Love Me Harder | Taekook

By dameadrasteia

28.6K 2.7K 2.2K

Taehyung, her şeye rağmen aşkının, Jungkook'un peşinden gidecekti; Jungkook ise, Taehyung'un aşkını kabul etm... More

1| ''You will pay the price of playing with me.''
2| ''I'm insatiable to you.''
3| ''I'm jealous of you.''
4| ''But you're lucky, I'm more insatiable than you.''
5| ''After what you told me, I will never tell you come back.''
6| ''There is only one thing I know. I don't want to lose you.''
7| ''I feel uneasy when you're not with me.''
8| ''I'm trying to open myself up to you, to overcome things.''
9| ''I'm crazier than that girl and anyone else.''
10| ''It's too late for us now, Jungkook.''
12| The resulting secrets.
13| ''The most special and beautiful thing this world has to offer.''
14| The end of everything.
15| ''If you don't want my dad to hear us, you have to make me quiet.''
16| ''I want you to have me until it consumes me.''
17| ''I want you to love me harder every time than before.''
Final| ''I love you more than yesterday but less than tomorrow.''

11| ''I will do anything to win you back.''

1.3K 146 64
By dameadrasteia


11| "I will do anything to win you back."

Yirmi iki senelik kısa hayatı; Jungkook için hiçbir zaman kolay olmamıştı. O, her daim kendisini fırtınalı bir günde, dalgaların arasında mücadele veren denizciler gibi hissediyordu. Ulaşması gereken bir yol vardı fakat o yol öylesine engebeli ve zorluklarla doluydu ki, Jungkook her seferinde yorgun düşüp yarı yolda pes ediyordu. Hayatı her zaman yarım kalmışlıklarla, eksik bıraktıklarıyla, yapmak istedikleri fakat yapamadıklarıyla geçmişti. Yirmi iki senelik hayatında Jungkook, yalnızca bir defa, aynı yolu, defalarca kez düşmesine, pes etmesine ve vazgeçecek raddeye gelmesine rağmen yürümek istiyordu. Fakat sadece istemekle yetindi. O yola çıkmaya hiçbir zaman cesaret edemedi, son seferinde attığı birkaç büyük adım ise, yolun sonu olan Taehyung tarafından kesilmişti.

Şimdi ne yapacaktı? Pes edecek miydi? Eğer pes edecekse, attığı ilk adımın ne anlamı kalmıştı? Taehyung onu tamamen bırakmış mıydı? Hala sevdiğini söylemişti... Öyleyse geri gelecek miydi? Jungkook, aşkını ne kadar süreyle bekleyecekti?

Tüm gece aynı soruları kendisine sordu fakat hiçbir sorunun cevabını veremedi. Yalnızca düşündü, loş ışığın altında bir kadeh şarapla ve sonsuz hayal kırıklığıyla, acı, hüzün ve kederle baş başa kalmıştı. Taehyung'u defalarca kez yalnız bırakmış, yalnızlığa terk etmişti. Bu berbat bir histi. Yaptıkları için bir kez daha utandı ve kalbi kırıldı. Taehyung'la birkaç gün içinde öyle çok empati kurmuştu ki, tüm bunlar fazlasıyla acı vericiydi.

Jungkook o anlarda yeni bir şey keşfetmişti. Kendisi bu kalp kırıklığına birkaç gün bile tahammül edemiyordu fakat aynı şeyi aylardır Taehyung'a yaşatıyordu. Taehyung bugüne kadar, asla pes etmemişti. Jungkook ise henüz dün gecenin etkisini bile üstünden atamıyordu. Eğer Taehyung aylarca onu yalnız bırakırsa nasıl dayanacaktı?

Taehyung kendisinden kat ve kat güçlüydü. Jungkook ise, küçük, anne ilgisine muhtaç olan çocuklara benziyordu. Güçlü değildi, içinde yatan ürkek erkek çocuğu can çekişiyordu. Taehyung'a ihtiyacı vardı. Taehyung onun koruyucusu, yol göstericisi ve en büyük desteğiydi. Onu kaybettiğinde Jungkook; tüm her şeyden mahrum bırakıldığı için kendisini berbat hissediyordu.

Sabahın ilk ışıkları, kapalı perdeler sebebiyle odasını aydınlatmadı. Hala aynı karanlık odada, tek başına oturuyordu. Bitmek bilmeyen düşünceleri dışında hiç kimse yoktu. Sabah olduğunun farkında bile değildi. Kendi iç dünyasına kapanmış bir vaziyetteydi. Onu, bu bunalımdan her zaman olduğu gibi Namjoon kurtaracaktı. Jungkook'un odasına girdi ve ruhsuz bir bedene benzeyen kardeşinin yatağına ulaştı.

"Günaydın." Dediğinde, Jungkook'un yorgun bakışları ağabeyini buldu. Sabah mı oldu? Diye düşündü ve bununla birlikte yerinden sıçradı. Komodinin üzerinde bulunan telefonunu eline aldı. Öyle bir vaziyetteydi ki, zaten haber yayınlanmış olsaydı ağabeylerinin bunu çoktan bileceğini düşünemedi. Tüm haber sitelerini didik didik etti. Hiçbir şey yoktu, derin bir nefes aldı. Sanki ilk defa ciğerlerine, ferah bir hava solumuş gibiydi.

Song Yunah dediğini yapmış ve bu saatlerde çıkacak olan; Jungkook ve Somi'nin ilişki haberini önlemişti.

Belki de Jungkook'un buna sevinmesi yersizdi. Sonuçta her şeyi çoktan berbat etmişti. Âşık olduğu adam, Taehyung, kendisini terk etmişti. Muhtemelen birkaç saat sonra, haberi hiçbir yerde göremeyen patronları da suçu -normal olarak- Jungkook'un üzerine atacak ve anlaşmayı mahvettiği için, Jungkook'un canını okuyacaktı. Jungkook hayatının en huzursuz, stresli ve çileli zamanlarını yaşayacaktı. İşini, hayatını ve aşkını kaybetmişti. Hiçbir şey yolunda değildi. Yolunda gitmesini istiyordu fakat, elinden bir şey gelmiyordu da.

Namjoon, bir süre tüm gece uyumadığına emin olduğu kardeşinin yüzünü inceledi. Morluklara ev sahipliği yapan göz altlarına, şişmiş gözlerine, ısırmaktan kanattığı dudaklarına ve her ne kadar Jungkook sessiz olmak için uğraşsa da ağabeylerinin duyacağı bir şekilde ağladığında, kızarmış olan burnuna baktı. Jungkook'u dikkatle, didik didik inceledi. Jungkook'a kızgın olduğu için soğuk davranmak istiyordu fakat başarılı olamadı. Oldukça babacan bir tavır benimsedi. "Kahvaltı hazır, herkes seni aşağıda bekliyor."

Sığınacak hiçbir dalı kalmadığında Jungkook, "Kendimi iyi hissetmiyorum." Diyerek, ağabeylerine tutunmaya çalıştı. Namjoon'un şaşkınlıktan ağzının açık kalmasına sebep olacak biçimde, saniyeler içinde gözleri tekrar dolduğunda, tıpkı bir çocuk gibi burnunu çekerken omuzlarını düşürdü ve dolu gözleriyle, grup liderinin gözlerinin içine, büyük bir hüzünle baktı.

"Ben çok kötüyüm." Dedi, acılar içinde kıvranırken. "Taehyung... dün gece benden ayrıldı."

Grup üyeleri; küçük, çekingen ve içine kapanık bu çocuğu ilk tanıdıkları andan itibaren, kendisine yardımcı olmaya çalışmışlardı. Fakat Jungkook pek yardım alma taraftarı değildi. İçine kapanık olmasından ötürü, sorunları olduğunda yardım isteyemiyordu. Bir duruma üzüldüğünde, kırıldığında, acı çektiğinde veya incindiğinde, bana yardım edin diyemiyordu. Kendi başına halletmeye çalışıyordu. Bugün ise, ilk defa Jungkook tüm kalbiyle ağabeyinden yardım istiyordu. Acısını paylaştı, eğer paylaşmasaydı bu acının kendisini tüketip, yok edeceğinden endişe etmişti.

"Nasıl? Anlamadım." Dedi, Namjoon. Şaşkınlıktan dolayı kekeliyordu. "Neden ayrıldı? Kavga mı ettiniz?"

"Benim yüzümden." derken sesi tir tir titriyordu. "Tüm her şey benim suçum. Bunu biliyorum. Bunu hak ettim ama... tüm bunlar bana çok ağır geliyor. Benden ayrılmasına dayanamıyorum."

"Jungkook..."

"Taehyung'u seviyorum. Gerçekten, Taehyung'u çok seviyorum hatta ben... a-aşığım." Dedi. Böylelikle kabullenilmesi zor olan gerçekler, saniyeler içerisinde açığa çıktı. İlk itiraftan sonra, Jungkook tıpkı zor bir düğümü çözmüş gibiydi. İtirafları ardı ardına gelmeye başladı. "Ama ona bunu belli edemedim. Seni çok seviyorum, sana aşığım diyemedim. Seni seviyorum diyebildim; o da yalnızca birkaç defa. Bunun dışında ona sunduğum küçücük şeylerle yetinmesini istedim. Yetinemedi, daha fazla dayanamadı. Ayrıldı benden."

Namjoon ne söyleyeceğini bilemedi. Şok geçirmiş gibiydi. Jungkook'u daha önce birkaç defaya mahsus olmak üzere, berbat bir halde görmüştü. O anlarda nedenini bilememişti fakat şimdi anlıyordu ki, tüm her şeyin sebebi Taehyung'tu. Taehyung, Jungkook'un kalbini hızlandıran ilk kişi olduğu gibi, kalbini kıran, Jungkook'a aşk acısını tattıran da ilk kişiydi.

Namjoon, kardeşinin sahiden de Taehyung'a âşık olduğuna inanmıştı. Gözlerinin içine baktığında, acı çektiğini gördüğü bu çocuğun hislerinin yapmacık olma ihtimali yoktu. "Ne hissettiğini anlayabiliyorum. İlk defa âşık oldun, birini sevdin ve bu sebepten duygularını çok yoğun yaşıyorsun fakat bu yanlış. Taehyung'u gerçekten seviyorsan, aşıksan ve ondan vazgeçmek istemiyorsan karamsarlığa kapılmak yerine güçlü olmalısın. Sevginin, aşkının arkasında durmalı ve pes etmediğini göstermelisin. Böylelikle, Taehyung'u geri kazanabilirsin."

Ağabeyinin sözleri, Jungkook'un gözlerinde yeni bir umut ışığının aydınlanmasını sağladı. Jungkook, eğdiği başını kaldırdı ve ağabeyinin gözlerinin içine baktı, gözlerindeki parlaklık, küçük bir çocuğun masum umutlarıyla bezenmiş, canlı ışıklarla eş değerdi. "Bunu nasıl yapabileceğimi bilmiyorum. Bir şeyler yapmak istiyorum ama Taehyung bana, her şey için geç kaldığımı söyledi. Artık hiçbir şey istemiyormuş. Beni istemiyormuş."

"Bunu söylemesi normal, Jungkook. Yorulmuş olabilir." Dedi, Namjoon oldukça sakin bir ses tonuyla. "Zaman zaman hepimiz yoruluyoruz, tüm her şeyden vazgeçiyoruz; çabalamamızın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini düşünüyoruz ve kabuğumuza çekiliyoruz. Bizler robot değiliz. Duygularımız var; bizi mutluluğa, hüzne, kedere, neşeye itecek olan yoğun ve etkili duygular bunlar. Taehyung duygusal bir çöküşte olabilir. Seni bırakacağını düşünmüyorum. Yalnızca dinlenmek istemiştir."

"Peki ya dinlendikten sonra bir daha beni istemezse?" diye sordu, Jungkook. Sürekli düşünüp durduğu, en önemli soru buydu. Taehyung, Jungkook'tan tamamen vazgeçer miydi? Bir daha hayatında Jungkook'u istemez miydi? Jungkook tüm bunları çok merak ediyor, düşündükçe aklını kaybedebileceğini hissediyordu.

"Bunu bilemezsin." Diyerek Namjoon, kardeşinin yersiz umutlar beslemesini önlemek istedi. Çünkü bu sorunun cevabını kendisi de bilmiyordu. Taehyung'u tanısa bile nasıl bir davranış benimseyeceğini bilemezdi. Bildiği kadarıyla Taehyung çapkın bir adamdı; bir o kadar da duygusal ve romantikti. Tüm bu özellikleri birleştiğinde Namjoon, Taehyung'u analiz etmekte zorlanıyordu. Karşısında iki farklı adamın olduğunu düşünüyordu.

"Dün gece benden ayrıldı, buna rağmen bu sabah yanına gidebilir miyim? Ben sadece bilmek istiyorum. Bu şekilde dayanamam. Onunla konuşmam gerekiyor."

"Henüz çok erken, bırak biraz vakit geçsin ve Taehyung dinlensin."

"Taehyung yalnız kalmaktan nefret eder. Şu an ise yalnız."

"Bunu umursamak için biraz geç kalmış gibisin... Keşke eskiden bu düşünceli tavırlarını sergileseydin. Böylelikle ayrılmak zorunda kalmazdınız."

Namjoon hazır cevap bir şekilde, Jungkook'u cevapladığında; Jungkook'un kalbini ne denli kırdığının farkında değildi. O yalnızca dürüst davranmıştı. Tüm bunlar gerçek düşünceleriydi. Taehyung ve Jungkook'u birkaç kere yan yana görmüştü. Özellikle son seferinde Taehyung buraya geldiğinde, Jungkook'un umursamaz tavırları Namjoon'u oldukça sinirlendirmişti. Belki de hala bu olayın etkisindeydi. Bu sebepten kardeşinin, Taehyung'a pek de iyi davranmadığını düşünüyordu.

"Sen de mi geç kaldığımı düşünüyorsun?"

"Hayatta attığın her adım için geç kaldığını düşüneceksin, Jungkook. 'Keşke' duygusu hiçbir zaman insanoğlunun peşini bırakmaz. Keşke Taehyung'u üzmeseydim, keşke konserde biraz da iyi performans sergileseydim, keşke dün gece bu kadar içmeseydim... Bu düşüncelerden kurtulmanın imkânı yok. Bu sebepten kabullen. Geç kalmış olabilirsin. Geçmiş geçmişte kaldı. Geleceğini ise sen oluşturacaksın. Tabii bilinçli davranır ve geçmişinden sıyrılmayı başarabilirsen..."

Namjoon'un sözleri Jungkook için paha biçilemezdi. Dudaklarında silik bir tebessüm oluştu; paralel olarak ağabeyine hayranlıkla bakan, kahverengi, iri gözleri dolmuştu. Birilerine güvenmek kendisi için o kadar zordu ki, sırlarını kimseyle paylaşamamasının karşılığında yardım da alamıyordu. Bunun sebebi şüphesiz hiç kimse değildi. Kendisiydi. Bunu bildiği için duygulanmıştı. Ağlamamak için dişlerini birbirine bastırdı. Neredeyse çenesi kitlenecekti.

En başından beri, yardım çağrıları gönderseydi kendisine yardım edecek birden çok kişi vardı; ağabeyleri ve sevgilisi, biricik aşkı her zaman Jungkook'un arkasındaydı. Düştüğü zaman kaldırmak için bizzat bekliyor, yeri geldiğinde yanına gelip ellerinden tutuyor ve destek oluyorlardı. Jungkook bunu düşündüğünde kendisini berbat hissetti. Keşke böyle olmasaydı diye düşünüyordu. İnsanlara güvenebilmeyi, kalbini rahatlıkla açabilmeyi öğreneli kısa bir süre olmuştu. Tüm bunları kendisine Taehyung öğretmişti.

"Teşekkür ederim." Dedi, Jungkook hüzün dolu bir tınıyla. "Bu zamana kadar, sizinle neredeyse hiçbir şey paylaşamadım fakat siz hiçbir zaman beni bırakmadınız, her zaman arkamı kolladınız ve ben sizi ne kadar itersem iteyim, bana bir adım daha yaklaştınız. Bunun için çok teşekkür ederim. Sayenizde bir şeyleri aşabildiğimin farkındayım. Artık size tutunmak zorunda olduğumun, sırlarımı paylaşmam gerektiğinin farkındayım. Geç kaldığımı biliyorum. Öyle olmasaydı, Taehyung beni terk etmezdi fakat..."

"Jungkook, sana az önce ne söyledim ben?" dedi, Namjoon sahte bir kızgınlıkla. "Geç kaldığını düşünmeyi bırak. Bunun yerine şimdi ne yapacağını düşün. Biz her zaman yanındaydık, yine yanında olacağız. Sana yardım edeceğiz, hatta istersen Taehyung'la barışman için sana yardımcı olabiliriz."

Jungkook'un yaşla bezenmiş gözleri parladı. "Gerçekten... yardım eder misiniz?"

"Tabii ki ama ilk önce bana yaşananları anlatman gerekiyor, ancak bu şekilde sana yardımcı olabilirim."

Jungkook kısa bir anlığına duraksadı. Bakışları grup liderlerine kitlendiği sırada, Namjoon'un unutmalısın diye bahsettiği geçmişe tekrar döndü. Geçmişten geleceğe yaşadığı tüm her şeyi aklından geçerdi. Hangi birini anlatacaktı? Jungkook kendi dertleriyle o kadar meşguldü ki, grup üyeleriyle, Bayan Dongmi hakkında konuşması gerektiğini bile unutmuştu. Bu denli dalgınken, Shin Dongmi'nin yakın bir zamanda yurtlarına geleceğini de düşünememişti. Patronları gelmeden ve kıyamet kopmadan önce Jungkook, her şeyi bizzat kendisi anlatmalıydı.

Elleriyle yüzünü ovuşturdu ve sakinleşmek adına derin bir nefes aldığı sırada, Namjoon'a baktı. Kısık bir tonda, mahcubiyetini saklayamadan; "Bilmeniz gereken çok fazla şey var." Diye mırıldandı. Namjoon kaşlarını çattı ve kardeşine dikkat kesildi.

Jungkook bir süre suspus oldu. "Ve bunlar sadece benimle ilgili değil, tüm grubun geleceğiyle ilgili."

***

Gecenin karanlığına ev sahipliği yapan yalnızca Jungkook değildi; Taehyung'ta tıpkı sevdiği adam gibi tüm gece, gözlerini bir saniye kırpmadı. Bir heykel gibi hareketsiz bir vaziyette, Jungkook'un çıplak bedenine defalarca kez ev sahipliği yapan yatakta, tek başınaydı.

Taehyung'un en sevmediği özelliği, dengesizliği ve çok çabuk değişen duygularıydı. Bir anı, bir anını tutmazdı. Kahkahalarla güldüğü, şen şakrak olduğu bir günün ardından sabah uyandığında tüm her şeyden nefret edebilir, depresif bir haldeyken tüm gününü ağlayarak ve etrafından uzaklaşarak, yalnızlığa kucak açarak geçirebilirdi.

Dün şen kahkahalarıyla etrafındaki insanları kutsayan, Somi'nin gözlerinin içine bakarak sinsice sırıtan, oldukça neşeli olan; âşık olduğu adamdan ayrılırken bile yüzündeki tebessümü eksik etmeyen, o adam gitmişti. Şimdi cansız, ruhu çekilmiş bir bedendi. Jungkook'a söylediği gibi, o gerçekten de hiçbir şey istemiyordu.

Yataktan kalkmak bile kendisine zor geliyordu. Yorganı boynuna kadar çekmiş, dizlerini karnına yaslamış bir vaziyette; yan bir şekilde, iki büklüm duruyor, kapalı panjurların ardında; karanlıkta tek başına öylece yatıyordu. Uyumak, bir şeyler yemek, konuşmak, ayağa kalkmak, hareket etmek; hiçbir yaşamsal faaliyetini gerçekleştirmek istemiyordu. Yalnızca krem rengi duvarlarına, sanki canlı bir nesneymiş de yaptıklarını izliyormuş gibi bakıyordu. Herhangi biri Taehyung'la ilgilenmek için evine gelseydi ve Taehyung'un kitlenen bakışlarına dikkat kesilseydi, bu durumdan ürkebilirdi bile. Açık kahverengi irislerini bir saniye olsun duvardan ayırmıyor, göz bebekleri küçülmüyor veya irileşmiyor, sanki bir ölünün gözleriymiş gibi hissettiriyordu.

Öğlen vaktine gelindiği sırada, kapılar menajeri Jackson tarafından açıldı. Jackson sessiz evin içerisinde, Taehyung'u aramaya tenezzül etmedi bile. Yunah'tan her şeyi öğrenmiş olan Jackson, Taehyung'un ne duruma düşeceğini çok iyi biliyordu. Adımlarını kendinden emin bir şekilde Taehyung'un odasına yönlendirdi. İçeri girdiğinde tahmin ettiği görüntüyle karşı karşıyaydı. Dudaklarında yorgun bir tebessüm belirdi.

"Taehyung?"

Jackson, idolünün yatağının köşesine oturdu. Taehyung'un yorganın altına saklanan bedenini ve yalnızca görebildiği, yorgun fakat güzelliğinden zerre eksilmeyen yüzünü inceledi. Kalbindeki hüzne rağmen Taehyung, tıpkı bir melek gibi güzeldi. Yine de Jackson, idolünün görünüşüne aldırmadı. İçten içe boğuştuğu yoğun duyguları ve çektiği acıları biliyordu.

Acısını geçirmek istercesine, yastığa dağılmış gri saçları şefkatle okşadı ve geriye tarayıp, açıkta bıraktığı alnına minik bir öpücük kondurdu. "Nasılsın?" diye sordu, nasıl olduğunu bile bile...

Taehyung ne dudakları aralandı ne de bakışlarını çevirip Jackson'a baktı.

Tıpkı bir balmumu heykelini andıran idolü için Jackson oldukça endişeliydi. Taehyung'un bazı dönemlerde içine kapandığını, sessizleştiğini ve bir gün boyunca yataktan hiç çıkmadığı vakitleri biliyordu. Taehyung'un bulunduğu durum, Jackson için oldukça ürkütücüydü. Bu durum devam ederse Taehyung'un gireceği bunalımları biliyordu. "Taehyung, benimle konuşman gerekiyor." Dedi, kısık çıkmasını önleyemediği sesiyle.

Taehyung herhangi bir cevap vermedi. Gözlerini bile kırpmamıştı. Jackson odaya girdiğinden beri aynı konumdaydı. Bu durum menajeri iyice endişelendirdi. Ellerini Taehyung'un omuzlarına sardı ve yatakta hareketsiz yatan bedeni sarstı.

"Taehyung, ne denli kötü hissettiğin tahmin edebiliyorum. Keşke seni serbest bıraksam ve yorgunluğun dinlenene kadar güzelce dinlensen... Fakat bunu yapamıyorum. Şirkete gitmemiz gerekiyor."

Taehyung söylenenleri duyuyor fakat cevap vermek istemiyordu. Bakışları hala aynı noktada sahipti. Jackson bir süre, en yakın arkadaşının konuşmasını bekledi fakat Taehyung tek kelime etmemişti, bakışları hala aynı noktada sabitti.

"Bak... bir dizi teklifi aldın. Kore'nin en ünlü yönetmeni Kim Joonseo, dizinin hem yapımcılığını ve hem de yönetmenliği üstleniyor. Sana bir teklif gönderdiler. Başrol olman konusunda çok ısrarcılar. Yılbaşı günü müsait olmayacağını söyledim ama hiç olmazsa küçük bir öğle yemeği teklif ettiler. Reddetmek istemiyorum, bu senin için çok önemli bir fırsat."

Taehyung'un yorgun bakışları, sonunda Jackson'a döndü. "Gitmek istemiyorum." Dedi, fısıltıyla. Öyle alçak bir tonda konuşmuştu ki, Jackson Taehyung'u duymakta güçlük çekti. "Bugün dışarı çıkmayacağım."

"Gitmen gerekiyor. Lütfen beni kırma. Hem... kalkıp hazırlanmalısın. Bugün, yılın en önemli günü."

Taehyung tüm karamsarlığıyla konuştu; "Bugün sevgilimden ayrıldığım gün."

"Hayır... Bunu düşünmemelisin." Dedi, Jackson gülümsemeye çalışarak. Arkadaşına hiçbir şey olmamış izlenimi vermeye çalışıyordu. Yapmacık bir kıkırtı bıraktı. "Bugün yılbaşını kutlayacağımız gün! Gidip güzel bir akşam yemeği yiyelim, sonra bir bara gidelim ve sabahın ilk ışıklarına kadar eğlenelim. Her zamanki gibi, Taehyung. Çok güzel olmaz mıydı?"

"Hiçbir şeyi kutlamak istemiyorum." Dedi, Taehyung dümdüz bir sesle. "Kiminle kutlamak istiyorsan gidip kutla ama bana bulaşma."

"Seninle eğlendiğimiz günleri çok özlüyorum." Bir menajer olarak süslü cümleler kurmak ve kelimelerle oynamak Jackson'un en iyi yaptığı şeylerden biriydi. "Sahiden beni, en yakın arkadaşını, kıracak mısın?"

"Seninle gittiğim bütün partilerde başıma bir şey geliyor. En son gittiğimde Jeon Somi olacak ruh hastasıyla karşılaştım. Ondan öncesinde gittiğimiz partide ise Changwook'u aldatıp, Jungkook'la birlikte olmuştum. Partiler bana uğursuzluk getiriyor."

"Gönlünün sürtük olması benim suçum değil..."

Taehyung'un dudaklarının kıvrıldığını gören Jackson rahat bir nefes aldı. Taehyung'u güldürmeyi başarması bile kendisi için bir zafer göstergesiydi. Hızla Taehyung'u ellerinden tuttu ve yatakta oturur pozisyona geçmesini sağladı. Taehyung sızlanıp yatağa geri uzanmak istediğinde, sol eliyle elini tutmuş; sağ eliyle ise sırtına destek uyguluyordu.

"Sakın yatağım deme, Kim Taehyung. Bu adamı en iyi ben tanıyorum; güçsüz olduğu kadar güçlü, üzgün olduğu kadar neşeli. Yalnızca kendisini bulunduğu psikolojiye çok çabuk adapte ediyor. Her şeyin bittiğini düşündüğü için hayal kırıklığına uğruyor ama dün her şeyi kendisinin bitirdiğini kabullenmeyecek kadar da kendisini suçsuz görüyor. Eğer kendisini suçsuz görüyorsa, bu durumda olması yersiz? Eğer suçluysa da bu durumdan kurtulması ve aşkına dönmesi gerektiğini bilecek kadar, zeki. O yüzden bulunduğun bu durumdan sıyrıl hemen. Hangisi olmak istiyorsan, yalnızca o adamı göster bana."

Taehyung'un bakışları Jackson'un kahverengi irislerine kenetlendiği sırada, dudaklarında belirli belirsiz bir tebessüm oluştu. Taehyung şanslıydı çünkü menajeri kendisini çok iyi tanıyordu; bu sebepten zayıf yanlarını da güçlü yanlarını da iyi biliyor, Taehyung'u bulunduğu durumdan kurtarabiliyordu. Yine aynı durum söz konusu olmuştu. Jackson, Taehyung'un gireceği bunalımı öngördü ve tam zamanında müdahale ederek, idolünü hayata döndürmeye başardı.

***

Vücudumun en ücra köşelerine kadar, ilmek ilmek işlenen hüzün elimi kolumu bağlasa bile bir şekilde hayata devam etmek zorunda olduğumun bilincindeydim. Hayat bu şekilde ilerliyordu; birileri gidiyor, birileri geliyor, bazılarının ise kalbimize ne denli işlendiğini bilemeden yalnızca gittiğini sanıyorduk. Jungkook içinde aynısı söz konusu olmuştu. Gitmesini istediğimde onu kalbimden -hiç olmazsa bir süreliğine, iyileşene kadar- çıkarabileceğimi sanmış fakat yanılmıştım.

Hayatımda öylesine yer edinmişti ki, daha ilk saniyeden nefes alamadığımı ve boğulduğumu hissediyordum. Bu berbat bir histi. Başa çıkmayı denemeye gücüm bile yoktu. Bu zamana kadar varlığının, yokluğundan daha acı verici olduğunu düşünmüştüm fakat fikrim değişmiş sayılırdı. Yokluğu çok daha kötü hissettiriyordu.

Öte yandan gitmesini de ben istemiş, âşık olduğum adamdan bizzat ayrılmıştım. Pişman mıydım? Belki evet, belki de hayır ama tek bildiğim bir şey vardı ki, o da Jungkook' gerçekten özleyecektim. Belki de bu sebepten, özlem hissiyle baş başa kaldığım için, berbat ve karamsar hissediyordum.

Kiremit rengi kabanımın gölgelediği bej, uzun, dizlerime uzanan çizmelerimin, her fayansa çarptığında çıkardığı o rahatsız edici ses kulaklarımı tırmalarken yönetmen ile bulaşacağım restorana ilerlemiştim. Oldukça sinirli ve agresif göründüğümün farkındayım fakat bu durumu gizlemek benim için zordu. Dakikalar önce gölgelediğim hüznüm yerini öfkeye bırakmıştı ve bu sebepten hem agresif hem de oldukça gergin hissediyordum.

Restorandan içeri girdiğimde birçok kişinin bana dönüp hayran hayran baktığını bilsem de hiçbir tepki verememiştim. Ne maske ne şapka ne de gözlük takmıştım. İçimde boğazlı, bej rengi bir kazak; altımda kazağımla ve çizmelerimle tıpatıp aynı tonda, dar bir kot vardı. Giysilerim oldukça özensizdi. Saçlarım yapılı değildi. Yüzümde makyaj bile yoktu. Berbat görünüyordum. Buna rağmen insanların bana hayran hayran bakması, derinlerimde saklanmış özgüvenimi ortaya çıkarmıştı.

Bakışlarım keskinleşirken, kendimden emin adımlarla yürümeye başlamış ve kısa süre içerisinde, buluşacağım yönetmeninin bulunduğu masaya yönelmiştim. Ellili yaşlarında, orta boylarda ve zayıfça bir adamdı. Hafif kırışıklıklara ev sahipliği yapan, düzgün bir yüzü vardı. Giyim tarzındaki şıklık ve yanına yaklaştığım anda ayağa kalkıp nazikçe beni selamlamasıyla, anlamıştım ki oldukça da kibar biriydi.

"Merhaba, Bay Kim." Dedim, tıpkı onun gibi selam verirken. Ardından iki kişilik masada tam karşısına oturmuş, yönetmende karşımdaki yerini almıştı.

"Merhaba, davetimi kırmayıp buraya kadar geldiğin için çok teşekkür ederim." Kibar bir şekilde gülümsedi. Dirseklerini masaya yaslamış, ellerini de yüzü hizasında birleştirmişti. Dudaklarında bilindik bir tebessüm vardı.

"Jackson size haber vermiş olmalı. Yemek yiyecek kadar fazla vaktim yok. Yalnızca dizi meselesiyle alakalı konuşsak ve ben kalksam çok iyi olur."

Adam mahcup bir tebessüm etti. "Konuya hemen gireceğim öyleyse... Bu kadar aceleci olmamın sebebi dizinin yapımcılığını üstlendiğim andan itibaren aklımda sizin olmanızdan kaynaklanıyor. Bu senaryo daha önce hiç kimsenin cesaret edemediği türden bir konuya sahip. Ve ben, bu sektördeki birçok insana nazaran önyargıdan uzak biri olduğunuzu bildiğim için, sizinle konuşmak konusunda ısrarcı oldum."

"Dizinin konusu tam olarak nedir?"

"Eşcinsel olan bir gencin hayatını anlatıyor."

"Oh..." Duymayı beklemediğim cümle karşısında, dudaklarım şaşkınlığın getirisiyle aralandı. Adam ise çekingenlikten uzak, büyük bir özgüvenle anlatmaya devam etti.

"Daha önce bu tür diziler çekildi fakat başroller her zaman genç yetenekler oldu. Daha çok tanınmamış kişilerdi. Bu yüzden diziler ses getirmedi. Fakat Bay Kim eğer siz ve sizin gibi ünlü bir oyuncu bu dizide yer alırsa tüm Kore'nin dikkatini çekebiliriz. Cinsel yöneliminizi bilmiyorum fakat eşcinsel bireylere karşı saygılı olduğunuz ve desteklediğiniz çok açık. Tüm dünyada bu tarz bireyler mevcut fakat birçoğu, kapalı kapılar ardında yaşıyor; ülkemizde de aynı şekilde. Birçok idol, hemcinsiyle yakıştırılıyor, bazıları gerçekte de ilişkiler yaşıyor, buna rağmen eşcinselliğe karşı çok ciddi önyargılar var. Kariyerimin son demlerinde, bu algıyı kırmak istiyorum. Başarılı olur muyum, olmaz mıyım, gerçekten bilmiyorum. Yine de denemek ve denedikten sonra yanılmak istiyorum."

Bir anda, vücudumda yer edinen yorgunluğun, hüznün ve kederin uçup gittiğini hissettim. Dudaklarımda samimi bir tebessüm belirdi ve dolu gözlerimle, karşımdaki yönetmene baktım. Böyle düşünmesi benim için oldukça değerliydi. Bilip bilmediği hakkında bir fikrim yoktu fakat eşcinsel bir birey olarak, yaşadığım sorunları en iyi ben bilirdim. Üstelik bir çekingenliğim de yoktu. Bu zamana kadar asla eşcinsel olduğumu saklı tutmaya çalışmamıştım. Tersine kariyerimin son demlerinde her zaman bunu itiraf edeceğimi düşünmüştüm. Belki de kariyerimin sonunu beklememe gerek yoktu. Bu dizi sayesinde, doğrudan itiraf edebilirdim.

"Bu düşüncenizin beni ne kadar gururlandırdığını bilemezsiniz."

"Gururlanmanızın sebebi ben olmamalıyım, Bay Kim. Siz olmalısınız, zira insanlar sizi yalnızca bir idol olarak görmüyor; çoğu kişinin ilham kaynağısınız. Feminen giyindiği için, okulunda eziyet gören bir çocuğun haberi çıktıktan sonra hem o çocuğa yardım ettiniz hem de ertesi gün havaalanında feminen giyindiniz. Fan buluşmasına gelen eşcinsel çifte binlerce kişinin arasında çok yakıştıklarını ve onları kıskandığınızı söyleyerek, çifti onurlandırdınız. Konserlerinizde açılan gökkuşağı bayrağına teşekkür ettiniz ve ertesi gün rengarenk bir ceketle sahne aldınız... Bu ve bunun gibi anlatabileceğim bir sürü örneğim var. Siz zaten davranışlarınızla önyargıları yıkıyorsunuz. Bu sebepten Ji Changwook ile haberiniz çıktığında bile hayranlarınız sizi yargılamak yerine, savunmayı tercih etti. Bir eşcinsel haberinin anlayışla karşılanmasına sebep oldunuz. Bunun ne kadar önemli olduğunu farkındasınız değil mi? Siz bir lider konumundasınız ve ben bu durumu kullanmak istiyorum."

Song Yunah'ın bana destek vereceğini biliyordum. Bu sebepten, "Kabul ediyorum." Diyerek, patronumun isteklerini sorgulamadan, dizi teklifini kabul etmiştim. Adamın sevinçten gözleri ışıldarken, dudaklarımda arsız bir tebessüm belirmiş; "Yalnızca bir şartım var." Diyerek eklemiştim.

"Nedir?"

"Benimle oynayacak olan bir diğer başrolü belirlediniz mi?"

Adam sıkıntıyla başını kaşıdı. "Henüz değil ama çok-"

Hızla yönetmenin sözünü kestim ve keyifli bir kıkırtı bıraktım. "Kime teklif göndereceğinizi ben söyleyeceğim." Dedim, arkama yaslanıp sağ bacağımı sol bacağımın üstüne atarken. "Tek şartım bu olacak."

"Kime teklif göndermemi istiyorsunuz?"

Yönetmen, aklımdan geçen sürülerce sinsi düşünceden habersiz masum masum bana bakarken bir kez daha kıkırdadım. Gülüşümle herkesin bakışlarını bana döndüğünü fark edince bundan adeta keyif alıyordum. Yerle bir olmuş özgüvenim yerini yavaş yavaş dolduruyordu.

"SDM şirketinin idollerinden..."

***

Akşam üstüne az bir vakit kalmışken evimde ve yalnızdım. Herhangi bir yılbaşı etkinliğine katılmak istemiyordum. Keyifsiz ve mutsuz hissettiğim için değildi. Yalnızca canım istemiyordu. Yılbaşı etkinlikleri bana saçma geliyordu. Ondan geriye saydığım ve yeni yıla girdiğimiz vakit herhangi bir şey hissetmiyordum. Hayatımda değişen bir şey yoktu. Ben yine aynı Taehyung'tum ve aynı hayattaydım. Yalnız ve düşünceli.

Açtığım televizyonda oynayan dizide Changwook'u gördüğümde tebessüm ettim ve bir süre, defalarca kez izlediğim diziyi tekrar tekrar izledim. Ardından, ne kadar geçtiğini bilmediğim bir süre zarfından sonra kapım çaldı. Bakışlarım oturduğum koltuktan kapıya çevrilirken, kimin olduğunu tahmin etmeye çalıştım fakat aklımda hiç kimse yoktu. Yılbaşı günlerinde herkes içmeye ve eğlenmeye giderdi. Benimle evde takılmayacaklarına emindim.

Kalça yanaklarımı meydana çıkaracak biçimde kıvrılmış olan, toz pembe tonlarındaki geceliğimi çekiştirerek düzelttiğim sırada, gözlerimin hizasına gelen gri saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırmıştım. Kapının arkasında kalmaya özen göstermiştim çünkü yarı çıplak sayılırdım.

Kapıyı açtığımda, karşımda Jungkook'u görmüştüm. Elinde, pasta olduğunu düşündüğüm bir kutu tutuyor, dudaklarında belirli belirsiz bir tebessümle, dün yaşlarla bezenmiş gözlerinde bugün yer edinen parlaklıkla, bana içimi titretecek kadar güzel bakıyordu.

"Merhaba." Dedi, ince tınısıyla. "İçeri girebilir miyim?"

Kaşlarımı çattım. Bakışlarımı yüzünden çekmek istemiyordum çünkü, bacaklarını saran sıkı, siyah, dar kotun üstüne giymiş olduğu belirgin sıkı göğsünü ve karnını belli eden bordo, boğazı kazakla, siyah, zımbalı deri ceketiyle ve arkadan topladığı yumuşacık, siyah saçlarıyla ne kadar güzel olduğunu görmek istemiyordum.

Kısaca eski sevgilimi süzdüğümde, kendimi toparlamak adına boğazımı temizlemiştim. "Neden geldin, Jungkook?" diye sordum, soğuk bir ses tonuyla. Jungkook'a kendimi kaptırmamak için özel bir çaba sarf ediyor, bu sebepten kapıyı bile tam anlamıyla açmıyordum. Geldiği gibi gitmesini istiyordum.

"Aklıma bir şey geldi." Dedi, cıvıl cıvıl bir sesle. Sanki dün hiç yaşanmamış ve biz ayrılmamışız gibi davranıyordu. Davranışlarını anlamlandıramadığım için eski sevgilime ters bir bakış attım.

"Ne geldi?"

"Dün doğum günündü ama pastan yoktu."

"Yani?"

"Ben de pasta aldım."

"Tamam." Dedim kapıyı kapatmak adına hareketlenirken. "Öyleyse evine git ve ye onu."

Kapıyı yüzüne kapatacağım sırada, tek eliyle zorlukla da olsa kapıyı tutmayı başarmıştı. "Bekle!" dedi, heyecanlı bir şekilde. "Bu senin doğum günü pastan. Sen yemelisin."

"Pasta yemek istemiyorum, Jungkook. Git buradan."

"Gidemem."

"Gideceksin!"

"Kapıyı itmeye devam edersen pastayı düşüreceğim. Beni içeri alır mısın?"

"Alamam."

"Lütfen..." dedi tıpkı bir bebek gibi sızlanırken. Dudaklarını büzdü ve irileştirdiği gözleriyle bana öyle masum bir bakış attı ki, bunu beklemediğim için afallamıştım. Eski sevgilim ise fırsattan istifade ederek kapıyı açmayı başarmış ve içeri girmişti. Pastayı ayakkabılığımın üstüne bıraktığı sırada, tatlı bir kıkırtı bırakmış, "Beni içeri aldığın için teşekkür ederim." Demişti.

"Seni içeri almadım, zorla girdin."

Jungkook ise sanki ona olan sevgimi itiraf etmişim gibi, inci dişlerini gözler önüne sererek el çırpmış ve pastayı eline aldıktan sonra, "Pastayı kesmek için mutfağa gideceğim!" diyerek aşinası olduğu evde koşar adımlarla mutfağa ilerlemişti.

"Jungkook!" diye bağırsam bile beni duymazlıktan gelmişti. "Nereye gidiyorsun? Buraya gel!"

Peşinden gitmek istesem de bir an duraksamıştım. Şu an oldukça sevimli gözüküyordu ve eminim ki onunla yan yana kalırsak tatlılığına dayanamazdım ve bunu istemiyordum. Duygularım çok çabuk değiştiği için Jungkook'a yenilmekten korkuyordum.

"Kararlı durmalısın, Taehyung..." diyerek kendi kendime fısıldadıktan sonra, duruşumu dikleştirmiş ve derin bir nefes alıp, sakinleşmek adına yavaşça üflerken; ifadesiz surat ifademi takındıktan sonra mutfağa ilerlemiştim.

Mutfağa gittiğimde, Jungkook'un pastayla ilgilendiğini görmüştüm. Yüzündeki tebessüm samimiyetini hissettiriyor, bu da onun için atan kalbimin yumuşamasını sağlıyordu. Tıpkı bir pamuk şeker gibi eriyeceğimi düşünüyor, bir taraftan ise kırgın tarafım devreye girerek, 'asla affetme onu!' diye haykırıyordu. Hangi tarafa güveneceğimi bilemiyordum ve böyle anlarda, kararsız ve dengesiz biri olmaktan nefret ediyordum.

Yine de irademin, dağılmaya hazır parçalarını bir araya topladığım sırada: "Jungkook." Diye seslendim, eski sevgilime. "Pasta yemek istemiyorum."

Jungkook'un duraksadığını hissetsem de tam olarak ne yaptığını göremiyordum. Sırtı bana dönük duruyordu. Bir süre sessizdi, soluk alışverişlerimiz dışında hiçbir şey konuşmadık. Jungkook ne düşünüyordu bilmiyorum ama ben, onu ne kadar çok sevdiğimi düşünüyordum. Bana yaptığı onlarca şeyden sonra bile, kalbim delicesine atıyor; tüm bedenim özlem içinde kasılıyordu ve bu berbat hissettiriyordu.

Çünkü içten içe yanımda olduğu, beni yalnız bırakmadığı ve pastamın olmadığını hatırlayıp, bana pasta getirdiği için; aynı zamanda beni hala sevdiği ve benim için çabalamaya devam ettiği, dün ondan ayrılmama rağmen gurur yapmadığı için de mutluydum. Ve mutlu olmak, beni daha fazla sinirlendiriyordu. Kendime ihanet ediyormuşum gibi geliyordu.

Jungkook elindeki tabakla birlikte arkasını döndü. "Ama bak!" derken, neşesi hala eksilmemiş gibiydi. Rol yaptığını biliyordum. Şişmiş gözlerinin altı mor halkalara ev sahipliği yapıyordu ve göz kapakları uykusuzluktan zor zar açılıyordu. Berbat bir haldeydi. Tıpkı benim gibi. Bu ayrılık daha ilk günden ikimizi de çok yormuştu.

"Bakıyorum." Söylediğini yapmış ve tabağın üzerindeki pembe renkli pastaya, üstündeki çileklere ve tek bir adet bulunan muma bakmış, ardından gözlerimi devirerek bir kez daha bana bakan gözlere odaklanmıştım. "Baktım."

"Çilekli."

"Ne olmuş yani?"

"Sen çileği çok seviyorsun."

"Eskiden çok sevdiğim şeyler, bir yerden sonra bana cazip gelmemeye başlıyor."

Dudaklarını konuşmak adına araladı fakat yaptığım imayı anlamış olacak ki, duraksadı; dudaklarını birbirine bastırdığında bakışlarını benden kaçırdı. "Anlıyorum." Dediği sırada tabağı tezgâha bırakmıştı.

Farkındaydım. Söylediklerim, soğuk davranışlarım, takındığım tavır; güzel, masum ve kötü niyetten arınmış kalbini kırıyordu fakat bunu yapmak zorundaymışım gibi hissediyordum. Bu zamana kadar, gözünde değersiz bir nesneden öte gitmeyen, solmuş çiçek gibi umarsızca dalından koparılan ve hiçbir insanın hak etmediği muamelelere maruz kalarak incinen ben olmuştum. Ve aklıma eski, karanlık ve hüzünlü anılarımız geldiğinde, geçmişimizi silip atmayı, tozlu raflarla kaldırmayı beceremiyordum.

Almış olduğum karar, mutlak bir ayrılık değildi. Bunu ikimizin de bildiğini umuyordum. Jungkook'u hala seviyordum ve bir anda kopmamız imkansızdı. Ben yalnızca geçici bir çözüm yolu aramış ve sonucunda, ayrılmamızın ikimiz içinde en iyisi olduğunu düşünmüştüm. Son zamanlarda, rüzgârın etkisiyle yıpranan ve oradan oraya uçuşan, zavallı, solmuş bir yaprak gibi hissediyordum. Biraz dinlemek ve yaralarımı sarmak istemiştim yalnızca. Fakat Jungkook bu yolu tercih etmemişti. Yalnız kalmama müsamaha göstermemişti.

İçimden geçenleri çekinmeden yüzüne karşı sarf ederek, "Yalnız kalmak istiyorum." Demiştim, tereddütsüz. "Çilekli pasta için teşekkür ederim ama gitsen daha iyi olacak."

Bakışlarımız kenetlendiğinde, siyah irislerinden görebildiğim, karmaşa, hüzün ve çaresizlik bana kendimi hatırlatıyordu. Aylardır, kendisiyle aynı konumda olan bendim ve şimdi dönüp gözlerinin içine baktığımda, ikimizi kıyaslamadan duramıyordum. Bunu yapmamın saçmalıktan öte gitmediğinin farkındaydım. Geçmiş, geçmişte kalmıştı ve atlatmaktan başka çarem yoktu. Yine de kalbim yorgun ve kırgındı. Ne geçmişi geride bırakabiliyor ne de geleceğe umutlu, heyecanlı gözlerle bakabiliyordum.

"Yalnız kalmak istemeni anlıyorum." Dedi, hüzünlü sesini gizleyemeden. "Ama seninle konuşmak istiyorum."

"Dün gece yeterince konuştuk."

"Eksik kalan şeyler var." Dedi, konuşmamın hemen ardından. "Benimde söylemek istediğim şeyler var."

"Geçmişte suskun kaldığın zamanlara sayıyorum." Buruk bir tebessümle, Tanrı'nın bana sunduğu en eşsiz ve güzel yüze baktım. "Bu sebeptendir ki, konuşmanı beklemiyorum artık. Hep suskundun. Böyle kalmaya devam edebilirsin."

"Bana kırgın olduğunu ve bu sebepten bana karşı artık merhamet beslemediğini; belki de artık beni sevmediğini biliyorum ama Taehyung..." dediğinde, kahkahalarla gülmek istedim. Kalbimde, onun için açılmış sonsuz bir boşluk vardı ve bu boşluğu yalnızca sevgisiyle doldurabiliyordum. Buna rağmen bu düşüncesi oldukça gülünçtü. "Eğer şimdi konuşmaz ve anlatmazsam, tekrar içime kapanmaktan korkuyorum. Beni kabuğumdan çıkardın, şimdi ise bana sırtını dönerek beni tekrar karanlığa hapsetme. Lütfen."

Söyledikleri sessiz kalmama sebep oldu. Haklıydı. Jungkook'a her zaman yardımcı olmaya çalışmıştım. Anlatmayacağını bilsem de her saniye onunla konuşmaya çalışmıştım. Boş gözlerle gözlerimin içine baktığında bile, ne hali varsa görsün diye düşünerek geri çekilmemiştim. İçine kapanık, kendi fikirleriyle boğuşan; kendisiyle münakaşa içine girmekten, dışarıya dönemeyen kırık çocuğu, hayata döndürmüştüm. Şimdi ise onu yarı yolda bırakmıştım. Belki de benim yüzümden en başa dönecekti.

Yine de bunu umursamak ve aklımın en derin köşelerine saklayıp, dert edinmek istemiyordum çünkü benim Jungkook'u düşündüğüm kadar, Jungkook beni kaç defa düşünmüştü ki?

Kısa bir an düşündükten sonra, ne kadar dengesiz biri olduğumu belli ederek, "Anlatabilirsin." Dedim, alçak bir tonda. Bana yaptığı onlarca şeyden sonra bile ona sırtımı dönemiyordum. Aklıma Jungkook'un ve annemin bana yaptıkları geldiğinde, her zaman olduğu gibi merhamete dönmüş ve kalbimin, iyilikle ve hoşgörüyle dolmasına izin vermiştim. "Ne anlatmak istiyorsun?"

Gözlerinin ışıldadığını fark ettiğimde, küçük bir çocuğun istediği oyuncuğa kavuştuktan sonra dudaklarında edinen tebessüme eş değer, neşeli bir tebessümle iri gözlerini, gözlerime dikti. "Anlatacağım." Derken, az önce bıraktığı pasta dilimini tekrar eline aldı. "Ama önce pastanı yemelisin."

"Pasta yemek istemiyorum, Jungkook." Dedim, biraz bıkkın ve sıkıntılı bir ses tonuyla. "Seninle doğum günümü kutlamak ve mum üflerken dilek tutmakta istemiyorum. Hem... bir dileğimde yok zaten. Bu hayatta ne istediysem, tersine sahip olarak yeterince belamı buldum. Artık dilek dilemeyeceğim."

Geniş omuzları çektiğinde, kısa süreliğine, hayal kırıklığına uğradığı için suspus olsa da bir süre sonra kendisini toparlamıştı. "Peki." Dediğinde, tamamen pes etmişti. "Öyleyse bahçeye çıkalım mı?"

Kollarımı göğsümde birleştirdim ve başımı sallayarak onu onayladığımda, mutfağın, bahçeye çıkan sürgülü kapısına adımlayıp kapıyı açtım ve kapının önünden çekilerek, benden önce çıkması için eski sevgilimi bekledim. Ne istediğimi anlamış olacak ki, ikiletmeden bahçeye çıkmıştı. Arkasından çıktığımda ikimizde bahçede bulunan, siyah oturma takımına ilerledik. Tek kişilik koltuğa oturduğunda, ben de küçük, kahverengi bahçe salıncağına oturmuştum.

Dışarı çıktığım anda, vücudumu baştan ayağa hapseden soğukluk ile titrerken bahçeye bu şekilde çıktığım için kendime lanetler etmiş, buna rağmen kısık ve sakin bir tonda, "Seni dinliyorum." Demiştim, eski sevgilime.

Fakat o derdimi anlamış gibi, üstündeki, siyah deri ceketi bir çırpıda çıkarıp omuzlarıma bıraktığında kıpırdamamış; keskin kokusu burnuma dolarken yalnızca titrek bir iç çekmiştim. Âşık olmaktan nefret ediyordum. Karşımdaki adamın kokusunu soluduğumda bile, gözlerimin dolmasına sebep olacak kadar aşkta hassas olmaktan, gerçekten, nefret ediyordum.

Bir kez daha yerine oturduğunda dirseklerini dizlerine yaslamış ve "Bugün benim için berbat bir gündü." Diyerek konuya girmişti. "Grup üyelerine her şeyi anlatmak zorunda kaldım. Sır sakladığım için bana gerçekten çok kızdılar, aynı zamanda grubumuza zarar geleceğini düşündükleri için tedirgin oldular. Onlara, bunun artık umurumda olmadığını ve her şeyimi kaybettiğim için, bu hayattan hiçbir şey istemediğimi söyleyemedim ve bu bana çok kötü hissettirdi. Bencillik yapmışım gibi..."

"Böyle düşünmemelisin." Dedim, düz bir sesle. Eski sevgilimle değil, benden yardım isteyen bir arkadaşımla konuşuyor gibiydim. "Onlar için anlaşmayı kabul etmen bile senin fedakâr biri olduğunu gösterir. Kimsenin böyle değerlendirdiğini sanmıyorum. Sen de aklına takmamalısın."

Minnettar bakışları beni bulurken, başını uysal bir şekilde sallamış ve masum olduğunu düşüneceğim kadar, tatlı bir tebessüm etmişti. "Teşekkür ederim. Seninle konuştuğum zaman, kendimi huzurlu hissediyorum."

"Bunu anlayabiliyorum. Kendini benim yanımda güvende hissediyorsun ve sırlarını da sadece benimle paylaşıyorsun ama, bu her zaman böyle devam edemez Jungkook. Yirmi iki yaşındasın. Hayatında her zaman ben olamam. Tıpkı şu an yanız kalmak istediğim ve bizim ayrıldığımız gibi. Seninle konuşuyorum ama bil ki, şu an bulunman gereken yer burası değil."

Gözlerimin içine baktı. "Senin dışında sığınabileceğim hiç kimsem yok."

Zorlukla yutkunabildim ve bakışlarımı, bakışlarından kaçırarak konuştum. "Eğer insanlarla konuşursan, kendine yeni arkadaşlar edinebilirsin. Neden denemiyorsun?"

"Benim yeni arkadaşlıklara ihtiyacım yok, sana ihtiyacım var."

"Üzgünüm, Jungkook." Dedim, buruk bir tebessüm eşliğinde. "Beni kaybettin."

"Geri kazanmak istiyorum. Bu yüzden buradayım. Vazgeçmediğimi, seni gerçekten sevdiğimi ve ilişkimiz için çabaladığımı göstermek için... Tüm bunların senin için bir değeri yok mu?"

"Geçmişte yapmaktan kaçındığın her şeyi, şimdi yapıyor oluşun sinirlerimi bozuyor." Dedim, sinirlerimin ne denli bozuk olduğunu belli ederken. "Sana söylemiştim. Dinlenmek istiyorum. Şu an seni gördüğüm anda aklıma yaşadıklarım geliyor. Sana göre tüm bunların bir değeri olmayabilir. Ama yaşadıklarım benim için fazlasıyla ağırdı, Jungkook. Ve sana dedim ki, bu zamana kadar beni nasıl yalnız bıraktıysan, şimdi de aynı şekilde bırak beni. Dinlenmeme izin ver. Sen ise üzerinden bir gün geçmeden buraya geliyorsun. Bu beni daha çok yoruyor."

Jungkook'un omuzları git gide çökerken, oturduğu yerde sinmişti. Yine de, oldukça çekingen bir tavırla da olsa konuşmaya devam etti. "Grup üyelerine tüm yaptıklarımı anlattığımda, bana karşı tavır aldıklarını hissettim. Yoongi hyung, madem aylardır bekledin; neden son gün anlaşmayı bozup bizi tehlikeye attın diye sordu bana. Bir cevap veremedim çünkü haklıydı. Onları korumak istedim fakat başarılı olamadım. Dongmi yurda geldi ve hepimize tehditler yağdırdı. Grubumuzu dağıtacağını söyledi. Sonra da gitti. O an..." derken, kesik bir nefes aldı. Kalbinin ne denli kırıldığını, çok net hissedebiliyordum. "Herkesin benim bir baş belası olduğumu düşündüğünü hissettim. Hiç kimse bana destek olmadı. Namjoon hyung bile. Yapayalnız kaldım, Taehyung. Kendimi berbat hissettim. Senden başka gelebilecek bir yerim yoktu, kendimi yuvasız kalmış gibi hissettim."

"Jungkook..."

"Dongmi yurttan dışarı bile çıkmamam gerektiğini ve bana tüm bunların hesabını soracağını söyledi. Ağabeylerimi anlıyorum, hayatlarını mahvettiğimi de biliyorum ama yine de en çok eziyeti gören ve asıl hayatı mahvolan benim. Hem sevgilimi hem de grubumu kaybettim? Neden kimse beni anlamak istemiyor? Bana ettiği hakaretlerin hepsine karşın sessiz kaldılar ve beni incittiler. Ben de yurttan kaçtım. Sana gelmek istedim."

"İstememeliydin." Dedim, alçak bir tonda. "Jungkook... Bu zamana kadar istemedin. Şimdide istememeliydin."

"Her zaman istedim. Her zaman senin yanında mutlu ve huzurluydum. Bana fırtınalı bir günün ardından ortaya çıkan yeni, güzel günü anımsatıyorsun. Hayatımdaysan, lacivert, karanlık gökyüzüm bir anda masmavi bir renge bürünüyor; toprak kokusu burnuma doluyor ve ben... hiç olmadığı kadar huzurlu hissediyorum. Sözlerimin senin için bir değeri var mı bilmiyorum ama tüm bunlar içimden geçenler."

"Sözlerin sadece bize geç kaldığımızı hissettiriyor."

Artık tam anlamıyla şefkatli bir ses tonuyla konuşuyordum. Belli etmemek adına yüz ifademi sabit tutmaya çalışsam da söylediklerine üzülmeden edememiştim. Grup üyelerinin ona olan tavrı kalbimi kırmıştı. Bir yandan ise, grup üyelerini de anlıyordum. Her şeylerini kaybedeceklerini düşünüyorlardı. Hepimiz senelerdir emek veriyorduk ve bu durumda, üzülmeleri ve sinirlenmeleri çok doğaldı.

"Biliyorum. Ama sen de bilmelisin ki Taehyung, seni geri kazanmak için her şeyi yapacağım."

Kendinden emin bir şekilde konuşması, kapalı bir tebessüm sunmama sebep olmuştu. Sözleri bana boş vaatleri andırıyor, bir andan ise bu boş vaatlere tüm kalbimle inanıyor ve beni iyileştirmesi için can atıyordum. Kararsız bir şekilde eski sevgilime bakmayı sürdürdüm. Ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. Benim için çaba sarf etmesini istediğim apaçık ortadaydı. Bana kötü günlerimizi unutturacak türden özel davranmalıydı. Her şeyin düzeldiğine inandığım, ilişki yaşamaya uygun olduğumuzu düşündüğüm anda onu affedecektim.

"Pekâlâ, Jungkook." Dedim, dümdüz bir ifadeyle. "Benden ne istiyorsun?"

"Beni itmemeni." Dedi, hazırcevap bir şekilde. Şimdi çökmüş omuzları dik bir konumdaydı. İçine kapanmakta olan çocuğu, dinlemiş ve onaylamıştım. Bu da kendisine gelmesine sebep olmuştu. Mutlu hissediyordum. Kendim dışındaki herkesi iyileştirebiliyor oluşum, bedenimi saçma fakat hoş bir hisle kaplıyordu.

"Seni zaten itmiyorum." Dedim, alaylı bir tebessümle. "İtmeyi becerebilseydim, ertesi gün ayrıldığın sevgilinin kapısına gelemezdin, Jungkook."

Aramıza sık sık giren sessizliklere bir yenisi daha eklendi. Ardından Jungkook eğdiği başını kaldırdı ve bana, güzel ve buruk gülümsemesini sundu. Neden sık sık gülüyordu bilmiyordum fakat ifadesiz suratına o kadar alışkındım ki, karşımda görmüş olduğum bu adam bana oldukça yabancı geliyordu. "Teşekkür ederim." Diye mırıldandı, birdenbire. "Yanımda olduğun için."

Ben ise söylediklerini duymazlıktan gelmeyi tercih etmiştim. "Şimdi ne olacak?" diye sordum. "Dongmi'den daha ne kadar kaçacaksın? Hiçbir şey düşünmedin mi?"

"Hayır, düşünmedim. Yalnızca kaçtım işte."

"Öyleyse düşün, Jungkook. Grubun dağılsa bile bir şekilde kendini kurtarman gerekiyor. O şirkette olduğun sürece, sürekli Dongmi ve Somi ile uğraşıp duracaksın. Sana asla rahat vermeyecekler."

"Nasıl kurtulacağım?"

"Bana mı soruyorsun?" dedim, gözlerimi devirerek. "Aradan aylar geçtikten sonra hem de. Yardım istemekte biraz geç kaldın."

"Taehyung... geçmişi bir kenara atamaz mısın?

"Hayır atamam!" diye bağırdığımda, aniden sinirlenmemi beklememiş olacak ki bağırmamla birlikte irkilmişti. "Üstelik bana ne yapacağımı söyleyecek durumda değilsin, Jungkook. Artık ne dersem itaat etmekten başka çaren yok."

Tekrar sessiz kaldığında, bu defa küstah bir kıkırtı bırakmıştım. Kabul etmeliydim ki, bu benim için bulunmaz bir fırsattı. Her seferinde kavgalarımızda beni baskılayan ve kalbimi kırdığı halde, umursamadan bağırıp çağıran Jungkook'tu. Şimdi ise işler tersine dönmüştü. Onu affetmemi dört gözle beklediği için ağzını açıp tek kelime edemiyordu. Bir nevi intikamımı aldığımı düşünüyordum ve bu keyifliydi.

"Sana yardım edeceğim." Dedim, ansızın. "Nasıl yapacağımı bilmiyorum ama bir çaresine bakarız. Song Yunah'tan yardım isteriz. Artık o şirkette mutlu olmanın imkânı yok. Bir an önce kurtulman gerekiyor."

"Biliyorum ama... grubum ne olacak?"

"Bilmiyorum, Jungkook." Dedim, buruk bir tebessümle. Bu konuda samimiydim. Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum, eğer bilseydim kesinlikle grubuna yardım etmek isterdim. Hepsi birbirinden değerli insanlardı fakat, SDM şirketinin boyunduruğu altında eziliyorlardı. "SDM hayatta gördüğüm en aç gözlü şirket. Yunah ise Kore'nin en zenginlerinden biri. Bir çaresine bakacağına eminim."

Minnettar bakışlarını bana çevirdiği sırada, "Bana yardım ettiğin için teşekkür ederim." Dedi, kibar bir şekilde. "Sen olmasaydın, yolumu kaybetmiş gibi hissedecektim."

"Önemli değil." Diye mırıldansam da aslında önemliydi.

Kafamda tasarladığım hiçbir şey gerçekleşmiyordu. Normalde Jungkook'la görüşmeyi düşünmüyordum. Beni görmesine izin vermeyecek, yalnızlığın nasıl hissettirdiğini anlamasını sağlayacaktım. Ben yeterince yalnız kalmıştım. Bu sebepten onun da kalmasını istiyordum fakat istediğim olmamıştı. Yalnız kaldığında, henüz bir gün geçmesine rağmen direkt olarak bana sığınmıştı. Ve ben de duygusal; aynı oranda dengesiz bir insan olduğum için, eski sevgilimi reddedememiştim.

"Yurda dönemezsin, seni bulurlar diye evine de gidemiyorsun..." Arkama yaslandım ve salıncakta sallanmaya başladım. "Aklında ne var? Benimle kalmak mı?"

"İzin verirsen, evet. Otele de gidemem çünkü kredi kartından işlem yaptığımda, menajerim nerede olduğumu bulacaktır." Dediğinde, elimde olmadan kıkırdadım. Gerçekten çok saçma bir konumdaydık. Benden ve grup üyelerinden başka, sahiden de kimsesi yoktu ve şu an yapayalnız kalmıştı.

"Misafir odasında kal." Dedim, sert bir tonda. Ardından ayağa kalkmış ve omuzlarıma yasladığı deri ceketi, dizlerine bırakmıştım. Kapıya doğru ilerlediğim sırada konuştum, "İstediğini yapabilirsin. Ben odamdayım, uyuyacağım."

"Henüz çok erken değil mi?"

"Öyleyse ne olmuş?"

"Bugün yılbaşı."

"Yani?"

"Kutlamayacak mısın?"

"Ne istiyorsun, Jungkook?" dedim, sinirlerim bozulduğu için kıkırdarken. Neyi ima ettiğini anlıyordum ve bu durum oldukça komikti. "Seninle yılbaşını mı kutlayalım? İstersen yeni yıla da sevişerek gireriz, ne dersin?"

İnce dudaklarını içe doğru kıvrılıp, birbirine bastırdığı sırada; hüzün ve hayal kırıklığı içerisinde bana bakması, kalbimin teklemesine sebep olsa da başını önüne eğdiğinde ve göz temasımızı kestiğinde ben de hiçbir şey olmamış gibi, ona sırtımı dönmüş ve eve girmiştim. İkinci defa kırgınlıkla bezenmiş gözlerinin içine bakarsam biliyordum ki yanılgıya düşer ve onu kollarımın arasına alıp, sıkı sıkıya sarılır; yalnız olmadığını, onu her şeyden çok sevdiğimi ve sırf bu yüzden onu, bana yaptığı onlarca şeye rağmen, Dongmi'den kurtarmak ve özgürlüğe kavuşturmak için elimden geleni yapacağımı söylerdim.

Bu yüzden eve girmiş ve koşar adımlarla merdivene yönelirken, kalbimin göğüs kafesimden firar edecek biçimde atmasına engel olamayarak, kendimi basamakların birine otururken bulmuştum. Aynı evde olmak bile beni hüzünlendirirken, bahçede tek başına; hayal kırıklıklarıyla, acı çekerken ve her zaman yakındığım o yalnızlık hissini, en derinlerinde hissederken oturduğunu bilmek beni öylesine üzüyordu ki, ne ara dolu gözlerimden firar eden yaşların buz tutmuş yanaklarımı ıslattığını bile bilmiyordum.

Yine de yanına gitmeye ve ona destek olmaya cesaret edememiştim.

Aynı çatının altında, benzer hislerle boğuşan ve birbiri için atan iki kalbe inat; yanına gidememiş ve kendimi zorlukla da olsa odama atarken, bu gecenin nasıl geçeceğini düşünmeye başlamıştım. Geçemeyeceğini ve gecenin sonunda bir şekilde birbirimizin kolları arasına gireceğimizi bile bile yapmıştım tüm bunları.

Continue Reading

You'll Also Like

92.9K 3.9K 21
Yabani dizisinden tanıdığımız Asi ve Alaz'ın muhtemelen hiç yazılmayacak anlarına dair tek veya birkaç bölümden oluşacak hikayelerdir.
1.6K 63 4
𝐌𝐞𝐝𝐢𝐨 𝐓𝐢𝐞𝐦𝐩𝐨 (n): İspanyolca Part Time, Yarı zaman(lı) anlamına gelen birleşik kelime. 𝐋𝐞 𝐌𝐨𝐧𝐝𝐞 𝐆𝐚𝐳�...
358K 32K 31
ı wαnnα mαkє ın lσvє wıth чσu
52.3K 4.4K 23
Dudaklarını arala bebeğim, senin için güzel planlarım var. < •uketae •semekook •mpreg •tamamlandı ☑️ < 080722 070923