söyleyip söylememek arasında gidip geldim o an ama eğer söylersem, belki hareketlerine dikkat edebilirdi ve böylece başım ağrımazdı. Siktir et, diye düşündüm o an ve söylemeye karar verdim.

Popüler bir çocuksun ve okulda seninle görülmek istemiyorum.

Kaşları havalandı, şaşırmıştı. Kim, hangi nedenden ona böyle bir sebeple gelebilirdi ki zaten? "Bunu neden bir hastalıkmış da sana bulaşmasını istemiyormuşsun gibi söyledin?"

Gözlerinin içine baktım bir müddet, donuk bakışlarımla; çikolata kahvesi gözlerinin içine. Beni gerçekten tanıyor olsaydı aslında ne kadar üzgün baktığımı anlayabilirdi ama bir yabancıydı sadece; bir süreliğine partnerim olacak, daha sonra herhangi biri kalmaya devam edecekti. Yolumuzun kesiştiği herkes gibi.

Çünkü Gazel... 11 Mayıs. Neden tarihleri hatırladığımı sorma, sıkıntılarım var. O benim hakkımda hiçbir şey düşünmedi ama ben onun hakkında çok şey düşündüm, belki de tam olarak bu yüzden çenemi tutamadım ve arkadaşlarıma anlattım. Bahsi geçen arkadaşlarımdan biri fazla hırslıydı ve onun kurşun kalemle çizdiği sınırlarına elinde silgiyle geldi. O gece nasıl uyudum bilmiyorum, cehennemde yatıyordum sanki. İnsanlarda nasıl böyle karanlık bir duygu yaratmayı başarıyorum bilmiyorum ama benim olduğunu düşündüğüm şeyleri elimden alıyorlar, bir daha eskisi gibi olmamasını sağlıyorlar. Belki de çok konuşamıyor olmam bir lütuftur, sanki ağzıma sürdüğüm her şey tarafından cezalandırılıyorum çünkü. Değer verdiğim ne varsa kaybediyorum. Kabul ettiğim, önünde diz çöktüğüm, yelkenlerimi suya indirdiğim ne varsa bir hançere dönüşüyor ve göğsümü yarıyor. Geçiyor, evet. Delip geçiyor. O boşluk bir kara delik. O boşluk hep içimde. O boşluk hiç dolmuyor. Doldurabilenler kalmıyor. Neden kimse kalmıyor?

O bıçağı oraya sen sapladın ama ben de çevirip duruyorum.

Tıkladığında kapımı açtığım kim varsa şiddetle seviyor ve şiddetle unutamıyorum.

Omuz silktim o an, Gazel'e bir cevap vermektense. Ya da verdiğim cevap buydu. Kütüphaneyi sevmiyorum, bana ne, orada çalışmak istemiyorum, gibisinden bir cevap ama gerçek çok daha farklıydı.

Hiçbir şeyin ve hiç kimsenin göründüğü gibi olmadığı bir dünyada yabancıları yargılama şımarıklığını kendimde nasıl bulabiliyorum bilmiyorum ama dedim ya, ben aslında en çok kendimden korkuyorum çünkü göğsümdeki o boşluğu oraya ben açtım. Beni delip geçen insanların eline silahı benim verdiğim gibi.

Sadece biri, başa çıkamayacağım kadar zehirliydi.

O yüzden şimdi göğsümde kara bir delik var içeri girmeye çalışan herkesi yutan. Oraya bir duygu yerleştirmek mümkün değil, orası hep karanlık; soğuk ve kasvetli kalmaya mahkûm.

"Neyse senin şu kafeye gideriz o zaman," diye söylendi Gazel, daha fazla uzatmadan. Başımı sallayıp çantamı aldım ve sınıftan çıkarken onu takip ettim o an. Yan yana yürüyormuşuz gibi görünmemesi için biraz arkasından yürüyordum ama koridorlar zaten çoktan boşalmıştı, tüm okul dağılmıştı.

Bu sene bu okula ilk geldiğim hafta tiyatro kulübünde yanına oturduğum kız Gazel'e sırılsıklam âşık olduğunu itiraf etmese de insanın anlamaması imkânsız olduğundan onunla ilgili birkaç dedikodu anlatmış ve okulun geri kalan popüler öğrencilerinden bahsetmişti biraz. Duyduğuna göre Gazel'in liseye başladığı sene çok sevdiği bir kız arkadaşı vardı fakat kız ondan ayrılmıştı, bu yüzden Gazel de bunu egosuna yediremeyip bir playboy'a dönüşmüştü. Playboy. Fuckboy. Bu devirde ikisinden birine dönüşmeyen kalbi kırık bir erkeği gösterin, tüm okulun karşısında bayılmadan Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi'ni okuyacağım, söz.

Kadınlar kalpleri kırıldığında kabuklarına çekilebiliyor yalnız başlarına ama erkekler kabuklarını genel eve çeviriyor deneyimlediğim üzere. Birini unutmak için, binini hayatına almak saçmalık; yanında uyandığın her biri, sana o birini hatırlatacak.

Kırılgan egolar, tehlikeli canavarlar yaratır. Tehlikeli maddeler. Tehlikeli kalpler. Tehlikeli insanlar, sevilmesi imkânsızlar. İnternette okumuştum. Birinin ne kadar paramparça olduğunu onu sevmeye çalışana dek anlayamazsın, yazıyordu. Devamını getirmeliydi yazar. Ve anladığında, sen de paramparça olursun. Söylemiştim. Tehlikeli madde. Hazar'dous material.

Hazar.

Her neyse. Gazel de onlardan biriydi işte.

Bazen alnıma dikkat çarpar tabelası asmak istiyordum. Kendi ruhum bile duymadan insanlardan intikam aldığıma göre bana da insanları kendimden uzak tutacak bir uyarı tabelası gerekiyordu.

Ben dışarıdaki yağmura yakalanmadan nasıl kafeye gideceğimizi düşünüp uygulamadan taksi çağırmaya çalışırken, nihayet zemin kata ulaştığımızda bir kat daha aşağı inmek için yeniden merdivenlere yöneldi Gazel. "Nereye gidiyorsun? Arabam otoparkta."

Tabii ki arabası vardı. Ve tabii ki otoparktaydı.

Eğer milyonuncu kez başarısız olmasaydım ehliyet sınavında, ben de arabamla dönüyor olabilirdim gerçi eve. Sızlanmaya hakkım yoktu. Babam on sekizinci yaş günüm için bana ikinci el bir araba almıştı fakat benim direksiyon sınavı konusunda tam bir umutsuz vaka olduğumu anladığında satmıştı. Ben de denemeyi bırakmıştım. Aptal değildim, sadece kullandığım ilaçlar yüzünden dikkatimi bir türlü toplayamıyordum direksiyon sınavında. Üstelik sınavıma giren gözetmen komisyon genelde erkek oluyordu ve sinirimi bozmanın bir yolunu buluyordu.

Erkekler zaten çekilmiyordu. Bir de cinsiyetçi ve cahil olup toplumda yer bulabilenleri vardı. Şaka gibi.

Gazel uzun boylu bir çocuktu. Duyduğuma göre basketbol takımındaydı ve ileri seviyede satranç oynuyor, turnuvalarda okulu temsil ediyordu. Yalnızca birkaç haftadır aynı sınıfta alıyorduk derslerimizi fakat arada hocalarla dersle ilgili konular hakkında atışmak ve sınıfa tartışma konusu çıkarmak dışında bir yaramazlığını görmemiştim, Felsefe derslerinin ardından fikir alışverişinde bulunmak bahanesiyle yanına gelen kızların ona samimi bir şekilde yaklaşmasına izin verdiği için genelde görmezden geldiğim bir sınıf arkadaşı olmuştu kendisi. Fazla ilgi görüyordu ve ben sessizce mezun olmak istiyordum artık bu lise denen lanet yerden. Emel Hoca bilerek bizi yan yana getirdiğini söylese şaşırmazdım, kadın zaten popüler romantik kitaplardan başını kaldırmıyordu koridorda nöbetçiyken.

Asosyal, sessiz kız ve popüler erkek eşleşmesinin işe yaramadığını ona saatlerce anlatabilirdim halbuki. Belki ileride eski okuluma tayinini aldırırsa söz konusu kişi mezun olmadan, kanlı canlı örneğini de görebilir ya da dedikodulardan öğrenebilirdi.

"Manzara hoşuna gitti sanırım," dedi beni düşüncelerimden koparan bir ses, Gazel'in sesi, güzel bir spor aracın anahtarları elinde kapı kilitlerini açarken. Kırmızı. Arabası kırmızıydı. Mavi değil.

Bir süre neyden bahsettiğini anlamaya çalıştım bir aptal gibi fakat fazla düşünmeye gerek yoktu, onunla ilgili düşüncelere daldığımda baştan aşağı vücudunu süzüyordum çünkü.

Gözlerimi devirerek aracın ön kapısını açtım ve koltuğa geçtikten sonra kapıyı kapattım. Gazel yanıma bindikten sonra aynaları kontrol etti ve motoru çalıştırdı. "Önemli değil. Ben de tatlı eteğini biraz fazla süzmüş olabilirim."

Anında çantamı bacaklarımın üzerine koydum ve kızgın bakışlarımla baktım yüzüne. Beni hiç umursamadan gülerek emniyet kemerini takmış ve geri manevrayla otoparktan çıkmıştı. Sapık. Eğer onun az önce tek seferde yaptığı manevrayı direksiyon sınavlarımdan birinde komisyona yapabilseydim muhtemelen parkurun kalanını gezmeye ya da dışarıda tur atmaya ihtiyaç duymadan bana ehliyetimi vereceklerini düşünmeden edememiştim o an.

"Sapık değilim. Gözüme güzel gelenin, güzel olduğunu söylüyorum sadece," dedi ardından Gazel, okul bahçesinden şehir yoluna çıkarken. "Sen de beni süzdün ama iltifat bile etmedin üstelik." Deli gibi yağmur yağıyordu. Rahatsız edici sessizliğimi bastırmak için olsa gerek, telefonuna bağlı olan müzik sistemini açtı ve arabada kısık sesle tekno bir müzik çalmaya başladı. Gözlerimi devirdim. Tabii ki anlamsız müzikler dinliyordu, beyninin yerinde fazla çiğnenmiş bir sakız olmadığına şaşırmalıydım.

"Göz mü devirdin az önce sen bana?"

Durdum. Yan bir bakış attım ona. Yaptığım her şeyi böyle ceza vermek istercesine yargılayacak mıydı gerçekten? Daha tanışalı bir saat olmamıştı ama şimdiden gıcık olduğum insanlar listesinde ilk üçe adını yazdırmıştı.

Grinin Elli Tonu'ndaki gibi gözlerimi tekrar devirdim o an umursamazca. Gazel bu sefer başını tamamen bana çevirdi ve espriyi anlamışçasına "Kucağıma yatıp şaplaklanmak istiyor olamazsın," diye söylendiğinde çok garip bir şey oldu.

Kahkaha attım.

Başımı geriye atarak, gülüşüm arabanın içinde yankılanırken kahkaha attım ve ağzım bir karış açık bir şekilde ona döndüm. Gazel de o an şaşkınca bana bakıyordu. "Ne yani konuşamıyorsun ama gülebiliyorsun öyle mi?"

Gülerken kekelemek mümkün değildi.

Koluna bir tokat daha attığımda bu sefer bu pasif agresif hareketimle bir sorun yaşamışa benzemiyordu. Telefonumu çıkartıp notlar kısmını açtım.

Ne düşündüğünü biliyorum!

"Ne yani erkekler Grinin Elli Tonu okuyamaz mı?" diye söylendiğinde bu sefer kahkaha atmamak için elimi ağzıma kapatmak zorunda kalmıştım.

Ne yani bir de okudun mu? İzlemedin OKUDUN mu?'()^+P/+)'/'+(

Gazel cık cık'ladı o an, "Gururlu bir feminist gibi görünüyorsun ama insanları fazlasıyla yargılıyorsun. Öz değerlerini yeniden gözden geçirmen gereken konular var sanırım," dedi dalga geçer bir sesle fakat son cümlesini fazlasıyla ciddiye aldığımın farkında değildi. "Fazla popüler olduğu dönemde bir kızı tavlamak için okumuştum."

Öz değerlerimi kesinlikle gözden geçirmem gereken konular vardı ama bir süredir kendimle yüzleşmekten öyle bir kaçıyordum ki terapide bile aklımı meşgul ettiğim, bilerek dikkatimi dağıttığım küçük meseleleri büyük sorunlarmış gibi yansıtıyordum istemsizce. Terapistim en sonunda beni kovacakmış gibi "Talya, son birkaç seanstır rahatsız olduğum bir konu var. Derinlere inemiyoruz, asla izin vermiyorsun buna," dediğinde gerçekten ağlamak istemiştim çünkü eğer paralı arkadaşım bile beni dinlemek istemiyorsa benim artık kimseye anlatacak hiçbir şeyim yoktu. Yok olabilirdim ben de.

Ama durum böyle değildi tabii ki, ben fazla alıngandım ve terapistim de işini yapıyordu sadece. Haklıydı da. Kendimi oyaladığım gibi o küçük aklımla diploması olan bir uzmanı da kandırabileceğimi düşünmek benim aptallığımdı.

"Yine sustun," dedi Gazel'in düşüncelerimi boğan sesi o an. İki kelimesi öyle bir yapıştı ki boğazıma, aşağı inerken nefes borumu çizdi sanki ve gözlerim sulandı. Yine sustun.

Ben hep susarım Gazel. Ben hep sessizimdir sen bilmezsin. Gıkım çıkmaz. Beni öldür, ses çıkarmam; umursamıyorum sanarsın. Mutluyken de susarım çünkü ben heyecanlıyken de. Donuk ve soğuk bakışlarıma aldanırsın. Çok severim, çok özlerim, savaşırım kendimle her an her dakika arayıp mesaj atmamak için; ruhun duymaz. İçimde bir şeyler yanlış ve onları gizlemeye çalışıyorum sadece, bir de kendime bile anlatamadığım canavarlarım var göğsümde besleyip büyüttüğüm. Her gece benimle uykuya yatıyorlar ve çok dinç kalkıyorlar sabahları. Benden dinç. Beni mahvetmek için.

İnsanın en büyük düşmanı kendiyse, bir muharebe alanına adım atması gerekmez savaşmak için; hayat bir mücadeledir.

Geçenlerde okuduğum bir kitapta başrol diyor ki, en büyük savaşım kendimeydi. Ben çocukken yatağın altına ya da dolabın içine saklanan canavarlardan korkmadım, aynaya baktığımda gördüğüm yaratıktan korktum hep. Ben onu sevmedim ki hiç, kim sevsindi. Kim sarıp sarmalasındı. Kim kollarının arasında uyutsundu. Kim şeytanlarını sustursundu. Kim, hiç kimsenin sarılmadığı gibi sarılsındı ona uzunca.

Sarılmayı bile bilmiyordu ki bu canavar. Geri çekilmek istiyordu başa çıkamadığından şefkatle, hiç ayrılmak istemediği kolların arasından. Herkesi kucaklayan o kollarının arasından, o koca yürekli meleğin.

Lucifer da bir melekti.

Gazel arabayı kırmızı ışıkta durdurduğunda gözyaşlarımı geldiği gibi geri göndermiştim çoktan. "Öyle demek istemedim," dedi bana dürüst olduğunu düşündüğüm bir sesle. "Dışarıdan duyulduğu gibi söylemek istememiştim."

Önemli değil, dercesine elimi salladım o an ve telefonumdan kafenin adresini açtım haritalar uygulamasında. Ardından Gazel'e uzattım. Benim telefonumdan konuma baktığı sırada, kendi telefonu çalmaya başladığından arabada çalan müzik de kesilmişti ve ekranda gelen arama görünüyordu. Minik Serçe.

"Siktir," diye söylendi hayatî bir hata yapmış gibi başını koltukta geriye atarak elini alnına yapıştırırken. Kendi kendine söyleniyordu. "Bu sefer cidden boku yedim..."

Klasik erkek, diye düşünmeden edemedim hırçın bir soluk verirken başımı cama çevirerek. Muhtemelen böyle değerli bir ismi takıldığı kızlardan birine vermişti ve şu an başka bir yerde olması gerekiyordu ama tabii ki unutmuştu. Çünkü umrunda değildi. Birazdan aramayı kabul edecek ve çok acil bir işi çıktığını söyleyecekti, mesela amcasının düğünü için başka bir şehre falan gitmesi gerekiyordu ve tam da şu an haberi olmuştu bu sözde düğünden ama aslında benimle birlikteydi. Başka kızları da böyle mi kaydediyordu telefonuna? Başka ne gibi çeşitleri vardı bunun? Küçük Kaplumbağa? Yaralı Kuş?

İğrenç.

Gazel aramayı yanıtladığında parmaklarımı göz pınarlarıma bastırmış, gelecek kız sesi için bekliyordum. Öyle oldu da. Bir kız konuştu. Fakat tahminimden çok daha küçük bir kız konuştu.

"Aaaaaaaaaabiiiiiiiiiiiiiiiii!"

Nefesimi tuttum. Bu bir kız çocuğunun sesiydi ve on yaşından büyük olamazdı. Gazel'in kız kardeşi mi vardı?

"Efendim abim," diye yanıtladı Gazel. Abim deyişi kulağıma o kadar tatlı gelmişti ki alt dudağımı ağzımın içine yuvarlayıp ısırmaktan alıkoyamamıştım kendimi.

"Nerede kaldın? Hani ödevime yardım edecektin? Dersin 17.45'de bitiyordu, öyle demiştin. Saat 18.14 ve dadım dedi ki birazdan burada olurmuşsun. Gelirken deniz kızlı kafedeki fındıklı tatlıdan alır mısın? O zaman istersen geç kalmana göz yumabilirim abişko."

Vazgeçtim. Bu çocuk en fazla yedi yaşında.

Ve sesinden anlaşıldığı üzere, tam bir cimcime.

"On beş dakikaya evdeyim abiciğim, eğer ben gelen kadar ödevine başlar ve ilacını alırsan ben de fındıklı tatlını alırım," diye yanıtladı Gazel onu, bir anda şerit değiştirip U dönüşü yaparken. Bekle, ne yapıyordu o?

"Anlaştık! Bay baaaay!"

Minik Serçe'si telefonu kapattığı an "Ben hâlâ buradayım!" demek istercesine kolunu dürttüm Gazel'in. Bir kolundaki elime, bir de bana baktı.

"Ne? Bizim ev çalışmak için kafeden daha konforlu."

İçimde bir öfke alevlendi o an. Bana sormadan beni evine mi götürüyordu? Bunu sorun etmeyeceğimi nasıl düşünebilirdi fikrimi bile sormamışken? Yeniden sesi yükselen saçma sapan şarkıyı tamamen kapatıp telefonumun notlar kısmını açtığımda o kadar öfkeliydim ki yazarken kaç harf hatası yaptığımı saymamıştım bile.

İndir benş. Evine falsn gelmiyorum. Böylr amlaşmamışltık

"Sakin ol Talya, yemeyeceğim sonuçta seni," dedi Gazel, yazdığıma bir bakış atıp gülerken. Hızlıca telefonu kendime çevirip yaptığım trajikomik harf hatasına, telefonuma her an kafa atabilecekmiş gibi bakmaya başladım o an. "Ev boş, sessiz. Kız kardeşimle dadısı var sadece. Söz vermiştim ödevine yardım edeceğine ama tamamen aklımdan çıkmış. Eğer sorun çıkarmadan gelirsen ben de ödevi yaptığımız süre boyunca başını ağrıtmam, emin ol." Starbucks'ın önüne arabayı park etti, ardından motoru durdurdu ve bana döndü, göz kırpmıştı. "Borçlandım say, kabul mü?"

Benim kardeşime bir abla olamadığım kadar bir abiydi o, küçük bir kız çocuğuna. Sadece onu hayal kırıklığına uğratmamak ve sözünü tutmak istiyordu, her ne kadar başından unutmuş olsa da. Sanırım dik başımı indirip esneklik göstermem gereken anlardan biriydi bu.

"Kolay kolay birine borçlanmam bak, bir şey lazım olursa paşa paşa kullanırsın beni." Kaşlarını kaldırmış, cevabımı bekliyordu.

Garip bir şekilde çikolata kahvesi gözlerinin içine bakarken çoktan sakinleşmiştim bile, hem de az önce neye sinirlendiğimi hatırlamayacak kadar. Hafifçe başımı salladığımda onay verircesine, çok güzel bir tebessüm yerleşti yüzüne ve gamzeleri olduğunu ilk o an fark ettim. Ardından emniyet kemerini çözdü ve arabadan indi. Deniz kızlı kafe, muhtemelen Starbucks'tı Minik Serçe'sinin bahsettiği. Fındıklı kekini almaya gidiyordu.

Kendimi durduramadım gözyaşları birer birer akarken çenemden aşağı, en azından camların filmli olduğunu ve ne dışarıdaki yabancıların ne de Gazel'in ağladığımı göremeyeceğini biliyordum bu yüzden rahatça ağlıyordum. Mavi gözlerim fazla hassas olduğundan çoğu zaman kızarıktılar, ne zaman gerçekten ağladığımı ve ne zaman gözlerimin hassaslıktan kızardığını kimse anlamıyordu bu sebepten. Gazel de bir istisna olmayacaktı ne de olsa.

Eğer ödevlerime yardım eden ebeveynlerim ya da gelirken bana fındıklı kek alan büyük bir kardeşim olsaydı nasıl büyürdüm merak ediyordum çünkü ben ailenin büyük çocuğu olarak sanki evlatlıkmış gibi hep farklı bir muamele görmüştüm kardeşiminkinden. Belki de bu yüzden yabaniydim çevremdeki herkese. Ben çok mu biliyordum sanki küçükken karton kesmeyi, kelimeleri hecelemeyi ya da matematik problemlerini çözmeyi? Ne zaman o çok meşgul anne ve babam, işten yorgun gelse dahi Görkem'e yardım etmek için salondaki o büyük masaya otursalar kahve almak için mutfağa giderken yol ayağımın altından kayardı da düşmezdim. Düşemezdim. Düşebilmeyi bile öğretmemişlerdi bana hasar almadan, kendim kalkabildiğimi gördüklerinden beri; bırakın kalkmayı düştüğüm yerden... Ama ben iyi bir yalancıydım ve hayal görüyordu onlar. İlk ne zaman düşmüştüm bilmiyordum ama ben hâlâ o zifiri karanlık, dipsiz gibi görünen kuyunun dibindeydim.

Yüzüne cesur bir gülümseme yerleştirdiğinde kandıramayacağın insan yoktur. En yakınların dâhil.

Gözlerimi silip burnumu çektim ve biraz hava almak için camı hafif indirip ekim soğuğunun tenime işlemesine izin verdim. Ardından elinde bir paketle Starbucks kapısından çıkan Gazel'i gördüm ve kapıyı kapatıp gelmesi için beklemeye başladım.

Peşinden çıkan lacivert formalı sarı saçlı kızı çok iyi tanıyordum.

Eski okulumun berbat forması bile onun renk paletine uyacak şekilde seçilmişti sanki.

Gazel başta onu fark etmedi, merdivenleri inerken kız onun kolundan tuttu ve kendini fark ettirdi. Gazel arkasını döndüğünde kızla anı boydaydılar çünkü üç basamak aşağıdaydı. Onun yüzünü görmedim ama kızın yüzünde kocaman bir gülümseme vardı, iyi dudak okuyabildiğimden "Bir ara görüşelim," dediğini anlayabildim. Ardından kolunu Gazel'in boynuna dolayıp ona sarıldı. Eli dolu olduğundan mı bilmiyorum ama Gazel tek koluyla gönülsüzce sarılmış gibi görünüyordu hemen geri çekilirken. Eski ben olsaydım, Gazel yanıma geçip otururken camı tamamen indirir ve hâlâ bir aptal gibi sırıtarak aracı izleyen kıza kendimi gösterirdim.

Ama son zamanlarda tek isteğim huzur ve sessizlikti.

Kendimi arıyordum.

Bakıyordum her taşın altına, kendimi kaybettiğim insanlarda arıyordum kendimi; hiç bulamayacağım bir yerde arıyordum, bulmaktan en çok korktuğum yerde.

Kendimi, kendimin içine saklamış olmalıydım bunca zaman. Korkup kaçmıştı o da benden, yaptığım şeylerden işte. O küçük kız, bundan çok değil bir yıl önce olduğum o kişi, şimdi hakkımda ne düşünürdü? Bu sorunun cevabı beni geceleri uyutmazken, aldığım uyku hapları derin kâbuslarda cevaplarla boğuyordu beni.

On dokuzuncu yaşıma evde otururken girmiştim. Çizim yaparken yaktığım mumları bile üflerken dilek tutmak aklıma gelmediğinden tek iyi bir şey bile dileyememiştim zavallı hayatıma. Sözde en yakın arkadaşım, yanımda olmayı bırak bana ufak bir hediye bile almadığında yine onu haklı çıkarabilmiştim kafamda da kendime neden bu kadar acımasızdım bilmiyordum işte. Sonra kalbim kırılmıştı. Yeni tanıştığı bir kız, doğum gününde, Leyla'nın ona aldığı hediyeyi Instagram'da paylaşmıştı. Dürüst olmak gerekirse ben Leyla'dan bir şey aldığımı bile hatırlamıyordum ki özel günlerimde bile.

Telefonumun ekranını Gazel'e çevirdim.

Leyla'yla tanışıyor musunuz?

"Sarı bomba mı?" diye sordu yan bir bakış atarken bana. Yola çıkmıştık o an. Tam sarı bomba yorumu için iç çekecektim ki, "Adı bu muymuş?" diye ekledi Gazel. Gülmek istedim ama bunun yerine dudaklarımı birbirine bastırarak tebessümümü bile sakladım. Yani onun adını bile bilmiyordu.

O an, başka bir şey yazdım notlar kısmına. Çocukça bir şey.

Benim adım ne?

"Iııı, Merve miydi?" diye söylendi Gazel motoru çalıştırırken. Kolunu tokatladığımda güldü. "Adını bildiğimi biliyorsun Talya, tanışalı bir saat olmadı. Ayrıca aynı sınıftayız farkındasın değil mi?" Yan bir bakış attı müstakil evlerle dolu bir siteye girerken. "Sarı'ya garezin var herhâlde bu kadar kıskandığına göre. Benimle ilgili olduğunu düşünmüyorum ama olabilir tabii, feci yakışıklı oluşumdan dolayı çarpabiliyorum böyle kızları."

Gazel'in kolunu yeniden tokatlayacaktım fakat bu sefer elimi havada yakaladı bana dönmeden, bu yüzden gafil avlandım. Elimi bacağımın üstüne bırakırken istemsizce eli çıplak bacağıma değmişti ve teması tüylerimi diken diken etmişti.

Eski bir arkadaş.

Gazel telefonumun ekranındaki yazıyı okuduktan sonra inanmadığını belli eder bir bakış attı önüne dönerken. Doğruyu söylüyordum fakat tabii ki altında başka nedenler de gizliydi bu yüzden bir nevi haklıydı ve uzatmayacaktım.

Bahçeli, iki katlı bir evin garajına girdiğimizde yağmur sesi çok uzaktan geliyordu artık. Arabadan aynı anda indik, ardından evin içine doğru Gazel'i takip ettim sessizce. Ayakkabılarımızı basamak girişinde bıraktık, Gazel bana bir çift terlik verdi. O sırada evi inceliyordum.

Koridor ve mutfağın ışıklandırmaları yanıyordu sadece, loş bir şekilde. Üst kattan keman sesi geliyordu. Duvarlarda dört kişilik oldukça mutlu görünen bir ailenin fotoğrafları asılıydı ve gözlüklü ve cılızken Gazel'i tanımakta zorluk çekmiştim. Kelimenin tam anlamıyla evrim geçirmişti ama yüzü... Yüzü hep güzeldi.

Masalların aksine, güzel yüzlüdür zaten hep şeytanlar. Dalar gidersin izlerken. Hayat da akıp gider, durmaz yerinde nehirler... Sen aynı yerde kalırken, şeytan nehre atlar ve yüzer. Yüzmeyi bilmediğinden kalırsın. Sudan korktuğundan kalırsın. Öğrenmek istersin ama elini değdirdiğin an bir lav nehrine dönüşür su. Seni yakar. Sanki bir tek seni yakar. Aklı başında bir insan geri çekilir, sen atlarsın. Su olsa boğulurdun ama lavdı ve kül oldun. İnsanlar bu yüzden ufak tefek yanıklar alır ve bir köşede yanıklarını iyileştirerek, derslerini alarak devam ederler hayatlarına ama sen korkusuzca bir volkanın içine atladın.

Öldün sen.

Son.

Gazel'in evi oldukça sade ve büyüktü. Merdivenlerden inen esmer, kısa boylu ve orta yaşlı kadın kız kardeşinin dadısı olmalıydı, yüzünde tatlı bir tebessüm vardı ve zaten çekik olan gözleri iyice kısılmıştı. Üzerinde beyaz bir gömlek ve siyah kumaş pantolon vardı kadının, son basamağı da indikten sonra "Gazel Bey, Lara da sizi bekliyordu," diye konuştu ellerini önünde birbirine kenetleyerek. "Yukarıda keman çalıyor. Ödevlerine siz gelene kadar başlamamaya inat etti."

"Üçkağıtçıya bak sen," diye mırıldandı Gazel nefesinin ardından ve bana döndü. Kapının önünde öylece dikiliyorduk ikimiz de. "Esma Hanım seni odama götürsün, raftaki kitaplardan konu araştırmasına başla istersen önden. Ben de şu yaramazın ödevine yardım edeyim, on beş dakikaya gelirim. Anlaştık mı?"

Başımı salladım. Gazel yanımdan geçip giderken ben dadıyla yalnız kalmıştım. "Buyrun," diyerek beni yönlendirdi kadın üst kata doğru, ardından koridorun sonundaki bir kapıyı açıp içeri geçmem için bekledi. İçebileceğim sıcak bir şeyler teklif ettikten sonra hazırlamak için mutfağa inmişti.

Bir süre ne yapacağımı bilemedim, yalnızca girişte dikilerek odayı inceledim. Oldukça büyük ve ferah bir odaydı Gazel'inki, eski ve büyük evimizdeki odama benziyordu. Yalnızca ben, koyu mor ve beyaz kullanırken o laciverti tercih etmişti. Mobilyalar koyu kahverengiydi, çarşaflar ve perdeler ise lacivert; köşedeki çift kişilik koltuk ise antrasit. Büyük çalışma masasının üzerinde yalnızca birkaç test kitabı, bir kulaklık ve bilgisayar vardı. Bir duvarı boydan boya kaplayan kitaplığındaki tarih ve felsefe kitaplarına bakarken tüm bunları onun okumadığına bahse girebilirdim ve kazanırdım muhtemelen, ama öte yandan; neden insan ilgisini çekmeyen kitaplarla doldurur ki en özel alanını?

Buldum. İçeri aldığı kızları etkileyebilmek için. Tam da senin şu an etkilendiğin gibi, Talya. Yatağa atması kolaylaşır.

Beynimin bir köşesinin çürüdüğünü içten içe biliyorum, fısıltılar korkunç hikâyeler anlatıyor bana. Bazen onlara inanıyor, bazen çok daha kötüsünü ben dile getiriyorum; ateşkesin imzalandığı diyarlara elinde ölümcül silahlarla girenin iyi niyetine kim inandı çünkü? Ben. Ben inandım. Şimdi barış ya da savaş zamanı, fark etmez; silahsız, yaralı ve yorgun bir savaşçıyım.

Çoktan kaybettiğim bir savaşı yeniden başlatma isteğiyle yanıyor içim, yine savaş daha kötü kaybet diye fısıldıyor bir bana. Acı, tanıdık. Acı, bağımlılık. Yaşadığımı hissettiriyor sanki bana. Öldürüyor halbuki.

Duvara asılmış madalyalar ve raflardaki satranç turnuvalarından kazanılmış kupalara göz gezdiriyordum dışarıda kopan korkunç bir şimşeğin sesi geldiğinde, çok değil birkaç saniye önce de odanın tamamını anlık bir şekilde aydınlatmıştı. 2009 Türkiye Satranç Turnuvası 1.si. 2010 Türkiye Satranç Turnuvası 1.si. 2019 Mavi Kale Satranç Komitesi Yılın En İyi Satranç Oyuncusu. 2022 TBMM Satranç Turnuvası 1.si... Fide World Cup 2nd Winner. Dünya kupası mı?

Bir kızı etkileyebilmek için Grinin Elli Tonu kitaplarını okuyan, Francisco Lachowski ile Austin Butler karışımı görünüşe sahip bir çocuğun satranç turnuvalarında birinci gelecek kadar zeki olduğunu düşünmek; raflarındaki kitapları okuduğuna inanmaktan çok daha zordu. Üstelik, Fide World Cup mı? Gazel'in dünya çapında bir satranç turnuvasına katıldığını duymuştum iki yıl önce fakat ikinci gelecek kadar başarılı olduğunu bilmiyordum. Kupanın ihtişamından anlaşıldığı kadarıyla, önemli bir turnuvaydı. Neden bilmiyordum ve hiç de huyum değildi aslında ama bu zafer anılarından birini çalasım gelmişti.

Kapı tıktıklanmadan açıldığında, sanki odaya izinsiz girmiş de karıştırıyormuş gibi yerimden sıçrayarak döndüm arkamı ve gelen kişiye baktım yerimde donarak, kocaman açılmış gözlerle. Gazel çantasını kenara bıraktı, ardından ceketini askılığa astı ve saçlarını karıştırırken bana kaşları havada bir bakış attı. "İç çamaşırlarımı karıştırmış gibi bakıyorsun bana şu an."

Madalyalar ve kupalar iç çamaşırı sayılır mıydı?

Dudaklarımı birbirine bastırarak bakışlarımı kaçırdım ve başımla raflarını gösterdim. Gazel'in koyu kirpikleri hareket etti, sanki onlara bakmak istemiyor gibi bilerek çevirmiyordu bakışlarını. "Bir ara oynuyordum, evet." Cebinden cüzdanını ve arabanın anahtarını çıkartıp masanın üzerine bıraktıktan sonra ilerledi ve dolabınn kapaklarını açtı. "Üzerime rahat bir şeyler giyeceğim, okul forması çok rahatsız. Bir şeyler ister misin? Esma Hanım'a da sorabiliriz, alt katta odası var."

Başımı iki yana salladım. Yabancıların kıyafetlerini giymekten nefret ederdim bu yüzden üzerimi rahat bir şeylerle değiştirmek için yanıp tutuşsam da etek ve lakosla kalacaktım.

Gazel elinde bej bir eşofman ve beyaz tişörtle geri çekilip dolabın kapaklarını kapattığında bakışları hâlâ omzumda duran sırt çantama, üzerimdeki cekete ve nihayetinde gözlerime değdi. Odasında ne kadar çiğ durduğumu mu düşünüyordu? Ya da belki de, ne kadar yabanî olduğumu; yabancı sınırlar içinde çantamı kenara bırakıp ceketimi bile çıkartamayacak kadar yabanî. Benim gibileri, sosyal kelebeklerin kanatlarını koparmak için vardı; sosyal kelebekler ise, benim gibilerin başını ezmek.

"Sana bir şey sorabilir miyim?"

Neden sormak için izin alıyorsun ki? diye sorardım, eğer, sesimi çıkarabilseydim. Hazar'ın yanındayken de böyle düşünürdüm içimden, sesimin nasıl çıktığını hayal ederdim; bir iki kelime edebilmişliğim olmuştu bile mayışmışken, beni korkusuz ve cesur hissettirdiğinde. Ama Gazel'in üzerimde öyle bir etkisi olacağını düşünmüyordum.

Bu yüzden gözlerimi kapatıp sıktım ve va birkaç saniye sonra açtım onaylarcasına.

"Hiç mi konuşamıyorsun? Arabada kahkaha attın, sesini duydum. Hiç konuşamayanların..." Dudaklarını yaladı, dilsiz demek istemiyordu sanki arkadaşlarının aksine ama duymuştum işte bir kere dilinden. "Hiç konuşamayanların sesi olmaz, senin var."

Hiç konuşamayanların sesi olmaz, senin var. Konuşsalar da çok şey anlatamayanlar var Gazel, onlardan biriyle tanıştın mı hiç? Aynanın karşısına geçip ne sıkıyorsa canlarını kusarlar, geceleri uyuyamazlar ve tavanlarla konuşurlar; yollarını uzatırlar bağrış çağrış kavga edebilmek için rast gelmek istedikleriyle ve kapıları gözler gözleri, denk gelmek isterler görmek istedikleriyle.

Konuşsam da çok şey anlatamam ben.

Yutkundum. Neden bilmiyorum, belki odasında olduğumdan ve fazlasıyla kibar göründüğünden; belki raflarındaki kitaplar ve başarılarının simgelerinden etkilendiğimden ya da belki de bu evde bir kadın çocuklarına veda ettiğinden... Boğazımı temizlemek istedim birkaç yutkunuşla ve dudaklarımın aralanmasına izin verdim. "V..." Siktir. "V-v..." Tavana baktım, derin bir nefes aldım ve yeniden yutkundum. Sakin ol. Bir. İki. Üç. Sorun yok. Beş. Siktir. Dört. Dört. Dört! "V-va-ar..." Ağzımı kapatarak göz kapaklarımı birbirine bastırdım ardından, acı bir tebessüm sardı dudaklarımı.

"Anladım," dediğini duydum Gazel'in, kısık bir sesle. Gözlerimi açtığımda çantam omzumdan düşmüştü ve dikkatim dağılmıştı bile ama Gazel gözlerimi yakalamak istercesine yüzüme bakıyordu. "Sorun değil, biliyorsun değil mi? Yani seni yargılamam, eğer denersen yanımda ya da denemek istersen diye söylüyorum..."

Bir refleks gibi düştü surat ifadem, ellerim ona cevap vermek için havalandı ama anlamayacağını biliyordum bu yüzden telefonumu çıkarıp notlar kısmına büyük harflerle yazdım.

SENİN YANINDA DENEMEK İSTEYEBİLECEĞİMİ SANA DÜŞÜNDÜREN NE? ÖDEV YAPMAK İÇİN BURAYA GELDİM. BİR AN ÖNCE BAŞLAYALIM DA BİTSİN.

Gazel okumayı bitirirken surat ifadesi çoktan değişmişti bile, çenesini sıkmış gibi göçmüştü yanakları ağzının içine. Az öncekinin aksine donuklaşan yüzünü kaldırıp gözlerime baktığında bambaşka birine dönüşmüştü; yeniden, okuldaki o popüler çocuktu. Koridorda yürürken tanımadığı insanlara sanki hepsiyle bir derdi varmış gibi bakışlar atan, bahçede dünya umrunda değilmiş gibi oturan, kızlarla flört edip yanlarından ayrıldığı an umursuyormuş maskesini indirerek tatlı dilli bir şeytan olduğunu yine ve yeniden kanıtlayan... İzliyordum, evet. Ama ben herkesi izliyordum okuldaki, sessizlik fazla geldiğinden çoğu zaman dinliyordum da herkesi. Gazel bir istisna değildi.

Üzerini değiştirip geldiğinde hızlıca tarih kitaplarının üzerinden geçerek kullanabileceğimiz konular üzerinde tartıştık, Gazel tarihi olaylardan bahsederek kısa sorular sorup kullanıp kullanamayacağımız hakkında tüyolar veriyordu ve ben de o konuşurken aklımdakileri telefonuma yazıp cevap veriyordum. Tarihte yer edinen bir olayı gerçeklere sadık kalarak romanlaştırmamız gerekiyordu birlikte, ardından Edebiyat ve Tarih hocalarının belirlediği bir saatte boş bir sınıfta onlara sunum yapacaktık; aslında vaktimiz vardı ve yavaş yavaş ilerlemek sorun olmazdı ama garanti olsun diye her zaman ödevlerimi en kısa sürede bitirirdim, sanırım Gazel'de de aynı huy vardı ki bugün konuyu seçmek istiyordu.

Ama ben fazla yorgun ve uykusuzdum. Bugün kahvaltı ve öğle yemeğini de atlamıştım canım istemediğinden ve şimdi karnımdan gelen garip sesleri, pencerelere vuran fırtınanın gürültüsünden duymuyor olduğuna kendimi inandırarak içimi rahatlatmak istiyordum.

"Ben acıktım, bir şeyler atıştıracağım. Sana da getiriyorum." Başımı gömüldüğüm kitaptan kaldırdığım gibi Gazel'le göz göze geldim, elindeki notlar aldığı defteri ve kitabını bırakıp ayağa kalktı koltuğun diğer köşesinden ve kapıya yöneldi. "İçecek ne istersin?"

Başımı iki yana sallamaya başladım birden. Gluten başta olmak üzere birçok şeye alerjim vardı ve çoğunlukla vegan besleniyordum, bana getirebileceği en zararsız atıştırmalık muhtemelen su ve elma olabilirdi bu evdeki. Telefonumu çıkartıp hızlıca notlar kısmına girdim bu yüzden.

Şarjım yok, annem arayıp ulaşamazsa çıldırır. Eve dönmem gerekiyordu zaten birazdan, kalkayım artık ben.


Aynen, kesin arar annen ve kesin ulaşamazsa çıldırır Talya. Hayal gücün ne de geniş...

"Benim şarj aletimi kullanıp geç kalacağını söyleyebilirsin biliyorsun değil mi?" diye sordu Gazel, cevabımın basbayağı palavralardan oluştuğunu anlamıştı. Seslice nefes verdi, ardından ceketine uzandı. "Çantanı topla, seni eve bırakayım o zaman."

Telefonuma cevabımı yazmaya başladım. Taksi çağı—

"Oraya taksi çağırabileceğini falan yazıyorsan boşuna minik parmaklarını yorma, ben bırakıyorum. Yağmur ya da havanın çoktan kararmış olması bahane değil üstelik bunu da bil, ona göre kulp bundan sonra bana."

Kaşlarımı çatarak baktım yüzüne oturduğum yerden. Bundan sonra kendimi ona muhtaç bırakacağım pozisyonlara sokacağımdan çok emindi yani öyle mi? Ama ben fazla sert ve yabanîydim sadece, eve dönüş yolunda yakışıklı bir yabancıya katlanabileceğimi hayal edemiyordum; halbuki sınıf arkadaşının seni saat geç olduğu için eve bırakmasında bir sorun yoktu ve aslında çoğu zaman nazaket dolu teklifleri kabul etmek, kendinden ödün vermek anlamına gelmiyordu.

Bu yüzden bir meğlubiyetmiş gibi omuzlarım çöktüğünde seslice nefes verdim ve Gazel'in yüzüne baktım bir müddet. Kaşlarını kaldırıp indirerek göz kırptı ve başıyla gelmemi işaret etti, "Hadi," derken. Kitaplarımı ve kalemimi çantamın içine tıkıştırdıktan sonra ceketimi giydim ve peşinden ilerledim bu yüzden. Işığı kapatıp odadan çıktığımızda, koridorda bir hıçkırık sesi yankılanıyordu.

Merdivenlerin başında Gazel'in adımları durduğunda dikkatsizliğim yüzünden başımı olduğu gibi sırtına çarptım bu yüzden. "Ah," diye bir ses kaçtı dudaklarımın arasından, yüzümü buruşturdum ve avucumu burnuma kapattım. Gazel "Pardon, bir saniye," dedi ama beni görmüyor gibiydi, başını çevirdiği gibi koridorun sonuna doğru ilerledi; sesin geldiği odaya.

Kapıyı tıklatıp içeri girdikten sonra kapatmamıştı, bu yüzden istemsizce küçük adımlar atarak peşinden ilerlerken buldum kendimi bir anda.

"Git-ti," diye fısıldıyordu bir küçük kız, ağlıyordu belli ki. "Bozuldu, b-bak! Nasıl i-iyileşec-cek abi? D-d-dok-oktor lazım!" Daha da şiddetlenmişti sanki abisi içeri girdiğinden beri, Minik Serçe'nin gözyaşları.

Pembe bir odası vardı. Pembenin bütün tonlarının dans ettiği, oyuncaklarla ve çocuk kitaplarıyla dolu bir odası vardı Lara Hanvezir'in. Köşede kılıfında duran bir keman, mini bir piyano, oyuncaklarla dolu bir çalışma masası, yastıklarla dolu ve toz pembe bir tülle çevrili bir yatağı, peluş bir halısı... Ve gözyaşları içinde o halının üzerine çökmüş, müzik kutusu için ağlıyordu. Balerini çıkmıştı ve sanırım kapağı kırılmıştı. Düşürmüş olmalıydı.

Çocukken böyle bir odam olsaydı Alice'in Harikalar Diyarı'na kaçtığımı düşünürdüm ama birçok şeyde sorulmadığı gibi, odam hazırlanırken de fikrim sorulmamıştı. Bütün oyuncaklarımı, harçlıklarımı biriktirerek kendime almıştım; benim paketini sevinçle yırttığım hediyelerden genelde test kitapları ve kişisel gelişim masalları çıkmıştı. Ailem bir çocuk yetiştirmeyi benimle öğrenmiş, kardeşim üzerinde öğrendiklerini uygulamıştı.

Lara Hanvezir çok daha küçüktü, en fazla altı yaşındaydı. Abisinden biraz daha açık bir kumrala sahip lüle lüle saçlarını toplamıştı dadısı ve pembe bir kurdele takmıştı. Toz pembe eşofmanlar içinde pembe zehirlenmesi geçirmesine saniyeler kala başını kaldırıp ağlamaktan kızarmış gözleri ve dudaklarını görmeme izin verdiğinde, hiç hissetmediğim bir ağırlık çöktü göğsüme. Henüz bir bebekken kaybettiği annesi, muhtemelen işiyle meşgul bir babası varken tek dayanağı abisi ve belki biraz da dadısı mıydı? Küçük Lara belki de, en az benim kadar yalnızdı. Kimden aldığını bilmediğim ve abisinin aksine masmavi birer boncuk gibi yüzüne yerleştirilmiş gözleriyle bana çok benziyordu ve kendime bakıyormuş gibi hissetmekten alıkoyamamıştım onu o an.

Anne elimi sokak kedisi çizdi. Suya tut ve bol bol sabunla Talya, ne yapmamı bekliyorsun? Anne biz de yapalım mı turta? İşim var sen malzemeleri hazırla yap Talya, ortalığı da topla. Baba birlikte gidelim mi bu filme? Ne varmış ki o filmde. Anne saçlarım nasıl olmuş? Yüzüne ne sürdün sen yine?

Gülümsedim istemsizce, samimi bir tebessüm yerleşti yüzüme; benim bir abim yoktu ama en azından küçük Lara'nın vardı ve gördüğüm, hissettiğim kadarıyla onu çok seviyordu. Belki de anne ve babasının sevebileceğinden daha çok hem de.

İçimdeki küçük kıza acıyordum, çünkü kendinden en az on üç yıl küçük bir kız çocuğuyla arkadaş olmak istiyordu o an deli gibi ve bu bana ne kadar zavallı biri olduğumu hatırlatıyordu sadece.

"Hallederiz abim, hem birlikte almadık mı bu müzik kutusunu? Yenisini alırız—" diye teselli ediyordu Gazel onu ama yenisinin değil, kırılmış olanın kız kardeşinin gönlünde yer etmiş olan olduğunu bilmiyordu. Bazı şeyleri yenisiyle değiştirmek, size aynı hissi vermezdi; aynı şeyden bir raf dolusu olsa da insan ilk etkileşim kurduğu versiyonunu bu yüzden almak isterdi. "Abi," dedi Lara şişmiş gözlerini benden ayırmadan, Gazel'in eşofmanını çekiştirerek o an, lafını bölmüştü abisinin. "Bu kim?"

Gazel beni o an fark etti. O ana dek ben yoktum.

Göz göze geldiğimizde tebessümümü çoktan kaybetmiştim bile, "Bu abla, arkadaşım. Ödev yapıyorduk birlikte, şimdi evine bırakıp geleceğim onu," diye yalan söyledi. Evime bırakıp döneceği doğruydu ama biz arkadaş değildik ve hiçbir zaman olmayacaktık da.

"Rezil oldum abi arkadaşına, şımarık olduğumu düşünecek şimdi," diye söylenerek gözyaşlarını silmeye başladı o an Lara. Tatlılığına şok olduğum için gülümsememe engel olamamıştım. Gazel de gülerek başını hayret bir şey dercesine çevirmişti ki, Lara o an abisinin omuzlarından destek olarak ayağa kalktı ve karşımda durdu. "Merhaba, Lara benim adım. L-a-r-a. Memnun oldum. Senin adın ne?"

Gülümsedim sadece. Talya. Yapabilirdim, tek seferde söyleyebilirdim...

"Talya." Ama Gazel, işkenceme bir son verdi o an yerime adımı söyleyerek.

Lara oflayarak abisine döndü. Sinirlenmişti. "Of abi, sen niye söylüyorsun? Sana ne?"

Gazel'in bakışları sertleşti, kaşlarını çatarak baktı kardeşine ama bir yandan gülümsememeye de çalışıyordu. Lara hemen dilini şaplattı ve "Şey, yani, özür dilerim," diye düzeltti kendini. "Ama sen niye söylüyorsun abi?"

Gazel bağdaş kurduğu yerden uzanıp Lara'nın elini tuttuğunda kız kardeşini yanına çekmişti. "Çünkü Minik Serçem, Talya özel biri. Sana cevap veremez. Eğer iyi bir öğrenci olup bir an önce okuma yazmada ilerlersen, cevaplarını okuyabilirsin ama."

Talya özel biri.

Talya dilsiz. Talya sessiz. Talya konuşamıyor, kekeliyor sadece; dinlemek ister misin? Talya özel biri. Talya dilsiz. Talya özel biri. Dilsiz. Dilsiz. Dilsiz.

Yalancı. Öfkenin, boğazımdan yukarı tırmandığını hissedebiliyordum; çünkü hangisi gerçekti bilmiyordum ama Gazel Hanvezir çok ikiyüzlü biriydi. Arkadaşlarının yanında dilsizim diye benimle dalga geçerken kız kardeşine nasıl özel biri olduğumu söyleyebiliyordu? Çok aşağılıkçaydı bu.

Senin yaptığın da öyle.

Lara'nın kaşları havalandı, başını salladı. "Anladıııım," dedi tatlı bir sesle. "O zaman..." Ardından bana doğru döndü kocaman bir gülümsemeyle ve şaşkınlıktan kalp atışlarımız hızlandıracak o şeyi yaptı; ellerini kaldırdı. Böyle konuşabilir miyiz?

Aralanan dudaklarımdan içeri kuru bir nefes kaçtı. Bu küçük kız, işaret dili biliyor muydu?

Beş karış açık kalmış ağzımla Gazel'e döndüğümde sırıtıyordu, "Unutmuşum," diye mırıldandı kendi kendine başını sallarken. "Lara anaokulunda işaret dili öğrenmişti. Hâlâ hatırlıyor olması bir mucize."

Kardeşin senden daha zeki sadece, mucize falan değil.

Lara kahkaha attı, Gazel'in kafası karışmıştı havada süzülen ellerime bakarken. "Umarım çocuğun yanında küfür etmemişsindir Talya."

Burnumu kırıştırarak ekşimiş bir surat ifadesiyle baktım ona anlık, Lara yeniden güldü ve zıplayarak abisine döndü. "Abiş, bana zeki dedi! Senden zekiymişim!"

"Öyle miymişsin bal?" Gazel yeniden Lara'nın elinden tutup kız kardeşini kendine çektiğinde bu sefer kucağına çekmişti minik bedenini ve kahkahalar odada yankılanıyordu çünkü durduraksız gıdıklıyordu küçük kızı. "Bakayım öyle miymişsin?" diye sordu bu sefer, Lara'yı öpücüklere boğarken.

Kapının koluna yaslandım ve kollarımı kendime sardım o an. Öyle yabancıydım ki bu manzaraya, açığa çıkan sevgiye ve hissedilen sıcaklığa... Asıl mucize buydu. Ve ben yabancıydım böyle mucizelere, benim tanık olduklarım genelde sürprizler oluyordu ve hayat o sürprizleri bana kurdeleyle süslediği kutularda sunmuyordu genelde.

Bir süre sonra Lara'ya ve Esma Hanım'a veda edip garaja indik, garajın kapıları açılır açılmaz hâlâ dinmemiş yağmurun kokusu arabanın içine dolmuştu açtığımız camlardan. "Gördün mü bak? Yemedim seni. Ödevi çalıştık, şimdi de eve bırakıyorum."

Gazel'in içeri yağmur damlaları sıçramasın diye kısık açtığı camlardan dikkatimi çekip başımı yanıma çevirdiğimde Gazel kolunu benim oturduğum koltuğun arkasına atmış, bahçeden geri geri çıkıyordu bu yüzden fazlasıyla yakındı ve parfümü burnuma geliyordu. İstemsizce başka bir kokuyu aramıştım ama hafızamdan yavaş yavaş siliniyordu işte; internette yazılanlara göre en son kokusu terk ediyorsa bir insanın hatırasını, benim hafızam nankördü çünkü çoktan unutmuştum bile nasıl koktuğunu.

Önemli değil. Bir sokakta yürürüm, bir yabancı geçer yanımdan, bir rüzgâr eser ve ben yine hatırlarım. Hafıza nankördür, evet, insanın kendisine. Kalp daha da nankördür, kanat takar uçar hiç göçmemesi gereken yerlere; sonra mülteci gibi yaşar zaten hep, dönemez evine. Nasıl dönsün? Aşağılık kalp, terk ettiğinde kara bir delik açılır insanın göğsünde.

Telefonumu çıkardım ve bir şeyler yazdım o an, yalnızca söylemek istiyordum.

Benim de müzik kutum vardı küçükken. Kırılmıştı benimki de.

"Nasıl tamir ettiğin bilgisini de benimle paylaşmak ister misin? Yoksa sabaha kadar üzüntüden uyumayacak, biliyorum. Ayağını yapıştırabilirim aslında, balerini de öyle..."

Hiç tamir etmedim.

Gazel'in kaşları çatıldı. Kırmızı ışıkta durmuştuk. "Neden? Tamir edilmeyecek kadar mı kötü kırıldı?"

Başımı iki yana salladım sadece.

Bazı şeyler kırık kalsın ister bazen insan. Baktıkça hatırlar.

"Tamir edip ders çıkarsan ve ilerlesen olmaz mı? Böyle yaparak kendini üzersin sadece," dedi Gazel direksiyonu tutan elini rahatlatmak istercesine parmaklarını hareket ettirirken. Bana bakmadan, yola kilitlenerek cevap vermişti; sanki neyden bahsettiğimi biliyordu o an ve konunun aslında bir müzik kutusu olmadığını da öyle. "Bazı şeyleri affedip unutmalısın. Öteki türlü yaşanmaz hayat."

Ama ben affetmem ve unutmam da.

"İntikamcı bir ruh olduğunu biliyordum," diye mırıldandı nefesinin altından. "Ama bu yaptığının sadece kendinden intikam almak olduğunu bilmelisin, hem kimden neyin intikamını alıyorsun? Herkes hata yapar. Bazı şeyleri kişisel algılamamayı öğrenmelisin."

Gülümsedim.

O çok sevdiğin kız arkadaşın seni aldattığında da kişisel algılamadığını mı söylüyorsun bana?

Gazel cevabımı okuduğu an önüne döndü ve çenesini sıktığını arabanın içine anlık düşen cadde ışıklarından gördüm. Canını sıktığını biliyordum ama cevapları anlamsızdı ve anlamsız olduğunu o da biliyordu, benim sadece ona hatırlatmam gerekmişti ve işte, mağlubiyeti kabullendiğini sessizlikte ilan ediyordu Gazel.

Belki affetmek, belki unutmak zorunda değilsin ama önüne bakmak zorundasın, evet. Kendin için.

Bu sefer telefonuma yazdığımı ona göstermedim. Notlar uygulamasından çıktım ve ekranı kilitledim sadece. Bir süre akıp gitti yol, sessizlik bana bile hiç bu kadar katlanılamaz gelmemişti. Ona evimin olduğunu söylediğim caddeye çıktığımızda lokasyonu haritalardan açıyordum ki Gazel dönüşü kaçırdı.

Çok kısa bir anda gördüm tanıdık aracı, pencereden. Plaka aynıydı ve ön koltuktaki yabancı fazlasıyla tanıdıktı. Kalbim göğüs kafesimin içinde ölü bir yıldız gibi kendi içine çökerken "S-sağ-d-dan gir," dedim sert bir sesle. Yanında oturan kişiyi görmemiştim öne uzandığında ama o'ydu.

Görecektim.

"Ne?"

"E-en sa-sağ!" Direksiyona dokundum, sağ şerite geçmeliydik. Hemen.

Nefes alışverişlerim hızlanmıştı. Midem bulanıyor, kemiklerim gıcırdıyor, kanım kaynıyordu damarlarımın içinde. Zehir.

"Talya sen konuşuyor musun şu an yoksa ben kulaklarımı kontrole mi gideyim yarın söylesen bir?" diye sordu Gazel şaşkınlıkla, en sağ şeritten girerken. Benim evime gitmek için bir sonraki sokaktan girmemiz gerekiyordu ama ben ilk sokağı işaret ettim girmemiz için, Gazel hiçbir şey söylemeden sokağa girdi ve dümdüz ilerledi. O ana dek, hiç kekelemeden konuştuğumun farkında değildim ben de ama söz konusu o olduğunda insan gibi konuşmuş olmam beni hiç şaşırtmamıştı.

Aynı şey Gazel için geçerli değildi sanırım çünkü o şaşkınlıktan çenesi düşecekmiş gibi görünüyordu. Ömrü hayatının yarısından fazlasında sessiz kalmış bir kızla tanıştığı ilk saatler içerisinde iki kere konuştuğunu duymak, belki de bir morg çalışanının ölülerden birinin kalkıp yürüyerek çıkmasına tanıklık etmesi gibiydi.

"D-dur!" dedim içimde büyüyen öfkeyle, acıyla, emniyet kemerimi çözerken. Gazel "Talya nereye? Evin burası mı?" sorularıyla beni bombardımana tutarken ben çoktan kendimi arabadan dışarı atmış, sokağın karşısına geçiyordum bile küçük olmanın avantajıyla. Tanıdık araç bir marketin önünde duruyordu. Birini bekliyordu. Az önce indirdiği birini. Gözleri sabırsızlıkla kapıya odaklanmıştı. O gözleri.

Chico, gözler yalan söyler. Aslında bilmiyorsun sen. Gözler nasıl yalan söyler hem de...

Birkaç metre gerisindeydim sadece. Eğer yeterince beklersem aracın içine binecek kişiyi görebilirdim. Bir kızdı. O kızdı. Ya da marketin içine yürüyebilirdim onu görmemiş gibi davranarak ve bu işkenceyi yapabilirdim kendime, kızla tanışarak. Kim olduğunu öğrenmem lazımdı. Kim olduğunu bilmeliydim. Kendimi öldürmeliydim.

Ya da belki de ikisini.

Kafamın içinin nasıl bir yer olduğunu bilmiyorsun. Olsun. Benim de anlatmaya cesaretim yok zaten. Beni sessizken anla, ya da çek git işte canımı yakmadan çünkü tutuşmak o kadar kolay ki benim için eğer şimdi sen çıkıp bir yerlerden gelirsen.

Kurşun kalemle çizilmiş sınırlarım var benim. Bir kez fark edersen bunu, sadakatim sanadır. Yokluğunda bile kalır o sadakat, öylece atamam herkes gibi içimden bir başkasıyla. Senin sınırların da silinebilir ama tüm şehre duyurmuşsun sanki, gelenin geçenin sayılmıyor. Beni içeri alsaydın da duvarlarını birlikte inşa etseydik olmaz mıydı? Bir kapı dikerdik ve ikimizde kalırdı sadece anahtarları. Biliyorum güçlüsün benden ama bir kadın sevince sadık bir askere dönüşür bilmez misin? Yoksa hepsinden nefret ettiğin gibi, benden de mi ettin?

Ben senin sınırlarına elimde silgiyle gelmemiştim. Hatırla; tuğlayla, çimentoyla gelmiştim ben sana.

Ben sana herkes olmaya gelmemiştim ve sen beni bir gecede hiç etmiştin.

Eğer birkaç adım atarsam kim olduğunu görebilirdim. Kızı görebilirdim. Sona ererdi sonra öfkeyle taşına toprağına küfrederek yürüdüğüm bu mahalledeki savaşım çünkü bilirdim kim olduğunu, her güzele bir katil olduğumu fısıldamazdım gözlerimle.

Görürdüm ve dar ederdim sonra kendime dünyayı. Sarışın mıydı esmer mi? Daha mı kıvrımlıydı da mı fitti? Benim sessizliğim mi yer açtı onun varlığına yoksa ben zaten bir hiç miydim başından beri? Öylece oturup bekledim koltuğunda, yerimi değiştirmeni, değil mi?

Neden hissedebildiğim tek şey acı ve neden her zaman kendimi bir şekilde kurban pozisyonunda buluyorum?

Terapistim bu koltuğu sevdiğimi söyledi. Kurban koltuğunu. Daha tanıdıkmış, tanıdık olanda sürprizler olmazmış nasıl olsa yüzüstü bırakılacağından. Kaybetmekte konforu bulmak hayatımda duyduğum en acınası şey ve daha bu sabah başım dik yürüyeceğime söz vermişken şimdi ne bu hâlim dizlerimin üzerindeki? Böyle biri miyim ben? Ne çabuk küçüldüm yine sen sahnedeyken? Başkalarına koca bir kasırgayken senin yanında güneş açmam neden, neden sakin gökyüzüm; durgun denizim yanında? Neden?

Neden öyleydim ki? Sen benimle tanışmak istedin, benimle; ben kendimi kendimden bile gizlerdim halbuki.

Beni siktir ettin öylece. Sonra geri geldin ve ben seni kabul ettim. Böyle kabul ettim. Çok komiktim. Görsen gülerdin. Belki güldün ve ben görmedim. Üç ay küçüğüm sadece senden ama sanırsın kocaman, ağlak, mızmız bir bebeğim. Beni doğumundan itibaren bir köşeye koysalar ve başına gelen her şeyi sessizce izleyecek olsam kavşak şeytanlarıyla ruhumu takas edebilirdim. Çenem titremesin, ellerim titremesin diye önceden çalıştım ayna karşısında işaret diliyle sana söyleyeceklerimi bana yeniden geldiğinde. Ama bu sefer geleceğini düşünmüyorum. Biliyorum. Hissediyorum. Sana veda etmeme izin vermeyecek hayat. Sen buna izin vermeyeceksin.

Promet moi que ce n'est pas un adieu.*

İnanmadığım bir Tanrı'ya dua ediyorum şimdi veda etmeme izin versin diye. Hayatının aşkını daha geçen hafta benimle birlikteyken, bu kadar kısa sürede ve çabuk bulmuş olamazsın. Geri gel. Geri gel. Geri gel ve veda etmeme izin ver sana yoksa sonsuza dek yutkunamadığım bir yumru olarak kalacaksın.

Ama veda etmek, umut etmektir. Umut edeceğime, umut ettirecek tek bir canlı zerre bırakmam artık kendimde. Gururumu nerede buldum biliyor musun? İçimde. Korkmuş senden, bir köşeye sığınmış ve küçülmüş de küçülmüş... Karınca kadar kalmış, neredeyse yok olacakmış. Büyütüp besliyorum onu şimdi, sen gittiğinden beri. Çok yakında damarlarımdan akacak, yerinde olmayan bir kalp onu tüm vücuduma pompalayacak.

Nihayet anlamışım. Uzun sürmüş ama anlamışım, öyle diyorum ayna karşısında kendime. Aslında en çok kendimle konuşmam zor ama konuşuyorum bir şekilde. Kendime birazcık saygım vardıysa sokağından geçmezmişim artık. Bana dokunmasına izin verdiğim son erkek hâlâ sensin ama sen sadece canın sıkıldığında ya da yalnız kaldığında el altındayım diye yazıyorsun bana, altına aldığın herhangi bedenden biriyim fark etmiyor sana. Midem bulanıyor başkasının eli elime çarpsa halbuki benim ama sen... Sanki herkesinsin sen. Sadakat kapasiten yok inanmıyorsun ilişkilere insanlara sanıyordum ama mevzu çok başkaymış Hazar. Kumaşımız o kadar farklı ki bizim ama anlarsın sandım bir şekilde o yüzden ne zaman yazsan cevap verdim ne zaman çağırsan geldim e̴n̴a̴y̴i̴ ̴g̴i̴b̴i̴ ̴h̴a̴l̴a̴ ̴g̴e̴l̴m̴e̴k̴ ̴i̴s̴t̴i̴y̴o̴r̴u̴m̴ ̴a̴p̴t̴a̴l̴l̴ı̴k̴ ̴ç̴a̴ğ̴ı̴r̴s̴a̴n̴ ̴g̴e̴l̴i̴r̴i̴m̴ ̴a̴p̴t̴a̴l̴l̴ı̴k̴

Ö̴z̴e̴l̴d̴i̴m̴ ̴y̴a̴ ̴h̴a̴n̴i̴ ̴b̴e̴n̴ ̴ö̴y̴l̴e̴ ̴d̴e̴m̴i̴ş̴t̴i̴n̴-̴

B̴e̴l̴k̴i̴ ̴k̴o̴n̴u̴ş̴s̴a̴m̴ ̴a̴ç̴a̴b̴i̴l̴s̴e̴m̴ ̴ş̴u̴ ̴a̴p̴t̴a̴l̴ ̴ç̴e̴n̴e̴m̴i̴ ̴y̴a̴n̴ı̴n̴d̴a̴ ̴h̴e̴r̴k̴e̴s̴e̴ ̴c̴e̴v̴a̴p̴ v̴e̴r̴e̴b̴i̴l̴d̴i̴ğ̴i̴m̴ ̴g̴i̴b̴i̴ ̴t̴ü̴m̴ ̴h̴ı̴r̴ç̴ı̴n̴l̴ı̴ğ̴ı̴m̴l̴a̴

Daha fazla saygısızlık edemem kendime. Kendinden böylesine nefret eden birini kim sever? İlham için teşekkürler, 2023'de çizmeyi çok sevdiğim o serçelerden bile bir tane çizememiştim ama keşke kalbim tek parça yerinde kalsaydı önümde yüzlerce sayfalık çizimler olacağı yerde. Sus. Hiçbir şey söyleme. Yer değiştirelim bu gece sen sessiz kal ben konuşayım olmaz mı? Ben böyle biriyim böyle konuşuyorum dilim bu benim. Her şeyi çok fazla hissediyorum, bomboş görünüyorken bile çok şey oluyor içimde, hislerden bir yanardağ var her an şiddetle patlıyor sanki kalbimde. S̴e̴n̴i̴n̴ ̴y̴ü̴z̴ü̴n̴d̴e̴n̴ ̴n̴e̴ ̴y̴a̴p̴t̴ı̴n̴ ̴b̴a̴n̴a̴ Söylediğim her şeyi kast ettiğim için söylüyorum ben senin aksine, dokunsan hissedersin şuramda b̴e̴n̴i̴m̴ ̴i̴ç̴i̴n̴ ̴g̴e̴r̴ç̴e̴k̴t̴e̴n̴ ̴ö̴z̴e̴l̴ ̴b̴i̴r̴i̴s̴i̴n̴ ̴b̴i̴r̴i̴y̴d̴i̴n̴

Çekip nasıl gidilir bu kadar kalmak isterken bilmiyorum. Öğret. Senin kalmak istediğin bir yer olmamıştır gerçi, kolaydır sana çekip gitmek. Benden defalarca gittiğinden biliyorum. Aslında çok şey öğrettin bana farkında değilsin. E̴n̴ ̴ç̴o̴k̴ ̴b̴u̴ ̴y̴ü̴z̴d̴e̴n̴ ̴t̴a̴n̴ı̴y̴a̴m̴ı̴y̴o̴r̴u̴m̴ ̴y̴a̴ ̴k̴e̴n̴d̴i̴m̴i̴.̴ ̴B̴e̴n̴i̴ ̴n̴a̴s̴ı̴l̴ ̴k̴e̴n̴d̴i̴m̴e̴ ̴y̴a̴b̴a̴n̴c̴ı̴ ̴e̴t̴t̴i̴n̴?̴

E̴ğ̴e̴r̴ ̴b̴i̴r̴ ̴g̴ü̴n̴ ̴y̴e̴n̴i̴d̴e̴n̴ ̴t̴a̴n̴ı̴ş̴m̴a̴k̴ ̴i̴s̴t̴e̴r̴s̴e̴n̴

B̴e̴n̴i̴m̴l̴e̴ ̴y̴e̴n̴i̴d̴e̴n̴ ̴t̴a̴n̴ı̴ş̴

İnanmadığım bir Tanrı'ya yalvardım o gece beni yeniden seninle tanıştırsın diye. Çünkü sorun bendeydi ve yeniden tanışırsak her şeyi doğru yapabilecektim. O gece, sabaha kadar bunu düşünmeden edemedim ve uyuyamadım nihayetinde. Güneş doğduğunda aptallığım terk etmişti beni, biliyordum artık; defalarca kez yeniden yolumuzu kesiştirse Tanrı bizim, biz yine o yolu birlikte yürümeyecektik.

Sen kalmayacaktın.

Ben özel biri değildim.

Bir kadının başına gelebilecek en korkunç şeysin sen.

Çekip gidersin çünkü. Bense yokluğuna bile sadık kalırım.

Yine de benim başıma gelenlerin en güzeliydin çünkü ben böyle biriyim, kabullendim, bir kere ruhuma dokunduysan seni güzel hatırlarım. Herkes oraya uzanamıyor. Uzanan ellerini kırıyorum. Seninkileri tutmak istemiştim.

S̴e̴n̴i̴n̴k̴i̴l̴e̴r̴i̴ ̴t̴u̴t̴m̴a̴k̴ ̴i̴s̴t̴e̴m̴i̴ş̴t̴i̴m̴.̴

S̴e̴n̴i̴n̴k̴i̴l̴e̴r̴i̴ ̴t̴u̴t̴m̴a̴k̴ ̴i̴s̴t̴e̴m̴i̴ş̴t̴i̴m̴.̴

Sen orayı ateşe verdin.

Gaz sızıntısı olan bir odada, sigara yakmaman gerektiğini bilmiyor olamazsın.

O̴l̴a̴m̴a̴z̴s̴ı̴n̴.̴

O̴l̴a̴m̴a̴z̴s̴ı̴n̴.̴

Olamazdın.

"Ne yapıyorsun burada?"

Duymak istediğim ses değildi kulaklarıma ulaşan. Bir apartmanın giriş basamaklarında oturmuş, gizlenmiştim. O markete girmemiştim. O kızı görmemiştim. O aracı giderken izlemeye bile cesaretim yoktu. Kemiklerim titrerken, ellerimi koyacak yer bulamazken, çenem kilitlenmişken oturmuştum buz gibi ıslak merdivenlere ve başımı ellerimin içine almış, sakinleşmeyi bekliyordum. Sakinleştirici damlam yanımda yoktu. Zaten bağımlı olurum diye psikiyatristim de reçeteme yazmıyordu çünkü ilaçları doğru kullanmak konusunda sabıkalıydım, annemin dolabından çalmıştım bendekini. Her an, her dakika sakinleşmeye nefes almaya duyar gibi ihtiyaç duyduğumdan yazmasındı zaten doktor; su gibi içerdim ben o ilacı. Yine de durduramazdı kalbimin bana öl dercesine atışlarını. Öl hadi. Hadi öl bir de. Şımarık seni. Soğuk nevale.

Ama bu acıyı benim kalbime tek bir insan öyle bir günde ekmedi, o korkakça çizdiğim yamuk çemberimin içine almaya cesaret ettiğim kim varsa önce tohumlarını ekti sonra hasat zamanı terk etti. Anlamalıydım. Denesen severdin beni ve sevgin iyileştirir sandım içimdeki bir şeyleri ama ben ölümüne zarar görmüşüm insanlardan, belki de bozuk olan başından beri bendim. Suçu başkasına atmak kolaydı sadece.

Daha iyi görebiliyorum artık.

"Ne oldu, yine dilini mi yuttun?" diye sordu Gazel bu sefer, çarşaf gibi bir şeyin açılma sesini duydum ve yağmur durdu. Bunca zaman sırılsıklam olacak kadar ıslandığımın farkında bile değildim ve şakasına gülmekle yüzüne yumruk atmak arasında fazlaca kalmıştım.

Başımı kaldırdığımda büyük, siyah bir şemsiye kapatıyordu gökyüzünü. Gazel hemen önümde dikiliyor, bir eli cebinde diğeri şemsiyeyi tutuyor ve öylece bakıyordu bana. Yüzünde herhangi bir ifade yoktu. Bana acımıyor ya da hâlimden keyif almıyordu. Öylece bakıyor, soruyor, çünkü merak ediyordu belki de. Sadece merak. Zararsız bir duygu.

Değil.

Ölümcül.

Çünkü merak etmekle başlıyor. Sonra uykularını çalıyor gecelerinden, güneşini gökyüzünden... Selam güneş kralı. Gitarını eline versem ve sonsuza dek hiç bitmeyecek bir şarkı söylesen? Bir tanesini bana yaz. Ritme uydurduğun sözler bu kadar derinken nasıl dalga geçebilirsin benim kelimelerimle? Sen de çizerdin ben de. Senin çizgilerin kendinden emin ve belirgindi, benimkiler korkak ve silik... İmrendim sana. Merak ve imrenme duyguları başka bir şeye, daha güçlüsüne gebeydi. İlk akşam ben gidecektim. Kal dedin. Uyumak istedin. Elimi aldın ve saçlarının arasına koydun. Kokuna alıştırdın. Her yerde duydum. Her yerdeydin. Sokakta kaldırımda yanımdan bir yabancı geçti ve dönüp baktım, hep gittiğin yerlere uğradım ama bu şehir bizi denk getirmedi. Yan yanayken nasıl denk gelinmez? Biz gelmedik. Mesaj attım, cevap vermedin. Öfkelendim. Özledim. Çok özledim. Ama sorduğunda kilitlendi çenem, söylemedim. Söylemeyecektim. Yapmayacaktım bunu kendime. Dürüst olacağıma sana, susar otururdum bir köşede o güzel kafamın içinde bir beyin yokmuş gibi; çünkü benim kelimelerimin ya da hislerimin gerçekliği seni yanımda tutmayacaktı, bari onlar bana kalsındı. Özgür bir kuştun sen. Kafan nereye eserse oraya uçmak isterdin, seni kafese koymak öldürmek demekti ve kıyamazdım ki.

Ben kendimi koydum ama.

Eline kanı bulaşmamış bir cinayeti işlemiş katil yalnızca bir yazar olabilir. Hayal gücü geniş, zihni hiç durmayan, insanların alkışına ya da kırbaçlarına ihtiyaç duymayan bir yazar; hep olmak istediğim gibi.

Senin bana cesurca söylediğin bütün yalanlar benim sana itiraf etmek istediğim gerçeklerimdi. Herkese susan ben sana konuştum. Yalnızlığına bile fazla gelen ben, sana kal dedim. Herkes gidiyor. Sen kal. Kal demek bile zor. Kalırsan söylerim. Kalırsan her şeyimi veririm. Kalırsan kazanırız. Kal ve ihtiyacın olan her şey olacağım. İnsanlar aşkı inşa eder. Eline kazma kürek al ve derinlerime kaz, ben seninkinde boğulacağım çünkü yüzme bilmiyorum bile ama nehrin lavsa bile seve seve atlarım.

Yalnızlığına âşık şair, kalabalık olmaya gitti. Bundan daha ölümcül bir silah vurmadı beni.

Şimdi nasıl döneceğim kendi yalnızlığıma geri, onu da bilmiyorum. Başka bir şey istemiyorum çünkü, istemiyorum. Yokluğunu bile fark etmediğim bir yeri fark ettirdin bana ve doldurdun içimde. Nasıl öyle kolay gidiliyormuş bana da öğret. Birazcık değerlin olsaydım, öğretirdin.  Ama sen birine birazcık değer vermeye kalktığında dünyaları veriyorsun zaten değil mi?

Başrol diye seni yazmayı çok isterdim. Seni hep, sil baştan, yine ve yeniden; romanlarca.

Ama bu bir veda mektubu ve senin finalde bile yerin yok.

"Talya kalk şuradan artık, hasta olacaksın."

Gazel beni kaldırmak için koluma uzandığında itiraz etmedim, jel gibiydi kemiklerim her an yere yapışacak gibi hissediyordum ama ayakta kalmayı başarabildim. Elini çektiğinde kollarımı göğsümde birleştirmiş, çantamı sırtıma geçirmiş, yolun sonuna doğru yorgun adımlar atmaya başlamıştım bile. Gazel arabasını nereye park etmişti bilmiyordum ama kaldırımda yanıma geçip ikimizin başına şemsiyeyi tutuyordu benimle yürürken.

"E-ev-ve dön—-" Gözlerimi kapattım sımsıkı ve yutkundum. Kalp atışlarım hızlanmıştı yine, yine hayal kırıklığıydım kendime. Telefonumu çıkartıp notlar kısmını açtım ve yazdım bu yüzden.

Dönebilirsin artık. Bu cadde üzerinde evim. Sağ ol bıraktığın için.

"Kapıdan içeri girdiğini görmeden gitmeyeceğim. Boşuna uğraşma, yürü," dedi Gazel sert bir sesle. Sinirlenmişti. O neden sinirlenmişti ki? Ona ne oluyordu ki? Defolup gidebilirdi çoktan, şemsiye çıkartıp peşimden gelmek ne oluyordu? Konuşamıyorum diye yürüyemiyor da değildim ya, ya da şeker değildim yağmurun altında eriyecek!

Ama yorgun ve hâlsizdim, Gazel ise kavga etmek için fazla güçlü biriydi o an. Bu yüzden benimle evimin kapısına kadar gelmesine izin verdim. Kaldırımın önünde durduğunda bahçe kapısının şifresini girdim ve başka bir şey söylemeden bahçede ilerledim. Annemin eve almadığı sokak kedilerim etrafta yoktu, ama nihayet yalnızdım, bu yüzden evin basamaklarından birine oturdum ve içeri girmeden önce sakinleşmeyi bekledim.

Uzun tırnaklarım vardı, avuç içlerime geçirdiğim. Beni kendime getiriyordu acı. Odağımı değiştiriyordu. Uyandırıyordu. Gözlerimin önüne geliyordu her şey çünkü ve o zaman yaşamak çok zordu. Ayakta durmak, uyumaya çalışmak, her ne yapıyorsam o an; o kadar zordu ki devam etmek.

Bu mu Talya? Nerede ayakları çocukluğundan beri sapasağlam yere basan o kız? Tam burslu okuyup ailesine yük olmamak için on altı yaşından beri resim dersleri verip harçlığını çıkartan o kız? Ailemin zenginliği ve pahalı hediyeleri beni sadece şımarık hissettiriyordu, bu yüzden başkalarına veriyordum her şeyimi. Kendi kendime almadığım hiçbir şey benim değildi, benim olanlar da benim ve sevdiğim herkesindi. Ben, benim değilken bile bir yabancıya aittim. Yabancı, herkesindi. Tek bir kişiye ait oldu, ve dönse de dönmese de biliyorsun; çok iyi biliyorsun aslında sen Talya...

Veda vakti. Nefret ediyorum bu kelimeden.

Ama bana geri gel.

Bana geri gel. Bana geri gel. Bana geri gel.

Kedilerimden biri bacağıma sürtünerek miyavladığında ne kadar üşümüş olduğumun farkında değildim. "G-gelmesin za-zaten, d-değ-ği-il mi?" diye fısıldadım başını okşadığım an kendini basamağa yatırıp bana göbeğini açan kediye. Giden, hiç gelmemeliydi zaten, değil mi? Ben de kalmamalıydım başından beri. Boktan dünyanın, boktan ilişkileri. Kalpler çöplükmüş gerçekten minik kedi, ya da bilmiyorum... biri geldi ve benimkini çöplük etti.

Telefonumdaki notlar uygulamasını açtım, ardından aşağı kaydırdım bir süre. Tarih 16 Eylül. Annemin odamın kapısını tıklayıp bana uzun zamandır ilk kez, "İyi misin?" diye sorduğu gün. Ve benim ona uzun zamandır ilk defa dürüst olduğum gün.

Kalbimi açmak istediğim adam içine tükürdü.






Merhabalar. Serçeler Ağladığında, bir yıllık sessizlik dönemimde yazdığım bir romandı. Belli bir kısmı hazır fakat bölümleri yüklemeden önce birkaç şeyi değiştirerek kurguda oynamalar yapıyor olacağım, arayı çok açmadan bölümleri yüklemek istiyorum. Oy vermek ve yorum yapmak unutulmasın, o kadar özledim ki paragraf yorumlarınızı okumayı... Umarım beğenmişsinizdir. İkinci bölümde görüşmek üzere!

Spotify'da SERÇELER AĞLADIĞINDA playlist'ini aratabilir veya profilimi takip ediyorsanız oradan playlist'e ulaşabilirsiniz. Instagram hesabımız serceleragladiginda

Sevgiler ballar

Continue Reading

You'll Also Like

7M 407K 84
Sevdiği çocuk yerine yanlışlıkla okulun serserisine yazan Ece, başına çok büyük bir bela aldığını fark ettiği an onu engeller. Fakat her şey için ço...
498K 18.4K 49
"Oo küçük hanım iki gündür sizin peşinizdeyiz." "Siz de kimsiniz niye peşimdesiniz ne istiyorsunuz?" " sakin küçük kız" "Kimsiniz dedim" " babanın öd...
1.1M 39.5K 58
alev:OĞUZ BEN ASIK OLDUM!!! oğuz:YİNE KİME AMK????!! alev:acar'a oğuz: siktir!
3.5K 170 2
@WattpadScifiTR, Pandora'nın Kutusundaki Şeytanlar adlı okuma listesinde... Kehanetleri yutan, habis tohumların ateşten yaradılışını seyreden, kurban...