Love Me Harder | Taekook

By dameadrasteia

28.6K 2.7K 2.2K

Taehyung, her şeye rağmen aşkının, Jungkook'un peşinden gidecekti; Jungkook ise, Taehyung'un aşkını kabul etm... More

1| ''You will pay the price of playing with me.''
2| ''I'm insatiable to you.''
3| ''I'm jealous of you.''
4| ''But you're lucky, I'm more insatiable than you.''
5| ''After what you told me, I will never tell you come back.''
6| ''There is only one thing I know. I don't want to lose you.''
7| ''I feel uneasy when you're not with me.''
8| ''I'm trying to open myself up to you, to overcome things.''
10| ''It's too late for us now, Jungkook.''
11| ''I will do anything to win you back.''
12| The resulting secrets.
13| ''The most special and beautiful thing this world has to offer.''
14| The end of everything.
15| ''If you don't want my dad to hear us, you have to make me quiet.''
16| ''I want you to have me until it consumes me.''
17| ''I want you to love me harder every time than before.''
Final| ''I love you more than yesterday but less than tomorrow.''

9| ''I'm crazier than that girl and anyone else.''

1.3K 149 120
By dameadrasteia

[The Neighbourhood - Reflections]

[Halsey - Walls Could Talk]

9| "I'm crazier than that girl and anyone else."

Belirli bir döneme kadar yoksullukla geçmiş hayatım, bir dönemden sonra, göz alıcı bir hale gelmişti. Dışarıdan bakıldığında, herkesin özeneceği türden bir hayata sahiptim. Kore'nin en ünlü idollerinin başında geliyordum. Belki de bu bile, hayatımın kıskanılması için yeterliydi. Başarılı olmak, zor bir süreçten geçiyordu. Bu süreçte, ya kişiliğini bozmayıp kendi ayaklarının üzerinde, emek vererek yükselmeye çalışıyordun; ya da bir köle olmayı kabul edip, insanların seni para karşılığı kullanmasına göz yumuyordun. Sektörde iki türlüsü de vardı. Ben kendimi birinci kısımda görürken, Jungkook'u ise kesin bir şekilde ikinci kısma yerleştiriyordum.

Çünkü o, bunu istemişti. Aptal değildim, bir şeylerin farkına varmak, artık, zor değildi. Jungkook bana öyle büyük acılar çektirmişti ki daha fazla ağlamak, kendimi hırpalamak ve Tanrı'ya isyan etmek gelmiyordu içimden. Bunun yerine düşünüyordum; sürekli. Neden böyle oluyor diye sorguluyordum kendi kendime, neyi yanlış yapıyorum, nerede kaybediyorum, bunu hak edecek ne yaptım... Ve yeminler olsun ki, düşünmek, kendime zarar vermekten daha güçtü.

Mantıklı olan tarafım, "Artık onu düşünmeyi bırak." diyordu. Belki de bunu yapmalıydım. İnsanların kölesi olmasına izin vermeli, kendi hür hayatıma bakmalıydım. Aşk acısı çekebilirdim, zaten altı aydır nefes aldığım her an aşk acısı çekiyordum. Ben, Jungkook'un kolları arasındayken bile acılar içinde kıvranıyordum.

Ve ölmemiştim işte, bir şekilde yaşayabiliyordum. Her zaman yaşamıştım. Küçük bir çocukken, tıpkı Jungkook gibi, annemin sevgisizliği beni içten içe öldürürken de yaşamıştım. Belki nefes almak zordu, acı vericiydi ama başka çarem yoktu. Hayat, her zaman istediğim gibi ilerlemiyordu. Belki de isyan etmek yerine, kabullenmem gereken zamanlara çoktan gelmiştim.

Öte yandan, duygusal yanım devreye giriyordu:

"Senin olanı, senin elinden almalarına nasıl izin veriyorsun?" diye soruyordu, bana. Kendi içimde filizlenmesine izin verdiğim bu fikir, beni delirtiyordu.

Bir anda, Jungkook'u bırakmak istemediğimi düşünüyordum. Bu zamana kadar onun için çaba sarf etmiştim. İlişkimizin boktan da olsa, belirli aşamalara gelmesini sağlamıştım. Onu, bir yere kadar iyileştirmiş; kabuğundan çıkması için yardımcı olmuştum. Şimdi öylece terk edip gidersem, benim yerime geçecek olan o kişiye, neden kendi ellerimle âşık olduğum adamı teslim edecektim ki?

Neden ben her seferinde kaybeden, geri çekilmek zorunda kalan, acı çeken, terk edilen, sevilmeyen ve yalnız bırakılan taraftım?

Neden bir defa olsun, benim dışımda birileri acı çekmiyordu?

Jungkook'un acı çekmesini istiyordum.

Belki de tek sorunum buydu, artık Jungkook'un da acı çekmesini istiyordum. Güvendiğin, delicesine âşık olduğun adam tarafından geride bırakılmanın ne demek olduğunu hissetmesini istiyordum. Gözlerini açtığın anda, aklına dolan o güzel suret için yanıp tutuşurken; aslında o suretin sana hainlik yapmak için bekleyen bir alçak olmasının, nasıl bir his olduğunu, iliklerine kadar hissetmesini istiyordum.

Belki de yalnızca, delirmiştim.

Elimdeki şarap bardağını karşımdaki duvara fırlattığımda, kırmızıya boyanan krem rengi duvarlar ile dudaklarımdan keyifli kıkırtılar döküldü. Bir anda tüm duygularım yerini, öfkeye bıraktı. Ayağa kalkma ihtiyacı bile duymadan, bu defa da koltuğun üzerinde duran çerez tabağını alıp cam sehpaya fırlattım. Cam sehpa kırılmadı, yalnızca üzerindeki gereksiz eşyaların birkaçı yere düştü. Bu his, beni yeterince tatmin etmedi. Ayağa kalktım, bu defa duvarı boydan boya kaplayan televizyonun, yanında duran demir şamdanı aldım ve sertçe cam sehpaya vurdum. Defalarca kez tekrarladım, sonunda cam sehpa ortadan ikiye ayrılıp büyük bir gürültüyle kırıldığında elimdeki şamdanı televizyona fırlattım.

İçimdeki öfke, yerini yorgunluğa bıraktı. Gün boyunca yalnızca oturduğum ve alkol aldığım için halsiz düşmüştüm. Derin derin soluklandım ve saniyeler içerisinde mahvettiğim salonumu inceledim. Bu sırada televizyon ünitesinin üzerinde bulunan dikdörtgen aynadan kendimi buldu bakışlarım.

Acınası bir haldeydim, böyle görmek üzmedi beni. Artık alışmıştım, bulunduğum durumu kabulleniyordum. Ben buydum; hayatım boyunca her zaman, bu olacaktım. Küçükken de aynısını yapardım. Annem beni sevmediği zaman çok öfkelenirdim. Balkona çıkar, annemin özenle ilgilendiği çiçek saksılarını teker teker dışarı fırlatırdım. Çünkü annemin, o çiçekleri benden daha fazla sevmesini kendime yediremezdim.

Sevgi görmedikçe hırçınlaşan, zavallı bir çocuktum ben.

Bir süre, sessizce bekledim. Ne yapacağımı bilmiyordum. Bir yanım gitmek istiyordu. Gitmek ve Jungkook'tan hesap sormak... Öte yandan ise, içten içe bunu istemediğimi fark ettim. Artık onun yüzünü görmek içimden gelmiyordu. Her sarhoş olduğumda yaptığım gibi, kapısına dayanmak ve kendimi acındırmak, yalnızca hor görülmeme sebep olacaktı. Artık kendimi zavallı konumuna düşürmekten bıkmıştım.

Aniden bedenime çöken halsizlikle kendimi koltuğa attım. Alkolün etkisiyle bu halde olduğumu anlamıştım. Düşüncelerim bile birbirine giriyordu. Eğer gözlerimi kapatmayıp, uykuya teslim olmasaydım biliyordum ki, birkaç dakika sonra ayaklanacak ve Jungkook'a gidecektim.

Bunu yapmadım, gözlerimi sıkıca kapattım ve hiçbir şey düşünmeden kendimi uykunun kollarına bıraktım. Yarın sabah uyandığımda hiçbir şeyi hatırlamayacağımın bilincinde, dağıttığım salonumda, huzurdan uzak, rahatsız bir uyku çekmiştim.

***

Uyandığımda kendimi siyah saten kumaşların üstünde, yatağımın yumuşak zemininde bulmuştum. Üstüm değiştirilmişti; büyük beden, dizlerimin birkaç santim üstüne gelen siyah bir tişört giymiş haldeydim. Yatakta oturur pozisyona geçtim ve bakışlarımı etrafta gezdirdim. Tüm bunları kimin yaptığını bilmiyordum. Yine de yersiz umutlara kapılmaktan oldukça uzaktım. Jungkook'un gelmediğine emindim. Jackson gelmiş olmalıydı.

Dün gece yaşadıklarım kesik kesik aklıma dolarken ayağa kalktım. Tamamını hatırlamamak beni mutlu etmişti çünkü, dün yaşadığım hiçbir şey hatırlamak isteyeceğim türden değildi. Hayatıma, dün hiç yaşanmamış gibi devam etmeliydim.

Adımlarımı odanın dışına çevirdiğim sırada, alt kattan gür bir sesin, "Kim Taehyung!" diye bağırmasıyla irkildim. Belli ki Jackson, o gür sesiyle sabah sabah beni korkutmaya çalışıyordu.

Merdivenlerden aşağı indiğimde, direkt olarak salona adımladım. Bakışlarım salonda gezinirken, etrafın tamamen temizlenmiş olduğunu fark etmiştim. Sanki dün gece eşyaları parçalamamışım gibi, hepsinin yerlerini yenileri almış; salonun düzeni eski haline getirilmişti.

Jackson ilk önce sinirli bir yüz ifadesiyle bana baktı. Ardından sakinleşmek adına derin derin soluklanmaya başladı, "Kendine zarar vermediğin için sevinmeli miyim? Yoksa, her seferinde olduğu gibi Jungkook yüzünden bu halde olduğunu bildiğim için, sinir krizi mi geçirmeliyim?"

"Hiçbir şey yapmana gerek yok."

"Otur ve anlat."

"Anlatacak bir şey yok."

"Kavga mı ettiniz?"

"Hayır."

"Seni üzecek bir şey mi yaptı?"

"Jungkook beni ne zaman mutlu etti ki?" dedim, tebessüm ederek. Ardından tam karşısına oturdum. "Her zamanki şeyler işte."

"Düzeldiğinizi sanmıştım." derken en yakın arkadaşımın üzüldüğünün farkındaydım. Jackson, Jungkook'u son zamanlarda gerçekten sevmiş, alışmaya başlamıştı. Ve hatta, Changwook'tan bile daha fazla değer verdiğini kendisi kabul etmişti. Şimdi ise hayal kırıklığına uğramış gibiydi. Jungkook, herkesi yüzüne yerleştirmiş olduğu maskeyle kandırmayı başarıyordu.

"Bende, Jackson." derken, ses tonum gücendiğimi haykırıyordu. "Her zamanki gibi aptallık ettim."

"Ayrıldınız mı?"

"Bilmiyorum."

"Onu bu akşam partine çağır ve konuşun."

Bakışlarımı en yakın arkadaşıma çevirdim ve kaşlarımı çattım, "Benim partim mi var?"

"Bugün günlerden ne biliyor musun?"

Düşünmeme gerek kalmadan, "Hayır." diye mırıldandım. Öyle bir durumdaydım ki, hangi ayda olduğumuza dair bile bir fikrim yoktu. Yalnızca yaşıyordum işte, önemli bir gün olsa da pek umurumda değildi. "Çarşamba mıydı?"

Jackson sinirlerinin bozulduğunu belli edercesine güldü. Başını iki yana sallarken, bıkkın bir şekilde, "Bugün senin doğum günün, Taehyung." dedi. Sesinden ne kadar kırgın olduğunu anlıyordum. Doğum günümü bile umursamayacak kadar, hayattan bıkmış olmam en yakın arkadaşımı üzüyordu.

Jackson haklıydı, aslında bende üzgün hissediyordum. Sabahın ilk saatlerindeyken, sosyal medyaya bir kere bile girememiştim. Oysa hayranlarım geceden itibaren doğum günümü kutlamaya başlamış olmalılardı. Bunu düşünmek beni üzmüştü. Hayranlarımı geri plana atıyor oluşum artık canımı sıkıyordu.

Aniden aklıma gelen şeyle, "Yılbaşı!" diye bağırmaktan kendimi alıkoyamadım. "Yılbaşı için şarkı yayınlayacaktım."

Menajerim gözlerini devirdi, "Merak etme, ben buraya gelmeden önce çoktan hallettim. Yalnızca gidip söyleyeceksin, stüdyo bir gün içinde düzenleyip yayınlanacak hale getirir."

"Çok teşekkür ederim, Jackson." demiştim, minnet dolu bir ifadeyle. "Gidip hazırlanacağım, bir saate çıkarız ve şarkı işini hallederiz."

Hareketlenmek üzere olduğum sırada Jackson, "Doğum günün için şirket parti düzenlemek istiyor." demişti. "Keyfin yok biliyorum ama, Song Yunah bunun için ne zamandır uğraşıyor."

"Öyle mi?"

"Evet, öyle. Geri dönüş zamanında en az senin kadar o da üzüldü. Taehyung'u mutlu etmek istiyorum deyip duruyordu. Sana ne kadar değer verdiğini biliyorsun. Öz çocuğunmuşçasına ilgilendi bu partiyle. İptal etmek zorunda kalırsa çok üzülür."

Buruk bir tebessüm ettim. Annemden görmediğim sevgiyi her daim Song Yunah'tan gördüğüm için çok şanslıydım. Muhtemelen her doğum günümde olduğu gibi annem beni aramayacaktı bile. Fakat Yunah, benim için parti düzenlemişti. Bunu reddedemezdim, üstümde bu denli hak sahibiyken reddetmek sadece saygısızlık olurdu.

"Sorun yok." dedim, sesimi neşeli tutmaya çalışarak. "Doğum günü partimi tabii ki iptal ettirmeyeceğim."

"Kötü gözüküyorsun, akşama kadar toparlanabilir misin?"

"Güzellik salonundan benim için randevu alırsan neden olmasın."

"Pekâlâ, sen hazırlanana kadar görüşürüm."

En yakın arkadaşım ayağa kalktığında, onunla birlikte kalkmış ve tam önünde durmuştum. "Bekle." dedim, sesimdeki heyecanlı gizleyemezken. "Bir şey daha var."

"Oh, tabii ki söyleyebilirsin."

"Partime çağırmanı istediğim bazı kişiler var."

Dudaklarımdaki sinsi tebessümler, Jackson'un dikkatinden kaçmamıştı. Kaşlarını çattı ve bana ters ters baktı, "Kimlerden bahsediyorsun?"

"SDM şirketinin değerli idollerinden bahsediyorum."

"Aklında neler var, Kim Taehyung?"

Dudaklarımda kurnaz bir tebessüm belirdi, "Çok güzel şeyler var, Jackson. Sen sadece beni dinle. Ne kadar idol varsa, tüm hepsini partime çağır. Ne kadar kalabalık olursa, o kadar iyi olacak."

"Pekâlâ, nasıl istersen."

"Ve bir de-" derken, gitmekte olan arkadaşımın son defa kolundan tuttum. "Changwook'un da gelmesini istiyorum."

"Sanırım... Tek istediğin kaos."

"Tek istediğim, artık hak edenin hak ettiği muameleyi görmesi..."

***

SDM şirketinin ihtişamlı binasının önüne geldiğimde, korumama, "Sen burada bekle, birazdan geleceğim." diye mırıldanıp, arabadan indim. Bir süre öylece dikilmiştim, içeri girip girmemek konusunda endişelerim vardı. Fakat sonra, bunu gerçekten yapmak istediğimi fark ettim. Artık sessiz kalmaktan bıkmıştım. Bir ezik olarak hayatıma devam edemezdim.

O kadın, gözlerimin önünde beni tehdit ettiği sırada; Jungkook hiçbir şey yapmayıp, bir de o kadının karşısında eğilip büküldüyse, bende bundan sonra istediğimi yapabilirim diye düşünüyordum. Jungkook'un bana karşı saygısı yoktu. Bu da benim artık ona saygı göstermemem için yeterince geçerli bir sebepti.

Üzerime giydiğim bordo kabanı düzelttiğimde, yüzüme her zamanki gibi oyuncu bir tebessüm yerleştirdim. Omuzlarım dimdik, adımlarım ise seriydi. Temkinli değildim, tersine kendimden emin bir ifadeyle yürüyordum. Binaya yaklaştığım sırada kapının önündeki iki güvenlik ilk önce bana baktı, ardından göz göze geldi. Gözlerindeki şaşkınlığı farkına vardığımda tebessümüm arttı, "Kolay gelsin beyler." dedim ve bana alıcı gözle bakan iki iri yarı güvenliğe göz kırptım.

Adamların irileşen gözleri fazlasıyla hoşuma gitmişti. Shin Dongmi benim ilişkilerimi iğrenç olarak adlandırırken aslında onun emrinde çalışan adamları benim için deli oluyordu. Bunu bilmek, derinlerde hapsolmuş olan egomu tatmin etti. Artık dudaklarımdaki tebessüm daha da belirgindi, biraz da sinir bozucu. Yine de bunu sorun etmemiştim, SDM şirketine layık bir tavır sergiliyordum.

"Yardımcı olabilir miyim, Bay Kim?"

İçeri girdiğim sırada, siyah küt saçlı, sevimli bir kız yanıma yaklaştı. "Oh, evet." dedim, oldukça sıcak bir şekilde. "Jeon Jungkook'u arıyorum. Odası kaçıncı katta?" Karşımdaki kızın iri gözleri olabilirmiş gibi daha da büyüdüğü sırada, şaşırdığını fark etmek kıkırdamama sebep oldu.

Fakat içten içe gülme isteğimi bastırarak, "Neden şaşırdın?" diye sordum masum bir şekilde. Oldukça güzel bir oyunculuk sergilediğim kesindi. "Jeon Jungkook ile tanışıyor olamaz mıyım?"

"Sadece-"

"Jeon Jungkook soğuk biri ve üyelerden başka biriyle arkadaşlık kurmuyor öyle değil mi?" dediğimde, kız hızla başını aşağı yukarı sallamıştı. Şirkette çalıştığı için üyeleri tanıdığı belliydi. Bir kez daha kıkırdadım. Normalde olsa asla yapmayacağım bir şeyi yaparak kıza doğru eğildim ve, "Arkadaşlık kurmuyor zaten." diye fısıldadım, kinayeli bir şekilde. "Sadece istediği zaman çok cana yakın olabiliyor." Ardından geri çekildim ve kıza göz kırptım.

O an, bunu sadece içimden geldiği için yapmıştım. Normalde olsa yapmazdım. Hayatını, kariyerini asla riske atmazdım. Fakat bu defa, özenle koruduğu kariyerinin riske girmesini istedim. Etrafımızda, şirkette çalışan onlarca çalışan varken, herkesin bizi pür dikkat izlediğinin farkındaydım. Öte yandan karşımdaki kız, birazdan arkamı döndüğüm anda telefonunu eline alacak, sosyal medya hesaplarından yaşadığımız bu olayı anlatacaktı. Muhtemelen diğerleri de bunu onaylayacaktı.

Ve hatta bununla da sınırlı değildi. Birkaç kişinin, beni gizlice çektiğini görebiliyordum. Ne maske, ne şapka ne de gözlük takmıştım. Fotoğrafımı çekmeleri hoşuma gitmişti. Artık gizli saklım yoktu. SDM ve Song Yunah'ın şirketinin rekabetini herkes biliyordu. Buraya bir iş birliği için gelmem imkansızdı. Birisi için gelmiştim ve bunu herkesin gözüne sokmak istemiştim.

"O-odası en üst katta." dedi kız şaşkınlığını gizleyemezken. "Kapıların ü-üstünde isimler yazıyor."

"Teşekkürler." diye şirince gülümsediğimde, arkamı döndüm ve beni dikkatle izleyen herkese gülümsemeyi ihmal etmeden asansöre yöneldim.

Onuncu kata yani en üst kata çıktığımda, koridor boyunca dikkatli bir şekilde ilerledim. Bu sırada göz göze geldiğim herkese gülümsemiştim, tatlı bir şekilde. Gizli saklı buraya geldiğimi düşünmemeleri için adeta çaba sarf ediyordum.

Jeon Jungkook, yazan odayı bulduğumda kapıyı bile çalmadan hızla içeri girdim. Kıymetli sevgilim, siyah deri koltuğunun üzerinde öylece uzanıyor, tavanı seyrediyordu. Üstüne giymiş olduğu siyah baskılı tişört ve bol mavi kotuyla inanılmaz yakışıklı gözüküyordu. Her zamanki gibi siyah botları da ayağındaydı. Saçlarını üstten topladığını fark etmiştim, siyah uzun tutamlarının birkaçı alnına düşüyor, gözlerinin kapanmasına sebep oluyordu. Derin bir iç çektim, bu kadar yakışıklı olmasından nefret ediyordum. Kafamı karıştırmaktan başka bir şey yapmıyordu.

Sevgilimin bakışları açılan kapıya döndüğünde gözleri irileşti. Hızla oturur pozisyona geçtiğinde, birkaç adım atıp kapıyı kapattım. Sırtımı kapıya yaslarken hiçbir şey yaşanmamış gibi, "Selam." diye fısıldadım. "Müsait misin, sevgilim?"

Beni gördükten sonra, sersemlediğinin farkındaydım. Böyle bir şey beklemediği apaçık ortaydı. Muhtemelen, bulunduğumuz durumun aksine, bunalımda olmamı bekliyordu. Evimde oturup ağlayıp, zırlamamı, kendimi hırpalamamı ve onun yüzünden acı çekmemi... Fakat bunların hiçbirini yapmamıştım.

Öte yandan, eskiden olsa bana kızacağını düşündüğüm için şirketine bile gelemezdim. Şimdi ise kızıp kızmaması umurunda değildi. Davranışlarına yeterince göz yummuş, yeri geldiğinde ise kendimi ezdirmiştim. Bir şeyler değişiyordu. Uzun zamandır değişiyordu fakat yaşadığımız o güzel anlar, değişimin etkisini yitirmesine sebep olmuştu.

"Burada ne işin var, Taehyung?"

"Seni görmeye geldim, sevgilim." dedim,bir kez daha sevgilim kelimesini bastırarak. "Neden bu kadar şaşırdın?"

"Şirketime elini kolunu sallayarak gelemezsin."

"Oh, oysa tam olarak bunu yapmıştım..."

"Neden?" dedi, bana doğru birkaç adım atarak. Bakışlarındaki öfkenin tek hedefiydim. Üzülmedim ya da bana kinle bakan gözleri yüzünden kırılmadım. Yalnızca gözlerimi kaçırmadan, yanıma yaklaşan sevgilime dikkatlice baktım. "Bu saçmalığı neden yaptın?"

Keyifli bir kahkaha attım, "Çünkü canım istedi."

"Benimle dalga mı geçiyorsun?"

"Nereden anladın?" dedim, onunla alay etmeye devam ederken. "Gerçekten çok akıllı bir sevgilim var."

"Sen..." dedikten sonra, burnundan öfkeli olduğunu belli eden bir soluk verdi. Güler gibi bir ses çıkardığında, ellerini saçlarının arasına daldırıp çekiştirdi. Öfke saçan gözleri beni bulurken, "Sarhoş musun sen?" dedi, iğneleyici bir şekilde.

"Sarhoş olmamı gerektirecek bir şey mi var?" dedim, kaşlarımı havaya kaldırırken. "Hangi durumlarda ayık kalmaya tahammül edemediğimi ve sarhoş olup kendimi kaybettiğimi biliyorsun. Şimdi söyle, bunu gerektirecek bir şey var mı? Beni her zamanki gibi acınası bir hale getirdin mi, sevgilim?"

"Taehyung..."

"Neden cevap vermiyorsun ki? Yapmadım demek bu kadar zor mu? Sonuçta sen... Patronun yanında beni asla küçük düşürmezsin. Beni asla herkesin ortasında öylece bırakmazsın. Ve benim asla, her zaman olduğu gibi yapayalnız kalmama izin vermezsin öyle değil mi?"

Bakışları yüzümde gezindiği sırada, dudaklarını birbirine bastırdı. Konuşmadı, çünkü konuşacak bir şeyi yoktu. Her zamanki gibi haksız olduğunda bile sessiz kalmayı tercih ederek, beni sinirlendirmeyi başarmıştı. Bu hallerine tahammül edemeyeceğini anladığımda, ona doğru birkaç adım attım.

Aniden çenesinden hırçın bir şekilde tutup göz göze gelmemizi sağladığımda, "Cevap ver bana." diye tısladım. "Yapmazsın öyle değil mi?"

Elleri çenesini tutan ellerimi bulduğunda, bileklerime sarıldı. "Ne yapıyorsun, Taehyung?" dedi, ellerimi ittirmeye çalışırken. Fakat bırakmadım, bilerek daha sert tuttum çenesini. "Kes şunu."

"Biri gelecek diye mi korkuyorsun?"

"Taehyung, saçmalıyorsun."

"Burada basılırsak kariyerin mahvolur diye mi korkuyorsun?"

"Ciddiyim, kes şunu!" diye bağırdığında, ellerimi ittirmeyi başarmıştı. "Saçma sapan konuşma."

Beni ittirdiğinde sırtım kapıyla buluştu. Derin derin soluklanırken, benden uzaklaşan bedenine ters bir bakış attım. "Saçma sapan konuşan ben miyim? Yoksa saçma sapan davranan sen misin? Düşün bunu."

"Ortada bir şey yokken buraya gelip kavga çıkaran sensin." dedi, kızgın bir şekilde. "Saçma sapan davranan neden ben oluyorum?

"Sen gerçekten kafayı yemişsin..." dedim, gülmeye başlarken. Dün yaşananlardan sonra hiçbir şey olmamış gibi davranması beni delirtiyordu. Zihnimle oynuyor; sanki bazı şeyler hiç yaşanmamış gibi davranıyordu. Bilerek yaptığına emin oluşum, beni daha çok delirtti. Sesimi yükselttim, "Ortada hiçbir şey yok mu sahiden?!"

"Var mı?"

"Seni öldürürüm Jungkook," dediğim sırada, bu defa tişörtünün yakalarından tutup onu kendime çektim. Sinirle soluduğum nefesini yüzüne doğru üflerken, belki de ilk defa onu tehdit ettim. "Benimle hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya devam edersen, yemin ederim bu şirketi başına yıkarım senin."

"Sadece otur ve sakinleş, lütfen Taehyung." dedi, geri adım atarak. Bu defa öfkeli değil, tersine sakin ve ılımlıydı. Fakat bu beni daha da sinirlendirdi.

Gözle görülür korkusunu seziyor oluşum beni sinirden çıldırtıyor; öte yandan kahkahalarla gülmeme sebep oluyordu. "Bu kadar korkak mısın sahiden?" diye sordum başımı iki yana sallarken. "Onlar seni bu kadar korkutabiliyor mu?"

"Neyden bahsettiğini anlamıyorum."

"Bana anlatacaksın." dediğim sırada yakalarını bıraktım ve onu ittirdim. "Bana, o kadınla ne konuştuğunu anlatacaksın."

"Aşağılandığımı duymak hoşuna mı gidecek, Taehyung?"

"Bir kere olsun benimle aynı konuma düştüğün için mutlu olacağım, evet."

"Bu şirkette gerçekten bu zamana kadar aşağılanmadığımı mı düşünüyorsun?"

"Daha çok bunu hak ettiğini düşünüyorum. Buna izin veren sensin. O kadının seni kölesi olarak kullanmasına izin veriyorsun. Aksi taktirde eğer aşağılanmak istemeseydin, seni koruduğumda benim yanımda olurdun."

"Beni koruduğun kişi patronum farkında mısın?"

"Patronun oluşu, seni kölesi yapmasını gerektirmiyor."

"Herkes senin gibi değil anlamıyor musun!" diye bağırdığında, bu tepkiyi beklemediğim için irkilmiştim. Yine de yerimden kıpırdamadım, bana doğru yaklaştığında öfkesini net bir şekilde hissediyordum. Dudaklarım kıvrıldı, benimle aynı konuma düşmesinden sadece zevk alır hale gelmiştim. "Bahsettiğin kadınla çıkış yapmadan önce bir sözleşme imzaladım ben. O şartlarda ne varsa yapmak zorundayım. Kafama göre hareket edemem. Her an istediğimi yapamam. Sen beni koruduğunda, onun karşısına geçemem. Beni anlamıyor oluşunu kabullendim artık. Çünkü sen Song Yunah'la çalışıyorsun ve o kadın sana değer veriyor. Ama herkes senin gibi değil, ben senin gibi değilim. Kabullen bunu artık."

Bir süre ses çıkarmadan onu seyrettim. Öfkeyle soluyor ve derin derin nefesler alarak sakinleşmeye çalışıyordu. Kötü durumda olduğunun farkındaydım. Saniyeler içinde rengi atmış gibiydi. Bir an kötü hissedeceğim konusunda endişelendim. Çünkü eski Taehyung olsa, sevdiği adamı bu halde görmeye dayanamazdı. Yaşadığı şeyleri örtbas eder, saniyeler içerisinde anlayışlı bir hale bürünürdü; kollarını sevgilisine dolayıp ona yardımcı olacağını fısıldardı.

Fakat ben, bu defa bunu yapmak istemediğimi fark ettim. Bu zamana kadar hep onun yanında olmaya çalışmıştım. Peki ya Jungkook? O benim yanımda olmaya çalışmış mıydı? Kötü durumda olduğumda, bana destek olmuş muydu? Bana anlayış göstermiş miydi? Hayır. Jungkook her zaman bana karşı umursamaz olmuştu. Bu, basit yatak arkadaşlığı için çırpınan sadece bendim.

"Beni hiçbir zaman sevmedin öyle değil mi?" diye sordum bir anda. Bunu beklemediği kesindi. Bakışları aniden bana döndü ve irileştirdiği gözleriyle bana bakmaya başladı. "Bana aşık değilsin, beni sevmiyorsun. Yalnızca benimle eğlendin."

"Sen gerçekten iyi değilsin, Taehyung."

"Sadece merak ediyorum." derken, aniden sesim kısıldı. Bir anda ruh halim değişmişti. Şimdi her an ağlayacak gibi hissediyordum. "Beni hiç mi sevmedin?"

Kendisinin bile zar zor duyabileceği şekilde fısıldamıştı, "Seni seviyorum."

"Öyleyse neden her seferinde beni yalnız bırakıyorsun?"

"Çünkü sana tamamen gelemem."

"Aramızdaki engelleri bizim için kaldırabilirim."

"Ben o engelleri, senden önce ördüm Taehyung." dedi, güçlükle çıkan sesiyle. "Artık istesem de kaldıramam."

"Anlat bana. Sana yardımcı olmak için elimden geleni yaparım, lütfen anlat."

"Yakında anlayacaksın." dediğinde, dudaklarında buruk bir tebessüm belirdi. Gözlerimin içine baktığında gözlerinin dolduğunu fark etmek, içimde tuttuğum hislerin aniden ortaya çıkmasını sağlamıştı. Saniyeler önce ondan nefret ederken, bir anda onun için gözyaşı dökecek konuma gelmiştim. "O zaman buraya geldiğin için bile pişman olacaksın. Benden kendi isteğinle uzaklaşacaksın. Ve ben bunu kolaylaştırıyorum sadece."

"Hayır." derken sevdiğim adama doğru birkaç adım attım. Ellerim sıkıca kollarına tutunduğunda, "Hayır uzaklaşmayacağım, sevgilim." diye fısıldadım. "Yaptığın her neyse, seni bırakmayacağım."

"Bir anlaşma imzaladım." dedi, aniden. Anlatacağını farkına vardığımda gözlerim ışıldadı. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu şimdi. "Yaklaşık sekiz ay önce, Shin Dongmi, Jeon Somi ve ben."

"Ne anlaşması?"

"Eğer yapmazsam grubum dağılacaktı." diye fısıldadı ve sorduğum soruyu böylelikle es geçti. "Kendim için değildi. Sana söyledim. Senin gibi bireysel bakamıyorum hiçbir şeye. Senelerce emek vermiş ağabeylerimin hayatını mahvedemezdim. Bana yüklenen bir yük bu, Taehyung. Yapmaktan başka çarem yoktu."

"Ne olduğunu anlat!" diyerek sesimi yükselttim. "Söyle bana, ne anlaşması?"

"O kız bir deli." dedi ve kendini benden uzaklaştırmak adına geriye doğru adımladı. "Sadece bunu bil ve daha fazla soru sorma."

"Jungkook," diyerek aramıza koyduğu mesafeyi kısalttım. Bir kez daha kollarından tutarak onu kendime çektim. "Daha açık konuşmalısın. Jeon Somi'den mi bahsediyorsun?"

Hiçbir tepki vermedi. Sanki tek amacı beni delirtmekmiş gibi, boş boş suratıma baktı. Aniden kapı açıldığında ise her şey yarım kalmıştı. Arkamı döndüm, kim olmadığını bilmediğim bir adam şaşkınca bana bakıyordu. Jungkook ise adamı gördüğünde, "Birazdan geliyorum, hyung." dedi. Adam bir süre daha bana baktı. Bakışlarımdaki gözle görülür öfke onu korkutmuş olmalıydı. Hemen başını salladı ve dışarı çıktı.

"Gitmen gerekiyor, Taehyung."

"Bu mesele burada kapanmadı," diyerek sevgilime döndüm. "Anlatacaksın."

"Yurda dönmem gerekiyor."

"Öyleyse akşam buluşalım."

"Bugün müsait değilim."

Bir anda içimde öyle bir öfke birikti ki, "Hiç olmazsa doğum günümde yanımda ol lanet olası herif!" diye haykırdım.

Tepkimi beklemediği için irkilirken sertçe yutkundum ve yaşla dolan gözlerimi görmesine izin vermeden hızla sildim. Gerçekten delirmiştim. Artık, hiçbir şeye tahammülüm yoktu. Çok çabuk sinirleniyor, duygu değiştiriyor, üzülüyor ya da inanılmaz bir nefretle doluyordum. Duygu değişimlerime kendim bile ayak uyduramıyordum. Az önce Jungkook'tan nefret ederken, şimdi doğum günümde meşgul olduğu için hüngür hüngür ağlayabilirdim.

"Bu aralar kafam çok dağınık, üzgünüm."

"Boş versene, doğum günümü bilip bilmediğinden bile şüpheliyim."

"Ama... biliyordum gerçekten."

Jungkook'a ters ters baktım ve gözlerimi devirdim. "Akşam partim var. Sende geleceksin."

"Gelemeyeceğimi biliyorsun, Taehyung."

"SDM şirketindeki idollerin hepsini partime çağırdım."

"Neden böyle bir şey yaptın?"

Tek kaşımı kaldırdım, "Bilmem... Sence neden yaptım?" dedim, yapmacık bir şekilde gülümseyerek.

Bir şeyler karıştırdığımı anlamış olacak ki, "Başımı belaya sokacak bir şey yapma." dedi. Bir kez daha gülümsedim.

Tam olarak öyle yapacağım, sevgilim...

"Başında yeterince bela var zaten," dedim oyuncu bir tavırla. "Yiyebileceğin tüm bokları yemişsin, sana daha ne yapabilirim ki?"

"Seninle daha fazla kavga edemeyeceğim. Gitmem gerekiyor."

Kapının önünden çekildiğim sırada, ona nefret dolu bakışlar göndermeyi ihmal etmedim. "Defol git." dediğimde, kıkırdadı. İkimizin de sinirleri o kadar bozuktu ki, bu halde olmamızı yadırgayamıyordum. "Taehyung burası benim şirketim, senin de gitmen gerekiyor."

Bakışlarımı bir süre yüzünde gezdirdiğimde, aniden kapıyı açtım. Kapıdan çıkmadan önce bir kez daha önünde durdum ve işaret parmağımı ona doğrulttum. "Eğer akşam partiye gelmezsen, sana yemin ederim canlı yayın açar ve seninle seviştiğimi tüm Kore'ye duyururum. Anladın mı beni?"

"Sen gerçekten iyi değilsin, Taehyung." derken, korku dolu gözlerle bana bakıyordu. "Lütfen, kafanda böyle şeyler kurmayı bırak ve eve gidip dinlen biraz."

Jungkook'a son defa nefret dolu bakışlarımı göndermeye ihmal etmediğimde, hiç kimseyi umursamadan bir kez daha kapıdan dışarı çıktım ve asansöre yöneldim. Arkamdan gelmemesine şaşırmayı gerçekten çok isterdim ama şaşıramamıştım. Gelmeyeceğini biliyordum. Tıpkı bir korkak gibi, ilk önce benim uzaklaşmamı beklemiş ardından kendisi odasından çıkmıştı.

Asansörün kapıları kapanmadan önce, sevgilimle son kez göz göze geldiğimizde, ona gözlerimi devirmeyi ihmal etmedim. Kapılar kapandığında arkamı döndüm ve asansörün aynasından bir süre kendimi inceledim. Aniden aklıma dolan düşüncelerle, kendi kendime gülmeye başladım. O an gerçekten her şeyin farkına varmış gibiydim, ben tamamen delirmiştim.

Diğer taraftan ise; bu beni rahatsız etmemiş ve hatta hoşuma gitmişti.

Madem o kız deliydi ve bu sebepten istediği her şeyi yapıyordu; Jungkook bilmeliydi ki, bende deliydim.

O kızdan ve herkesten, daha da deliydim.

***

Kısa sayılabilecek hayatımda, kendime her zaman basit hedefler koymuş ve o hedefler doğrultusunda çabalayarak, hayatıma şekil vermiştim. Hiçbir zaman hırslı biri olamamıştım; bu da oldukça ihtişamlı hedefler kurmama engel olmuştu. Basit, kargaşadan uzak, sakin ve ıssız bir hayat, tercihlerimden yana olmuştu. Çevremdeki insanların aksine hiçbir zaman zirveye ulaşmak için ekstra bir çaba sarf etmemiştim. Belki de bu sebepten, istemediğim her şeyin başımda bittiğini belli edercesine, kısa sürede kariyerimin zirvesine ulaşmayı başarmıştım.

Kariyerimin zirvesine ulaştığımda, karakterimden asla ödün vermemiştim. Bu hayattaki tek amacım, ne olursa olsun merhameti saklı tutmaktı. Bu konuda oldukça titizdim. Annemden ötürü 'merhamet' kavramı benim için çok büyük bir önem arz ederdi. İleride bu kavram, Jungkook sayesinde karmaşıklaşmıştı. Annem ve Jungkook içimdeki merhamet hissinin yok olmasına sebep oluyordu; bunun nedeni, onlardan gördüğüm merhametsiz davranışlar ve sevgisizlikti. Onlar hiçbir zaman bana merhamet göstermediği, beni sevmediği, istemediği ve sık sık değersiz hissettirdiği için, annemi ve Jungkook'u hatırladığımda, kendime sürekli "Neden?" diye soruyordum. İnsanlar sana değer vermiyorsa, merhamet etmiyorsa, sen neden onlara merhamet ediyorsun?

Fakat sonra fark etmiştim ki, ben farklıydım. Ben Jungkook değildim. Ben annem değildim. Beni ben yapan, ne olursa olsun onlara karşı beslediğim, salt sevgiydi. Beni ne kadar sevmeseler bile, onları sevmeye devam ediyordum. Eskiden bu yüzden aptal ve güçsüz olduğumu düşünürken; şimdi yalnızca özel ve iyi bir insan olduğumu düşünüyordum.

Aynanın karşısındaki suretime baktığım sırada, bir kez daha içimden geçirdim. Sen özelsin. Bunu düşünmek, en önemlisi de hissetmek benim için oldukça önemliydi. Artık omuzlarım daha dikti. Bakışlarımürkeklikten uzaktı; kendime olan güvenimi temsil ediyordu. Kendimi bir süre daha izlemeye devam ettiğinde, anladım ki artık değişimimi tamamlamıştım. Eski Taehyung, tamamen ölmüştü.

Jungkook hayatıma girdiğinden beri, bana olan davranışları yüzünden çirkin olduğumu bile düşünmüş, sırf bu sebepten defalarca kez kendime zarar vermeye teşebbüs etmiştim. Oysa ben, iki defaya mahsus olmak üzere Dünya'nın en güzel yüzü seçilmiş olan, eşsiz biriydim. Bu zamana kadar bunu düşünemiyor, kendimi yiyip bitiyordum. Bugünden sonra ise, küllerimden doğmuş bir Anka kuşu misali, tamamen değişmiş ve yenilenmiştim.

Artık Jungkook, beni sevmiyorsa, beni istemiyorsa ve o kadının kölesi olmayı tercih ediyorsa, bu onun sorunu diye düşünüyordum; Üzülmesi gereken o olmalıydı. Beni kaybeden oydu, pişmanlığını da yalnızca kendisi çekecekti.

Evimde çalışan orta yaşlı hizmetli odamın kapısını tıkladığında, düşüncelerimden sıyrılmış kapıya doğru birkaç adım atmıştım. "Bay Kim." dedi sevgili çalışanım, saygı dolu bir ifadeyle. "İlk misafirleriniz geldi."

"Haber verdiğiniz için teşekkür ederim, Bayan Jung." diye mırıldandım, kapının arkasındaki kadına. "Birazdan geliyorum."

Bir kez daha aynanın karşısına geçtiğim sırada, bir süre çıplak fakat yer yer dövmelerle süslenmiş bedenimi inceledim. Partinin yapılacağı mekân, birkaç saat önce istediğim doğrultusunda değiştirilmişti. Normalde otelde olacak ve yaklaşık yüz kadar davetliye ev sahipliği yapacaktı. Bu plandan cayan kişi bendim zira, eve döndüğümde ve sakin kafayla düşündüğümde bunu istemediğimi fark ettim; aklımda başka bir fikir vardı ve fikirlerim doğrultusunda, partinin otelde yapılması, tanımadığım insanların partime katılması uygun değildi.

Doğum günü partim evimde olacağı için abartı bir şekilde süslenmekten kaçınacaktım; yalnızca sade ve şık olmak istiyordum. Bu sebepten giysi odasına girdiğimde, bir süre, aksesuarlarımı ve giysilerimi inceledim. Kısa sürede aklımda bir fikir oluşmuştu. Hemen harekete geçtim ve hazırlanmaya koyuldum.

İlk önce klasik kırık beyaz tonda bir gömlek aldım. Gömlek oldukça uzun, aynı zamanda boldu; kalçalarımın üç veya dört karış aşağısına kadar uzanıyordu. Kol kısmı da aynı şekilde bol gelmişti. Parmaklarımı ortaya çıkarmak adına, gömleğin kollarını kıvırmam gerekiyordu. Salaş durması hoşuma gittiği için, gömleğin kollarını birkaç defaya mahsus olmak üzere kıvırmakla yetinmiştim. Ardından, altıma dar, beyaz ve dizleri yırtık bir kot pantolon giydim. Pantolonun arka ceplerinde, küçük, gümüş ve aynı zamanda renkli taş detayları vardı; gömlek uzun olduğu için, detaylar gözükmüyordu. Pantolon oldukça sade duruyordu.

Son olarak, bu sade kombini tamamlayacak olan parçayı, beyaz korse kemeri eline aldım. Korseyi belime yerleştirdiğimde, beyaz bağcıkları sertçe, sonuna kadar sıktım ve belime yapışmasını sağladım. Karnımı oldukça sıkan korse, nefes almamı zorlaştırsa da çıkarmamakta kararlıydım. Var olan inceliğiyle, zaten fazlasıyla ilgi toplayan belim, şimdi tam anlamıyla incecik görünüyordu ve bunu oldukça sevmiştim. Jungkook'un ince belimden hoşlandığını biliyordum; dokunmak için kıvranacağı zamanları iple çekiyordum.

Ardından, bol olduğu için rahatça gömleği omuz kısımlarından çekiştirdim. Böylece gömlek omzumdan düştü ve köprücük kemiklerimi tamamen açığa çıkardı. Gömleğin üstten ilk üç düğmesini de açtığımda, feraha kavuşan çıplak göğsümle birlikte gülümsedim. Güzel gözüküyordum fakat boynum fazla sade kalmıştı. Makyaj malzemeleri ve aksesuarlarının olduğu aynalı masamın önüne gittiğimde, teker teker kolye kutularını açmaya başladım; ucunda sade, koyu pembe pırlanta taşı olan kolyemi bulduğumda sevinçle el çırptım. Aradığımı sonunda bulmuştum. Bu kolye, bana Changwook'un hediyesiydi ve oldukça zarif, şık ve kombine uygundu. Bu sebepten, kesinlikle bu kolyeyi takmalıydım.

Kolyeyi taktığımda elimle düzelttim ve aynadan nasıl gözüktüğüme baktım. Kolye oldukça zarif ve göz kamaştırıcı gözüküyordu. Başka bir takıya ihtiyacım kalmamıştı. Yalnızca kıkırdağımda bulunan deliklere, sadece gümüş halkalar takmakla yetinmiştim.

Bunun dışında, bugün şirkette yaptırmış olduğum makyajım kusursuz gözüküyordu. Kolay kolay akmayacağını biliyordum çünkü makyözümü bu konuda sıkı sıkı tembih etmiştim. O da bana uymuş, harika bir makyaj yapmıştı ve makyaj saatler geçmesine rağmen, aynı şekilde duruyordu. Göz kapaklarımda koyu tonda eklemeler vardı, kirpiklerimin üstüne pembe göz kalemi çekilmişti ve göz altlarım da küçük, parlak taşlar yardımıyla göz alıcı hale getirilmişti.

Dudaklarımda koyu pembe tonlarında ruj vardı. Ruj biraz silik gözüküyordu, ben ise kesinlikle silik değil, tersine herkesin gözüne takılacak türden belirgin bir görüntüsü olmasını istiyordum. Bu sebepten makyaj çantamdan rujumu çıkarmış, ruju tazeledikten sonra dudaklarımı birbirine bastırarak yaymıştım. Ardından kendi görüntüme bakarken gülümsedim, tam olarak istediğim gibiydim; dikkat çekici, alımlı, seksi ve cazibeli...

Aynanın önünden çekildiğimde, gri, kıvırcık saçlarımı kontrol ettim. Hiçbir şey yapmama gerek kalmamıştı. Yalnızca sağa doğru yatmış olan kaküllerimi kulağımın arkasına sıkıştırmakla yetinmiştim; çilek ve pamuk şeker karışımı, oldukça tatlı bir kokuya ev sahipliği yapan parfümümü de sıktığımda, hazırlığım tamamlanmıştı.

Aynanın karşısında son kez kendimi süzerken, yatağımın üstünde bulunan ve gürültüyle çalan telefonum dikkatimi dağıtmıştı. Koşar adımlarla yatağa yürüdüğüm sırada telefonumu elime almış, arayan numaraya baktıktan sonra, dudaklarımda kapalı bir tebessüme yer vermiştim.

"Jungkook?"

"Taehyung, sana bir şey sormama gerekiyor."

Kaşlarım ilgiyle kalktığı sırada, "Tabii ki." diye mırıldandım, oldukça sakin bir şekilde. Birkaç saat önce, onu tehdit eden, bağırıp çağıran ve üstüne gelen bir adama göre şimdi oldukça sükûnet sahibiydim. Jungkook'un şaşırdığını hissediyordum. Doğrusu, kendi tavırlarıma bende şaşırıyordum. Bir yaptığım, bir yaptığımı tutmuyor; tıpkı bir deli gibi hareket ediyordum.

"Sence ne giymeliyim?"

"Anlamadım?"

"Yani..." dedi, dalgın ve bir o kadar da utangaç bir şekilde. "Bir insan, sevgilisinin doğum gününde ne giymeli?"

"Eğer partideki hiç kimse, sevgili olduklarını bilmiyorsa... herkes gibi sıradan giyinmesinde bir sakınca yok." demiştim, hazırcevaplık yaparak.

Bu tepkimi beklemediği için, bir süre sessiz kalmıştı. Ardından derin bir nefes aldığını ve üflediğine şahit oldum. Tekrar sıkıntı bir ses tonuyla, "Hiç kimse bilmese bile, gece sevgilisiyle baş başa kaldığında şık olmak istiyorsa ne yapmalı?" diye sordu.

"Sevgilisi, onu her haliyle şık buluyorsa pek de bir şey yapmasına gerek yok."

Kıkırdamaya benzer sesler işittiğimde, dudaklarım sağa doğru kıvrılmıştı. "Sanırım cevabımı aldım, teşekkürler."

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Bugün Jungkook'a nasıl davranacağım konusunda şüphelerim vardı. Bir taraftan bırak, diyordum. Her şeyi akışına bırak ve ne olacaksa olsun. Sonuçta ben, Jungkook tarafından her zaman en kötülerine maruz kalmıştım; artık beni ne yıkabilirdi ki? Bundan daha kötü ne olabilirdi?

Öte yandan, acı çekmesini de istiyordum. Bunu gerçekten istiyordum; istersem ona acı çektirebilirdim, bugün asla yüzüne bakmayabilir, tüm vaktimi eski sevgilimle geçirebilir, arkadaşlarımın yanında şen kahkahalar atarak ona yapayalnız olduğunu hissettirebilirdim.

Bu durumda bana güvendiği halde, onu yalnız bıraktığım için hem hayal kırıklığına uğrayacak, hem de sevgisizliğim karşısında canı yanacaktı; Tıpkı benim gibi.

Fakat tam bir ikilemin içindeydim çünkü sürekli aynı şeyleri düşünüp duruyordum: Birincisi, "Bunu yapmak elime ne geçirirdi?". İkincisi, "Tıpkı annem ve Jungkook gibi merhametsiz bir insan olursam, onlardan ne farkım kalırdı?"

Bu yüzden akışına bırakacaktım. Çünkü farkındaydım, benim sağlıklı düşüncelerim yoktu. Jungkook'a hem yaşadığı baskılar ve mecbur edildiği şeyler yüzünden üzülüyor, hem her şeye boyun eğdiği ve ezilip büzüldüğü için öfkeleniyor, hem benden sakladıkları ve gösterdiği sevgisizlikleri için nefret ediyor, hem yoğun sevgim ve aşkım yüzünden delirecek gibi hissediyor, hem de... bu zamana kadar canımı yaktığı her bir saniye karşılığında, intikam olmak için yanıp tutuşuyordum.

"Taehyung, neden cevap vermiyorsun? Bir sorun mu var?"

Dudaklarımı birbirine bastırdım ve gözlerimi birkaç saniyeliğine kapalı tutarak, zihnimi boşaltmak adına yoğun bir çaba sarf ettim. "Bir sorun yok, Jungkook."

"Daha iyi misin?"

"Neden soruyorsun?"

"Bugün... biraz farklı gözüküyordun."

"Delirmiş gibi mi gözüküyordum?"

Duraksadı, "Hayır." dedi alçak bir tonda. "Benden nefret ediyormuşsun gibi."

Bunu söyleyenin Jungkook olması, ufak bir kahkaha atmama sebep olmuştu. "Sen bana her zaman aynı şekilde bakıyorsun, Jungkook."

"Senden nefret etmiyorum."

"Beni sevdiğini de söyleyemezsin." dedim, beni sevdiğini bile bile. Yalnızca bunu biliyor oluşuma rağmen inanmak istemiyordum çünkü hiç kimse, sevdiğine bu şekilde kötü davranmazdı. Ama mesele Jungkook olduğunda, her şey mümkün olabiliyordu. Beni severken bile, benden nefret ediyormuş gibi hissettiriyordu.

"Seni seviyorum."

"Davranışların öyle hissettirmiyor." dedim, açık yüreklilikle. "Dün yaşananlardan sonra bana bunu söyleyemezsin."

Uzun sayılabilecek bir zaman diliminde, Jungkook duraksamıştı. Bir şeyler düşündüğünü anlamak çok da zor değildi. Sevgilimi zorlamak istemedim. Olduğum yerde dikilmeyi ve onu beklemeyi sürdürdüm. Ardından, "Bugün her şeyi anlatacağım." dedi, sakin bir ses tonuyla. "Söz veriyorum."

"Üzgünüm, sana güvenmiyorum." derken, en az onun kadar sakindim. Bu yaşananlar fırtına öncesi sessizlik miydi? Bilmiyordum. Yalnızca sakin hissediyordum; bir planım vardı ama bu plan karşısında hissettiğim bir heyecanım yoktu.

Beni harekete geçirecek olan, Jungkook'un hareketleri olacaktı. Tüm planım ve hislerim, onun üzerinden ilerleyecekti. Eğer o sakin olur, beni rahatsız edecek bir şey yapmaz ve her şeyi anlatmayı kabul ederse ben de sakin olacaktım. Ama eğer, damarıma basarsa, ben de onun damarına basacak ve tüm her şeyi seve seve mahvedecektim.

"Bana güvenmeni hak edecek biri değilim, bunun farkındayım." dediğinde, kendi kendime gülümsedim. Jungkook'ta en az benim kadar dengesiz biriydi. Birkaç saat öncesine kadar beni iğnelemeye devam ederken, şimdi yalnızca sakin sakin konuşuyordu.

"Neden bunları telefonda, daha da önemlisi şimdi söylüyorsun?" diye sordum, fısıldayarak.

"Bilmem... belki de gözlerinin içine bakarak söylemeyecek kadar cesaretsiz ve korkak olduğum için."

"Doğum günüme gelmeyecek misin?" diyerek, asıl aklımda olan şeyi dışarı sundum. "Bu yüzden mi böyle davranıyorsun? Bu bir nevi günah çıkarma mı?"

"Hayır, hayır sadece-" dediğinde, bir kez daha kısa bir süreliğine susmayı tercih etti. Ardından, "Yalnızca böyle olmasını istemezdim, Taehyung. Sevgilin olarak, ilk önce benimle kutlamanı, şu an partine sıradan bir davetli gibi gelmek yerine, senin yanında olmayı ve birlikte hazırlanmamızı isterdim. Öte yandan doğum gününü, küçük ama bizim için değeri büyük olan bir pastayla kutlamayı ve hediyeni ilk verecek kişi olmayı da isterdim. Ama bunu yapamıyorum ve bilmiyorum... Bazen gerçekten her şeyi berbat ettiğim için çok kötü hissediyorum."

Samimi itirafı karşısında, buruk bir tebessüm etmekle yetinmiştim. "Ve bunu, yüzüme karşı söylemeyeceğin için beni aradın, öyle mi?"

"Korkağın tekiyim." diye fısıldadığında, göremese bile başımı sallamıştım. "Seni hak edecek kadar güçlü biri olamadım hiçbir zaman. Her zaman korkaktım, üzgünüm."

Neden kötü hissettiğini anlayabilmiştim. Bugün doğum günümdü ve sayesinde berbat zamanlar geçirmiştim; bunun sebebi olduğunu biliyor ve kendisini kötü hissediyordu. Belki de bunu telafi etmeye çalıştığı için beni aramıştı çünkü Jungkook, biriyle duygularını paylaşmaktan nefret ederdi. Özellikle ilk adımı atması ve ben daha hiçbir şey sormadan anlatmaya başlaması, onu oldukça zorluyordu. Bunu hissediyordum ve bu benim için değerliydi. Hiç olmazsa çabalıyor, diye düşünüyordum.

"Teşekkür ederim." dedim, tüm içtenliğimle. "Şimdi biraz daha iyi hissediyordum."

"Söz veriyorum ki, bugün iyi hissetmen için elimden geleni yapacağım." dediğinde, bunun boş vaatlerden öteye gitmeyeceğini biliyordum. Jungkook istese bile, yaklaşık otuz davetlinin içerisinde bana iyi hissettirmek için uğraşamazdı. Muhtemelen, yanıma bile gelmezdi. Yine de o an bir şey söylemek istememiştim.

"Umarım, Jungkook."

"Seni seviyorum." dedi, telefonu kulağımdan uzaklaştırdığım sırada. Ben de, demek istesem de bunun için fazla yorulmuş hissediyordum. Bu sebepten cevap vermek yerine, telefonu kapatmayı tercih etmiştim.

Yaşadığımız şey, bir nevi son çırpınışlarımızı temsil ediyordu; Jungkook, her şeyi mahvettiğinin bilincinde düzeltmek için uğraşıyor, ben ise dengesiz zihnimin hezimetine uğradığım için tepkisiz kalmakla yetiniyordum. Bir şeyler olacak, çırpınışlarımız son bulacak ve biz hak ettiğimiz sona elbet ulaşacaktık. Ve o an gelene kadar yapacağımız tek şey, beklemekle yetinmek olacaktı.

***

Sakin ve dingin adımlarla merdivenlerden aşağı indiğimde, kısa süre içerisinde salonumda ve bahçemde oluşan kalabalığa bakarak, samimi bir tebessüm sundum. Ortamda bulunan herkes, yakın arkadaşlarım ve tanıdıklarımdan oluşuyordu. Bunun dışında bir tek Jeon Somi, benim tarafımdan özel bir davetle gelecekti.

Etrafa göz gezdirirken, onun henüz gelmediğini görmemle birlikte sinsi bir gülümseme sundum. Jungkook konusunda, sessiz, sakin ve dingin olabilirdim fakat Somi konusunda, kesinlikle fikirlerim sabitti. Bu geceyi onun burnundan getirene kadar asla durmayacaktım. Bu zamana kadar, onu küçük oluşu nedeniyle sürekli göz ardı etmiş, yaptıklarını örtbas etmeye çalışmıştım ama tahammül seviyemi aşalı çok oluyordu.

Kendisini haddi olmadığı halde benimle eşit görüyor; tecrübesizliği ve acemiliğine rağmen, benimle aynı kulvarda yarışmaya çalışıyordu. Madem istediği buydu, öyleyse ona uyacaktım. Artık yaşı, kim olduğu ve diğer hiçbir şey umurunda değildi.

Her ne olursa olsun, Jungkook bana aitti; küsebilir, ayrılabilir, ondan nefret edebilir ve sürekli sorun yaşayabilirdik ama Jungkook benimdi ve hiç kimse, onu benim elimden alamayacaktı. Bunu ona gösterecektim, Jungkook'un bana ait olduğunu ona gösterecektim.

"Taehyung?"

Gözlerim kalabalığın arasından işittiğim tiz sesin sahibine iliştiğinde, eski sevgilim Changwook'u görmemle birlikte samimi bir tebessüm etmiş, ardından kollarımı boynuna dolayarak kısaca sarılmıştım. "Hoş geldin." dediğim sırada, o da elini belime sarmış ve bana içtenlikle sarılmıştı.

"Hoş bulduk." dedi, geri çekilmiş ve bakışlarını tüm bedenimde özgürce gezdirmişti. "Çok güzel gözüküyorsun."

Gülümsedim; giymiş olduğu zımbalı deri cekete, kaslı vücudunu saran, siyah boğazlı kazağına ve ince beline kemer yardımıyla tutturduğu, siyah, yırtık kotuna baktığım sırada, "Sen de çok yakışıklısın." diyerek iltifatına, aynı kibarlıkla karşılık verdim.

Bu sırada, kalabalığın içinden sıyrılmamızı istediğim için onu kibarca kolundan tuttum ve birlikte bahçeye çıktık. Havuz kenarındaki kalabalığa göz gezdirdiğim sırada, "Bizimkiler orada." diyerek, arkadaş grubumuzu işaret ettim. "Biz de gidelim."

"Aslında..." dediği sırada, eski sevgilim adımlarını durdurdu ve parlak irislerini bana çevirdi. Konuşmasını beklerken, hafifçe tebessüm etmiş ve sabırla onu beklemiştim. Bir süre bana bakmayı sürdürdü, ardından âdem elmasının hareketlendiğini fark edeceğim kadar sertçe yutkundu ve başını hafifçe eğerek ensesini kaşıdı. "B-ben sana bir hediye aldım." dedi, çocuksu bir heyecanla. "Kabul edip etmeyeceğini bilmiyorum ama, aldım işte."

"Neden kabul etmeyeyim ki?" diye sordum, fakat içten içe böyle düşünmesinin sebebini çok iyi anlıyordum. Eski sevgilime son zamanlarda gerçekten kötü ve umursamaz davranmıştım; aramış, aramalarına geri dönmemiştim. Buluşmak istemiş, vaktim yok diyerek geçiştirmiştim fakat şimdi, her zaman olduğu gibi bulunduğumuz bu durumdan ötürü oldukça üzgündüm. Changwook iyi bir adamdı ve ben her seferinde, onu üzmekten başka bir şey yapmıyordum.

"P-pekâlâ." dedi, kekelemesine mâni olamayarak. Ardından oldukça telaşlı bir şekilde, eli ayağına dolaşarak zorlukla da olsa deri ceketinin cebinden küçük bir kutu çıkarmış ve tatlı bir tebessümle, gözlerimin içine bakarken bana uzatmıştı. "Geçen sene bunu almak istemiştim fakat sonra," dediği sırada, utangaç bir şekilde boynumdaki kolyeyi işaret etti. Kendi kendine bir kez daha gülümsedi ve, "Onu sende görmeyi gerçekten çok istedim. Bu yüzden düşündüm ki, bu bilekliği de seneye alırım. Doğrusu... o zamanlar ayrılacağımıza ihtimal vermemiştim." Omzunu çekti ve buruk bir tebessüm etti. "Yine de arkadaş kalabildiğimiz için mutluyum, şimdi alabilirdim."

"Çok naziksin, çok teşekkür ederim." derken, bir kez daha kollarımı boynuna doladım ve ona sıkıca sarıldım. Her şeyden öte, Changwook benim hayatta tanıdığım en özel insanlardan biriydi; düşünceliydi, nazikti, kibardı, ince fikirliydi ve eğer karşısındaki insana gerçekten değer verirse, ona bulunamayan, nadide bir parça kadar, özel davranırdı.

Kısaca birbirimize sarılmamızın ardından geri çekildiğimde, ilk önce Changwook'un, yanağıma yumuşak bir öpücük kondurduktan sonra, "İyi ki doğdun." diye fısıldamasını duymuştum; ardından ise Jungkook'un sert bir tutumla, "Taehyung?!" deyişini...

Artık bu gibi durumlarda, şaşırmıyordum bile. Ne zaman Changwook ile yakınlaşsak, bir anda Jungkook beliriyor ve ürkütücü bir sesle ismimi söyleyerek yanımıza ulaşıyordu. Yine aynı şey söz konusu olmuştu. Jungkook ilk önce evin bahçeye ulaşan sürgülü kapısından dışarı çıktı, ardından seri hareketlerle yanımıza ulaştı.

"Bu ne?" diye sordu, tam yanımda durup kaşlarını kaldırarak elimdeki kutuyu işaret ederken.

"Hediye." dedi Changwook, ters bir şekilde. "Doğum günü olduğu için, normal olarak ben de hediye aldım."

"Sana sormadım."

"Saçma sapan sorular sormandan rahatsız oldum."

"Benim sevgilime soru sormamdan rahatsız olduğun için, ben de senden rahatsız oldum."

"Bana ters davranmaktan vazgeç." dedi, Changwook sesini yükseltirken. Bu sırada bakışlarım, birkaç hafta önce beni Somi'nin sahneye ilk çıkış partisine çağıran Sihyeon'da olduğu için, dalıp gitmiş bir vaziyetteydim; Changwook'un sesini yükseltmesi ve Jungkook'un eski sevgilime doğru birkaç adım atmasıyla birlikte girdiğim transtan çıkmış ve aralarına girme ihtiyacı duymuştum.

"Neden tartışıyorsunuz?" diye sordum, alçak bir tonda. Gerçekten soruyordum çünkü odaklanamamış ve tam olarak neden kavga ettiklerini anlayamamıştım. O anlarda aklım çok farklı bir yerde; çok farklı bir düşüncedeydi.

"Bana, senin düşmanınmışım gibi bakmayı kes." diyen Changwook, beni gerçekten de umursamıyor gibiydi.

Jungkook'un ise Changwook'u kışkırtmaya çalıştığı çok belliydi. İlk önce kıkırdadı, ardından kollarını göğsünde birleştirip, umursamaz bir tavırla omuz silkti: "Senin bizim hayatımızda yerin yok, bu yüzden düşmanım ya da dostum olacak konumda da değilsin."

Bu defa gülme sırası, Changwook'taydı. "Bu yüzden mi benden bu kadar rahatsız oluyorsun?"

Changwook'un sözleri Jungkook'u kızdırmıştı. Bunu hissedebiliyordum çünkü Changwook haklıydı. Umurumda değil dese bile, Jungkook ciddi anlamda Changwook'u kıskanıyordu. Şimdi bir nevi mağlup olmuştu ve bu durum, Jungkook gibi hırslı bir insanın sinirden çıldırması için fazlasıyla yeterliydi.

"Hey, ne oluyor burada? İkinizde uzaktan bakınca aptal gibi gözüküyorsunuz." diyen Jackson'la birlikte derin bir nefes aldım. Kurtarıcı meleğim her zaman olduğu gibi tam zamanında yetişmişti. Yanımıza yaklaştığı sırada, "Yakından bakıyorum da... hala aptal gibi gözüküyorsunuz."

Eski sevgilim ve sevgilim kavga ettiği için, egom tatmin olmuyor; bu durumdan hoşnut olmuyordum. Tersine oldukça rahatsız edici bir durumla karşı karşıyaydım ve Jackson sayesinde bu durumdan kurtulabilmiştim. Fakat Jackson'da en az Changwook ve Jungkook kadar beni kıskandığı için, kavga eden ikiliye laf sokma görevini üstlenmişti.

Bu sırada Jungkook gözlerini devirip, ağzının içinden anlamsız mırıltılar çıkarmış ve arkasını dönerek, kimsenin olmadığı boş bir masaya ilerlemişti. Changwook ise nazikçe kolumdan tutarak, "Sonra görüşürüz." diye fısıldamış, bir kez daha yanağıma küçük bir öpücük bıraktıktan sonra gözden kaybolarak, eve girmişti.

Böylelikle kavga eden ikiliyi püskürten Jackson, "İkisi de tam bir aptal." demişti, yüzünü buruşturarak. "Yakışıklı olmaları dışında hiçbir marifetleri yok. Cidden... bunları nereden buldun anlayamıyorum."

Kıkırdamış ve Jackson'un koluna girerek, başımı omzuna yaslamıştım. "Kurtarıcı meleğimsin resmen, hemen yetiştin."

"Biraz daha tartışmayı sürdürselerdi, aralarında sıkışıp kalacaktın."

"Jungkook'un sinirlendiğinde gözü hiçbir şey görmüyor bazen." dedim, gözlerimi tek başına masanın etrafında dikilen ve içkisini yudumlayan sevgilime çevirirken. "Normalde olsa, etrafımızda insanlar var diye yanıma yaklaşmazdı. Şimdi, neredeyse eski sevgilimle kavga edecekti."

Jackson'da tıpkı benim gibi Jungkook'u incelediği sırada, "Belki de sorunu kariyeri falan değildir." diyerek, mantıklı bir yaklaşımda bulundu. "Yalnızca seni gizlemek istiyor ve bunu bir nedene bağlayarak, bahane bulmaya çalışıyor. Sonuçta senin ne kadar rahat bir insan olduğunu farkında ve eğer seni gizlemek zorundaysa, bir şekilde tedbir almalı."

Başımı yavaşça aşağı yukarı salladım ve dudaklarımı büzerek, "Patronundan saklıyor." diye mırıldandım. Bunu tahmin etmek pek de zor değildi. Patronu, Somi ve kendisi bir anlaşma yapmışlardı ve o anlaşma her neyse, Jungkook'u boynundan bir zincirle sıkı sıkıya bağlamış; köle muamelesi yapmaya başlamışlardı.

Ardından ekledim, "Patronuyla arasında bir sır var ama ne olduğunu bilmiyorum."

"Sormadın mı?"

"Bu gece her şeyi anlatacağını söyledi."

Jackson bakışlarını bana çevirdi, "Sence her şeyi anlatacak mı? Yoksa sadece, seni avutabileceği kadarını mı sunacak?"

"Sakladığı şey her neyse," diye fısıldadığım sırada, buruk bir tebessüm ettim. Aklıma gelen tek bir ihtimal vardı ve ben, o ihtimale lanetler ediyor, eğer doğru çıkarsa ne denli çıldırabileceğimi düşünüp sakinleşmeye çalışıyordum. "Jackson umarım... umarım düşündüğüm şey değildir."

***

Song Yunah, Kim Taehyung'u şirkete kabul ettiği ilk günden beri, Taehyung'a karşı yoğun bir sevgiyle bağlıydı. Bunun birden çok sebebi vardı fakat en çok da, Taehyung'un anne sevgisini tatmamış oluşu kendisini etkilemiş ve bu durumdan ötürü, Taehyung'a ekstra bir bağlılık göstermesine sebep olmuştu.

Song Yunah, yirmili yaşlarının sonunda güzel bir evlilik yapmıştı. Eşi, onun aksine bankada çalışan, orta halli biriydi. Song Yunah maddiyatı geri plana atarak tamamen bir aşk evliliği yapmıştı. Tek isteği güzel bir aile kurmakken, evliliğinin birinci senesinde çocuk sahibi olamayacağını öğrenmiş ardından eşi tarafından terk edilmişti.

Aradan neredeyse yirmi seneye yakın bir vakit geçmişti. Bir çocuk evlat edinebilirdi fakat, artık aile kurmaya olan hevesini kaybetmiş gibi hissediyordu. Eşinin, sırf çocuğu olmuyor diye onu terk etmesi, hayatın gerçekleriyle baş başa kalmasını sağlamıştı. O günden sonra hiçbir şey istemedi.

Yalnızca, Taehyung'u gördüğü zaman tozlu sayfalar arasına sıkıştırdığı hisleri açığa çıktı. Eğer bir çocuğu olsaydı, Taehyung yaşlarında olacağını biliyordu. Taehyung hiç anne sevgisi görmemişti ve kadın, hem bu duyguyu ona gösterebilmek hem de özlem duyduğu evlat sevgisini Taehyung'ta bulmak adına, Taehyung'u kendi çocuğu gibi yetiştirmeye, onu oğlu olarak görmeye başlamıştı.

Kim Taehyung, Song Yunah için bu denli önemli bir durumdayken, Yunah oğlunun üzülmesine asla dayanamazdı. Akıllı bir kadındı, güzel ve dikkatli gözlemler yapıyor, doğru noktalara takılıyor ve hiç kimse anlatmasa bile sorunları çabucak bulabiliyordu. Jungkook ve Taehyung'un arasındaki sorunun sevgiye yönelik olmadığının da farkındaydı; çocuğun, oğluna olan bakışlarını fark etmişti. Jungkook, Taehyung'u seviyordu fakat aralarında aşılamayan, yüksek duvarlar vardı.

Song Yunah, nihayetinde bu gece bu duvarların kurulmasının asıl sebebini öğrenecekti. Partinin başlamasının üzerinden bir saat geçmesine ve gece saatleri olmasına rağmen kadın hala şirkette bekliyor, alacağı haberin kaynağı olan adamın şirkete gelmesi için dakikaları sayıyordu.

Adam sonunda şirkete ulaştığında, Song Yunah'ın odasına girdi ve önünde saygıyla eğildi. Song Yunah, heyecanlı bir şekilde ayağa kalktı ve siyah takımının gömleğini düzeltti. "Öğrendin mi?" diye sordu, karşısındaki adama.

"Evet, Bayan Song."

Song Yunah gözlerini kıstı, adama doğru birkaç adım attı ve "Ne öğrendin? Söyle çabuk." diye sordu. "Sana söylediğim isimle mi alakalı?"

Adam, eğik başını hafifçe kaldırdı ve kadınla göz göze geldi. "Evet, Bayan Song. Jeon Jungkook'la ilgili." dedi.

Kadın, bunu beklediği için pek de şaşırmamıştı. Yine de üzgündü; Jungkook adına değil, onun her şeyi hak ettiğini düşünüyordu fakat oğlu olarak gördüğü Taehyung'un maruz kaldığı durumdan ötürü üzgündü.

Öte yandan şimdi partiye gidecek ve Taehyung'u boş bulduğu ilk anda, öğrendiği şeyi söylemek zorunda kalacaktı. Bugün doğum günüydü, keyfini kaçırmak isteyeceği en son şeydi fakat başka çaresi yoktu. Taehyung'un bilmesi gerekiyordu; eğer şimdi öğrenmezse, yarın sabah uyandığında öğrenecekti ve kadın, ne yazık ki bunun Taehyung için daha büyük bir yıkım olacağını biliyordu...

***

Bakışlarım, tam karşımda duran sevgilimi bulduğunda, onu ilk daha alıcı gözle inceleme şansı bulmuştum. Siyah transparan bir gömlek giymişti; gövde kısmı siyah satenden, kol kısmı ise şeffaf tülden oluşuyordu. Kendisine birkaç beden büyük geldiğinden, ara sıra hafif bir esinti eşliğinde gömleği uçuşuyor ve kaslı gövdesinin açılmasına sebep oluyordu. Altında ise, siyah, dizleri yırtık, kaslı baldırlarını ortaya serecek türden dar İki parçadan oluşan bu basit kombinle, oldukça yakışıklı ve tüm gözlerin üzerinde dolaşmasına sebep olacak biçimde yakışıklı gözüküyordu.

Bakışlarım simasını bildiğim fakat hiç tanışmadığım birkaç idolün yüzünde dolaşırken, onların tam karşımda duran Jungkook'a baktığını fark etmemle, yanağımı şişirecek türden sesli bir nefes almış, ardından öyle bir üflemiştim ki, birkaç kişi dönüp bana bakmıştı.

Yanımda oturan; kırmızı, tek kollu, kısa payet bir elbiseyle göz alıcı bir güzellikte olan kız arkadaşım, kısa, kahverengi saçlarını geriye attığı sırada, "Neden yanına gitmiyorsun?" diye sormuştu, kıkırdayarak. "Sevgilin o senin."

"Sevgili olduğumuzu da herkes biliyor zaten..."

"Bilmesini istiyorsan, belli etmelisin." dediği sırada Nayeon'un bakışları, sevgilisi Momo'ya dönmüş ve gözlerini devirmişti. "Momo ve Jungkook'un aksine."

Momo, yanındaki iki arkadaşıyla birlikte havuz kenarındaki masalardan birindeydi dikiliyor, oldukça neşeli bir muhabbetin içinde olduğunu belli edercesine sürekli kahkahalar eşliğinde gülüyordu; aynı şekilde Jungkook'da, yine bahçenin köşesinde kalan masaların birinde grup arkadaşlarıyla birlikte içiyor, suratsız olmasına karşın, eğleniyormuş gibi gözüküyordu.

Nayeon ve ben ise, sevgililerimizden değer göremediğimiz için ilkokul çocukları gibi kendimizi salıncakta sallıyor ve sevgililerimizi izliyorduk...

"Belli etmek istemiyorum." dedim, bakışlarımı Nayeon'a çevirirken. "Jungkook'un belli etmesini istiyorum."

Bunu söylememin ardından birkaç dakika bile geçmemişti ki, sevgilim sanki aramızdaki mesafeye rağmen sesimi duymuş gibi içkisini son kez yudumlamış, ardından bana doğru yürümeye başlamıştı. Fakat bana geldiğini bilmeme rağmen, aniden kollarına dolanan eller sebebiyle duraksamış ve bakışlarını benden çevirip, onu kolundan tutan Jeon Somi'ye çevirmişti.

Sıktığım dişlerimin arasından, "Sonunda gelebildin, küçük sürtük..." diye fısıldadım.

Ardından, hiçbir utanma belirtisi göstermeden, artık tüm yelkenlerimi suya indirdiğimi belli edercesine hızla ayağa kalktım ve Jungkook'un yanına ulaştığımda, Somi'nin ellerini sevgilimin kolundan ittirdim. Herkesin bize dönmesi, Jungkook'un ve Somi'nin bu hareketimi beklemediği için şaşırıp şaşırmaması umurumda bile değildi.

Bundan sonra, karşımda duran kızın hareketlerine asla ve asla tahammül göstermeyecektim. Kim olduğu, neden önemli olduğu ve ne için bu kadar serbest davrandığı umurumda bile değildi. Her kim olursa olsun, Jungkook'a yaklaşamazdı. Jungkook benimdi, ve benim olana dokunmaması gerektiğini öğrenmeliydi.

Jungkook'un bileğini sıkıca tutmaya devam ettiğim sırada, bakışlarımı Somi'ye çevirdim ve sanki az önceki hırçın hareketlerin sahibi ben değilmişim gibi sessizleşen partinin tam ortasına tatlı bir kıkırtı bıraktım. "Hoş geldin."

"Hoş bulduğumu düşünmüyorum." dedi, tek kaşını kaldırıp imayla bana bakarken.

"Çıkış o tarafta." dedim, boştaki elimle bahçeden parka çıkan kısmı gösterirken. "İstemiyorsan, gidebilirsin."

Gitmesini tabii ki de istemiyordum. Sadece blöf yapmıştım. Üstelik gitmeyeceğini de biliyordum; karşımdaki kız asla Jungkook'a rahat vermeyecekti. Sırf bu yüzden tüm parti boyunca bizi bekleyeceğini ve gözlemleyeceğini biliyordum. Ardından, yanımda veya yanımda olmadığı sırada Jungkook'u, ne olduğu belirsiz, anlaşma ile tehdit edeceğini de. Fakat hiçbirine fırsat vermeyecektim. Bugün, tek istediğim onu delirmekten öteye geçmeyecekti.

Bileğini sıkıca tuttuğum, belki de tutarken canını acıttığım sevgilim, Somi'ye yönelik olarak, "Gidip arkadaşlarınla takıl." dediği sırada bileğini nazikçe elimin arasından sıyırdı, ardından birkaç adım geriye çekildi ve beni de kendisiyle birlikte sürükledi. Somi'den biraz olsun uzaklaştığımızda kulağıma eğilerek, "Biraz konuşalım." dedi.

Somi'ye dik dik bakmayı sürdürmüş, ardından gözlerimi devirmiştim. "Burada konuşabiliriz." dedim, yapmacık bir tebessümle. Bakışlarım hala Somi'deydi. Birbirimizi öldürecek gibi bakıyor, yapmacık tebessümler bırakıyorduk.

"Yukarı çıkalım." dedi, Jungkook bu defa. Bir sorunu olduğunu açıkça belli ediyordu ve bu sorunun, Somi'yle ilgili olduğuna emindim.

Bakışlarımı bir kez daha Somi'ye çevirdim; dudaklarında yer edinen alaylı tebessüm, kendini beğenmiş ifadesi ve sanki Jungkook'la ayrılmamızı beklermiş gibi, çim zemine sertçe vurup durduğu topukluları ile dudaklarım arasından şen şakrak bir kahkaha fırlayıp, tüm bahçede yankılandı.

Sanki o Jungkook'un sevgilisiymiş de, ayrılmamızı bekliyormuş gibi bir tavır takınmıştı. Sanki, Jungkook onunmuş gibi. Benim sevgilim değilmiş gibi. Sırf bu yüzden olduğu yerde dikilmeye devam ediyor, Jungkook'tan uzaklaşmamı bekliyordu.

Uzaklaşmayacaktım.

Kendi partimde, kendi sevgilimden uzaklaşmayacaktım.

Bu yüzden, kollarımı utanmazca Jungkook'un boynuna doladığım sırada, "Neden yukarı çıkıyoruz?" diye fısıldadım, tüm edepsizliğimle; çapkın bir şekilde. "Yoksa... odama mı gitmek istiyorsun?"

Belki de, normal bir psikolojiye sahip olsam bunu yapmazdım. Belki de yapardım... Bilmiyordum çünkü artık mantıklı düşünmekten fazla uzaklaşmıştım. İyi, kötü, yanlış ve doğru kavramları benim için yoktu. Sadece, o an aklıma ne gelirse onu yapıyordum. İleride pişman olup olmayacağım da umurumda değildi. Hiçbir şey umurumda değildi, dediğim gibi, ben delirmiştim.

Birkaç dakika öncesine kadar oldukça sakindim, hatta hiçbir şey yapmamak ve aklıma ne gelirse yapmak arasında gidip geliyordum. Fakat Somi'yi görmemle birlikte, saniyeler içerisinde duygu ve düşüncelerim değişmişti. Bunun normal bir insan davranışı olmadığının farkındaydım. Yıpranmış olan psikolojim beni daha fazla ayakta tutamıyordu; yıkılmaya yüz tutmuş, yardım çağrılarına geri cevap verilmedikçe daha beter hale gelmişti.

"N-ne yapıyorsun?"

"İçimden ne geliyorsa." dedim, hazırcevapta bulunarak. "Sadece içimden ne geliyorsa, onu yapıyorum."

"Herkes bize bakıyor." dedi, Jungkook dişlerinin arasından.

Bir kez daha kıkırdadım ve tıpkı onun gibi fısıldayarak konuştum. "Baksınlar. Ne önemi var ki?"

"Şu an benimle dalga geçiyorsun."

"Ne önemi var ki?" diyerek yeniledim bir kez daha. Bu defa ses tonum sert çıkmıştı, "Eğer mesele kariyerin değilse Jungkook, tüm bunların ne önemi var ki?"

"Neyden bahsettiğini anlamıyorum, gerçekten saçmalıyorsun."

"Kabul et." dedim, kelimelerin üstüne basa basa. "Senin kaçma sebebin kariyerin değil."

Jungkook'un bakışları ürkekçe etrafta dolaştığında sorumu es geçerek, "Gerçekten herkes bize bakıyor, kes şunu. Lütfen Taehyung." demişti. Bir kez daha ne düşündüğünü umursamamış, herkesin bize baktığını bilsem bile kollarımı boynuna daha sıkı dolayarak, yüzlerimizi birbirine yaklaştırmıştım.

"Hiçbir şey umurumda değil." diye fısıldadım, bu defa. Buz gibi bir ses tonuyla, ifadesiz bir şekilde ona bakıyor oluşumun, Jungkook'u ürküttüğünü biliyordum. Biçimli kaşları git gide çatıldığı sırada, sertçe yutkunmuş ve dudaklarını birbirine bastırarak, başını, kimsenin anlamasını istemediği için hafifçe sağa sola sallamıştı.

"Sadece Somi'ye kızdığın için anlık bir öfke besliyorsun. İleride sen de bu yaptığından pişman olacaksın. Bu yüzden yapma, bırak beni." diye fısıldadı, yumuşak bir ses tonuyla.

Beni sakinleştirme çabası, sinirlerimin bozulduğu belli eder biçimde kıkırdamama sebep olmuştu. "Jungkook, gerçekten anlamıyor musun? Artık hiçbir şey umurumda değil. Ben sadece yapmak istiyorum; tam şu an, seni herkesin içinde öpmek ve bizi ifşa etmek istiyorum. Çünkü umurumda bile değil, ne olacaksa olsun. Yeterince yıprandım, yoruldum ve ben... ben artık dayanamıyorum."

"Bunu bana yapma." diye fısıldadı, bir kez daha. Sadece ikimizin duyabileceği bir şekilde konuşuyor, çevremizdekilerin pür dikkat bizi izlediğini bilsek bile bakışlarımızı birbirimizden ayırmıyorduk. Ben, hiç kimseyi umursamadığım için etrafıma bakmıyordum. Jungkook ise muhtemelen korktuğu ve utandığı için, bakamıyordu. "Her şeyi berbat edeceksin."

"Her şey yeterince berbat zaten." dedim, alçak bir tonda. Bu sırada bakışlarım dudaklarında geziniyordu, "Hiç tanımadığım bir kız gelip sevgilime sahip olduğunu iddia ediyor. Sevgilim, patronun kölesiymiş gibi davranıyor ve aralarında bilmediğim bir anlaşma dönüyor. Öte yandan... sevgilim her şeyi benden saklıyor, aramıza sürekli kalın duvarlar örüyor, beni kendinden uzaklaşıyor. O, tam bir korkak gibi davranıyor." Sesimi yükselttiğim sırada, dudaklarına biraz daha yaklaştım. "Onu, bana bunları yaptığı için pişman etmek istiyorum. Ona, artık korkak davranmaması için bir fırsat sunmak istiyorum."

"Seni itmek istemiyorum."

Gülümsedim, Jungkook'un aksine oldukça rahat bir tavır sergiliyordum. "Eğer beni ittirirsen bir daha asla yüzüne bakmam."

"Benden intikam almak istedin, öyle değil mi?" derken, artık pes etmiş gibiydi. "En başından beri aklında bir plan vardı. Parti kalabalık olsaydı, bu kadar ileri gidemezdin. Beni bu şekilde sıkıştırmaktan sen de çekinirdin. Bu yüzden partinin evinde olmasını istedin. Partiye, sadece güvendiğin ve seni ifşa etmeyeceğine emin olduğun kişileri çağırdın." dediği sırada, dudaklarım sağa doğru kıvrıldı. "Bugün burada yaşananlar, sizin şirketinizdekiler dışında hiç kimsenin kulağına gitmeyecek bile. Amacın yalnızca benden ve Somi'den hıncını almaktı."

Basit bir şeyden bahsediyormuş gibi omuz silkmiş ve arsızca kıkırdamıştım. "Belki öyle, belki de değil. Ne fark eder ki? İfşa olmayacağını sende biliyorsun. Öyleyse neden korkuyorsun? O küçük sürtükten mi? Yoksa seni, kölesi olduğun-"

Her şey bir anda olmuştu; dudaklarını, dudaklarımın üstüne sertçe kapadığında, elleriyle belimi sıkıca sarmış ve üstüme doğru eğilerek, üst dudağımı kavradığı gibi sertçe öpmeye başlamıştı. Bunu beklemediğim için şoka girmiş bir vaziyette, geriye doğru gerilmiş olan belimden ötürü düşmemek adına ellerimi saçlarının arasına daldırmış ve çekiştirmeye başladığım sırada öpücüğüne karşılık vermiştim.

Ve böylece, cümlemin devamını getirememiş olmamın sebebi; partinin ortasında, herkesin içinde, dudaklarımın üzerine sertçe kapanan, sevgilimin dudakları olmuştu.



Continue Reading

You'll Also Like

16.2K 1.5K 11
tanrının verdiği canı büyük bir küstahlıkla almak, çocuk oyuncağı olsa gerek. ama seni sevmek, buzlar içinde çırılçıplak kalmak demek. cinsellik, ar...
9.6K 1.4K 8
Onunla kollarımın arasında bir oğlan varken tanıştım, o kollarının arasında ben varken gerçek beni tanıdı.
19.8K 2.2K 12
Evinde verdiği partide kör kütük sarhoşken kör kütük sarhoş biriyle sevişen Kim Taehyung, bu kişinin en yakın arkadaşı Jeon Jungkook olduğunu bilmiyo...
8K 463 3
if you love me right, we fuck for life.